7 Kasım 2024 Perşembe

The Apprentice: Adam Kazandı

Yeniden başkan seçilen Donald Trump'ın gençliğindeki sıçrayış döneminin ve bu sıçrayışta kendisine mentörlük eden Roy Cohn ile olan ilişkilerinin anlatıldığı The Apprentice filminin zamanlaması manidar bulunmuştu. Seçim öncesi vizyona sokularak seçmende Trump aleyhine bir algı yaratılmak isteniyor söylentileri dolaştı. Bizim Amerikanlaşmaya çalıştığımız, onların ise Orta Doğulaştığı bir dönemde bilmedikleri bir şey olabilir; Orta Doğu insanı gücü sever, güce tapar. Ve bu film Trump'ı oldukça güçlü gösteriyor.


Filmin seçim öncesi gösterime girmesi, ekseriyetle Demokrat parti destekçilerinden oluşan Hollywood'un siyasi bir hamlesi olarak görüldü. Trump'ın iktidara gelirken "ne pahasına olursa olsun, kazan" stratejisini, onun yeniden başkan olduğunda ne ölçüde illegalize ( ve hatta şeytani) olabileceğini, filmde onun yaptığı 'manipülasyon, saldırganlık ve inkar üzerine kurulu' bir yükseliş hikayesi ile gösteriliyor. 'Yeniden kazanması durumunda bu tarz yöntemlere yeniden başvurabileceği' endişesinin oluşması da isteniyor olabilir. Filmin direkt bu amaçlarla seçimlere müdahele edebileceği öngörülmüş müdür bilmiyorum, ancak öyle bir şey varsa da bu amaç ters tepki vermiş olabilir. Bunun yegane sebebi de Roy Cohn'un yarattığı bir lider tasviri.

Donald Trump'ın, Roy Cohn'dan derin şekilde etkilendiğini ve onun öğrettiği strateji ve taktikleri kendi hayat ve iş stratejilerinde kullandığını film bize gösteriyor. İkilinin tanışmaları esnasında Roy Cohn'un Trump'a söylediği "başarılı olmanın 3 kuralı"nı, filmin sonlarında Trump'ın kendi ağzından, sanki kendi edindiği kurallarmış gibi aktarıldığını görüyoruz.  Bir lider olma yolunda başarılı olmanın Roy Cohn'a göre 3 kuralı şunlar:

  1- Saldırı,Saldırı,Saldırı (Attack, Attack, Attack): Cohn'un ilk tavsiyesi asla geri adım atmamak ve sürekli saldırıda olmaktı. Bir sorun ya da suçlama ile karşılaşıldığında hemen karşı saldırıya geçmeyi öneriyor. Bunu, Trump'ın medyada veya sosyal medyada kendisine yapılan eleştirilere verdiği cevaplarda görüyoruz. Ki bu agresifliği ülkeler arası diplomaside de araç olarak kullanıyor.

 2- İnkar ve Suçlamaları Kabul Etmeme (Admit Nothing, Deny Everything): Cohn, kendisine yapılan ve ispat edilmemiş hiçbir suçlamayı ya da isnadı kabul etmiyor. Birçok erkek sevgilisi olmasına ve AIDS'ten hayatını kaybetmiş olmasına rağmen son nefesine kadar eş cinsel olduğunu inkar da etmiştir hatta. Bu yaklaşım, Trump'ın birçok skandal dava sürecinde de sahnedeydi. İspata kavuşup hüküm konulana kadar ve hatta hüküm verildikten sonra bile inkar politikasına sıkı sıkıya bağlı kaldığına geçmiş senelerde şahit olduk.

 3- Her Durumda Zafer İlan Et (Claim Victory, Never Admit Defeat): Her ne kadar Roy Cohn'un bu tavsiyesi 'başarısız olsan dahi, başarılı olduğun tarafı öne çıkar' düşüncesi üzerine kurulu olsa da, Trump bu tavsiyeyi kendince biraz yontmuş ve eli yükseltmişti. Sonuç olarak 2020 yılı seçim sonuçlarında başarısız olduğunda mutlak zaferini ilan etmiş ve bu söylem sonucunda Kongre Baskını olayları vuku bulmuştu. 


