30 Mart 2011 Çarşamba

Yönetmen Koltuğu #2


"İnsanlar filmlere yönetmen olduğunda başka,eleştirmen olduğunda başka bir gözle bakıyor.Mesela Yurttaş Kane'i her zaman sevmiş olmama rağmen,onu kariyerimin farklı aşamalarında farklı biçimlerde sevdim.Bir eleştirmen olarak izlediğimde,özellikle hikayenin anlatılma biçimine hayran kaldım...Yönetmen olarak teknikle daha fazla ilgiliydim...Sıradan bir izleyici gibi davranılınc film bir ilaçmış gibi kullanılır:İzleyici hareketle büyülenir ve seyrettiğini analiz etmeye çalışmaz.Öte yandan,bir eleştirmen onbeş satırda film özeti çıkarmak zorundadır.Bu da insanı filmin yapısını kavrayıp beğenisini mantıklı cümlelerle ifade etmeye zorlar."

Ünlü fransız yönetmen François Truffaut yapımlara farklı gözlerden baktığıyla ilgili bir eleştiriye cevap verirken.

*Agora kitaplığından çıkmış olan François Truffaut adlı eserden alıntılanmıştır.

27 Mart 2011 Pazar

Motosiklet Günlükleri


"Ben artık eski ben değilim." Ernesto Guavera

23 yaşındaki Ernesto Guevera de la Serna tıp okulundan cüzzam uzmanı olarak mezun olmak üzeredir ve biyokimyager olan arkadaşı Alberto Granada ile onun 30. doğumgününü kutlamak için Latin Amerika'nın içlerine doğru bir motosiklet yolculuğuna çıkarlar. 4 Ocak 1952 yılında başladıkları bu yolculuk esnasında yaşadıkları her ikisini de etkiler ama Ernesto'yu dünyadaki haksızlıklar üzerine daha fazla düşünmeye iter.

Filmin başında ve sonunda da belirtildiği gibi, bu film büyük eylemleri açıklayan bir öykü değil. Dünya politik tarihinde var olmuş çok önemli bir insanın, hayata bakışını oluşturmaya başladığı, yaşamının önemli bir kesitini içine alan bir yolculuğu anlatıyor. Nasıl oluyor da, filmin başında Alberto'nun şaka yollu söylediği "silahlı devrim yapalım" sözüne karşı çıkmışken, yolculuğun sonunda apayrı bir yola gidişinin sebeplerini anlamamızı sağlıyor. Her değerli yolculukta olduğu gibi fiziksel olmasının yanı sıra içsel bir yolculuk da anlatılıyor. Filmin ilk kırk dakikasında içsel olarak bir değişim yaşanmıyor (bunun için de filmin içine girmek oldukça uzun sürüyor) Lorca ve Neruda şiirleri eşliğinde açlık, hava ve doğa ile mücadelelerini, motorları La Poderosa'nın sık sık bozulmasını izliyoruz. Bu süre, yolculuk güzergâhını anlatma amacı ile fazlaca uzun olmasına rağmen karakterleri başlarından geçenler aracılığı ile tanıdığımız bir bölüm. Alberto daha tatlı dilli ve çıkarlarına uygun hareket eden, eğlenceye düşkün, tabiri caizse "fırlama" kişiliği ile fiziksel yolculuğun pilotu konumunda, Ernesto ise insanları kırma pahasına gerçek fikirlerini söylemekten çekinmeyen ama astımlı olmasına rağmen ilaçlarını karşılaştığı insanlarla paylaşabilecek kadar ince bir ruha sahip.


Ernesto'nun sevgilisi Chinchina'dan kötü bir mektup alması da kendisini etrafındaki insanlara adamasında etkili olur. Çünkü artık geri döneceği bir sevgilisi yoktur. Atacama Çölü'nde iş bulmak için yollara düşmüş, topraklarından kovulmuş komünist bir karıkocanın anlattıkları, gözlerindeki tedirginlik ve arkadaşlarının polis tarafından alınıp, okyanusa atılmalarından etkilenir. Peru'da toprak sahipleri tarafından kovulan çiftçilerden, Şili'de İnka uygarlığının kalıntılarının üzerine yapılan çarpık yapılaşmadan etkilenir. Lima- Peru'da Dr. Hugo Pesce'nin evinde kalırlar ve oradaki hastanede incelemeler yaparlar. Dr.'dan bazı politik kitaplar alır ve yollarına devam ederler.


