30 Nisan 2009 Perşembe

Dövüş Başlasın!

“Dövüş Kulübü’nün birinci kuralı; Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız. Dövüş Kulübü’nün ikinci kuralı; Dövüş Kulübü hakkında KONUŞMAYACAKSINIZ…”

Hakkında konuşulması yasak olan bir kulüp, Dövüş Kulübü. Tyler Durden’in girişimleriyle bir yer altı faaliyeti olarak başlayan, ismi fısıltılar eşliğinde zamanla ölümsüzleşen bir kulüp. Peki bu kulübün amacı ne ve hakkında konuşmak neden yasak? Dövüş Kulübü aslında, insanları kendi hayvansal doğalarıyla tanıştıran ve onları dış dünyalarından, iş streslerinden, kredi kartı borçlarından ve hayal kırıklıklarından bir an olsun uzaklaştırmak için, onların deyimiyle 'kendin olabilmek için' kurulmuş bir kulüp. Sekiz kuralı var. Her seferinde tek dövüş olur ve sadece iki kişi dövüşür. Biri dur derse veya sakatlanırsa dövüş biter. Katı kuralları varmış gibi gözükse de aslında kendi içinde gizli bir şefkati var Dövüş Kulübü’nün ve de verdiği derin bir mesaj…

1999 yılında gösterime giren filmin yönetmen koltuğunda David Fincher oturuyor. Se7en filmi ile sinema dünyasında adını duyuran Fincher, daha sonra The Game, Panic Room, Zodiac gibi gerilim türünde başarılı olmuş filmlere de imzasını attı. Ama kuşkusuz yönettiği filmler arasında en çok ses getireni Fight Club. IMDB Top 250 listesinde 22. numarada olan film hakkında ufak bir araştırma yaptığınız zaman olumsuz eleştirilere rastlamanız çok da mümkün değil aslında. Eleştirmenler tarafından çok beğenilen, izleyiciler tarafından da “kült” olarak nitelendirilen film, psikolojik öğelere bu kadar sarsıcı bir şekilde değinen belki de en önemli filmlerden biri.

Vurucu ve sürprizli bir sona sahip olan Dövüş Kulübü, sadece oyuncuların yüksek performansını ve yönetmenin etkileyici tarzını taşımıyor. Film aynı zamanda, senaryosunda akıllara kazınan birçok diyalog da barındırıyor. Dövüş Kulübü aslında aynı adı taşıyan bir kitaptan uyarlama. Chuck Palahniuk’un ilk kitabı olan Fight Club aslında Project Mayhem ( Kargaşa Projesi ) adını almış ve 1996 yılında yazılmış bir kısa hikaye. Üç ay gibi kısa bir sürede Fight Club halini alan kitap, 1999 yılında da beyaz perdeye aktarıldı. Palahniuk bu başarısının ardından Türkçe çevirileri de bulunan birçok kitaba daha imzasını attı. Şu sıra isminin en çok anıldığı, en son beyaz perdeye uyarlanan kitabı ise Choke ( Tıkanma ). Geçtiğimiz aylarda Filmekimi’nde gösterilen Choke, izleyenler tarafından da olumlu tepkiler aldı. Sex bağımlısı olan ve her türlü işte çalışan Victor Mancini’nin, Alzheimer hastası olan annesinin hastane faturasını ödemek için çeşitli dümenler çevirmesini anlatan film, komedi dram türünde.

“... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık. Bizim savaşımız ruhani savaş. Ve bunalımımız kendi hayatlarımız.” diyor Tyler Durden. Sabun yapıp satan, aile filmlerine pornografik kareler yerleştiren, yemeklerin tadını bozan bir adam Durden. İçten içe hepimizin yapmak isteyip de yapamadıklarını yapan bir adam aslında. Belki de bu yüzden Jack, ona bu kadar bağlanıp, onu bir o kadar da tanıyamıyor. Verdiği mesaj da açık aslında: “ Hayatta dibe vurma. ” İşte bu yüzden hayatımızın en derinlerine iniyor film, galiba bu yüzden de filmin sonunda dibe vurma hissini yaşıyoruz. Belki de Tyler Durden haklıdır, gerçekten de özgürlük demek, bütün umutlarımızı kaybetmektir, kim bilir. Bilinen bir gerçek var ki, o da Dövüş Kulübü, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en etkileyici filmlerinden biridir ve film, sonunda bizi etkileyici diyaloglarıyla, düzeni sorgulayışıyla baş başa bırakır.

“ Hangisi daha kötüdür? Cehennem mi? Hiçlik mi? ”

27 Nisan 2009 Pazartesi

Bağımlı Bir Tutkusuzluğun Dönüşümü

Sükûnet bir kutsamadan öte kasıtlı bir işkenceye dönüştüğü gecelerde, kozasından acizlik tohumlarını saçar gibi dağıtan apartman blokları kaplar gri geceyi. Bulutlar, beton parçaları daha köklerini bulmadan çok önceleri o toprakların göğünde asılı kalmayı tercih etmiştir besbelli.




Gecenin keskin rengi ve gündüzün donuk hali, Kieslowski’nin yarattığı tanımda aşk için ihtiyacı duyulanları iki biçime ayırır, iki insanda farklı zamanlamalarda benzer takıntılarla şekil bulurken. Karanlığın beraberinde getirdiği hastalıklı sabır, sevgi kelimesinin sınırlarını açar. Tek bir pencere ve bir tek kadın büyüyen birer imgeye dönüşür, çalmanın suçunu yüksek bir değere bırakan, mesafeyi kısaltıp ürkekliği artıran tek yönlü bir cam parçasının ucunda. Davranışlarından şüphesizlik kalkar sabahın getirdikleriyle. Çaresizlik içinde kıvranan bir yüz ifadesi, gözetlerken hissettiği soğukkanlılığını çoktan yitirir. Umut veren asılsız mektupları yerleştirir, ne istediğini kavrayamayan yitirilmişliğini ört bas etmeye çabalarken. Daha da yakınlaştığında ergenlikten kurtulamamış on dokuz yaşındaki bakışlarının Magda’nın üzerinde dolanmasına engel olamaz Tomek.


Bir saat ziline bağımlı gün, tezatlığın ortasında gündüzü değil geceyi başlatır. Lambadan saçılacak ışık, gözün üzerinde oynaştığı pencereye vurduğunda rahatlama güveni sürükler. Sakin bir kabullenmenin, sinsice bütünlüğe karşı koyamadığı anlarda ahizeye kilitlenmiş tuşlar zihnine bağımlı parmaklarının iradesini yok sayar. Gözlerin haysiyetini yitirmesi yetmez, seslere de ulaşabilmeyi ister Tomek. Acı bir fren sesiyle kendine geldiğinde ulaşmayı seçtiği sesin, iniltilere dönüşecek görüntülerine katlanamayacağını bilir, O’nun için gün de bitmiştir. Reddettiği, tüm canlandırılmış sahneleri bilmesi değil iradenin katıksız hissiyatını da kavrayabilmesidir. Küçük düşmesini izlerken Magda’nın, çekingenlik kapılarını en dipteki kırıntıları ezene kadar açmaya devam edecektir. Farkına varılması imkânsızlaştığında ise, yüksek bir ahlak esintisine sığınarak tüm imkânsızlığını bir kuytuda yok olmaya teşvik eder, gözetleme ihtiyacı kendini itirafın keskin çizgisine bırakır, Tomek intiharın sadakatsiz bilinçsizliğine varacak süreci iradesi ile değil iradesizliğinin kalıntılarıyla sarmalayacaktır.


