28 Mayıs 2024 Salı

77. Cannes Film Festivali

Bu yılki Cannes Film Festivali birçok açıdan sönük bir tonda geçti. Önceki yıllara kıyasla aday ve kazanan filmlerin gelecek yıllarda en az konuşulacak Cannes filmleri olacağını düşünüyorum. Geçen seneki Poor Things filminin hemen ardından Yorgos Lanthimos'un bu sene hızlıca hazırladığı Kinds of Kindness filmi, The Godfather'ın usta yönetmeni F.Ford Coppola'nın son filmi Magalopolis'i en merak ettiğim filmlerdendi. Ancak ödülllerde sönük kaldılar. Kinds of Kindness filminin oyuncusu Jesse Plemons, En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alarak en azından filmi boş göndertmedi. Festivalin en prestijli ödülü olan Palme d'Or ise Sean Baker'in Anora filmine gitti.


Festivalin ikinci büyük ödülü sayılan Grand Prix'i ise All We Imagine As Light filmi kazandı.Hintli yönetmen Payal Kapadia'nın yönettiği film, Mumbai'da çalışan üç hemşirenin hikayesini anlatıyor. 
Üçüncü büyük ödül olan Jüri Ödülünü de müzikal meledrom türündeki Emilia Perez filmi aldı. 

Diğer Ödüller

  • Palme d'Or (Altın Palmiye): Anora
  • Grand Prix: All We Imagine As Light
  • jüri Ödülü: Emilia Perez
  • En İyi Yönetmen: Miguel Gomes, Grand Tour
  • Caméra d'Or (En İyi İlk Film): Halfdan Ullmann Tøndel, Armand
  • En İyi Senaryo: Coralie Fargeat, The Substance
  • En İyi Erkek Oyuncu: Jesse Plemons, Kinds of Kindness
  • En İyi Kadın Oyuncu: Adriana Paz, Zoe Saldaña, Karla Sofía Gascón, Selena Gomez, Emilia Pérez
  • Özel Ödül: Mohammad Rasoulof, The Seed of the Sacred Fig
  • L'Oeil d'or (En İyi Belgesel): Raoul Peck'in Ernest Cole: Lost and Found ve Nada Riyadh ile Ayman El Amir'in The Brink of Dreams filmleri


24 Mayıs 2024 Cuma

Still Walking

Son zamanlarda gerek filmlerle, gerekse dizilerle olsun, oldukça Japon kültürüne maruz kalıyoruz. Hoşumuza da gidiyor. Ancak hiçbiri bu filmin anlattığı ölçüde samimi, bu filmdeki kadar güncel ve bu filmin anlatımı kadar doğal değil. Daha önce Monster filmiyle sayfamıza konuk olan Japon yönetmen Kore-eda'nın 2008 yapımı Still Walking filmi, jenerasyonlar arası fikir ve kültür aktarımının aile ölçekli çatışmasını konu alıyor. Her ne kadar yönetmen bu filmin kişisel olduğunu söylese de Japon mutfağından Japon aile yapısına, yaşam düşüncesinden ölüm ritüellerine kadar birçok konuda bize bilgi sunuyor. Ve bunları güzel bir aile hikayesi ile anlatıyor.


Still Walking filmi, bir ailenin kaybettikleri en büyük oğullarının (Junpei) ölüm yıl dönümünde bir araya gelmesini konu alıyor ve bu buluşma vesilesiyle aile üyeleri arasındaki derin ve karmaşık duygusal bağları gözler önüne seriyor. Ailenin babası Kyohei ilerleyen yaşının el vermemesi üzerine çok sevdiği ve bu yüzden çevresinden de saygı beklediği mesleği olan doktorluğu bırakıyor. Hayalinde 2 erkek çocuğundan birinin doktor olup kendi muayenehanesini işletmeye devam etmesi var iken çocuklarının farklı yolda ilerlemesini içine sindirememiş. Bunun üstüne büyük erkek çocuğunu da kaybedince ortanca erkeğe (Ryota) olan hayal kırıklığı nefrete dönüşmüş. Birbirine küs bir baba-oğul izliyoruz. Ortanca oğluna küçükken aşıladığı doktor olma arzusunun büyüyünce kaybolması ve oğlunun sanata yönelmesi, baba Kyohei'de 'ölen yanlış oğlumdu, bu ölmeliydi' düşüncesinin oluşmasına bile sebep olmuş. Üstelik Ryota'nın çocuğu olan dul bir kadınla evlenmiş olmasını da kültürlerine aykırı olarak görüyor. Bu konuda anne Toshiko'nun "boşanmış biri, dul birinden iyidir. En azından kendi kararıyla ayrılmıştır" diyerek toplumun konu hakkındaki düşüncesini bize iletiyor. İlerleyen dakikalarda annenin bu sözle anlatmak istediğini, yarım ağızla da olsa dul gelin Yukari’den duyduğumuz şu sözle anlıyoruz. “Herkesin gizli gizli dinlediği bir şarkı vardır” sözüyle ölen eski eşinin ardından yarıkalmışlığını gün yüzüne çıkarıyor. Filmde anneden duyacağımız birçok söz, aslında yönetmenin kendi makro çevresindeki kültürel ve inançsal düşünceleri ifade ediyor. O yüzden annenin bu filmdeki konuşmalarına dikkat kesilmesi önem arz ediyor.