Rugby oyuncusu olan Ernesto'ya saldırgan oyun tarzı yüzünden "fuser" lakabı takılmıştır ama filmde bu saldırganlık ve öfke ile ilgili gördüğümüz tek şey, madende çalışmak için işçi seçen adamın kamyonuna (o da hareket ettikten sonra) taş atması. Oysa biz Abbas Güçlü ile Genç Bakış'ta bile daha öfkeli arkadaşlar gördük, demek ki o zamanlar Ernesto üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlemiyormuş diye düşünelim...


Alberto ve Ernesto San Pablo'daki cüzzam kolonisine varınca esas büyük değişim başlar. Oradaki hastalarla olan ilişkileri, onlar için yaptıkları ile hastalar tarafından da çalışanlar tarafından da çok sevilirler. Koloniden ayrılmadan önceki gece Ernesto'nun doğumgünüdür ve bir kutlama yapılır. Hastalar ile çalışanlar bir nehrin iki farklı kıyısındadırlar. Ernesto doğumgününü kutlamak için hastaların yanına da gitmek ister ama görünürde kayık yoktur. Astımlı olmasına ve daha önce bu nehri kimsenin yüzerek geçememiş olmasına rağmen, kendini gecenin karanlığında soğuk sulara bırakır. Bu gelecekteki yapacakları için de bir temsildir. Kimsenin cesaret edemediği bir nehire (emperyalizm ile savaş) üstelikte astımlıyken (yeterince gücü yokken), hastalar (ezilenler) için atlayıp onların yanında olmak isteyen bir burjuva çocuğu. Karşı kıyıda sevinçle karşılanır ve ertesi sabah Kolombiya'ya doğru yola çıkarlar. Bu koloni Ernesto'nun "Che" (dost, kardeş) olduğu yerdir.


Karakas'tan ayrılırken Alberto, gelecekle ilgili planlarından bahseder ve Ernesto'yu da çalışacağı yeni hastaneye davet eder. Ernesto ise "Uzun uzun ve ısrarla düşünmem gereken şeyler var" der. "Çok fazla haksızlık var, değil mi?" diye ekler.1967'de idealleri uğruna Bolivya'da savaşırken, öldürülür.


Konuk Yazar: Burcu Polat Çam

9 Mart 2011 Çarşamba

Garage Olimpo

"Bütün bu kökü dışarıda fikirleri kafanızdan sileceğim." - Felix

Maria, 70'li yıllarda on sekizinde Buenos Aires'te Fransız annesi ile yaşayan, bir örgüt altında politize olmuş ve varoş mahallelerinde fakirlere okuma yazma dersleri veren bir kızdır. Büyük ama eski bir evde, kendisine aşık olan kiracıları Felix ile birlikte yaşamaktadırlar. Maria onun aşkına karşılık vermez. O sıralar askeri dikta yönetimdedir. Bir gün Arjantin ordusundan askerler eve gelir ve Maria'yı tutuklarlar. Annesi onu nereye götürdüklerini sorduğunda 23. No'lu Polis Karakolu'nu söylerler ama oraya kızını aramaya gittiğinde "orada olmadığını" ve "isyancıların" kızı kaçırmış olduğunu söylerler. Oysa kız Olimpo Garajı denilen garaj görünümünde ama gözaltındakilere işkence yapılan bir yere götürülmüştür. Maria'yı konuşturmak için yapılan işkenceler sonuç vermeyince, komiser bu konuda uzman olan birini görevlendirir ki bu, bir garajda çalıştığını sandıkları kiracıları Felix'ten başkası değildir. Felix onu nispeten korumaya çalışır ama diğer taraftan da Maria'nın dışarıda onunla birlikte olmadığını unutmaz. Uyum sağlayan mahkumlar garajda çalıştırılırlar, arabaları tamir eder ve temizlerler.
Felix ve diğerleri gözaltına aldıkları insanların kıyafetlerine, ayakkabılarına ve saatlerine el koymaktadırlar. Hatta anne-kızın evine göz diken Texas (askerlerden biri) Maria ile görüştüreceğini söyleyerek evi kendi üstüne geçirir ve anneyi şehrin dışında bir yerde öldürür. Bir gün Felix Maria'yı gizlice dışarı çıkarır. Parka giderler ve Maria salıncağa biner. İşkence görmüş insanların belki de özledikleri en önemli şeydir masumiyet.

Kötülük insanın doğasında olan bir kavramdır, iktidar sahiplerince göz yumulduğu ve ayrıcalık tanındığı durumda, okulda öğrencilerin alt sınıflara zorbalığına, ailede büyük kardeşin küçüğüne, toplumda erkeğin kadına şiddetine ve devlet güçlerinin halka eziyet etmesine dönmesi çok kolaydır. Filmde de böyle olur. Kötülüklerine bir amacı kılıf edinen ve kendilerini bu denklemde "iyi" çıkaran "güçler" hayatlarına mutlu devam ederler.