Kendini kaybetmesi bir seçim, seçimleri oldukları gibi aramak ayrı bir tercih gibidir Tomek için. Magda ise, gitmek isteyenlerin ardından sallanan vücutlar gibi her giden de bir burukluk yaşamak zorunda hissettiğinden, arkada kalanların da bir iç geçirme anlarında o burukluğu yaşamalarını isteyebilir. Sormaya tereddütlü dudak oynatışları, iç geçirmelere bırakır kendi sırasını, her seferde, her biri için istekli ilk görüşmelerinde. Gözetlenmekte ve gözetlemekte olan değillermiş gibi, garip bir masumiyeti tekrar kavramak ister Magda, o masumiyetin katıksız bir maddesi gibi duran Tomek’in ellerini kavrarken.


Böylece katı bir sakinlik çöker donuk bir sabaha karşı yakaranların seslerine. Tahmini yalnızlıklarıyla daha bir belirsizlik ve karmaşa kendini saklar razı olmanın tavırlarıyla teslimiyetin hümanist yanı bir araya gelmek istemezken zorunlu hislerinde. Ama sahte bakışlara o kadar kanarlar ki gerçek bile sakıncasız yalanlardan ibaret olmuştur. Bulutlar ayrı bir konumlanır. Gökyüzü derinliğine uyanmayı seçenleri değişmez bir bulantıyla karşılamayı adet edinirken her ikisi de yıkıcı bir yüzleşme ile sonuçların telkinsiz kasılmalarının farkına varırlar. Yağmur, mevsim ayırt etmez yağmadığı zamanlar, sadece yağdığı apartman bloklarını değiştirir bilerek veya amaçsızca. Öyle bir değersizlikle yırtılır ki yaşamlar, geri dönülebilecek tek bir nokta bile kalmaz çevrelerinde.



Birleşmek demek sadece sevişmek demektir Magda için usulüne uygun adımlarla, kelimelerin de kişiliğini savunanlara iç parçalayan öbekler eşliğinde arka kapısında biriktirdiği ahlak harabelerini göstermekten utanmaz gibi davranırken Tomek’in tüm duyguları ve saplantısını da kendisinde bulur. Gözetlemenin iradesiz koridorlarına artık Tomek değil Magda boyun eğer. Kapıdan çıkıp gitmesini zorlayan bakışlarını anlar, kaçsın ki vazgeçemediklerini ardından içeri alsın, arkasına bile bakmasın ki kapının üstüne konuşlanmış damlaları pişmanlık duymadan çarpabilsin suratına isteksiz bir tokatçasına, olabildiğince kirli, elinden geldiğince yakarışsız.


İrdelenmemiş ahlak kulelerinden aşağıya düşmeye meyilli zihinleri, bilinçleri açıkken son kez konuşmalarını kaplar. İki cümle hem Tomek hem de Magda için önceliksiz bir boşluğun yarattığı iradesizlikle çalkalanır.


Magda: Ne istiyorsun?
Tomek: Bilmiyorum.


— Krótki Film o Milosci ( A Short Film About Love), Krzysztof Kieslowski


Okuyucuya küçük not: Magda rolündeki Grazyna Szapolowska çekimler boyunca kameraları ve hangi açılardan çekildiğini görmemiştir.

24 Nisan 2009 Cuma

Mar Adentro : İçimdeki Deniz


27 yıl öncesinde yaşadığı büyük talihsizlik sonucu hayatı kararan ve kararan hayatı boyunca aynı yatakta yaşlanan, her gün aynı kabusla uyanan felçli Ramon Sampedro' nun artık işkenceye dönen yaşamına bir son vermek istemesini konu alan bu film, ötanazi meselesini ince ince işlemekte. Bu konuda bardağın dolu tarafından bakmamak gerektiğini vurguluyor bir anlamda. Film; İspanya'da yaşanmış gerçek bir olayı anlatıyor. İspanyol sinemasının son yıllardaki önemli yapıtlarından. 2004 yılında çevrilen "İçimdeki Deniz" filmi, en iyi yabancı film oskarını da almış. Bunun yanında Avrupa' da pek çok ödül almış. Hatta İspanya'da en önemli sinema ödülü kabul edilen Goya Ödüllerinde en iyi film, en iyi erkek, en iyi kadın, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi senaryo, en iyi yönetmen ödüllerini alarak yıla damgayı vurmuş.

Başrollerde tanıdık bir isim... Javier Bardem. 2007 yılında en iyi yabancı oskarını aldığında adını çok kişi henüz duymamış olsa da, kendisi Ispanyol sinemasının son 10 yılına damgasını vurmuş. "Mar Adentro" ' daki büyüleyici oyunculuğuyla bunu bir kez daha kanıtlıyor. Vicky Cristina Barcelona, No country For Old Men ve Mar Adentro' da canlandırdığı karakterler arasında uçurum var. Javier Bardem' in oyunculuğunun yanında bahsetmek istediğim bir şey daha var ki, o da filmin müzikleri. Öyle güzel oturmuş ki sahnelere, etkilenmemek elde değil, onikiden vuruyor. Ayrıca filmin orjinal dilde izlenmesini şiddetle önermekte fayda var.

------- Filmden bazı sözler... ----------

- Bir hayata mal olan özgürlük özgürlük değildir
Özgürlüğe mal olan hayat da hayat değildir...
-------------------------------------

- Sana ulaşmak ve dokunmak için katedebileceğim iki adım, benim için imkansız bir yolculuk, bir fantezi, bir rüya... işte bu yüzden ölmek istiyorum.
--------------------------------------

- Bir baba için oğlunun ölmesinden daha kötü bir tek şey var; oğlunun ölmeyi istemesi ...

22 Nisan 2009 Çarşamba

Turtles Can Fly


Göl kenarında yaşayan bir kaplumbağa, gölün karşı kıyısına geçme hayaliyle yanar dururmuş. Etrafında uçup duran hür kuşlara imrenirmiş. Bir gün "keşke sizin gibi uçabilsem" demiş kuşlara. Onlar da kaplumbağaya bir dal uzatmış, 'sımsıkı tutun bu dala' demişler. Kaplumbağa dala tutunmuş, kuşlarla birlikte havalanmış. Yükseldikçe onlarla, hayrete düşmüş gördüklerinden. Ağzını açıp şaşkınlıkla bağırmasıyla yere düşmüş, sona ermiş her şey.
Filmin adı bu eski kürt hikayesine dayanıyor.

