29 Ocak 2010 Cuma

Sherlock Holmes


Cocukken kitaplarını okuduğumuz karakterin filminin ilgi çekici olacağını düşünmüştüm.Lakin aynen öylede oldu.Süper zevkli bir film yapmışlar ve izleme zevki üst seviyede.Güzel olacağını bekliyordum, hatta sırf bu yüzden sinemada izlemek istedim.

Arthur Conan Doyle'un ünlü karakteri sherlock holmes uyarlamasında ve cesyr ortağı watson'un maceralarını anlatıyor.Mark Strong'un canlandırdığı düşman blackwood rolünü oynuyor ve filmde kendine bir yer edinmişHemen filme geçelim, överken eleştirme işine başlayalım hemen.

Öncelikle arkadaşımın dikkat ettiği ve benim hafiften es geçebildiğim bir noktadan bahsetmek istiyorum.Eski zaman Londrasından çok güzel bahsetmişler.Demek istediğim, mekanları, ışıkları süper ayarlamışlar.Hani sahnelerin çoğunlugunu karanlık yapmışlar ve böyle daha gizemli bir hava olmuş.

Bunun dışında filmde en ilgi çekici olaylardan biri Holmes'in inanılmaz dövüş kabiliyetiydi.Bir dakka burada bir duralım.Ben Holmes'i bu kadar kavgacı olarak bilmezdim ya, acaba ben mi bişeyler kaçırdım ki okurken.Hani düşmanlarıyla kavga etmeyi bir yana bırakalım, dövüş gecelerine felan katılarak para kazanmayada başlamış.Yok burasına itirazım var, çekim teknikleriyle beraber süper gözüküyor göze, hatta dövüşmeden önceki stratejilerini gösteren bölüm süper, ama Holmes biraz fazla açılmış burada.

İlk zamanlarda oyuncuların inanılmaz iyi oldugunu sanıyordum ama biraz daha düşündükten sonra Jude Law hakkında bazı sorunlarım oluştu.Bilmiyorum, sanki rol için biraz böyle fazla yumuşak kalmış gibi.Hani bir doktordan bahsediyoruz, narin bir görünüşü war ama sanki biraz fazla misyon yüklemişler gibi kendisine.Hani bu biraz fazla yanlı bir görüş olabilir ama belirtmek istedim.

Bunun dışında Downey J.R o saçlar ne? Yok buda olmamış.Hani her sanede farklı bir model, çoğuna havada uçuşuyor, sağa sola kayıyor hani bir kere daha düşünülmesi gereken bir ayrıntı olmuş.Ama şuraya kadar yazdıklarımının bir Guy Richie filminde dikkat edilcek gereksiz ayrıntılardan oluştugunun farkındayım, amacım asla filmi kötülemek yada fazla üstüne gitmek değildir.

Hazır oyunculara girmişken, Downey J.R dan bahsedelim.Süper, role kendinisi süper adapte etmiş, hani başka kimi koysan buraya oynar diye düşünüyorum ama yok, başkasını role adapte edemedim.Bundan daha iyi ve etkili oynadığı bir başka filmi hatırlamıyorum.Jude Law yerine birilerini koymam gerekirse J.Phoneix mesela oraya yerleşebilir.Lakin 2011 yılında çıkacak olan 2 filmde sadece Downey J..R'ın rolü garanti gibi duruyor.

Sonuç olarak baya güzel bir film olmuş.Hani ufak ayrıntılardan biraz puan kırmak gerekiyordu ama bütün olarak baktığımız zaman gerçekten izlenmeye değer bir yapıt olmuş.Son zamanlarda izlediğim en güzel filmdi kesinlikle.Not olarak 10/7.7 veriyorum

KONUK YAZAR: unjustlucifer
http://dvdmovieworld.blogspot.com


22 Ocak 2010 Cuma

Miracle Of Giving Fool | Uyarı: Yoğun Dram

Postere aldanıp komedi filmi sanmayın, su katılmamış dram, konsantre bir şekilde özenle hazırlanmış ve bize sunulmuş. Bana yine fazla geldi, korelilerin mantığını anladım, yapacaksak adına uygun yaparız diyorlar, dramsa kağıt mendiller hazırlansın o zaman diyorlar. Ben filmin dram olduğunu biliyordum ama bilinçaltımda bu fotoğraftan ötürü az da olsa bir komedi beklentisi varmış (film bitince anladım) filmde komedi unsuru vardı ama bana göre yoktu, aklı pek yerinde olmayan karakterin hallerine gülemedim, o saflığı ve yerli yersiz gülümsemesi benim içimi acıttı daha çok :s fena çarpıldım yine. Bir daha izlemiyorum dram falan (yine dayanamayıp açacağım bir tane daha, biliyorum kendimi :d)

Filmimizde Seung ryong (Cha Tae Hyun) daha küçükken dumandan zehirlenmiş ve o günden sonra normal insanlar gibi davranamamış, dışlanmış, anlaşılmamış, bilindik "öteki" hikayesi, ama o hem arkadaşlarına hem de anne ve kız kardeşine karşı şefkatli, ilgili, düşünceli davranışlarını sürdürmede.Annesi öldükten sonra bile şu dünyada en iyi yapabildiği şeyle yani tostla geçimini sağlıyor ve kız kardeşine bakıyor (o tostlardan yiyen bir daha yedi, tarifini de vermedler :p sırmış :d) Kızkardeşi Jee In de abisiden nefret eden bir tablo çiziyor ki, izleyiciyi çok yaralıyor bu durum (ne var yani sevsen hem nasıl sevmezsin ki :s) Seung ryong ne yapsa yaranamıyor. Hayat böyle akıp giderken bir gün Ji Ho (Ha Ji Won) çıkar gelir avrupalardan, eski çocukluk arkadaşı Seung ryong'un. Seung ryong'un "öteki" sııfına geçtiği zamanlardan tanışıyorlar, aslında tanıyor desek daha doğru olur, Ji Ho malesef o günleri hatırlamakta zorlandı. O zamanlar Ji Ho piyano çalarken babasının okula armağan ettiği piyano bir yangında küle döner ve kabak da Seung ryong'un başında patlar.Böylece Seung ryong okuldan atılır ve o günden sonra da görüşmezler ama bizim deli unutmaz Ji Ho'yu, mahallenin girişinde bekler onu her gün, ve o gün bugündür. Ji Ho da artık piyano çalamamaktan muzdarip bir şekilde memleketine dönmüştür. Bundan sonrası geçmişi hatırlama, sünger çekme dönemidir. Aslında bu anlattığım yan hikaye gibi durmuyor başlarda ama filmin sonu itibariyle esas hikaye olmadığı anlaşılıyor. Daha anlatmadığım yan hikayeler de var. Film kısaca aile, arkadaşlık ve aşk üzerine. Bunların ortasında da o kocaman gülümsemesiyle Seung ryong duruyor, mucizesi de buradan kaynaklı zaten, herkesin hayatına dokunup değer katmayı becerebilen bir deli, bir "öteki" Seung ryong. "Hem o kadar aptal olup hem de mükemmel şekilde kardeşiyle ilgilenen" birisi, izlenip ders alınması gereken birisi :)