Filmin kendisine bakacak olursak, yönetmen koltuğunda geçtiğimiz sene Holy Spider filmiyle kendisinden biraz daha fazla söz ettiren İran'lı yönetmen Ali Abbasi oturuyor. Filmografisine pek de uymayan bir tonda ve yönetmenin tarzı için farklı bir film olmuş. Ancak yönetmenin ırkını ve tarzını kenara koyacak olursak, iyi yönetilmiş bir yapım diyebilirim. Ancak kopukluklar var ve bunun sebebi daha çok senaryo üzerinde.

Film 2 ana bölümden oluşuyor diyebiliriz. İlki, Trump'ın henüz çaylak ve baba parasıyla piyasada yer edinmeye çabaladığı dönemde Roy Cohn ile tanıştığı ve ondan 'killer (kazanan)' olmayı öğrendiği kısım. İkilinin ilişkisinde Roy Cohn'un aşırı kaplan olduğunu, muhabbeti ve kararları domine eden taraf olduğunu görüyoruz. Ancak ikinci bölümü oluşturan Trump'ın Cohn'u ardında bırakarak kendi yükselişini tamamlamasını anlatışına geçildiğinde, iki dönem arasında kopuk bir sıçrayış göze batıyor. Trump'ın ne zaman "ben artık oldum, Roy Cohn'a ihtiyacım yok" olgunluğuna eriştiğini izleyici olarak pek kavrayamıyoruz. Bu kopukluk da anlatıyı biraz zayıflattığı gibi, bu filmin anlatısında tamamlayıcı unsur görevi gören Roy Cohn'un etkisinin tam anlamıyla anlaşılamamasına da neden oluyor. Ortaya bir yaratık koyup, yaratıcısı ile olan ilişkilerini tam layıkıyla bağlayamaz ve ondan kopuşunu nedenselleştiremez isen, ne yaratıcı (Roy Cohn) önemli oluyor ne de yaratıcının yaratmış olduğu yaratık (Donald Trump). Kaldı ki filmin adı The Apprentice, yani Çırak. Yani Usta- Çırak ilişkisi. (Pek tabi bu ismin seçilmesinde bir zamanlar yayında olan Trump'ın yarışmasının isminin bu isimde olması nedeni de var)

Filmin oyunculuğuna bakacak olursak iki muhteşem performans görüyoruz. Trump'ı canlandıran Sebastian Stan, genç Trump'ın dinamizmini iyi yansıtıyor ve onun kendi kabuğuna sığmayan öz güvenini izleyiciye kolay aktarıyor. Roy Cohn'u canlandıran Succession dizisiyle tarafı olduğumuz Jeremy Strong da dik ve güçlü Cohn'u da, hasta ve bitkin Cohn'u da güzel yansıtmış. Fiziksel benzerlik makyaj ile sağlanmış iken, konuşma tarzı olarak da gerçek Cohn'a benzemeye çalışması, oyunculuk performansından biraz götürmeler yapmış ama. Benzer bir konuşma özenmesi Trump'ı canlandıran Stan'de de var ancak onu bunu başarıyla kotarmış. Jeremy Strong bu konuda ısrarcı olmayıp kendi ses tonuyla devam etmeliydi. 


Toparlayacak olursam, yönetmen Ali Abbasi, ABD seçimlerine bir müdahale amacı gütmediğini söylese de, öyle olduğunu düşünenler var. Ancak her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, bu filmin Trump'a eksi değil, artı yazacağını filmi izleyenler ve az biraz da ABD vatandaşlarının zihniyet olarak yaklaştığı orta doğu insanını tanıyanlarca anlaşılacaktır. Ve belki de seçimin sonucuna bakıldığında, oluşan farkın nedenlerinden biri de bu filmdir.

2 Kasım 2024 Cumartesi

The Substance: Konumuz Güzellik Saplantısı

Film, günümüzün en büyük takıntıları arasında olan güzellik ve gençlik takıntısına, Hollywood özelinde bir eleştiri sunuyor. Yaşlandığı için gözden düşen ekran yıldızı Elisabeth Sparkle (Demi Moore), toplumsal baskı ve gençlik saplantısının yükü altında ezilirken kendisine reddedemeyeceği bir teklif ulaştırılıyor; The Substance. Kişinin genç ve taze bir versiyonunu ortaya çıkaran bir prosedür. Kullanımı sonucu ortaya genç bir klonu olan Sue (Margaret Qualley) çıkıyor. Ancak her şeyin bir bedeli olacağı gibi bunun da ödemesi gereken ağır bir bedeli var.