Sarhoş Atlar Zamanı filminin de yönetmeni, İran'lı Bahman Ghobadi 'nin 2004 yılında vizyona girmiş filmi. "Lakposhtha parvaz mikonand, kaplumbağalar da uçar''. Bahman Ghobadi, yazıp yönettiği onlarca kısa filmin yanında, insan kimliğiyle, İran sinemasında pek alışık olduğumuz klişelere yer vermeden, gerçekliğe bir fener olması niteliğiyle hafızalarımızda yer tutacak bir yönetmendir.

Sadece çocuklardan oluşan oyuncular. Aslında kendimize gönül rahatsızlığıyla seyirci diyebiliriz ama onlara oyuncu diyebilmek zor. Bizim coğrafyamızda, tam da Türkiye-Irak sınırında mayın toplayarak geçimlerini sağlayan, bazıları gerçekten de mülteci kamplarında yaşamış çocuklar. Saddam 'ın devrilmesinden hemen sonra, Amerikanın Irak'a özgürlük getirmesine çeyrek kala... Herhangi bir siyasi mesaja bulaşmadan film hakkında yorum yapabilmek gerçekten çok zor. Ancak yönetmen, çocukların ağzından, onların gözüyle, savaşın acımasızlığını, sebep olduğu geri dönülmez trajedileri; duyguları sömürmeden, ama iç burkarak, göz yaşartarak dile getiriyor, söylenecek pek söz bırakmıyor, ama insan diyor ki; bu ülke nerede?

Bir yetişkinin bile kaldıramayacaklarını yaşayan bu çocuklar çocuk değil mi? Ve en azından empati yapıyoruz derken bütün işlevsizliğimiz vuruluyor yüzümüze. Filmde birçok imgeye yer verilmiş; kaplumbağalar, kırmızı balıklar... Kaplumbağalar için kabukları ne demekse bu çocuklar için de yaşamları o anlama geliyor, hem ev hem de taşıdıkça ağırlaşan bir yük. O yükten çocuk olmanın arkasına sığınılarak bile kurtulunamıyor, vicdan gel-gitleri ana karakterlerden Agrin'in olduğu gibi sizin de peşinizi bırakmıyor. Agrin'in, Satellite'in hayatlarını izlediğinizde o kabuğun ağırlığını siz de omzunuzda taşıyacaksınız.

Kaplumbağalar uçabilir mi? Bırakınız uçsunlar...


KONUK YAZAR: Kübra

# Diğer Konuk Yazarlar #

21 Nisan 2009 Salı

28. Int. İst. Film. Fest.

Köprüdekiler - Aslı ÖZGE - (Ulusal Yarışma En İyi Film)

Kimileri muhtemelen bu ödüllerin ne kadar doğru yerlere gittiğini de düşünecektir.
Şunu unutmamak şarttır; juri tarafından verilen ödüller ne kadar objektif olabilir ki?
Veya bu ödülleri halk belirlese ne kadar tutarlı olabilir? Ciddi bir tartışma meselesi.

Bu seneki ödüller şöyle:

Uluslararası Yarışmada ödül Pablo Larraín'in yönettiği 'TONY MANERO' 'ya verildi.

Ulusal Yarışma Ödülleri: En İyi Film - Köprüdekiler (Yönetmen Aslı Özgen)

En İyi Yönetmen - Mahmut FAZIL COŞKUN (Uzak İhtimal filmi ile)

En İyi Senaryo - Görkem YELTAN, Bektaş TOPALOĞLU, Tarık TUFAN (Uzak İhtimal filmi ile)
En İyi Erkek Oyuncu - Nadir SARIBACAK (Uzak İhtimal filmindeki rolü ile)

En İyi Kadın Oyuncu - Derya ALABORA (Pandoranın Kutusı filmindeki rolü ile)

En İyi Görüntü Yönetmeni - Özgür EKEN (Süt filmi ile)

En iyi Müzik - Nail YURTSEVER (Ali'nin Sekiz Günü filminin müziği ile)

( Daha detaylı basın bildirisini okumak için tıklayınız lütfen )

18 Nisan 2009 Cumartesi

Festival Günlüğü # 14 / Opium War

AFYON SAVAŞI

Festivalin ‘’sinemada insan hakları’’ bölümünde yer alan bu filmi dün izledim. Yönetmen Sıddıq Barmak’ın katılımıyla gösterilen film, ajite edilmeye çok müsait bir konuyu akıcı bir şekilde işliyor. Film öncesinde birden tam karşıma oturan yönetmen ile kısa sohbetim sırasında ‘’film savaş karşıtı ve amatör oyuncularla bu duygunun daha çok geçebileceğinie inanıyorum’’ temalı sözleri havada kalmıyor.

Bir afyon tarlasına düşen iki Amerikalı subayın başından geçen hikayeleri ve afyon tarlasının kenarında bir Rus tankının içinde yaşayan kalabalık bir aile ile iç içe geçen hikayeyi konu alıyor. İki subay var demiştim. Bunlardan biri beyaz, diğeri ise zenci. Beyaz olan komutan ve askerine sırtında taşıttırıyor kendisini. Bunun nedeni tabii ki hiyerarşi değil sadece. Kaza sırasında ayağı iş görmez hale geliyor. Etrafı keşif sırasında fark ettikleri afyon tarlası ise bu kazayı keyifli hale getiriyor onlar için. Kafaları çok güzel oluyor ve yaralarını unutuyorlar adeta.

Film, savaş karşıtı bir film demişti yönetmeni Sıddıq Barmak. Bu görüşünü sağlam söylemlerle göstermiş bize. Telsizleri ile bağlantı kurmak isteyen iki Amerikan subayının o esnada duydukları başka bir telsiz anonsu yönetmenin söylediklerini fazlasıyla güçlendiriyor. Ölmek üzere olan bir subay telsizle annesinin doğum gününü kutladığını ve onları çok sevdiğimi söyleyin diyor. Ama bu askeri kimse duymuyor. Duyanlar ise cevap veremiyor.

İnsan hakları bu dünya için en önemli şey. Bunun bilincinde olan ve cesurca ifade eden bir film, Afyon Savaşı. Filmin sonlarına doğru gelen helikoptere binmek istemeyen zenci askerin söylediği şey ise filmi özetliyor: ‘’burada daha mutlu olurum. ben ırak’a gitmek istemiyorum.’’ Yani insan öldürmek istemeyen ama buna zorunlu bırakılan askerler. Bir yan da ise hiçbir şeyden habersiz olan yerli halk. Suçsuz ve en çok tahribat onlarda oluyor. Bunu bilmek çok acı.


