30 Eylül 2022 Cuma

Athena: France (may) on Fire!

10 dakikalık tek çekimden oluşan açılış sahnesinin muhteşemliğiyle her yerde konuşulan Athena filmi, Netflix yapımı olan ender kaliteli filmlerden biri olmuş. Uzun çekim sahneleriyle izleyicisini atmosferin içine çeken bu filmi biraz yorumlayalım. Ama genel görüşümü şimdiden özetleyeyim: Mükemmel bir yönetmenlik, çok güzel ve her daim güncelliğini koruyan bir konu ama sonlara doğru vasat bir bitiriş..
( Filmin kamera arkasını ve o meşhur giriş sahnesinin nasıl çekildiğini izlemek için aşağıya buyrun. )



Paris gettosunda polislerce(!) öldürülen küçük bir çocuğun ardından çıkan olayların anlatıldığı bu filmin gövdesini bir aile oluşturuyor. Ölen çocuğun, karakterleri farklı 3-benzemez abisi ( Kerim, Abdel, Muhtar) ve annesi..Bu 4 karakteri biraz tanımlamak gerekirse:

Karim: Bu 3lünün en küçüğü, abisinin tabiriyle bozulan yeni neslin temsilcisi ve en radikal görüşlüsü. Kardeşini öldüren kişilerin isminin verilmesi için ayaklanmayı başlatan ve tüm o kaosu organize eden çete lideri. (Bu karakteri canlandıran Sami Slimane'nin ilk ve tek oyunculuk deneyimi bu filmmiş bu arada)

Abdel: Ortanca kardeş. Yıllarca Fransa ordusu için savaşmış, madalyalar almış ve o toplumu özümsemiş bir birey. Ayaklanmalarda her iki taraftan da olan çevresi için ara buluculuk rolünü üstlenen kişi. 

Muhtar: Ailenin en büyüğü. İki kardeşinden de alaşımlar yapmış ve bunu makyavelist ölçüde kendisine fayda sağlar hale getirmiş bir kokain ve silah kaçakçısı. Olaylar ve görüşler umurunda değil, kendi yoluna bakan bir tip.

Anne: Bu 3lüyü bir arada tutan unsur. Babaları farklı olan bu 3lüyü kardeş yapan bileşke. Filmin adının barış tanrıçası olan Athena'dan geldiği düşünülürse, filme adını verebilecek olan yegane dişi karakterin anne motifi olduğunu söyleyebiliriz. Film süresince her 3 kardeşi de sırayla arayıp teskin etmeye çalışan ve onları düşünen kapsayıcı bir motif. 

Bu 4 karakterden 1'i dışında diğer 3'ü baştaki halleri üzerine tüm filmi devam ettiriyorlar. Değişime uğrayan tek karakter ortanca kardeş olan Abdel. Devlet yanlısı olan duruşu ile başlayan karakter, önce cenaze evine geldiğinde üzerindeki askeri kıyafeti çıkarıp kendisine verilen yerel kıyafeti giymesiyle diğer tarafa yolculuğunun başlayacağını önceden bize sezinletiyor. Ancak kıyafet değişimi sonrası eski devletçi tavrından yine ödün vermiyor. Karakterin bu değişimi sürece iyi yedirilememiş ve tek bir sahne sonrası keskin U dönüşü ile bu geçiş sağlanıyor. Filmin aşağıya doğru evrilen kısmı da zaten bu noktada başlıyor. lki dakika önce herkesi sukunete davet eden o Abdel gidiyor, bir anda tüm isyanı organize eden çete liderine dönüşüveriyor.

Avrupa'da giderek artan göçmen sorunu ve aynı doğrultuda artan milliyetçilik akımı, bu filmin hikayesini uzunca bir süre gündemde tutacaktır. Sayıları günden güne artan etnik gruplara karşı olabilecek yerli neo-faşist grup saldırılar için bir ön sezi oluşturur nitelikte çünkü. Film bu konuda, gerek olayları başlatan kesimin manipüle edilmiş olabileceğini ve gerekse de tüm olacaklara rağmen her daim herkesi kapsayan bir Anne/Athena rolünün bulunabileceğini izleyicisine aşılamak istiyor.  Bu filmde kötü gösterilmeyen, aksine iyi ve tüm bu olaylardan masum, hata mazlum ayrılan taraf Fransız polisi çıkıyor. 