Filmin hikayesi bir hafta sonunda geçiyor ve sürekli bir yeme içme ortamı da oluşuyor. Film boyunca yemek hazırlığı ve yemek sahneleri önemli bir yer tutuyor. Tempura, kakuni, kinpira daikon.. bu filmi izlerken öğreneceğiniz Japon aile mutfağının örneklerinden. Yaşam için elzem olan yemek kadar, yaşamın sonu olan ölüm ve mezar üzerinde de Japon adetlerinden fikirler ediniyoruz. Yıllık mezar ziyaretleri birçok kültürde olduğu gibi burada da yer edinmiş. Mezara dökülen suyun bizdeki gibi çiçekleri sulamak için değil, ölmüş kişiyi rahatlatmak için olduğunu öğreniyoruz. Ve bizdeki "cenaze evinde yemek pişmez" inancıyla eve yemek götürülmesi, Japonlarda cenaze bağışı olarak olarak uygulanmakta. Ölenin ailesine cenaze masraflarının karşılanmasına yardımcı olmak için zarf içinde para veriliyor. Ve Japon kırsalındaki batın bir inancı yine annenin ağzıyla öğreniyoruz "Sarı kelebekler aslında kışın hayatta kalabilen ve ertesi yıl sarıya dönüşen beyaz kelebeklermiş".


Annenin filmdeki ve yazıdaki rolü devam ediyor. Dediğim gibi, baba küskün ve oğluna tripkar olduğu için çok konuşmadığından yönetmen tüm gelenekleri ve kültürel fikirleri anne ağzıyla bize aktarıyor. "Bir kadın her yaşta güzel olmalıdır" ve " Bir anne için kendi çocuğunun mezarında dua etmekten daha dayanılmaz bir şey yoktur" sözleri karakterin şahsi olmayan, genel kabul görmüş düşünceleri. Ama şahsi bir olayı ve bunu sebepleriyle anlatıyor.

Büyük oğlu Junpei bir kaza sonucu boğulmakta olan bir çocuğu kurtarmaya çalışırken ölüyor. Ailesi, özellikle anne Toshiko, Junpei'nin ölümünden o kazada kurtardığı çocuk olan Yasuo'yu suçluyor. O dönemde çocuk iken biz onu yetişkin ve kendi ailesini ve işini kurmuş biri olarak görüyoruz. Anne Toshiko, her seneki anmaya o kazada oğlunun kurtardığı Yasuo'yu da davet ediyor. Ve her seferinde ona açıkça hoşnutsuzluk gösterse de bir sonraki sene tekrar gelmesi için davet ediyor. Ve gelmesini istiyor. Ortanca oğul Ryota, ailece sevilmeyen Yasuo'yu neden her sene ısrarla davet ettiğini annesine sorduğunda anne Toshiko " Nefret edeceğim biri olmazsa her şey benim için daha zor olur. O yüzden yılda bir kez onun da kendisini kötü hissetmesini istiyorum. O yüzden gelecek yıl da, bir sonraki yıl da onu davet edeceğim." diyor.