Filmin sonunda ise yönetmeni ile tanışıyor, ufak bir sohbet ve bir adet imzalı Afyon Savaşı biletim ile salondan rahat bir şekilde ayrılıyorum.
KONUK YAZAR: cem

15 Nisan 2009 Çarşamba

Festival Günlüğü # 11 / Unmade Beds

"Yola çıktığımdan beri, tanımadığım 20. yatakta yatıyorum şu an"


3 yaşında iken kendisini terkeden ingiliz babasını aramak için ispanya'dan ingiltere'ye gelen ve bu yolculuğu sırasında bir çok tanımadığı yatakta uyanan Axl ile bir takım sorunlarını unutmaya çalışan, üzerinde uyuduğu yataklarda anlam arayan ve sıksık değiştiren Vera'nın yaşantısını ayrı ayrı anlatıyor film.

Axl, aradığı babasını bir emlak bürosunda çalışırken bulur ve bir ev kiralama yalanı ile kendisiyle tanışma imkanı bulur. Her ne kadar baştaki amaç ona kendisinin kim olduğunu söylemek ise de onun yaşantısını gördükçe bu fikrinden vazgeçer. Bu kararına üzülse-sevinse bilemez iken yine bir akşam içip herşeyi unutmaya karar verir.

Vera ise erkeklerle olan ilişkilerini artık daha serbest bi şekilde yürütmeye, daha az ifşa olup acı çekmemeye çalışır. Bir erkeğe yakınlaşır fakat isim-tel-adres vermeme şartı koşarlar. ilişkilerine böyle devam ederler fakat yine kalplerde bir ateşlenme olmuştur artık. Önceki heyecanından öte artık sahiplenme duygusu başlamıştır. Ve Vera da başlar bir akşam içmeye.

Her ikisinin de yataklara yüklediği anlamlar farklıdır. Vera, onlara değer biçip bir anlam yüklemeye kalkarken, Axl ise sadece geceyi geçirmek ve dünü unutmak için kullanır yatakları. İçer ve yatar, kalktığında ise dünü hatırlamak için pek de çabalamaz. Fakat her ikisinin de bazı şeyleri unutmak için içtikleri bu gecede filmdeki tek kesiştikleri sahne oluşuverir. Hoş sohbet, anlamlı bakışların ardından ertesi sabah Axl'in hatırlamak isteyeceği tek gece olacaktı. O gece yattığı yatağın Vera'nın eski yatağının olması da ayrı bir ayrıntı. Belki yatağa sinen kokusundan olsa gerek o geceki etkilenme.

Filmin yönetmenliğini Alexis Dos Santos yaparken oyuncu kadrosunuda ise L'enfant filminden tanıdığımız güzel oyuncu Déborah François (Vera) ve Fernando Tielve (Axl) var.

Filmin müzikleri ise olduçka güzel. aklımda kalan şarkısözleriyle bitireyim:)
Hot monkey, hot ass
No future, no past...


# Diğer Festival Günlükleri #

14 Nisan 2009 Salı

Festival Günlüğü # 10 / 35 Rhums

-35 tek rom içer miyiz?
-Bugün olmaz



Yıllardır emekliliğini bekleyenin, buna ulaşması sonucunda da yine mutlu olamaması, yeni hayatına, işhayatının yok oluşuna, adapte olamaması gibi bir şey kısaca bu. Bunun için 35 tek rom içilmezdi, içmedi de Lionel.

35 Rhums,
Fransa banliyölerinde geçen, genellikle siyahların konu edildiği bir adaptasyon filmi. Bu adaptasyon sorunu yalnızca göçmen konumda olan siyahlar için yoktur. Nasıl ki onlar daha iyi bir iş ve hayat için Fransa'ya göçmüş iseler ve burada tutunmak-mutlu olmak için çabalıyorlarsa (örnek Lionel'in ailesi), Fransa'da büyüyen bir insan için de bir o kadar zordur burada mutlu olmak (Neo gibi). O da mutluluğu yakında taşınmayı düşündüğü Afrika ülkesi Kongo'da bulabileceğini düşünmekte. Ne kadar da tezat.

Siyahileri ve Fransa yapımı olduğunu görünce Fransız varoşlarında geçen daha dramatik bir film bekliyordum açıkcası. Yeteri kadar dramatize edilemediğini düşünüyorum ana fikrin, katılan olur ya da olmaz. Film öncesi yayınladığı festivalin favori filmleri listesinde bu filme de yer veren Atilla Dorsay'ın da bana biraz hakverdiğini, sinema başlarken gördüğüm koltugunun sinema sonrasında boş oldugunu görmemden dolayı, düşünebilirim.

Önümdeki insanların tek tek kalkıp gitmesi, uzun sessizliklerin oluştuğu sırada yanımda konuşacak kimsenin olmayışı, filmin en dramatik anının ufak bir dipnot gibi gösterilmesiydi belki de beni biraz yazıyı böyle yazmaya iten.

Geri dönelim filme. Neo'nun terkediş fikrinden bahsediyorduk en son. Annesinin ölümünden sonra babasına bakmayı kendisine görev edinen kızına her fırsatta bunu yapmak zorunda olmadıgını, kendi hayatını oluşturması gerektiğini tembihlese de değişmez yine Josephine. Babasının kendisine aldığı (pek anlamam mutfak eşyalarından) düdüklü tenceremsi bir şey ile ona pilavlar yapmaya devam eder. Taa ki sevdiği kişi olan Neo'nun bu ayrılma fikrini duyuncaya kadar. Artık babasının önceki sözlerini yerine getirmenin zamanı gelmiştir. Önce aile bağları sorgulanır, annesinin ailedeki yerini irdeler. Ve daha sonra kararını verir. Sevdiği kişi ile evlenip bir türlü alışamadığı buralardan gitmek.

- 35 tek rom içer miyiz?
- Olur


Oturup 35 shot rom içmek için nedenin önemli olması gerek Lionel için. Her ne kadar onu yalnızlık beklese de kızının bu kararına sevinir. Artık yeni hayata başlaması gerek ve buna da eve aldığı ikinci tencere ile başlar.


# Diğer Festival Günlükleri #

13 Nisan 2009 Pazartesi

Festival Günlüğü # 9 / Gölgesizler

-Derdi ne ki?
-Herkesin derdi aynı
-Yani?
-Hem burada, hem de uzaklarda olmak istiyor...


"Gölgesizler kitabından çıkarılabileceğimiz filmlerden yalnızca biri bu. Kitabı okuyanlardan 1buçuk saatliğine kitabı unutup öyle izlemesini istiyorum. Çünkü ben senaryoyu yazarken öyle yaptım" Yönetmen Ümit Ünal' ın bu sözlerinden sonra başladı film. Kitabı okumamış biri olarak bu tavsiyesine uymak benim için pek de zor olmadı (ne yazık ki).

Film, kitabın kapalı tuttuklarına bağlı kalarak çekilmiş. "bak burada demek istenilen şu " gibi cevaplar isteyen ucuz izleyici görmek istememiş karşısında. Anladığınla kal, anlamadığını da düşün demeye devam etmiş kitabın yazarı Hasan Ali Toptaş' ın ardından yönetmen Ümit Ünal da. O yüzden kitapta bulamadığı cevapları filmde arayanlar pek de ümitlenmesin.