Filmin afişine bakıldığında bizi bazı kesici silahları olan bir katili barındıran bir korku filmi bekliyor gibi duruyor. Korku filmi olduğu konusunda yanılmıyoruz. Ancak buradaki korku türü daha çok psikolojik ve body horror dediğimiz türden. Bu filmde katil kişiler değil, bir sistem, bir algı, bir takıntı, biz, siz, onlar. Algıyı yaratan veya algıya yenik düşen herkesin payı olduğu olduğu sistematik bir katliamın korkusunu içeren bir korku filmi. 

The Substance, sadece Tv ve sinema ekranlarının değil, toplumsal olarak gençlik ve güzellik üzerine inşa ettiğimiz tüm normlara eleştiride bulunuyor. Yaşlanmayı bir yenilgi olarak gören bakış açısına sahip bir topluma, gençlik vaadiyle her şey pazarlanabilir durumda. Sunulan ürünlerin ya da fikirlerin bir çoğu işe yaramaz iken, yarayanların da sadece görsel kısmı ilgilendiren dış bedene dokunuşlar yaptığını görüyoruz. Ancak dışı düzeltmenin iç mekanizmaya ve en önemlisi ruha olan etkisi görmezden geliniyor. Bu iki görmezden gelinen konuyu, filmin senarist/yönetmeni Coralie Fargeat abartı sanatını kullanarak bizlere gösteriyor. Özellikle Elisabeth (yaşlı) ve Sue (genç) arasındaki gerilim dolu ilişkisi üzerinden, gençliğin ve yaşlılığın sadece bedenle sınırlı olmayan bir savaş alanı olduğunu hatırlatıyor. 

Günümüzde, sosyal medya algoritmaları ve güzellik filtreleri de aynı saplantının modern uzantısı olarak değerlendirilebilir. Pek çok kişi bu filtrelerde dijital olarak "mükemmel(!)" bir görünüm yakalıyor, ancak bu durum kişi öz benliği üzerinde olumsuz etkiler yaratıyor. Kişilerin dijitalde oluşturdukları bu "ideal/mükemmel" görüntüye, gerçekte sahip olamamanın getirdiği psikolojik baskı, kişilerin kendilerinden giderek uzaklaşmalarına neden oluyor. Sadece dijital ile sınırlı kalsa yine iyi, psikolojik çöküntünün pek bir maliyeti olmuyor çünkü, bir telefon yeterli. Ancak dijitaldeki görünümüne ya da toplumca bir şekilde kabul gördüğü algısı yaratılmış bir şekle fiziken sahip olmanın maddi anlamda ciddi külfeti var. Ve işte bu noktada bu algıya teslim olmuş kitle, piyasanın hedefine girmiş oluyor. Botoks ve dolgu ameliyatları, yüz gerdirme ve burun kaldırmalar, ozempic* ve hatta BBL (Brezilya Popo Kaldırma) denilen işlemler fiziki arzularınızı yerine getirmeyi size vadediyor. Ancak kasanın gençleştirilmesi ya da (kendince) güzelleştirilmesi, bu değişime uyum sağlayamayan benlikleriyle çelişkiler ve çatışmalar yaşıyor. Film, bu "mükemmel"i arayıştaki takıntının insanları nasıl kendilerinden uzaklaştırabileceğini ve nihayetinde kendileriyle savaşan bir varlık haline getirebileceğini dramatik şekilde aktarıyor.
(*Geçen hafta The Economist dergisine de konu olan ve "her şeyin ilacı" mottosu ile gündeme gelen 'Ozempic' ilacının uzun vadede yan etkileri ve sağlık riskleri bilinmese de kişileri zayıflatıp gençleştireceği, iç ve dış bakım için birçok hastalığa ve soruna deva olacağı söyleniyor.)

Bir dönem viral olan bir youtube videosunda "ben bu şekil giyinirim, o şu şekil giyinir"e gülmüş ve hatta belki de şahıs ile alay etmiştik. Alaylar kendisini ifade edemeyişine idi ancak söyledikleri özünde bir konuya da değiniyordu, farklılıklarımız. Çünkü mükemmelliği tekdüzeleştirdikçe çıktılar da tek bir makinenin ürünü gibi durmakta. Siborg Manifesto'nun yazarı Donna Haraway, 'insan bedeninin teknoloji ile yeniden şekillenmesiyle kişiler toplumsal normlardan kurtulup arındırılabilir' derken, The Substance'te ise teknolojinin ve bilimin yarattığı yeni bir insan benliğinin kişiyi özgürleştirmekten ziyade, onu endüstrinin bir kölesi haline getirdiği düşüncesi var.  