Cha Tae Hyun'un izlediğim ikinci filmidir ve çok başarılı buldum ki rolü oldukça zordu. O kadar sevdirdi ki kendini, o kirli yüzüyle ve yırtık pırtık ayakkabılarıyla çok sevdim ben onu, anlatmam imkansız :) Artık castta bu ismi gördüğümde gözüm kapalı izleyeceğim demektir. İzlemek isteyenlere önerim yanınızda mendil bulundurun ve zaten moraliniz bozuksa yanına yaklaşmayın, kendinizi iyi hissediyorsanız da birkaç gün etkisinden kurtulamayacağınız gerçeğini kabullenin öyle izleyin diyorum :)


21 Ocak 2010 Perşembe

Sinema Dünyasından Haberler


* Ridley Scott'un Robin Hood'undan ilk poster piyasaya çıktı.

* Ian Fleming'in hayatı film oluyor. Bir terslik olmazsa film, Andrew Lycett'ın Ian Fleming: The Man Behind James Bond isimli kitabından uyarlanacak

* Clint Mansell, Darren Aronofsky imzalı Black Swan'ın müziklerini yapacak. İlham kaynağı olarak Çaykovski'nin Kuğu Gölü eserini işaret etmiş (Çaykovski'nin de ismine hastayım. Git bir çaykovski). Mansell abimiz daha önce Requiem for a Dream için hazırladığı müziklerle adından sıkça söz ettirmişti. Hatırlatalım.

* Bu haber "remake" sevdalılarının ilgisini çekebilir. Jackie Chan ile birlikte Will Smith'in oğlu Jaden Smith'in (milletin çocuğu filmlerde oynuyor, vay be) başrollerinde oynadığı 2010 yapımı The Karate Kid'in fragmanı geçenlerde nette yayınlandı. Fragmanın sonundaki esprili kısma dikkat. Ayrıca bu tarz filmlerin yeniden çevrilmesi pek hoşuma gitmiyor. Onu da belirteyim. Cilala, parlat, cilala, parlat....


The Karate Kid Trailer 2010 remake
Yükleyen FlickChickTV. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

*
Ghostbusters III'ün yönetmenlik koltuğunda oturacak isim belli oldu. Bu isim Ivan Reitman olacak.


* The Mars Volta'nın gitaristi Omar Rodriguez-Lopez'in ilk uzun metrajlı filmi The Sentimental Engine Slayer, 4 Şubat'ta Rotterdam Uluslararası Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapacakmış. Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz.

* 1968 yapımı Yellow Submarine'i Robert Zemeckis Imdb'de gördüğümüz üzere yeniden çekiyor. Peter Serafinowicz yeniden çevrimde Paul Mccartney'i canlandıracak. John Lennon rolünde ise Dean Lennox Kelly var. Ringo StarrAdam Campbell ve George HarrisonCary Elwes canlandıracak.



* Malumunuz Sony, Spider Man serisinin yeni bölümüyle ilgili bazı açıklamalar yapmıştı. Onlara yenisi eklendi. Sam Raimi'den boşalan koltuğa Marc Webb oturacakmış. (500) Days of Summer filminden hatırlıyoruz Webb'i. Onun dışında yine projeye dahil olan diğer iki isim ise Nimrod Antal ve Wes Anderson.

* TÜRSAK Vakfı’nın Turkcell’in Ana Sponsorluğu’nda gerçekleştirdiği “Yeşilçam Ödülleri”, 23 Mart 2010’da üçüncü kez ödüllerini dağıtacak. 1 Ocak – 31 Aralık 2009 tarihleri arasında gösterime girmiş tüm Türk filmlerinin herhangi bir başvuruya tabi olmadan listeye alındığını ekleyelim.

kaynak: Imdb.com, Sinema.com, Beyazperde.mynet.com, Sinemaestro.com, Artperest.com

20 Ocak 2010 Çarşamba

Naklen Sinema Keyfi


Dedim kard kendi kendime... Bişiler yazman lazım. Dedim o zaman en basitinden şu tv de yayınlacak filmlerden haberdar ediyim sizleri. Yayın akışlarına baktım. Ulan tv de adam gibi film yok ki! Bi CNBC-e, bi 24 tematik kuşağı(Paralı kanallar haricinde)... Bunlardan başka orjinal dilinde film yayınlayan kanal yok. Orjinal dil önemli arkadaş! Duyguyu daha iyi anlayabilmek, oyunculuğu daha iyi görebilmek ancak bu şekilde mümkündür. Eldeki kısıtlı imkanlarla şu iki filmi tavsiye edeyim bu haftalık.
CNBC-e de film izlemek ayrı bi güzeldir. Filmin kalitesi çok iyi oluyor. Adamlar yapıyor arkadaş.
Aşağıdakiler haberdar etmekten daha çok tavsiye niteliğindedir. Ciddi şekilde tavsiyelerimdir.)


21 Ocak Perşembe:
-'King of the Hill / El rey de la montaña/Dağların Hakimi'
22.00 @ CNBC-e
Kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum. Funny Games tarzı gerilim seviyorsanız kaçırmayınız.

Kaçırabilitem var diyenler için gecenin körü 3te tekrarı vardır.
Uçsuz bucaksız dağların içindesiniz. Yanınızda tanımadığınız biri... Tanımasanız da kurtuluş için işbirliği yapmanız şart. Bu yabancıyla beraber ne olup bittiğini anlayamıyacağınız bir çatışmanın içine girersiniz. Ve olaylar gelişir...