Karmaşıklıklar oldukça fazla. Ben de bunun kitabını okumakla bir nebze olsun çözülebileceğini düşünüyorum. Sonuçta ne anlatılıyorsa o satırlarda anlatılıyor. Sinema filmi gibi ekranın her köşesine dikkat etmek zorunda değilsin. -ki bu dikkatsizlik de geldi başıma. Kaç kişi tahmin edebilir ki sevişme sahnesi sırasında duvarda asılı duran bir tabloda anlık bir değişme olduğunu ve oradan bir anlam çıkarmak gerektiğini. Ortada sevişen varsa pek ala onlar izlenir ve izledim de:)

" Kar ! Neden yağar kar? "

En güzel yanı birden fazla duyguyu ardı arkasına izleyiciye yaşatıyor olması. Filmin en komik sahnelerinden sayabileceğimiz bir karenin ardından, birden hüzüne dönüşmesi ki bunun öncesinde de şaşkınlık yaşatacak bir sahnenin bulunması bu dediğimi anlatabilecek bir örnek. Lost misali hep bir merak içerisinde geçiyor zaten film. Hep others bekleniyor yaşananlardan sorumlu tutulacak. Bazen Jacop camdan çıkıyor el sallıyor, bazen de tayyi mekan yapıp etraflarda onlarcası dolanıyor.


Hiçkimse...

Hiçkimselerle dolu bir film. Herkesin tamamen yabancılaştığı, kendini bile tanımaz olduğu ya da olmak istediği cinsten bir hiçkimsecilik mevcut. Köyün kaybolan berberi, kaçırılanları, aklını yitirenleri, sesli düşünerek ve tekrarlayarak anlamaya çalışan muhtarı, köyün bekçisi, onca karısı ve bir avlu dolusu çocuklu yiğidi, o yiğit kadar ün yapmış askerlere gerek analık gerekse kadınlık yapmış fahişesi hep hiçkimselere oynamıştır. Fahişeye, gazilere yaptığı kadınlık görevinden ötürü devletin ödül verildiği, yine o fahişeyle seviştiği sırada kaskatı kesildikten sonra ölen yiğide Gazi unvanı verildiği de söylentiler arasında. Ama ne bunları gören ne de ardakalan onca çocuktan haberi olan birileri yoktur.

Değinmek istemiyor ya da değinecek bir şey bulamıyorum, bilmiyorum. Ama mutlaka izlenmesi gereken film tavsiyeleri kısmına ekliyorum. Sinemalarda gösterime girmişti ama tamamen kalktı sanırım. Beklenen ilgiyi sinemada görmedeğini de festivaldeki kalabalığa şaşkınlıkla bakan yönetmenin şu ifadesinden anlayabilirdik : "Sinemada gösterilirken neredeydiniz !"


---- Film Sonrası ----

Yönetmen Ümit Ünal, filmin sonrasında sahneye çıkarak izleyicilerin sorularını cevapladı. Hz.Ali portresinin önünde sevişme sahnesinin ne denli gösterilmesi gerektiğini sordu. "Az gösterilse ve geçilse olmaz mıydı?" sorusuna yönetmen "kitapta değinildiği kadarıyla değindim ki bunun üzerinde bir hayli duruluyordu" şeklinde yanıtladı.

Meraklı
- Kitabı düşündüğünüz şekilde uyarladığınıza inanıyor musunuz?
Yönetmen - Hasan Ali' nin Gölgesizler kitabı dili yoğun kullanarak yazılmış bir kitap. Uyarlamakta zorlanacağımı düşündümi, hatta bir ara vaz da geçtim. O kadar karmaşık bir kitap ki içerisinden alacağınız fikirler oldukça farklılaşabilir. Ben biraz daha siyasi bakmak istedim.

Meraklı - İlk yapımcılığınız da bu zorlukta bir kitabı filmi çekmeye yeltenmek zor olmadı mı sizin için?
Hakan Karahan (filmin hem yapımcısı hem de oyuncusu) - Hayır. Belki de henüz kendi senaryomu yazmadığımdan uyarlama bir senaryonun zorluğunu kavrayamamış olmamdan. Ama daha zor kitap getirin, onu da seveyim, onun da filmini yaparım. ( bu hoşuma gitti:)

Kendisine sorduğum yegane soru karşılığında ise "Ara" filminin dvd'sinin yakında çıkacağını öğrendim, onu da paylaşmadan geçmeyeyim.

Filmin Yönetmeni : Ümit Ünal
Senaryo : Hasan Ali Toptaş (roman), Ümit Ünal
Oyuncular : Altan Erkekli, Taner Birsel, Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Selda Özer, Ahmet Mümtaz Taylan, Ertan Saban

# Diğer Festival Günlükleri #

12 Nisan 2009 Pazar

Festival Günlüğü # 8 / Control Alt Del

Geçen sene festivalin en sevdiğim bölümü 'Amerikan Bağımsızları' idi. Bu sene bölüm kapatılmış ve hüsrana uğratılmıştım. Arkadaşın az biraz zorlaması ile Kanada yapımı bu Control Alt Delete filmine biletimizi aldık. Yer Atlas sineması: İlk kez giriyorum. Etrafı etraflıca süzüyorum. Ve geniş beyaz perdesi, locaları, hakiki balkonu, stad düzeni koltuk yerleşimi ile 10 üzerinden 8 puanımı veriyorum.. Ardından yerimi alarak önüme, sağıma, soluma, arkama geçip oturacak insanları bekliyorum. Önümüzde 7 kişilik bir kız grubu, (İşte bu beni baya bi rahatlatıyor. :)Sağımda bir çift, ( Bu da geriyor be beni :( Solumda 2 kadim arkadaşım, Arkamda 2lik boşluk ile yerimizi ciddi şekilde alıyoruz. Ve film:


'Herkesin bir sırrı vardır'. Hele ki 1'li 0'lı bilgisayar dilinin hayatımızı iyice içine aldığı şu günlerde...


Yıl 1999..Milenyuma az bir zaman kalmış. Bilgisayar programlama dili Y2K tehdidi ile karşı karşıya. Bu karakterlerimizin yer aldığı yazılım şirketinden bu Y2K tehdidini yok etmesi istenir. Baş karakterimiz bu olayın sırtlanıcısı konumuna terfi ettiriliyor. Onun yazdığı programlar sayesinde bu tehditin yok edilmesi düşünülür. Ancak bu baş karakterimizin bilgisayarlara karşı duyduğu cinsel istek elini kolunu bağlar. İşte bu ilginç 'bilgisayara karşı cinsel istek' ekseninde olaylar gelişir.


Filmin baş kahramanı olarak kafayı iyice bilgisayarla bozmuş birisini görüyoruz. Yan karakterlerde garip bir patron, bir adet sevgili, bir adet zenci kardeşimiz, bir adet komiklik görevini üstlenmiş baş kahramanımızın baş düşmanı kişi, bir adet pornocu ofis kızı ve bir çok adet ofis çalışanı..

