28 Nisan 2010 Çarşamba
Paris’te İlk Tango
Şehirlere gitmeden azıcık ucundan bilgi sahibi olmadan gitmem, ama insanların dedikleri, orada burada okuduklarımın bende bir önyargı oluşturmasına izin vermem elimden geldiğince. Bordeaux’tan Paris’e giden trene yarı kaçak bindiğimde içimde değişik bir his vardı, sanki mutluluğun daha önce hiç girmediğim bir kapısından girecek, hayata daha önce hiç bakmadığım bir yönden bakacak, olayları değerlendiren merkezine beynimin, bir katman daha yardımcı bilgi dağarcığı eklenecekti. Geç saatte vardık menzilimize, o geceyi 4 gün sonra yatak bulmanın sevindirikliğiyle uyuyarak geçirdik. Sabah erkenden kalkmak için biyolojik saatlerimizi kurmuş vaziyette.
Sabah ilk işimiz akşamdan gördüğümde dumurlarda yatıya kaldığım metro sistemine kafadan dalmak oldu. Ufak tefek tüyolar ve daha önce şehri gezmiş arkadaşımın hafızasındakilerle başladık şehir turumuza. İlk menzilimiz Zafer Anıtı idi. Ben açıkçası bir numarasını göremedim, Fransızlara hissettirdiklerini hissettirdiğini söyleyemeyeceğim.
Şanzelize adlı piyasa caddesine geçtik sonra (yazım yanlışı kastidir, öyle 4965926 harf yazıp 4 harfi okumak olmaz) . Cadde pahalı dükkânlar, sandalyeleri dışarıda yürüyenleri izlemek için dükkânlarına sırtını dönmüş hoşbeş mekanları, Fransa’nın insanlara göstermek istediği bir sürü halt ile ağzına kadar doluydu. Fazla reklam yüklemesi yapmışlar ki, hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece Paris’in adına şan katan kısmın ne kadarının çimentoyla olduğunu ilk defa orada düşündüğümü hatırlıyorum.
Yürüyerek Louvre Müzesine kadar gittik oradan. Arkadaşım daha önce gördüğü her yerde olduğu gibi yine buraya girmemize gerek yok edebiyatına geçti, ben de en az 3 gün içeride geçirmeden gezdim diyemeyeceğim için girmedim. Yine de içeride olanlardan bazılarını görmek için tekrar oraya gideceğim, ölmezsem.
Upuzun ve insanlarla dopdolu yollar boyunca beyaz bir toz arkadaşımın koyu renk pantolonunu kirletti, bense bunun tadını her tarafıma yayılan tozları şekiller oluşturacak şekilde silkeleyerek çıkarttım. Oraya buraya yaptıkları yapak göllerin etrafına koydukları sandalye ve şezlonglarla takdirimi kazandı Paris Büyükşehir Belediyesi. Metro ile tüm trafiği çözmeleri ise bize otobüsü metrobüs adı altında çılgın bir icatmış gibi sunan milyar dolarlık trafik çözümleriyle eğlenceler çıkartıp ömürler tüketen İstanbul sorumlularını hatırlattı. Tamam, bizim şehrin altı tamamen tarihi eser belki, bu mazereti bir kenara yazıyorum, ama muhtemelen magmaya kadar öyle değildir. Metroların bakımsızlığını ve tehlikeliliğini söylemezsem en büyük kısmı atlamış olurum.
Portekiz’de bir tane bile güzel kıza rastlamamış iki erkek olarak Paris’in kızlarının bizi böyle derinden etkileyeceğini Bordeaux istasyonunda anlamıştık. Oradan “kaldırdığım” arkadaşla, Mustafa’yı çantaların başına bırakıp bir şehir turu yaptık. Barcelona’dan sonra en güzel kızlar Paris’teydi. Herkes de öpüşüyordu zaten. Hatta Fransa’nın nesi ünlü diye sorsalar, hiç düşünmeden öpücüğü derim, o derece.
Gustave Eiffel’in tasarladığı opera binası ve tabii ki Eiffel Kulesi de gezimizden nasibini aldı. Fotoğrafçı arkadaşım geceleyin güvenliğim altında yaptığı çekimlerdeki fotoğrafların güzel paralara satılabileceğini söyledi. İçinde ben olduğum için para etmeyecek olan birisini burada paylaşıyorum.