Bu filmi izlerken kendinizi bu dağlarda dağların hakimi ile karşı karşıya bulursunuz. Sizi de rahatız ederler. Rahatsız olmamanız, gerilmemeniz imkansızdır zaten.


24 Ocak Pazar:

-'Star Wars:Episode1 - The Phantm Menace'
22.00 @ CNBC-e
CNBC-e hala Star Wars izlemeyen kesim için güzel bi işe girişmiş. Bütün bölümler belirledikleri sıraya göre gösterilecek. Takip etmek lazım.

19 Ocak 2010 Salı

Eski Filmlere Ayar




İlgi çekici bir haber...
Vipsaş Stüdyoları, filmlerin restorasyonu için tam 875 bin dolarlık yatırım yapmış.

Dünya festivallerinde ve TÜRK FİLMLERİ HAFTASI’nda gösterilen “eski” filmlerimizin kalitesi izleyenleri şaşırtacak şeklinde sunuluyor bu haber.

Tv'de her gece izlenilen yerli filmlerin çizik, sararmış, solmuş ya da yeşile kaçmış görüntülerinden kimse şikayet etmeyecek diye de ekliyorlar (burası tartışılır belki).

En yıpranmış ve solmuş filmleri ister DVD'de ister Tv'de, HD ya da blue ray kalitesinde izlenebilecekmiş artık.


Vipsaş tarafından, en eskimiş filmi (ister negatif, ister pozitif) HD ve Blue Ray formatlarında 2 k ve 4 k taranmış olarak mükemmel bir görüntü ve mükemmel ses olarak teslim ediliyor, denmiş haberde.

Bu olay sonrasında eski filmleri HD formatında ve pırıl pırıl ses - görüntü ile izleyebileceğimizi söylüyorlar.

Bu restorasyonun ayrıyeten şu yararları da varmış ;

1- Filmlerin yanması, yıpranması, yok olması söz konusu olmayacak.
2- Filmlerin saklanması kolaylaşacak ve dev depolar gerekmeyecek.
3- Filmlerin restorasyon yapıldıktan sonra 35 mm.ye basılması daha kolaylaşacak.
4- Hiç bir kanal “maalesef filmin orjinali kötüydü” diyemeyecek.

Yine habere göre, ülkemizde Gülşah Film ve Arzu Film, restorasyon için başvuran ilk firmalar olmuş.

Düzeltilen film görüntüleri aşağıdaki videoda mevcut. İzleyinlerin fikir beyan etmesini bekleriz.



Video link: http://www.youtube.com/watch?v=qp2ZLJ9mKo8

18 Ocak 2010 Pazartesi

Altın Küre'nin ardından


Dün gece yapılan törenle sahiplerini bulan 67.Altın Küre ödülleri 2010'nun en iyi yapımlarını biraraya getirdi.En iyi drama film dalında öne çıkan Inglorius Basterds ile Avatar arasında kazananın kimin olucağını kestirmek oldukça güçtü keza aynı filmlerin yönetmenliğini yapan Tarantino ve J.Cameron arasında kimin galip geleceği de muamma idi.İzleyicilerinde en fazla merakla beklediği ödüller bunlardı diyebiliriz.Diğer kategorilerde ise öne çıkan yapımlar ve oyuncular istediklerini aldılar.Örneğin en iyi animasyon kategorisinde Up ve en iyi yabancı film dalında White Ribbon açık ara kazanmaya yakındı ve beklenen oldu.6 dalda aday olan Up In the Air'in tek ödül alması(hemde en iyi senaryo ile!),5 dalda ödüle aday olan Nine'ın ise ödül almadan geceyi kapatması süpriz olarak nitelendirilebilir.Kişisel olarak süpriz diye nitelendirebiliceğim en büyük olay Glee'nin Tv müzikal-komedi kategorisinde ödül alması oldu.

Bunlar dışında bu ödül töreninin blogu ilgilendiren diğer yönüne bakalım.Blog içinde yapmaya çalıştığımız yarışmaya öncelikle katılan herkese teşekkürler.Zaman içinde daha kapsamlı ve ödüllü yarışmalar düzenlemek için bir adım atmaya çalıştık.8 kategoride oylamaya açtığımız yarışmanın en fazla doğru yanıtlayanları 5er doğru ile the boney king of nowhere,komutan ve bokmok'a da tebrikler.Yarışma öncesi koyduğumuz kurallara uyuyorsa the boney king of nowhere ödülün sahibidir:)Profil bilgilerimdeki mail adresinden bana ulaşırsa ödülü alabilir.

Altın Küre'nin tüm kazananları ise;

En İyi Film (Drama)
: Avatar
En İyi Erkek Oyuncu (Drama)
: Jeff Bridges (Crazy Heart)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama)
: Sandra Bullock (The Blind Side)

En İyi Film (Müzikal-Komedi):Hangover
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Meryl Streep (Julie & Julia)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)
En İyi Yönetmen: James Cameron (Avatar)
En İyi Senaryo: Aklı Havada/ Up In The Air (Jason Reitman, Sheldon Turner)
En İyi Animasyon: Up
En İyi Yabancı Film: The White Ribbon (Michael Haneke - Germany)
En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up)
En İyi Şarkı: Ryan Bingham and T Bone Burnett - The Weary Kind (Crazy Heart)

En İyi Dizi (Drama): Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Michael C. Hall (Dexter)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Julianna Margulies (The Good Wife)
En İyi Dizi (Müzikal-Komedi): Glee
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Alec Baldwin (30 Rock)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Toni Collette (United States Of Tara)

En İyi Mini Dizi: Grey Gardens
En İyi Erkek Oyuncu (TV filmi veya Mini Dizi): Kevin Bacon (Taking Chance)
En İyi Kadın Oyuncu (TV filmi veya Mini Dizi): Drew Barrymore (Grey Gardens)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dizi): Chloe Sevigny (Big Love)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dizi): John Lithgow (Dexter)