Film festivalin ilk haftasında izlediğim en güzel, en komik, en aşırı (2de bir mastürbasyon veya pc ile ilişki) filmdi. Yanımdaki arkadaşımın sırf çekindiği için gülemediğini bizzat gözlemledim. Gitmenizi tavsiye ederdim ancak başka gösterimi yok. Bir şekilde edinip filmi izlerseniz pişman olmazsınız.
2008 Kanada yapımı. Yönetmen 'genç ustalar'dan Cameron Labine. (Gelecek için ışık gördüm diyebilirim :) ) Başrolde Tyler Labine ...
KONUK YAZAR: Kard (Tarık Okutan)

11 Nisan 2009 Cumartesi

Festival Günlüğü # 7 / La Belle Personne



La belle personne... Esasında bu başlığı sırf bu film hakkında konuşmak için seçmedim; başlığı seçtim çünkü size birkaç ''güzel insan''dan bahsedeceğim: Louis Garrel, Gregoire LePrince-Ringuet, Christophe Honoré, Clotilde Hesme, Alex Beaupain, Chiara Mastroianni, Lea Seydoux, Ludivine Sagnier.


Bu güzel insanları sizlere anlatabilmem için hikayenin en başına gitmem gerekiyor; yani 27.Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne. 14 Nisan 2008 Pazartesi 11.00 Rexx Sineması 21.sıra 17.koltuk. İşte tam da bu mekan ve zaman uzamında uzun süre etkisinde kalacağım; hatta etkisinden kurtulamayacağım bir filmi izledim: Les Chansons d'Amour. Korku filmlerini andıran bir sahneyle başlamıştı. Ve bu sahnede Ludivine Sagnier ve aşık olduğum adam Louis Garrel'i gördüm ilk defa. Tamamen yabancılardı bana, tanımıyordum onları. Fakat Alex Beaupain'in bestelediği De Bonnes Raisons adlı şarkıyı söylemeye başladıklarında ben de Fransızca biliyormuş gibi şarkıyı söylüyordum ve Louis Garrel'e aynı Ludivine Sagnier gibi cilveli bakışlarla bakıyordum. Bu iki kişi birbirine aşıktı; fakat aşklarında üçüncü bir kişi daha vardı: Clotilde Hesme. Bir yandan bu iki karaktere aşıktı Hesme, bir yandan da onların birlikte olmasını istiyordu. Hatta Sagnier'in Garrel'i kıskandığı yağmurlu Paris sokaklarında Je N'aime Que Toi şarkısını söylemeye başlayarak onların da eşlik etmesini istercesine ellerini birleştirmeye çalışıyordu. Paris ve aşk derken; Chiara Mastroianni, La Bastille şarkısı ile Paris sokaklarında Sagnier'in peşinden koşmaya başladı. Ablası olarak Sagnier'in Garrel ile olan endişesini bilmesi gerekiyordu ve bu konu hakkında konuşması gerekiyordu. Ve ölüm... Ölüm geldi ve Ludivine Sagnier'in karakteri filme veda etti. Sagnier'in veda ettiği bu anda tutkulu aşık Grégoire LePrince-Ringuet filme girdi. Ringuet, Louis Garrel'in karakterini her yerde takip ediyordu; fakat filmde söylediği şarkı La Distance gibi aralarında hep bir uzaklık ve mesafe vardı. Aşkta ve aşk şarkılarında da tutkunun yanında daima uzaklık da olmaz mı zaten?


4 Nisan 2009 Cumartesi 16.00 Atlas Sineması Loca 15. Ludivine Sagnier dışında aynı kişiler beyazperdede yine. Bu sefer aralarında Lea Seydoux var ve film Les Chansons d'Amour değil; La Belle Personne. Festival kitapçığı çıktığında izlemek için en çok heveslendiğim film bu olmuştu. Çünkü Les Chansons d'Amour'da olduğu gibi bu filmin yönetmeni de Christophe Honore'du ve Louis Garrel başroldeydi. Madame De La Fayette'in ''La Princesse de Cleves'' kitabından esinlenen La Belle Personne'da yine tutku, aşk, aldatma gibi temaların işlendiği filmde annesini kaybeden 16 yaşındaki güzeller güzeli Junie kuzeni Mathias'ın okulunda öğrenim görmeye başlar. Bu okulda İtalyanca dersi veren Nemours'un dikkatini çeker Junie. Fakat Junie sadece Nemours'un dikkatini çekmemiştir, bir yandan da sınıfın en sessiz öğrencilerinden Otto da Junie'ye aşık olmuştur. Otto'nun çıkma teklifini kabul eden Junie, İtalyanca dersleriyle birlikte Nemours'tan etkilenmeye başlar; aynı şey Nemours için de geçerlidir. Junie'ye olan aşkı ve tutkusu yüzünden yaşadığı ilişkileri sona erdirir. Fakat Junie bu ilişkilerin farkındadır ve bu yüzden de Nemours'a yakınlaşmaya korkmaktadır. Bir yandan Otto'yu da kırmak istemez; fakat zamanla Otto'nun duygularına olumlu bir tepki veremez hale gelir. Bu üçlünün arasındaki ilişki sonunda tutku dozajı yüksek bir hale gelir ve ölüm ile ayrılıkla biter.


Louis Garrel'in İtalyanca öğretmeni Nemours'u canlandırdığı filmde Lea Seydoux, Junie'yi; Gregoire LePrince-Ringuet ise Otto karakterini canlandırıyor. Louis Garrel ve Gregoire LePrince-Ringuet, Les Chansons d'Amour'da olduğu gibi tutkulu aşık iki karakteri canlandırıyorlar. Honore, bir önceki filminde olduğu gibi bu filmde de kamerasını Paris'in cadde ve sokaklarında müzik eşliğinde yürüyen Ringuet ile Garrel'e çeviriyor. İkiliye bu sefer Clotilde Hesme ve Ludivine Sagnier yerine Lea Meydoux eşlik ediyor. Louis Garrel'in karakteri Nemours çekici ve çocuksu bir yapıya sahip. Ringuet'nin karakteri Otto ise Nemours'un öğrencisi olmasına rağmen aşk konusunda daha olgun ve net bir duruşa sahip. Les Chansons d'Amour'dan sonra bu filmde ikilinin karakter profilleri yer değiştirmiş durumda.


Les Chansons d'Amour'a göre daha genç, karanlık bir film var karşımızda. Gerek Lea Meydoux, Louis Garrel ve Gregoire LePrince-Ringuet'in başarılı performansları gerekse Christophe Honore'nin başarılı perspektifi filmin çıtasını yükseltmeye yetiyor. Buna bir de Alex Beaupain'in müzikleri eklenince film harika bir seyirlik haline geliyor. Ve sinemadan bir sonraki Honore ve Garrel filmini beklemeye başlayarak çıkıyorsunuz.
KONUK YAZAR: Capoupacap

10 Nisan 2009 Cuma

Festival Günlüğü # 6 / Somers Town

- So, I'm gonna try and get in therewith her, so, when I get with her,
I'm not gonna be that comfortablewith you having pictures of my girlfriend,
so, d'you wanna give me them now or...