Babasının mesleğini seçmeyip kendisini sanata yönlendiren bu yolla para kazanmak için çabalayan, fakat henüz bir iş tutturamamış ortancamız Ryota, filmin en soğuk ve belki de en itici karakteri olabilir. Tüm ergen triplerine, göz teması kaçırmalarına ve torunlarına bile soğuk yaklaşmasına rağmen baba bile biraz yakın hissettirebiliyor. Belki de "bu zaten standart bir baba" diyerek onu özümsediğimizden bu düşünce. Buna karşın evlendiği, çocuklu bir dul olan karısı Yukari filmin izleyicilerce en tutulan karakteri konumunda. Ölen oğullarının evli olmasına rağmen bir çocuklarının olmamasını baba Kyohei "çocuklu bir dul kadının evlenmesi daha zordur" diyerek gelinin yanında bunu bir şans olarak gördüğü sırada, ailenin istenmeyen gelini Yukari " neyse ki beni isteyen harika bir adam buldum" sözü ile yumuşatıyor. Ortanca oğul Ryota'nın da çok da matah biri olmadığını bilen kız kardeşi ise "hayır hayır, onunla evlendiğin için asıl biz şanslıyız" diyerek hem babasının patavatsızlığını hem de Ryota'nın duyarsızlığını kurtarıp gelinin gönlünü alıyor. 

Rtoya, her ne kadar babasının mesleğini almasa da bazı Japon kültürü ve inanışlarını benimseyerek devam ettirdiğini filmin sonunda görüyoruz. Film için seçilen "Still Walking(Bitmeyen Yürüyüş)" ismi de bu kültürün devamını simgeliyor. İlerleyen yıllarda annesini kaybettiğini filmin sonunda öğreniyor ve annesine verdiği sözü bir türlü gerçekleştiremediğini "ona düşlediği araba gezisini yaptıramadım" demesinden anlıyoruz. Filmin son noktasında alınan son ders ise bu oluyor. 

Sonuç olarak Still Walking filmi, aile içi ilişkiler, bireysel travmalar ve kültürel çatışmalar üzerine düşündüren bir film. Kore-eda'nın minimalist tarzı ve karakterlerine olan empatik yaklaşımı filmi sıradan bir aile draması olmaktan öteye taşıyor. Japon kültürüyle bezenmiş olsa da konusu itibariyle evrensel olan aile kavramını işlediği için bir Japon filmi olarak değil, evrensele ait bir film olarak görebiliriz. 

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Perfect Days: Komorebi

2020 Tokyo olimpiyatları için dünyanın en önemli mimarlarına yaptırılan 17 umumi tuvaletler pandemi gölgesinde kalınca, Tokyo yönetimi bu tuvaletleri anlatan bir belgesel çekmesi için Alman yönetmen Wim Wenders'in kapısını çalıyor. Belgesel diye çıkılan bu yol, bir filme evriliyor. Ancak öyle bir senaryo ve oyunculuk oluyor ki, tuvalet belgeselinden filme evrilen bu yapım, senaryosuyla adeta yeniden bir insan belgeseline dönüşüyor. Her günü aynı yaşayan Hirayama'nın belgeseline.


Her günü aynı yaşayan derken şakası, mecazı olmayan bir anlamda. Her sabah aynı saatte uyanıp çiçeklerini suluyor, evinin önündeki otomattan kahvesini alıp yola koyuluyor, seyir halindeyken müzik dinleyip binalar arasında süzülen güneş ışınlarını izliyor, işi olan tuvalet temizliğini titizlikle yaptıktan sonra parkta yediği sandviçle öğle yemeğini yiyor, sonrasında hamamda yıkanmaca, akşam yemeği, kitap okuma ve uyku. Dün de bunun aynısıydı, ertesi gün de bunun aynısı olacak.

Hirayama'ya baktığımızda bu minimalliğin karakterine de sirayet ettiğini görüyoruz. Az konuşuyor, az gülüyor, az yiyor, her şeyin azını yapıyor. Casablanca filminde Rick Blaine'in neden ülkesine geri dönmediği konusunda dönen dedikodular içerisinde biri " Bir adamı öldürdüğün için gitmiyor oluşunu düşünmek hoşuma gidiyor. içimdeki romantik şey bu" diyordu. Hirayama için de ben de benzer tahminler yürütmek istiyorum. Benimkisi daha çok bir kadın odaklı olacak ama ona dair pek bir tüyo da yok. sosyal ilişkiler bağlamında sadece kız  kardeşini filmde görmemiz mevzunun ailevi olacağı ihtimalini de barındırıyor. 