15 Ocak 2010 Cuma

Altın Küre Ödülleri Yarışması


Oscar ödüllerinin arifesinde senenin iddaalı yapımları arasındaki ilk çekişme Altın Küre'de gerçekleşir ve genellikle Altın Küre'yi kazanan yapımlar Oscar ödül törenine eli daha sağlam bir şekilde girer.Bu seneki Altın Küre ödülleri de 17 Ocak Pazar akşamı Beverly Hills'de sahiplerini bulacak.George Clooney'nin başrolünü oynadığı 'Up In The Air' 6 dalda,müzikal olan 'Nine' ise 5 dalda ödüle aday olarak yapımlar arasında öne çıkıyorlar.(kanımca Up in the Air pek de abartıldığı gibi değil )

Altın Küre için yapımlar kapışadursun Sigara Yanıkları olarak bu ödül töreni için bir yarışma düzenlemeye karar verdik.Kategoriler fazla olduğu için sadece filmler ,Tv dizileri ve en iyi yönetmen kategorileri içinde yarışma yapmaya karar verdik.Toplamda 8 dalda ödüle yakın bulduğunuz adayları size soruyoruz.Öyle kuru kuruya da yorumlarınızı almıyoruz 8 dal içinde en iyi dereceyi yapan arkadaşımıza da Lola Rennt/Run Lola Run filminin ambalajında açılmamış dvdsini hediye edeceğiz.


Kurallar:
Fıkra1: 2 veya daha çok kişi arasında eşitlik halinde ilk yorum yapan kazanır.
Fıkra2: Sallamak serbesttir.
Fıkra3: 18 yaş sınırı vardır.
Fıkra4: Sigara Yanıkları yazarları veya yazarların 1.dereceden akrabaları yarışmaya katılamazlar.Katılsalar bile ödül talebinde bulunamazlar.



Adaylar

En İyi Film - Dram
  • Avatar
  • The Hurt Locker
  • Inglourious Basterds
  • Precious: Based on the Novel Push by Sapphire
  • Up in the Air


En İyi Film – Müzikal veya Komedi

  • (500) Days of Summer
  • The Hangover
  • It's Complicated
  • Julie & Julia
  • Nine


En İyi Yönetmen

  • Kathryn Bigelow - The Hurt Locker
  • James Cameron - Avatar
  • Clint Eastwood - Invictus
  • Jason Reitman -Up in the Air
  • Quentin Tarantino - Inglourious Basterds


En İyi Animasyon Filmi
  • Cloudy with a Chance of Meatballs
  • Coraline
  • Fantastic Mr. Fox
  • The Princess and the Frog
  • Up


En İyi Yabancı Film
  • Los abrazos rotos
  • Baarìa
  • Das weisse Band - Eine deutsche Kindergeschichte
  • La nana
  • Un prophète


En İyi Televizyon Dizisi – Dram
  • "Big Love" (2006)
  • "Dexter" (2006)
  • "House M.D." (2004)
  • "Mad Men" (2007)
  • "True Blood" (2008)


En İyi Televizyon Dizisi – Müzikal veya Komedi
  • "Entourage" (2004)
  • "Glee" (2009)
  • "The Office" (2005)
  • "Modern Family" (2009)
  • "30 Rock" (2006)


En İyi TV Mini Dizi
  • Georgia O'Keeffe (2009) (TV)
  • Grey Gardens (2009) (TV)
  • Into the Storm (2009) (TV)
  • "Little Dorrit" (2008)
  • Taking Chance (2009) (TV)

14 Ocak 2010 Perşembe

42. SİYAD Ödülleri adayları belirlendi

42. SİYAD Ödülleri bu yıl 31 Ocak akşamı sahiplerini bulacak. Bu senenin adaylıklarına bakıldığında, Vavien 11 adaylıkla göze çarpıyor. Salkım Hanımın Taneleri'nden sonra 11 kategorinin hepsine aday olan tek film oldu. Vavien'i 8 adaylıkla Reha Erdem'in Hayat Var'ı takip ediyor. Hayat Var'da başrol erkek ve önemli yardımcı kadın oyuncu bulunmadığını düşünürsek adaylık bazında Vavien ile aralarında pek fark kalmamış gibi gözüküyor, en azından benim için öyle. Diğer en iyi film adayları ise İki Dil Bir Bavul, Pandora'nın Kutusu ve Süt.


Bütün adaylıklar şöyle;

En iyi film:
Hayat Var, İki Dil Bir Bavul, Pandora’nın Kutusu, Süt, Vavien

En iyi yönetim: Reha Erdem (Hayat Var), Semih Kaplanoğlu (Süt), Yağmur-Durul Taylan (Vavien), Yeşim Ustaoğlu (Pandora’nın Kutusu), Derviş Zaim (Nokta)

Senaryo: Reha Erdem (Hayat Var), Yılmaz Erdoğan (Neşeli Hayat), Engin Günaydın (Vavien), İnan Temelkuran (Bornova Bornova), Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz (Pandora’nın Kutusu)

Kadın oyuncu: Nesrin Cavadzade (Dilber’in Sekiz Günü), Tsilla Chelton (Pandora’nın Kutusu), Elit İşcan (Hayat Var), Binnur Kaya (Vavien), Nergis Öztürk (Kıskanmak)

Erkek oyuncu: Erdem Akakçe (Karanlıktakiler), Öner Erkan (Bornova Bornova), Mert Fırat (Başka Dilde Aşk), Engin Günaydın (Vavien), Nadir Sarıbacak (Uzak İhtimal)

Yardımcı kadın: Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu), Övül Avkıran (Pandora’nın Kutusu), Büşra Pekin (Neşeli Hayat), Damla Sönmez (Bornova Bornova), Serra Yılmaz (Vavien)

Yardımcı erkek: Erdal Beşikçioğlu (Hayat Var), Kadir Çermik (Bornova Bornova), Settar Tanrıöğen (Vavien), Mustafa Uzunyılmaz (Mommo: Kız Kardeşim), Onur Ünsal (Pandora’nın Kutusu)

Görüntü yönetimi: Özgür Eken (Süt), Florent Herry (Hayat Var), Levent Semerci, Vedat Özdemir (Nefes), Gökhan Tiryaki (Vavien), Ercan Yılmaz (Nokta)

Müzik: Mazlum Çimen (Nokta), Fairuz Derin Bulut (Acı Aşk), Reşit Gözdamla (Hayatın Tuzu), Erkan Oğur (Mommo: Kız Kardeşim), Attila Özdemiroğlu (Vavien)

Kurgu: Reha Erdem (Hayat Var), Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol (İki Dil Bir Bavul), Bora Gökşingöl (Vavien), Çiçek Kahraman (Gölgesizler), Levent Semerci, Erkan Erdem (Nefes)

Sanat yönetimi: Eren Akay (7 Kocalı Hürmüz), Ömer Atay (Hayat Var), Nilüfer Çamur Giritlioğlu (Kıskanmak), Naz Erayda (11’e 10 Kala), Elif Taşçıoğlu (Vavien)

En iyi belgesel: 5 No’lu Cezaevi, Ölüm Elbisesi: Kumalık, Şairin Ölümü, 100 Bin Kişiydiler, Ziyaretçiler

En iyi kısa film: Cennette de Ölüm Var, 2932, Köy, Üçte Bir, Yazlık



Tahmin yapacak olursam.