This is England ve Dead Man's Shoes filmlerinin yönetmeni Shane Meadows' in 2008 yapımı bu filmde 2 genç çocugun birlikte yaşadıkları bir takım olayları ve özellikle de aynı kıza hayran olup onu etkileme çabalarını gösteriyor. Aslında bunlardan pek de bahsetmiyor. Çünkü filmin süresi 70dk ve yönetmen bir çok şeyi yarım bırakıyor. Asıl sorun bu iki çocugun nasıl bir araya geldiğidir ki aha da soruyorum.

Tomo, ailesini terk ederek Londra'ya doğaçlama göç eden bir çocuk. Doğaçlama ise tamamen yerini buluyor, çünkü neden ailesini terk ettiği, neden Londra'ya geldiği, hatta bir ailesinin var olup olmadığı konusunda herhangi bir fikir verilmiyor.

Filmin diğer ufaklığı Marek, babasıyla birlikte Polonyadan göçmüş biri. Babasını her gün işe kadar yolcu eder, iş çıkışlarında ise onu çalıştığı yerden alır. Bu süre zarfında da meraklısı olduğu fotoğraf çekme meşgalesiyle vakit geçirir. Genelde çektiği fotoğraflarda ise hayran olduğu Maria vardır. Platonik bir aşktır Marek'inki. Tomo'nun önceki hayatında bilinmezlikler olduğu gibi Marek'inkinde de vardır. Annesi ile babasının neden ayrı olduğu bilinmez. Oysa bir diyalogta bu hususun geçmesine rağmen.

Maria için böyle bir geçmişi bilinememezlik yok mudur? Var tabi. Onun da ailesi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Belki de hikayenin öncesine değil de olana odaklanmamızı istiyor yönetmen. Bir soru daha soruyorum o zaman. Olan ne peki ?

Kendi hayatlarında bir takım sorunları olan bu gencin birlikte hoş vakit geçirmeleridir. (Geçirmeler dediğime bakılmasın yine, dediğim gibi yönetmen olabildiğince kısa tutmuş ve az'dan çok anlama yoluna gitmiş.) Her ne kadar birlikte eğlenebilir bir zamana sahip olsalarda filmin o siyah-beyaz rengi değişmemektedir hala. Taa ki o rengi veren şehirden uzaklaşıncaya kadar.

Filmin muhteşem diyebileceğim diyaloglarının yanı sıra müzikleri de oldukça hoştur. Yönetmenin müzik seçimindeki ( ya da her kimi görevlendirmişse bunun için) oldukça yerinde gitmiş. Anlatılamayanı müzik ile anlatıyor adeta. Ki bunu This is England ve Dead Man's Shoes filmlerinde de yapmıştı. This is England kadar çeşitliliğe sahip değildir,çünkü müzikleri hazırlayanlar sadece 2 kişidir, Gavin Clark ve Ted Barnes.

This is England filminin yönetmeni Shane Meadows ile ufak oyuncusu Thomas Turgoose 'u tekrar bir araya getiren bu filme daha fazla değinmek isterdim ama yönetmen pek değinmemiş ki ben değineyim. Sadelik çercevesinde güzelce anlatmış. Ama kısa bitirmiş gibi geldi orası ayrı.

# Diğer Festival Günlükleri #

6 Nisan 2009 Pazartesi

Festival Günlüğü # 2 / JUNGFRUKÄLLAN


JUNGFRUKÄLLAN
(Genç Kız Pınarı)


Festival kitapçığı ne zaman çıksa ilk olarak eski filmlere, iyi yönetmenlere yani dünya sinema tarihine adlarını sağlam puntolarla yazdırmış olanları arar gözlerim. Genç Kız Pınarı filmi de bu sene Bergman’ın festivale katkısı. Geçen sene Kurdun Saati filmini izlemiştim. Bu sene izlediğim filmi açmadan önce şunu belirteyim; Bergman daha hüsrana uğratmadı beni.


Filmlerinde dinsel temalara cesurca değinen Bergman, bu filminde de 13. yüzyılda bir halk şarkısı üzerinden çıkıyor yola. Film ateşle başlıyor ve bir dolu Hıristiyanlık göndermesi ile bezeniyor.


Bakire bir kız olan Karin, dini bir ritüeli yerine getirmek adına ailesi tarafında kiliseye gönderiliyor. Bu ritüelin önemini daha izlerken belli ediyor yönetmen. Gencecik kızın bir gelin gibi hazırlanması, ay gibi suratıyla birleşince karakterin her yanından saflık akıyor adeta.


Bu kiliseye giden yol, saflığın, temizliğin, bakire bir kızın hayatında çok büyük bir yere sahip olacak şüphesiz ama öyle olmuyor. Yol da engeller onun peşini bırakmıyor bir türlü. Bergman, ana karakteri Karin’i bir peri masalı kahramanı gibi iyi bir şekilde sunuyor bizlere. Ölümü onların elinde olacağı 2 çoban ve bir kardeşi ile ekmeğini paylaşması, filmin sonlarına doğru izleyenin aklına geliyor bir daha.


Öldürdükleri kızın ailesini bilmeyen çobanlar ve kardeşi, kızın evine kızın elbiseleri ile gidiyor. Bakireliğini tescil ettirmek isteyen ve evlenene kadar kimseyle birlikte olmak istemeyen Karin’i, tecavüz ederek ardından öldüren bu dağlılar o elbiseleri aileye satmaya çalışınca işler ortaya çıkıyor.


Bergam film boyunca bu karşıtlıkları çok iyi kuruyor. Karin’in etrafında birden çok engeller koymuş. Özdeşleşiyorsunuz kızla.


2 çobanın erkek kardeşi ise film boyunca Karin kadar naif bir rolde karşımızda. Karin’in ailesi ile yemek yerken, büyükleri rahatlıkla yemek yerken o, cinayet anının tanığı olarak hiçbir yemeği yiyemiyor. Günahsız biri olarak betimleniyor adeta. Ama Karin’in babasının gazabına o da uğruyor.


Genel olarak sinematografik baktığımız zaman ise, yakın plan ve ışık kullanma üstadı olan Bergman,, yine imzasını atıyor. Her plan Bergman kokuyor. Persona, Yedinci Mühür, Kurdun Saati, Yaban Çilekleri ve en son olarak Genç Kız Pınarı… Birbirlerinin devamı gibi planlar var bu filmlerde. Kameranın anlamlı olarak sağa, sola track yapması, durağan giden filme bir nebze hareket katıyor.