Anafikri ve konusundan  çıkıp filme yapım olarak bakacak olursak, görsel ve sinematografik açıdan başarılı bir sunumda bulunduğu söylenebilir. Renk paleti, ışık kullanımı, detaylı ve enerjik prodüksiyonu ile yaratmak istediği abartılı anlatımı verimli şekilde sağlıyor. Elisabeth'e hayat veren Demi Moore, karakterin yaşadığı içsel çelişkileri, toplumsal baskının getirdiği kaygıları başarıyla bize aktarıyor. Özellikle ayna sahnelerinde Elisabeth'in kendisine karşı duyduğu öfke ve hayal kırıklığını yansıtışı oldukça başarılı. Her ne kadar filmin 2 ana karakteri olarak Elisabeth ve Sue gözükse de, üçüncü ve diğer önemli karakteri filmdeki "ayna" figürüdür. Bu sebeple, bir karakterin (Elisabeth ve Sue), filmin diğer önemli karakteri olan ayna karşısındaki sahneler es geçilecek kısımlar değil ve oyunculuğun bu pasif karakter karşısındaki sergilenişi bu bakımdan önemli.

Yönetmen Coralie Fargeat, görsel açıdan iyi bir iş çıkarmış diyebiliriz. Ama senaryodaki ve hikaye anlatımındaki kopukluklar yine senaristinin kendisi olması hasebiyle eksi puan getiriyor. Elisabeth ve Sue arasındaki bedensel paylaşımın ardından zihinsel paylaşımın nasıl oluşturulduğu konusunun muallaklığı ve olay örgüsünün derinlemesine işlenilmemesi bu eksiklerden birkaçı. Çünkü izleyici, aklına mantıksal açıdan bir soru geliyor ise film boyunca bu sorunun cevap bulması yönünde bir beklentiye giriyor. Bunun geç karşılık bulması bir twist yaratması açısından etkili olabilir. Ama istenilen şey bir twist değil ise, bunun cevabı erken verilmeli ve izleyicinin bu konudaki sıkıntısı giderilmeli. Ki bu sayede filmin hikayesine izleyici yeniden senkronize olsun. Ancak bu filmde ne bir twist var, ne de bir izah. 

Aşağıda sayacağım yapımları da izleyip sevdiyseniz bu film sizi saracak ve 2 buçuk saatlik süresini güzelce geçireceksiniz. Ancak konu ve film sizi içine almıyorsa sinemada geçecek 2 buçuk saatlik süre size biraz daha fazla uzun gelebilir. 


Benzer Yapımlar;

Film, konusu itibariyle sizi çekmiş ise benzer yapımları da aklınıza getirmiştir. Bu konuda en çok benzetilen Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi kitabı. Filmden geldik, filmden gidelim diyenler için de 2009 yapımı Dorian Gray filmini önerebilirim. İki yapım arasındaki benzerlik sadece gençlik ve güzellik kaygısı üzerinden değil, aynı zamanda genç versiyon ile yaşlı versiyonun karşılaştırması da açısından da mevcut. Her iki yapımda da karakterler gençliğini koruma uğruna ahlaki sınırları zorlayarak bir yıkıma sürükleniyor. 

Bir diğer yapım Meryl Streep'in başrolde oynadığı Death Becomes Her filmi. Bu filmde ana sahnede yine kadınlar ve onların güzellik ve gençlik kaygısı var. Daha güzel görünmek demeyelim, sadece mevcut durumu koruma ve ölümü öteleme konusuna ve yine bu getirinin götürülerine değinen ve bunu kara mizahla komik bir şekilde sunan bir film. Darren Aronofsky'nin yönettiği Requiem for a Dream filmi de, arzuları ve bağımlılıkları uğruna insanların kendilerini nasıl mahvettiği konusunda benzer bir yapım. Her ne kadar karakterlerin yaşlanma veya genç kalma teması bariz bir şekilde işlenmese de, karakterlerin toplumun dayattığı beklentilere karşı çırpınışlarını ve bu uğurda kapıldıkları bağımlılığı anlatan bir film.