En iyi film: Hayat Var
En iyi yönetim: Reha Erdem (Hayat Var)
Senaryo: Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz (Pandora’nın Kutusu)
Kadın Oyuncu : Binnur Kaya (Vavien) / Elit İşcan (Hayat Var)
Erkek Oyuncu: Öner Erkan (Bornova Bornova)
Yardımcı Kadın: Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
Yardımcı Erkek: Onur Ünsal (Pandora’nın Kutusu)
Görüntü Yönetimi: Florent Herry (Hayat Var)
Müzik: Adayların çoğunu izlemedim
Kurgu: Reha Erdem (Hayat Var)
Sanat Yönetimi: Elif Taşçıoğlu (Vavien)

12 Ocak 2010 Salı

Japon Filmleri Festival

Bildiğiniz gibi ülkemizde 2010 yılı Japonya yılı olarak kutlanıyor.2010 yılının dostluk ilişkilerini güçlendirmek adına Ertuğrul Fırkateyni'nin Japonya'ya ziyaretinin 120.yılına denk gelmesini de kültürel tanıtım için bir araç olarak kabul edebiliriz. Japonya yılı mevzusunun içini doldurmak adına da ülke çapında çeşitli etkinlikler yıl boyunca sergilenicek.Biz işin sinema kısmına gözatalım.

2010 yılının Japonya yılı olması vesilesiyle www.tr.emb-japan.go.jp uzantılı sitede ülkemizde yıl boyunca düzenlenicek olan etkinliklerle ilgili geniş bilgi yer alıyor.6 yıldır düzenli olarak Ocak ayında Japon Filmleri Festivali düzenleniyordu.Bu sene 15-17 Ocak tarihleri arasında G-Mall sinemalarında Japon toplumunu tanımak amaçlı 7 filmin ücretsiz olarak gösterimi yapılacaktır.


Tarih:15 Ocak 2010 Saat: 18:30
Film
:Sevgili Doktor/Dear Doctor
Yönetmen
: Miwa NISHIKAWA (Filmin yönetmeni gösterime katılacaktır)

Tarih:16 Ocak 2010 Saat:13:30
Film
:Yamazakura - Yaban Kirazı Çiçekleri
Yönetmen
: Tetsuo SHINOHARA

Tarih:16 Ocak 2010 Saat:16:00
Film:Ashita No Kioku/Yarının Anıları
Yönetmen: Yukihiko TSUTSUMI

Tarih:16 Ocak 2010 Saat:19:00
Film:Gururi No Koto/Etrafımızdakiler
Yönetmen: Ryosuke HASHIGUCHI

Tarih:17 Ocak 2010 Saat:13:30
Film:Ashita No Watashi No Tsukirikata/Nasıl Kendim Oldum
Yönetmen: Jun ICHIKAWA

Tarih:17 Ocak 2010 Saat:16:00
Film:Yûnagi No Machi Sakura No Kuni/Dün Hiroshima'da, Bugün Hiroshima'da
Yönetmen: Kiyoshi SASABE

Tarih17 Ocak 2010 Saat:19:00
Film:Tsurugidake:Ten No Ki/Zirve “Nirengi Taşı Kayıtları”
Yönetmen: Daisaku KIMURA

9 Ocak 2010 Cumartesi

Yahşi Batı


Cem Yılmaz ismini sinemayla birlikte zikretmeye başladığınızda karşınızda hemen iki fikir adamcığı belirir. Bunlardan bir tanesi "Kesin çok komik bir filmdir. Yine gülmekten kırılacağız" beklentisinde olan, diğeri ise uzak durmaya çalışan şahıs ve "Aman! Cem Yılmaz kim, sinema kim? Gitsin stand-up yapsın" der. Elbette ki bu iki görüşün dışında kendine bir koltuk ayarlamaya çalışan ademoğulları da vardır, ama genel olarak bu iki görüşün baskın olduğu bir gerçek. Bu yazıyı kaleme alan kişi ise, bu iki genellemeden uzak kalmaya çabalayarak geçtiğimiz hafta ilk gişe gününde Cem Yılmaz'ın son filmi Yahşi Batı'yı izlemek için sinema salonunun birine gitti.

Yahşi Batı'yı öncelikle tipik bir "Türkler yanlış zamanda yanlış yerde olsa ne olurdu" mizanseni şeklinde yorumlamak mümkün. Cem Yılmaz bunu daha önce malumunuz olduğu üzere GORA'da Sultanahmet esnafı Arif Işık'ı Uzay'a ve yine AROG'da aynı karakteri ilk çağlara göndererek yapmıştı. Bu kez ana karakterimiz değişmiş. Arif Işık'ın yerine Aziz Bey var. Peki Aziz Bey ne derece Cem Yılmaz figürü olmaktan öte? Orası tartışılır işte. Evet, Aziz Bey karakteri de klasik Cem Yılmaz güldürüsündeki bir tipleme olarak güldürüyor sizi, ama insan bir yandan da, bu tipleme filmdeki karakterden ziyade sanki Cem Yılmaz'ın stan-up gösterilerindeki bir karakter gibi diye düşünüp duruyorsunuz. Bundan önceki Arif Işık karakteri de öyleydi tabii. Bu bağlamda o da eleştirilebilir, fakat GORA öncesi Cem Yılmaz'ın kendisi bu film "Türkler Uzay'da" esprisinden yola çıkılarak yapılmıştır diye belirtmişti. Yani yılların mizah dergisi geyiğini, kendi gösterilerinde de defalarca anlattığı için sinemaya giden seyirci zaten, bu beklentiyle bakıyordu o tiplemeye. Cem Yılmaz'ın bu kez hadiseyi Osmanlı Devleti zamanında değerlendirmesi ve farklı bir senaryo ile karşımıza çıkması haliyle Aziz Bey figürü acep değişik midir? sorusunu akıllara getiriyor ama Aziz Bey'den ziyade Cem Yılmaz'mış gibi algılanıyor. Bu elbette ki filmin genelinin eleştirisi içerisinde bir yerinden tutularak bütün filmi yerden yere vuracak bir etmen değildir, ama mühüm bir noktadır.