Bir toparlama yapacak olursam; su-ateş karşıtlığı filmin çatısını oluşturuyor. Karin’in yanına giden babası ölü bedenini topraktan kaldırdığı zaman, başının olduğu yerden bir su kaynağı çıkıyor. Günahsızlığa, bakireliğe sağlam bir gönderme ile sonlanan film, babasının kızının katillerini öldürdüğü elleriyle tanrı’ya kilise yapacağı sözünü vermesi ile izleyeni bir süre koltuğuna yapıştırıyor.


KONUK YAZAR: cem
http://asmali-mescit.blogspot.com/


# Diğer Festival Günlükleri #
# Diğer Konuk Yazarlar #

5 Nisan 2009 Pazar

Festival Günlüğü # 1 / Appaloosa

28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinin bana uzanan perdelerini, bugün izlediğim Appaloosa ( Kanun Benim ) filmiyle araladım. 1 yıl olmuştu sabah bu heyecanla kalkıp sokağa çıkmayalı, 1 yıl olmuştu Emek Sinemasında film izlemeyeli. Hasret giderme günüydü benim için. Ama bir gariplik vardı.

Haftasonu oluşundan mıdır, bir kovboy filmi oluşundan mıdır ya da hepsinden öte mevcut ekonomik krizden midir bilinmez ama sinemada oldukça büyük oranda boşluk göze çarptı. Belki de sadece pazar sabahı saat 11 de oluşundandır. Tabii bu sadece ışıklar kapanıp film başlayıncaya kadar düşünülecek şeyler, film başlar ve odaklanması gereken o sevdiğimiz beyaz ekran olur ve öyle de oldu.

APPALOOSA

- Ya da Bay Hitch vurur. Kanun böyle.
- Senin kanunun.
- Aynı şey.




Kasabanın öldürülen Şerif'inin katillerini bulması için kasabaya yeni bir görevli atanır. Şeriflerden daha üstün bir yetkiye sahip Marshall ünvanı ile Virgil Cole ( Ed Harris ) ve yardımcısı Everett Hitch ( Viggo Mortensen ). Aslında Hitch, Virgil Cole' un sadece yardımcısı değildir. Onun eksik yapısını bütünleyen önemli bir parçadır. Zaman zaman üstlendiği görevi farklı da olsa doğru olan budur.

Virgil Cole sıkı bir kanun adamıdır. Her ne kadar bazı kanunları kendi de koysa, değiştirme imkanı olmasına rağmen, boyun eğdiği de olmakta. Beraber olduğu kadınların sadece fahişeler ve kızılderililerden oluştuğu ve onları sadece birlikte olma amaçları ne ise o amaç doğrultusunda kullanan Virgil Cole, ilk defa bir kadına karşı bir şeyler hissetmektedir. Onu tanıyanlarca bu bir kıyamet alemetiydi. Ucuz otel köşelerinin ucuz muameli fahişelerinden sonra; düzgün konuşan, piyano çalabilen, ağzını kibarca yemek yiyebilmek için de kullanabilen Allison French ( Renée Zellweger )'den etkilenir. Bir çok hayatta olduğu gibi hayatına sadece bir kadın girmemiştir artık. Kavram kargaşaları, düzensizlik de kadının gelişi ile başlar (bkz. Gemide ).

Ama filmin asıl adamı Hitch ve olayı da Hitch'in o tamamlayıcılığıdır. Allison ile girdiği diyalog sonucu, hoşlandığı kadın karşısında kendini bir anda ezik hisseden Cole, işleri sadece bira içmek olan iki kişiye haksız bir saldırıda bulunur. Hitch devreye girer ve o an Cole'daki eksikliği tamamlar; Sakinlik.

Takılır arada bir, uygun kelimeyi bulamaz, bazen de kullanılan kelimeleri anlamaz ve araya yine Hitch girer ve Cole'daki eksikliği tamamlar; Kelime dağarcığı.

Dediğim gibi Virgil Cole kanunun gücüne tamamen inanan bir kişilik. İşte bu yüzdendir ki kendisini işinden edecek olsalar da, hatta sevdiğini elinden alsalar da, bunun kanunda bir müeyyidesi olmadığından bir şey yapmaz, yapamaz. Tam bu sırada devreye yine Hitch girer ve bunu yine Cole için yapar: Kanunsuzluk.


Kısacası, günümüzde seyrek yakalayabildiğimiz kovboy filmlerinden ayağıma kadar gelen bu filmi kaçırmadığım için sevinçliyim. Bunu Emek sinemasının o şaşaalı görüntüsü ve ambiyansı eşliğinde izlemek de ayrı bir keyifti. Ama festival sönüklüğünün - en azından Hacitokankoli ile bizim hissettiğimiz- bir an önce geçip daha fazla heyecan bulma arzusu içerisindeyiz.
İyi festivaller.

# Diğer Festival Günlükleri #

1 Nisan 2009 Çarşamba

Almost Famous


"Lots of music, lost of drugs, lost of sex... That's the rock'n roll..."


"Hayranlık ile dinlediğimiz grupların hayatı gerçekten de hayran duyulası mıdır?" veya "Karizmasına sahip olmayı isteyen binlerce kişinin bulunduğu, Nirvana'nın solisti Kurt Cobain neden intiharı seçti peki?" olmadı bir de "Bakma sen onların eğleniyor göründüklerine, içlerinde derin bir boşluğa sahipler." gibisinden soru ve yargılamalarla karşı karşıya kalan bir kavram şu Rock'n Roll denilen.

İşte biraz olsun bu yaşamın iç dünyasını bize gösteren bir film. Ablasının kendisine bıraktığı bir çanta dolusu müzik plaklarıyla hayatına farklı anlamlar katan ufak bir gencin, dergiye yazmak için bir grubun peşinden gidişinde karşılaşmış olduğu, yer yer tahmin etmediği bir yaşam tarzıyla karşılaştığı bir dünyadan bahsediyor diyebiliriz kısaca bu film. Filmde sevilen grup ve sanatçıların isimleri ya da müzikleri geçtikçe insan bir garip oluyor ( en azından müzik çantasından çıkan Bob Dylan plağı diyebilirm kendi açımdan). Çocugun hayatını değiştirecek daha kimler var peki bu çantada diyorsanız da; The Beach Boys, Led Zeppelin, The Rolling Stone, Cream, The Who, Simon & Garfunkel, Black Sabbath, Jon Anderson... Filme ara ara eşlik de ediyor bu isimler.

Filmde usta oyuncu Billy Crudup bir gitaristi canlandırırken, her ne kadar bunu kabul etmese de bir groupie olan Penny Lane'i ise güzel oyuncu Kate Hudson canlandırıyor. Yönetmenliğini ise sadece bu film ile oscar kazanan Cameron Crowe yapıyor. Filmin uçak sahnesinde gülümsediğinizi - gülümseyeceğinizi ve Elton John' un Tiny Dancer şarkısına büyük bir zevkle eşlik ettiğinizi - edeceğinizi buradan görüyor gibiyim:)