Filmin en büyük alkışını şüphesiz yönetmen Romain Gavras hakediyor. Paris doğumlu Yunan asıllı olan Gavras'ın filmdeki gettolardan çıkan biridir diye düşünürken karşıma aksi bir profil çıktı. Ailesi bütünüyle sinema sektörünün içinde. Öyle ki babası Costa Gavras oscar ödüllü bir yönetmen. 1969 yapımı Z filmi ile Yabancı Dilde En İyi Film ödülünün yanında, En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerine de adaylığı bulunmuş. Geçtiğimiz senelerde Parazit filminin elde ettiği büyük başarıyı kısmen de olsa geçmişte elde etmiş bir yapımın yönetmeni. Böylesine donanımlı bir aileden çıkan yönetmenin bu derece başarılı bir iş çıkarmasına bu yüzden şaşırmamalı.  


Açılış sahnesinin nasıl çekildiğini bu videodan izleyebilirsiniz.



21 Eylül 2022 Çarşamba

The Taste of Things: Yemekte Aşk Var

Anh Hung Tran'ın yönettiği bu filmin birçok adı var. 'The Pot-au-Feu' ilk olanı, sonra 'La passion de Dodin Bouffant' ve bizim kullanacağımız olan 'The Taste of Things'. Film, Marcel Rouuff'un 1924 tarihli bir romanından uyarlanmış. Yemek detayları ve iştah açıcı lezzetler üzerine odaklanan, yemeği paylaşma, aile ve arkadaşlık için bir metafor olan 'foodie (yemek düşkünü)' üzerine bir janra. Yemekler ilginizi çekmeyecekse de ilginizi çekecek biri var bu filmde: Juliette Binoche.


Film, 1980'lerin Fransa'sında geçiyor ve tutkulu bir gurme olan Dodin (Benoit Magimel) ile onun olağanüstü yetenekli aşçısı ve uzun süredir sevgilisi olan Eugenie (Juliette binoche) arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Dodin, bütün gününü en kaliteli yemekleri düşünmek ve yemekle geçirirken, Eugenie onun yemek taleplerini yaratıcı ve içgüdüsel bir tavırla sunumluyor. Mekan olarak Dodin'in evindeki mutfakta ve yemek odasında geçiyor. Hikaye, yaklaşık 35-40 dakika süren, detaylı bir yemeğin hazırlanışını ve tüketimini gösteren, büyük ölçüde diyalogsuz bir açılış sahnesiyle başlıyor. Yönetmen Tran, bu uzun ve sakin açılışla adeta meydan okurcasına bir karar alarak, izleyiciyi karakterlerin yaptığı işi izleyerek tanımaya davet ediyor. Filmin ritmini belirleyen ton da bu sahne oluyor.

Bu sahne aracılığıyla Dodin ve Eugenie arasındaki ilişkiyi, sarf edilen sözlerden ziyade, eylemler üzerinden anlıyoruz. Yirmi yıldır beraber çalışan, mutfakta be dışında birbirinin etrafında zahmetsiz bir samimiyetle hareket eden bir ortaklıkları var. Eugenie, bu 20 yıl boyunca Dodin tarafından kendisine edilen sayısız evlenme tekliflerini reddeden bir aşçı ve aynı zamanda bir sanatçıdır. 

The Taste of Things filminde yemek hazırlama eylemi hem gerçek, hem de mecazi anlamlar taşıyor. Yemeğe gösterilen özen, karakterlerin birbirine duydukları hisleri ifade ediyor. Yemek pişirmek, onlar için bir yaratış eylemidir. Hem fiziksel gıdanın, hem de duygusal gıdanın. Duygular, kelimelerden çok yemek aracılığıyla ifade ediliyor. Hastalan Eugenie için hazırlanan bir tatlının incecik hamuruna Dodin'in özlemi katılıyor mesela. Sevgiyle pişirilmiş ve kaşıkla yenilen bir omlet, en içten bir sone kadar saf ve samimi kalıyor. 


Yönetmenin, yemek ve tenin duyusal deneyimleri arasındaki paralellikleri vurgulamasında, özellikle de bir armut tatlısından sonra Binoche'nin çıplak kalçasına yapılan çekimin incelikten yoksun bulduğumu ekleyeyim. Her ne kadar Juliette Binoche ve Benoit Magimel iyi bir oyunculuk sergilese de aralarındaki aşksal anlamda bir uyumsuzluk da seziliyor. Belki yanlış bir cast seçimidir, bilemiyorum. Ama yemek yapmak ve aşık olmak arasındaki ilişkiyi anlatan şöyle bir gerçek de var: Birisi için yemek pişirmek ile birisini sevmek arasında hiçbir fark yoktur.