Türklerin yanlış zamanda, yanlış yerde olması dedik. Peki, bu nasıl resmedilmiş? Öncelikle bir itirafta bulunmak gerekirse gerek kostümler, gerekse de görsel açıdan film hayli tatmin edici. Hiçbir karede "burası olmamış", "bu ne ya, saçmalık" gibi nidalar atmanız mükün değil. Filmin senaryosu belki sizi sinemada oturduğunuz koltuktan alıp, Vahşi Batı'daki kasabanın ortasına koyacak düzeyde değil, ama planlar, çekimler ve genel olarak o dönemin tasviri oldukça hoş. (emeğe saygı hakkaten). E tabii, filme Cem Yılmaz'ın elinin değmesiyle bazı Western klişelerine (yerde sürüklenen çalı topağı gibi) gülümseten bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz. 1800'lerin sonlarının İstanbul'undan Vahşi Batı'ya yolu düşen Aziz ve Lemi Bey'lerin hikaye boyunca hadiselere dönemin Osmanlısı gözüyle yaklaşmalarının yanı sıra zaman zaman da günümüz İstanbul'una dönük imaları insanı bayağı gülümsetiyor. Bilhassa Ozan Güven'in canlandırdığı Lemi Bey karakteri ilgi çekici. Yukarıda Cem Yılmaz'ın canlandırdığı Aziz Bey karakteri eleştirisinin tam zıttı bir durum var Ozan Güven'in tiplemesinde. Yepyeni bir karakter çıkartmış yine Ozan Güven. Ve Cem Yılmaz'la karşılıklı oynadığı her filmde o havayı yakalayabiliyorsunuz.


Filmdeki oyunculuklara dair çok daha olumlu konuşabileceğimiz sadece bir isim var ne yazık ki. O da tabii ki Zafer Algöz. Kasabanın dalavereci Şerifi rolünde hem Ali Şen'e hem de Vahi Öz'e saygı duruşunda bulunuyor. Ve baştan sona -oyunculuk anlamında- filmi alıp götürüyor. Bu sebepten olsa gerek Demet Evgar ve Uğur Özkan biraz sönük kalıyorlar yanında. Yine de Demet Evgar için erken konuşmamak da gerek. Cem Yılmaz'ın bundan sonraki filmlerinde daha çok ön plana çıkması mümkün olabilir. Zira Cem Yılmaz'ın Demet Evgar'ın filmdeki performansını övdüğünü görünce, herhalde bundan sonraki projeler için de onu düşünecektir diye yorumlamak mümkün. Bu sebeple, Yahşi Batı'daki görüntüsüyle Cem Yılmaz filminin en zayıf halkası olmuş demek abartı olur herhalde. Cem Yılmaz'ın da bir gördüğü olsa gerek ki beğenmiş. Neden bu kadar takıldın Demet Evgar'a? diyecek olan çıkarsa, ondan daha iyi işler çıkarmasını beklediğimi söyleyebilirim. O potansiyel kendisinde ziyadesiyle mevcut.

Filmin geneli için eleştirilecek yanları var tabii. Birincisi, hikayenin ortaya çıkmasına neden olan meşhur elması sanki çok üstünkörü sunmuşlar. Yani filmin bazı yerlerinde karakterlerin rekabetine öyle çok takılmışlar ki, "yahu bu adamlar neyin peşindeydi?" diye sorusu aklınıza bile gelmiyor. İkinci olarak filmin ilk yarısının ortalama bir Cem Yılmaz filmi için hayli yavan aktığını söylemek mümkün. Gittiğim sinemada filmi yarıda bırakanlar olmadı ama duyduğum kadarıyla bu başka sinemalarda olmuş. Bunun sebebi de büyük beklentiyle gelenlerin bahsettiğim yavanlığı hayalkırıklığıyla karşılamış olmaları. Bir başka ve en çok konuşulan mevzuya gelirsek, film denildiğini gibi bol küfür içeriyor (her şeye rağmen Racep İvedik serisine göre oldukça masum bir filmdir). Küfürler güldürmüyor mu? Zaman zaman çok güldürüyor tabii. Açıkçası "filmde çok küfür var" şeklindeki olumsuz eleştirileri kaale almamanızı öneririm. Hayatın her anında ve nerdeyse her şeye küfür eden bir milletin sinema salonundaki küfürden rahatsız olması komik. Hadi bunu bir televizyon yapımı için söyleseniz makuldur ama sinema başkadır. Böyle eleştiri olmaz. Şu dense tabii daha anlaşılır olur; acep Cem Yılmaz da "Recep İvedik'ini küfürlerinin gişe başarısındaki rüzgarı"na mı kapıldı? Bunu iddia edene tamamen haksızsın demek zor. Lakin filmdeki küfürlerin daha çok mizah dergileri kıvamında olduğunu belirtmek lazım. Zaten bu filmi beğenen ve beğenmeyenleri de mizah dergisi kültürüne yakın olanlar ve uzak olanlar diye değerlendirmek gerek. O kültüre yakınsanız filmdeki küfürler rahatsız edici gelmez, çoğuna da zamanlamasını başarılı bularak rahatlıkla gülersiniz. Aksi şekilde bakıyorsanız, sinema salonunu taş olmuş bir şekilde terk etmeniz mümkündür.


Filmin genelindeki esprilerin ise ince espriler olduğunu ve bunu ancak ince görebilenlerin tebessümle karşılayacağı da ayrı bir gerçek.