Zamanı gelen tutuklulara "aşı" yapılarak, cezaevlerine gönderilmek üzere askeri uçaklara bindirilirler. Biliriz ki onlar hiçbir zaman hapishanelere ulaşamayacaklardır, bize de yabancı bir olay değildir bu. Arjantin'de 1976-1982 yılları arasında 9000-30000 arasında kişinin gözaltında öldüğü tahmin edilmektedir ve suçlular hâlâ dışarıda dolaşmaktadır. Bu film tüm dünyadaki Cumartesi Anneleri'ne adanmıştır.

KONUK YAZAR: Burcu Polat

8 Mart 2011 Salı

Biutiful

Uxbal'ın uyanamadığı sabahlar... Odada bir damla ışık yok. Ige içeri giriyor; perdeyi aralayıp camı açıyor. Zifiri karanlık olan oda bir anda aydınlanıyor. Bir kadın, o kadının tek bir eli, karanlığa gömülmüş perişan haldeki adama güneşi getiriyor. Adam uyanıp kalkmaya hazırlandığı esnada kadın da odayı terkediyor. Baştan sona acı kokan; aşkı, inancı, polisi, devleti, halkı, sözün özü her şeyi eleştiren filmde belki de tek övgü kendini burada gösteriyor. Saniyeler önce ışığın dolduğu odada, kadının ayrılmasıyla birlikte cam kendiliğinden kapanıyor ve ardından her yer siyaha bürünüyor. Nitekim, Ige bunu farkedip odaya geri döndüğünde Uxbal için güneş yeniden doğuyor. Güçlü kadını Powder Keg'de harika bir şekilde işlemişken, şimdi de neden "onlarsız olamayacağını" kusursuzca resmediyor Iñárritu.

5 Mart 2011 Cumartesi

Winter's Bone

Siz olmadan ben yolumu bulamam ki…
Ree Dolly

Kadınların bakımsız, erkeklerin serseri, çocukların aç olduğu; Amerikan Rüyası’nı yerin dibine sokan, hayatta kalmak için öldürmenin hayvanlara mahsus olmadığını söyleyen bir film.

Yaşanmışlıklar, seyredildiği dönemdeki ruh hali elbette hikayenin verdiği mesajı etkiliyor. Fakat Winter's Bone ilk sahneden itibaren, evinde -sağlık, para, ilişki...- sorunları olan herhangi bir insanın belleğinden kolay kolay silinmeyecek sahneler sunuyor.

Aileyi tanımaya başladıkça, bu topraklarda doğup büyüyenlerin yabancı olmadığı bir hikaye çıkıyor ortaya. Hasta anne, kahramanın tabiriyle “karınlarını doyuramayacak” yaştaki iki kardeş ve terk edip giden baba. On yedi yaşında, Alabama’nın bir köyünde, kimsenin hayalini kurmayacağı hayatı yaşıyor Ree. Asla umutsuz değil ancak elde etmek için çabaladığı şeyler yaşıtlarınınkinden çok farklı. Filmde asla, -alıştığımızın dışında- "neden bu kadar güzel bir kadının peşinde hiç erkek yok?" diye sormuyoruz. Zira tüm film boyunca Ree yalnızca bir kadın değil, evde olmayan babanın yerini dolduran bir kadın. Öyle ki, karşısına çıkan az sayıdaki erkek de bahçedeki keresteleri satın almak ya da evi boşaltmalarını söylemek için gelenler oluyor. Burada Jennifer Lawrence için şunu da belirtmek gerek; henüz yirmi yaşında ve bu performansını Oscar'la taçlandıramamış olması gerçekten üzüyor.

Filmle ilgili belki de tek olumsuz şey, temponun çok fazla düşmesi. Haksız da sayılmaz bu eleştiri fakat, son ana kadar bir tahminde bulunmak durumunda kalıyor izleyici ve bu da filmden bir an olsun kopmamayı sağlıyor.

Kendi geleceklerini seçemeyenlerin, bir çift elden medet umanların dramını anlatmış ikinci uzun metrajlı filminde Debra Granik. Oscar'dan eli boş dönmesine ve gişede büyük bir patlama gerçekleştirememesine karşın, hem Jennifer Lawrence'ın parlaması hem de konuyu işleyişi ile akılda kalacak gibi görünüyor Winter's Bone.

Türkiye'de dün itibariyle gösterime giren film, !f İstanbul Film Festivali kapsamında da seyircinin karşısına çıkmıştı.