Son olarak Amelie filminin iki hastası olarak Moulin Rouge yakınlarında olduğunu bildiğimiz cafeye gittik. Dizaynını biraz değiştirmişler cafenin, ama sanki zaman ilerlemiş de değişmiş gibi düşündüm ben. Garson kızlardan birisini Amelie’nin yerine koydum, ama ne yazık bizim ülkemizde fotoğraf otomatı yok ve bu yüzden ben koleksiyonunu yapamıyorum o resimlerin. Tuvaletine de gidin yolunuz düşerse(cafeye yolunuz düşerse), filmi hatırlayanların yüzünde bir tebessüm bırakacaktır.
Paris’te Son Tango ve Angel-A adlı filmlerin akılda kalan mekanlarına da rotamız çarptı, özellikle Angel-A filminin ünlü köprüsünde en az film yapımcıları kadar zaman harcadık:P
Paris’in kozmopolitliği beni çok şaşırttı. Ben şehirde Fransızlar da olur zannetmiştim. Hello diyene Aleykümselam der gibi Boğujouğuv (bonjur) diyen bu götü kalkık, milliyetçi piçleri hiç sevmedim açıkçası. Birisine İngilizce bilip bilmediğini sorduğum bir esnada aldığım yaklaşık otuz saniyelik ve Fransızca öğrenmemi tembihleyen, başka dil kullanmamın yanlışlığından bahseden, en sonunda da “no english” diye biten performanstan sonra ettiğim İngilizce küfürleri çok iyi anladığı suratından belli olan teyzeden biliyorum, İngilizceyi hiç anlamayan birisine rastlamanız çok zor. Götlüklerinden konuşmuyorlar. Metronun yarısı zenci insanlarla dolu, sanki Afrika’ya çektirdiklerinin acısını her gün birkaç Fransız’ın metroda dayak yemesiyle ödüyorlar. Türk polisi orada olsa şehrin yarısına kimlik sorar, dörtte birini de nezarete atar.
Paris; en ünlü yapıtı Fe kodlu, halk arasında demir olarak bilinen metalden bir kule olmasından da anlaşılacağı üzere demir ve betonun buluşmasından elde edilmiş çılgın bir diyar. Bu kadar betonu oncacık nehrin kaldıramayacağını haritaya da baksam anlardım, ama gördüm ve eminim, Paris de İstanbul’un eline su dökebilecek bir şehir değil. Paris’e insanlarının, devletlerinin ve coğrafyalarının toplamı olarak bakıp dünyanın götü diyebilirim. Zaman zaman onlar da kral olur, bilirsiniz.
İnci sözlükçüler için özet: Gidin, kızları güzel. Dikkat edin kendinize.
24 Nisan 2010 Cumartesi
Alıntı ve Sahne #7
Yoksa kendi mezarımı mı kazıyorum?
2006 yapımı Letters from Iwo Jima'da evine bir an önce dönmeyi isteyen Saigo'nun kazdığı siperlerle ilgili düşünceleri.
"Emret komutanım,demek,emret öleyim,demektir.Çünkü askerlik,ölmenin emredilebileceği tek meslektir.Hatta emre karşı gelmenin cezasının da ölüm olabiliceği tek mesletir"
'Ziyan' adlı romanında Hakan Günday asker psikolojisini okuyuculara sunmaya çalışırken,eleştirilerilerinde bir hayli haklıydı.
23 Nisan 2010 Cuma
Lars Von Trier ve Avrupa Üçlemesi
Sinemanın izleyiciyi iki ayrı kutba ayırdığı en belirgin noktalardan biride hiç kuşkusuz Lars Von Trier'in yapımlarıdır.İlk filmi Element of Crime'dan itibaren yapımlarında kullandığı teknikler kimisi için sinemayı ve dolayısıyla izleyiciyi manipüle ettiği bir oyun,onu anlamaya çalışan ve tekniğine hayran olan kişiler ise günümüzün en yenilikçi,özgün yönetmeni olduğu kanısına varır.Sinemanın klasik kalıplaşmış değerleriyle oynayarak yapımlarında sinemanın nasıl olması gereketiğini sorgularken Avrupa üçlemesi adını verdiği ilk yapımlarında da ışık ve renk oyunlarıyla deneysel işlere el atmış,ilerleyen yıllarda da birçok bağımsız yönetmene ilham olucak olan Dogma 95 manifestosunun öncülüğünü yapmıştır.Trier sinemasının zaman içinde yenilikler maruz kalmış,kural olarak nitelendirdiği manifestoyu zaman içinde unutturan yapımlara geçiş yapmış ve Avrupa'dan Amerika'ya uzanan üçlemeleri ile günümüz sinemasında dahi/deli sınırlarında gezinmeye başlamıştır.Zaman zaman tutarsız davransada Trier ile ilgili söylenebilicek olan en önemli şey hiç kuşkusuz nevi şahsına münhasır bir sanat doğrusu olduğudur.