Filmin müzik seçimleri gayet iyi. Yönetmene de olumsuz anlamda bir şey demek doğru olmaz. Vasatın üstünde bir iş çıkardığı kesin.

Filme dair sağda solda rastlamadığım, fakat en çok konuşulması gereken şeyin aslında filmde bol bol yer alan "Oryantalizm" göndermeleri olduğu kesin. Cem Yılmaz'ın bunu ısrarla, defalarca yapması onun bu konuya ne kadar taktığını ve bu konudan ne kadar çok dertli olduğunun göstergesi olsa gerek. Tekrar tekrar bu mevzunun hikayede gündeme getirilmesi rahatsız edici değil. Keza tipik Western mevzularına değinmesi de kaçınılmaz olmuş. Detayları yakalayanlar da o kısımları eğlenceli bulacaktır.

Son olarak iki konuya daha değinmek gerek. Cem Yılmaz bu filmi eleştirenlerin sıcakkanlı ve çığır kelimelerini kullanmalarını istemişti. O zaman biz de sevdiğimiz biri olan Cem Yılmaz'a uyalım. Filmin genelindeki atmosfer gayet sıcakkanlı. Takip ederken kendinizi dışlanmış hissetmiyorsunuz, yukarıda yazdığımız sebepten kasabanın havasını adeta teneffüs ediyorsunuz. Lakin bu filmin Türk sinemasında çığır açıp açmayacağı tartışmalı bir konudur. 30 yıldır çekilmeyen Törkiş Western filmlerine yeniden gaz vermeyi başarabilirse ama en azından bu bakımdan tekrar kapıyı açmış olduğu söylenir.

Bahsetmek istediğim diğer ve son konu ise hem bir sinemasever hem de bir Cem Yılmaz hayranı olarak kendisinden GORA, AROG ve Yahşi Batı gibi komedi türünde değerlendirilebilecek filmler yerine, Her Şey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz gibi komedi-dram türünden filmler izleyebilmek.

Velhasıl kelam büyük beklentiyle yaklaşmayanlar hoşça vakit geçirebileceği iki buçuk saat vaad ettiği bir filmdir Yahşi Batı. Aksini yaşama konusunda tereddütleri olanlar ise 1 yıl beklesinler ve filmi Televizyonda sansürlü bir şekilde izlesinler.

7 Ocak 2010 Perşembe

I'm a Cyborg, But That's OK


Uzakdoğu dünyasına daldığınızda içinden çıkmak istemeyeceğiniz masalsı anlatımlardan biridir I'm a Cyborg, But That's OK.Kısa tanımı ile varoluş amacının peşinden koşan robot kızın, perşembe'yi bile çalan tavşan çocuğa gönlünü kaptırmasının hikayesi...


Annesinin başka erkekler için kendisinden vazgeçmesi Cha Young-goon'da büyük bir travma oluşturmuştur.Kendini robot zannetmeye başlayan Cha Young-goon akıl hastanesine yatırılır.Kendini robot zanneden ve kalbi yerine bir çift ampül olan,sık sık şarj olması gereken,mouse (donanım olan mouse) besleyen Cyborg kız tamamen robot olmasını engelleyen merhametinden arınmalıdır ve bu sayede Park Il-sun ile tanışır.Sürekli dişlerini fırçalayan, küçüle küçüle hiçliğe karışmaktan korkan,insanların ruhlarını çalan Park Il-sun'un tek amacı kendi varoluş amacı olan çalma eylemini gerçekleştirmek ve böylece ona yardım etmektir.

Karakterlerin kişisel özellikleri dışında aralarında bağı tanımlayacak olursak ilk bakışta aralarında bir menfaat ilişkisi olan sıradan iki insan tanımlaması yapılabilir.Fakat menfaat ile başlayan arkadaşlık en nihayetinde fedakarlık ve iyiliğin öne çıktığı yalın bir aşka dönüşmektedir.Özellikle günümüzde menfaatin,çıkarın kısmen işin içine karıştığı aşk sanırım en yalın haliyle bir akıl hastanesinde yaşanabilirdi. Yönetmenin akıl hastanesinde aykırı iki karakterle bu duyguyu anlatmaya çalışması belkide bundandır.Sonuçta iki kişinin arasında olan ve tanımlayamaycağımız bir duygudur aşk.Bu nedenle de hikaye pek alışık olmadığımız farklı bir dünyada yaşanıyor olsada mekan değil,duygu önemlidir.Diğer yandan detaylar filmde çok önemli bir yer tutuyor.Her hastanın faklı bir hayat hikayesinin karakterleri olması,Park Il-sun'un küçülerek hiçliğe karışmaktan korkması, vücuduna pirinç megatron yerleştirmesi, Cha Young-goon'un varoluş amacının peşinde koşması ve robot olmasına yarıyacak olan 7 alternatif günah.

7 günah:
- merhamet göstermek
- üzgün olmak
- sönük ve hareketsiz olmak
- tereddüt etmek
- boş hayaller kurmak
- suçluluk hissetmek
- minnettar olmak




Her bir günaha baktığımızda esasında bizi insan yapan olgulardır.Hissizleşmek ve daha fazla kin gütmemek amacında Cha Young-goon.Kişisel mutluluğunun cevabını robot olmakta bulması ve merhamet dışında tüm günah saydığı olgulardan uzak durması azminin göstergesi.Varoluş amacına ulaşmaya çalışması kadar merhameti öldürememesi de insancıl değerleridir.Belki dış görünüş olarak robot olmaya yeterli olmayabilir 7 günah lakin bunlar gittiğinde insandan geriye ne kalır?

Filmin yönetmeni Chan-Wook Park Uzakdoğu sinemasının tesadüfi başarılar kazanmadığının en büyük kanıtıdır. İntikam teması üzerine çekmiş olduğu üç filmin (Sympathy for Lady Vengeance, Oldboy,Sympathy for Mr. Vengeance) barındırdığı şiddet ve sertlik dozajı,adının bunlarla anılmasından sonra bambaşka bir yelpazede aşkı farklı diyarlarda anlatmaya çalışması ve başarılı olması sınırları zorladığına işaret.I'm a Cyborg, But That's OK'de kullandığı renk ve karakter özellikleri biraz da Tim Burton filmlerinden çıkmış hissiyatı uyandırıyor.İzleyiciler için Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmiyle tavana vuran farklı tanımlamarla romantik filmin kurgulanması ve izleyicinin bu yapımlara ilgi göstermesi bu yapımda da etkisini sürdürüyor ve farklı yapımlarla da sürdürecektir zira Meg Ryan'ın oynadığı bol klişeli romantik filmler etkisini yitireli çok oluyor.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Keyser Söze


Polis Şefi:-Kim bu Keyser Söze?