Filmin müzik seçimleri Hirayama'nın içsel dünyasını ve ruh halini yansıtan önemli unsurlar arasında yer alıyor. Az konuşan bu karakterimiz izleyiciyle şarkılar aracılığıyla iletişim kuruyor. Van Morrison, The Velvet Underground ve Nina Simone gibi sanatçıların klasik parçaları, karakterin nostaljik ve analog dünyasını tamamlıyor. Özellikle Lou Reed'in "Perfect Day" şarkısı, filmin ana temasını mükemmel bir şekilde özetliyor. Yönetmen Wim Wenders, hayran olduğu bu şarkıları kullanmak istiyor ama Japon filmine ve filmdeki karaktere ingilizce şarkıların uygun olmayacağını düşünse de senaryoda ona eşlik eden Takuma Takasaki "bu müzikleri bizler de dinliyoruzi bizler için de anlamlılar. İngilizce olarak düşünme, bu şarkılar bize de aitler" minvalinde konuşunca şarkılar kalıyor. Yani şarkıların ingilizce seçilmesinin karakter için özel bir anlamı yok.


Hirayama karakterini canlandıran Koji Yokusho'nun performansı filmin en dikkat çekici yönü. Bu başarısı geçen sene Cannes'da En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle de taçlanmıştı. Filmin 16 günde çekilebilmesindeki en büyük başarı Koji Yokusho'nun. İlk günden sonraki çekimlerin tamamı provasız gerçekleşmiş, Koji Yokusho karakteri oynamamış, adeta yaşamış ve yönetmen Wim Wenders da çekmiş. Role kendini kaptırma konusunda " öyle bir noktaya geldi ki, ben Hirayama'nın hayatını olduğu gibi yaşıyordum. Wenders de beni kayda alıyordu. Garipti ama sorunsuz çalışıyordu" diyordu. Karakterinin mesleği olan tuvalet temizlikçiliği hakkında ise " tuvaleti temizlemek, belli bir hijyen standartlarına sahip olmak, çocukluğumuzdan beri bize söylenen bir şey. Ve eğer bunu yaparsak, o zaman harika bir hayatın olacağı öğretildi" diyor. Belki de bu yüzden mutluluğu tuvalet temizliğinden alıyordu Hirayama.

Perfect Days filminde Hirayama üzerinden okuyabileceğimiz görevler de var. Toplumdaki görevimiz ve statümüz ne olursa olsun, layıkıyla yaptığımız ölçüde mutlu olabileceğimiz okuması çıkabilir. Bu okumayı çok romantik buluyorum ve kendimi bu okumadan uzak tutuyorum. Spotify'ı bile bilmiyor olmayı ister miydim bilmiyorum, bilmek beni daha çok mutlu ediyor gibi sankı. En azından spotify ve shazamı versinler bana.


Tokyo Tuvaletleri

Başlıktaki "komorebi" kelimesi film için düşünülen Japonca isim ve "ağaçların arasından sızan güneş ışığı" anlamına geliyor. Hiyarama'nın yıllarca her gün parkta fotoğraını çekip arşivlediği o görüntünün karşılığı işte komorebi.

Filmden bana kalan bir diğer şey ise kendisini ziyarete gelen ve okyanusu görmek istediğini söyleyen yeğenine "daha sonra yaparız" dedikten sonra bunu tekerlemeye dönüştürdüğü kısım oldu. "sonra, sonradır. şimdi ise şimdi" ve bir de bunu Japonca olarak okuyalım "kondo wa kondo, ima wa ima". Tüm bu sonraya ötelemenin bir sebebi olabilir. Ve yahut da bazen doğru cevap en basit olanıdır düsturunca sadece tembelliktir buna sebep. Bir oblomov tembelliği.

Tüm bu sadelik ve olaysızlık içerisinde 2 saatlik filmden keyif almış olmamı kabullenemiyorum ama. Neden sevdim ya da neden sevildi bilmiyorum ama yönetmen Wim Wenders biz insan ırkının bir açığını suistimal etmiş olabilir. Çalışan insanı izlemeyi seviyoruz arkadaş. Sabaha kadar dozerler çalışsın, betonlar dökülsün, tuğlalar dizilsin, biz izleriz. Belki de bize bu filmi sevdiren de budur, ötesi değil.