Verbal:-Söylendiğine göre Türkmüş.Babasının Alman olduğu söylenir.Kimse onun gerçek olduğuna inanmaz.Kimse onunla direk olarak çalışan, onu tanıyan ya da gören birini bilmez. Kobayashi'ye göre herhangi biri Söze için çalışabilirdi.Bilemezsin bu da onun gücüydü.Şşeytanın yaptığı en büyük kurnazlık tüm dünyayı yaşamadığına inandırmakmış...

Polis Şefi
:Pek sen Keyser Söze'nin varlığına inanıyor musun Verbal?

Verbal:Keaton şöyle derdi: "Tanrı'ya inanmıyorum ama ondan korkuyorum".Bense Tanrı'ya inanıyorum ama tek korktuğum şey Keyser Söze'dir.

2 Ocak 2010 Cumartesi

C'est Arrive Pres de Chez Vous aka Man Bites Dog

C'est Arrive Pres de Chez Vous(Man Bites Dog) şiddetle,katil olmakla alakalı sahte belgesel (mockumentary) türünde bir yapım.Amacı bir seri katilin günlüğünü oluşturmak.Filme isim olarak seçilen Man Bites Dog oldukça manidar.Bu sıkça kullanılan 'adamın köpeği ısırması' deyimi filmin ana unsUru olan haber yapma isteğine dikkat çekiyor çünkü seri katilin günlüğünü kamerayla tutan bir ekip vardır.Filmin orjinal ismi ise 'olay sizin oralarda oldu' gibi bir anlam taşıyor ki seri katilin rahatlıkla kimselerin dikaktini çekmeden adam öldürmesiyle alakalı.

Film başladığı ilk andan itibaren seri katil rolünü oynayan Benoît Poelvoorde'in etrafında seyrediyor.Günlük yaşayışı dışında kimi zaman para kimi zaman ise zevk uğruna adam öldüren Benoit'in mimariden sanata kadar uzun bir yelpazede seyreden bilgi birikimi kültürlü olduğu hissini uyandırıyor.Sıradan bir kişiliğe sahip olan Benoit'in olağan şüpheli gözüyle görülmemesi,ailesinin onun hakkında çok iyi konuşması filmin çıkış noktasını oluşturuyor.Bu şekilde şiddetin herkesten gelebiliceği gerçeği vurgulanıyor. Sonuçta gazete ve televizyonda denk geldiğimiz katiller belirli bir prototip oluşturmazlar.Esas korkmamız gerekenin bu olduğunu vurguluyor film.Benoit evine giridği yaşlı kadın ile çok iyi anlaşıyor ve o anda kadın ona tamamen güveniyor,güvenmekle hata ediyor.Rutinlikten sıkılması ve kurbanlarını farklı yöntemlerle öldürme isteği de Benoit'in işine olan saygısı.

-Şiddeti şiddet doğurur

Man Bites Dog'da da kullanılan kamera unsuru ile filmi farklılaştırma anlayışı ilk olarak 'Peeping Tom''da ele alınmıştır ki 2009'un en çok konuşulan filmlerinden Paranormal Activity'de aynı yolu izlemiştir.Bu şekilde izleyiciyi suça tanıklık etme olanağı sunuyor.Hayatlarımız sonuçta reality show'larla içiçe geçiyor.Televizyonların özelleştirilmesi sonucu şiddet hayatımıza daha çok girmeye başlamıştır.Gün içinde onlarca şiddeti önplana çıkaran programlar ,savaşları, bombalamaları evimize kadar taşıyan haber ajansları,bir dönem popüler olan gözetleme evleri... Bunların herbiri zihnimize medya aracılığıyla yüklenmiş kirlilikler.Suçlar görsel medya ile o kadar çok meşrulaştırılıyor ki seri katil olan Benoit'in hayatını çeken ekip bir süre sonra röntengcilikten suç işleyen pozisyona geçebiliyor.Benoit ile birlikte girdikleri evde önce toplu tecavüz ve sonra Remy'nin röportajı yapan adam olmaktan katil olmaya terfi etmesi gibi.Suçla bu kadar çok içiçe kalırsan suçu işleyen tarafa geçmen daha kolay olur.


Öte yandan Benoit'in karakterini ele almak gerek.Benoit arkadaşları ve ailesi tarafından sevilen,sempatik,kadınlarla arası iyi olan,mimarlığa,edebiyata kısaca sanata ilgi duyan entellektüel bir kişilik.Yani karşımızda suça meyilli,hastalıklı,şiddet eğiliminde birisi olduğundan söz etmek güç.Haneke'nin Funny Games filmindeki Paul ve Peter karakterleri gibi dış görünüş ve donanımı ile iyi insan güveni vemektedir.Şiddeti bir nedene bağlamamak gerektiğine dikkat çekiliyor.İyi yetişen, çocukluğunda travma yaşamayan Benoit'in seri katil olması önemsiz ayrıntılarla bezeli çünkü öldürdüğü insanlarda belirli bir kıstas yoktur.Bize genel olarak sunulanın aksi bir durum.Sonuçta izlediğimiz çoğu filmde katil rolünü oynayanlar ya hastalıklı,şiddete meyilli oluyorlar veyahut çocukluk travmaları onları şiddete yönlendirmiştir.Benoit ise aksine herhangi birini öldürebilir ve bunun için de bir nedene ihtiyacı yoktur.

Filmin oyuncuları Benoît Poelvoorde, Rémy Belvaux ve André Bonzel yapımda kendilerini canlandırmışlar.Benoit seri katil görevini üstlenirken,Andre kameraman,Remy ise röportajı yapan kişiyi oynuyor.Üç belçikalı öğrencinin kendi emekleriyle yaptıkları film çok düşük bütçesine rağmen Cannes'tan ödülle dönmeyi başarmıştır.Yer yer rahatsız etse bile yapım derdini çok net bir şekilde anlatıyor.