3 Mayıs 2024 Cuma

Late Night With The Devil: Konuğumuz Şeytan

70lerin gece programı reytinglerinde rakibini bir türlü geçemeyen Jack Delroy, cadılar bayramı özel yayınında ekranlara ilginç konuklar davet ediyor; özel güçleri olduğunu söyleyen bir medyum, doğaüstü olayların hiçbirine inanmayan bir sihirbaz, hastasının karanlık güçlerle iletişime geçtiğini söyleyen paranormal bir psikolog ve şeytan. Evet, programın son konuğu şeytan. Zaten bir programa şeytan konuk oluyorsa, son konuktur.

Daha önce takibe aldığım bir filmi İstanbul Film Festivali programında görünce sevindim. Vizyona girmesini hatta vizyona girse bile ülkemizde gösterimini beklemeye gerek kalmadan festivalde aradan çıkarmak güzel fikirdi çünkü.

Korku türünde ve yahut da drama türünde televizyon dünyasının karanlık tarafını birçok film işlemiştir. Ama söz konusu bir late night comedy programı olunca aklıma ister istemez hayran olduğum The King of Comedy filmi geliyor. Al Pacino mu Robert de Niro mu kavgasını bende sonlandıran bir Martin Scorsese filmi. Bu seferki filmimizde de ondaki gibi ünlü bir late night show runner olma arzusundaki bir karakterimiz var. Robert Pumpkin (Robert de Niro) bu yolculuğa sıfırdan başlamak zorunda olan biriyken, bu filmdeki karakterimiz Jack Delroy ( David Dastmalchian) hali hazırda bir show runner, ama reytinlerde hep ikinci. Kendisini reytinglerde zirveye taşımak için özel bir program hazırlıyor ve orda Jack Delroy'un reyting hırsı uğruna ne kadar ileriye gidebileceğini bizlere gösteriyor.

David Dastmalchian'ın canlandırdığı Jack Delroy, kendi late night showunu sürdürmeye çalışan ancak bir türlü istediği reytingi yakalayamayan bir sunucu. Kareterin başarısızlığı ve iç  dünyasındaki gizem, Dastmalchian'ın çok iyi performansıyla başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Zaten tip olarak bende uyandırdığı izlenim hep bir istenmeyen adam, sınıfın uyuz gidilen öğrencisi gibiydi. Oynadığı filmlerdeki yan karakter rolleri hep bu tattaydı. 

Filmin yapısı, bir late night showunun tek bir bölümü etrafında şekilleniyor ve bu da hikayenin ilerleyişini öngörülebilir hale getiriyor. Ancak bu durum filmin gerilimini ve temposunu azaltmıyor. Hem stüdyodaki izleyicileri, hem de biz izleyicileri içeride tutmayı beceriyor. Stüdyoda gerçekleştirilen olağandışı olayların, yine stüdyo konuklarından bir sihirbaz tarafından inkar edilmesi ve yaşanılanları rasyonelleştiren izahlar getirmesi hikayeye biraz daha fazla derinlik katıyor ve izleyiciyi düşünmeye sevk ediyor.


Ancak filmin eksiklikleri de yok değil, hatta olmamışlığı üzerine daha fazla konuşabiliriz de. Korku türüne biraz yeni bakış açısı getiriyor olsa da senaryonun bazı noktalarda zayıf olduğu söylenebilir. Hikaye ilerledikçe bazı kısımların tahmin edilebilir olduğu ve bazı karakterlerin gelişiminin yeterince derin olmadığı hissediliyor. Gereksiz uzunlukta tutulan ve hikayeye etkisi olmayan bazı diyalogları da kenara bırakıyorum. Ama filmin olmamışlığı tamamen filmin sonunda seyirciye vermek istenilenin henüz karar verilememiş olmasıyla alakalı. Başarılı bir twist de kabulümüzdü, taş üstünde taş omuz üstünde baş kalmayacak derecede bir vahşet de. Her ikisinden de yarımşar porsiyon sunmak seyircide ne merak tadı bırakıyor ne de dişe değen kanın hakkını veriyor. Stüdyoya şeytan giriyorsa, şeytanlığının hakkını sonuna kadar vermeliydi. 

Sonuç olarak ben yine de keyif aldım diyebilirim. Avusturalyalı Cairnes kardeşler (Colin ve Cameron) tarafından yönetilen bu filmin benim için en olumlu yanı başrolde David Dastmalchian'ı görmekti. Bu ismi daha çok filmde başrol olarak görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.