Avrupa Portresi
Trier sinemasının ilk örnekleri niteliği taşıyan bu filmler kronolojik olarak sıralıyacak olursak;Element Of Crime,Epidemic ve Europa şeklinde ilerler.İçeriğin Avrupa üzerinden anlatımı nedeniyle trilojiye Avrupa adı verilmiştir.Her üç filminde içerikle birlikte biçim ve filmlerin ana kahramanlarıda benzerdir.Özellikle yapımlarında esas karakterlere hipnoz yöntemini kullanması,Element of Crime'ın renk kullanımında ortaya koyduğu rahatsız edici gerçek dışılık,Europa'da siyah-beyaz ilerleyen filmin zaman zaman karakterlerinin renklendirilmesi Trier'in ilk yapımlarında birşeyler aradığının farklı bir sanat anlayışı olduğunun göstergesidir.Bu yapımlarında Alman dışavurumculuğu ile Amerikan kara-film eserlerinden feyz alan Trier bireylerin yabancılaşmasına dikkat çeker.Gerçek ile bilinçaltının içiçe geçtiği bu yapımlarda anlatmaya çalıştığıyla genel olarak karanlık bir Avrupa portesi çizmiştir.Sergilediği Avrupada insana dair üç şey vardır:salgın,suç ve savaş.Bu kabusların etkisinde kalan insanlık kıtaya ayak basan karakterlerin doğrularını kaybetmelerine yol açıyor.
İdealizm Eleştirisi
Trier Avrupa üçlemesinin ana karakterleriyle ilgili "doğruluk adına yaptıkları her şey bir şekilde yanlışa dönüşen" (anti)kahramanlardır" demiştir.Element of Crime'da bir cinayet vakasını çözmek adına Avrupa'ya dönen eski polis Fisher'ın zaman içinde yakalamaya çalıştığı seri katil gibi yaşamaya başlayıp onu anlamaya çalışmaya gitmesi ve şiddete bulaşması Trier tarafından bizlere şiddetin toplum içinde her bireyde açığa çıkabilicek bir davranış olduğuna suça yatkınlığın doğuştan varolduğuna ayrıca polis teşiklatlarının suçun kendisini doğurduğuna atıflar vardır.Suçluya karşı suçlu gibi davranılırsa toplum içinde şiddetle sorun çözülebiliceğine dair bir kanı oluşturulmuş olur.Dr.Fisher'ın idelist tavırları Avrupa'ya ayak bastığında devam etsede Avrupa'nın karanlık yüzünde Avrupa'ya dönüşen Fisher zamanla ideallerinden uzaklaşmıştır.
Epidemic yapımında yazdıkları senaryonun kaybolmasıyla yeniden senaryo yazmaya uğraşan yönetmen ve senaryo yazarının farkında olmadan yarattıkları salgınla yüzleşmesine yer verilir.İki farklı öykünün içiçe geçmesi sonucu yazarların yarattığı Dr.Mesmer karakteri salgın haline gelen virüsü engellemek adına yollara koyulan idealist biridir lakin çantasında taşıdığı virüs ile salgının yayılmasına sebep olmuştur.İzleyiciyi oldukça rahatsız eden salgına yakalanan kızın cinnet geçirilmesiyle ilgili filmin içinde Trier bizi yönetmen rolünde şu şekilde uyarmıştır:"Film dediğin ayakkabının içine kaçan taş gibi olmalıdır." İdeallerinin peşinde yenik düşen anti kahramanımız Dr.Mesmer son idealist olmayacaktır.
Europa'da karanlık,kasvetli ve 2.dünya savaşı yorgunu olan Almanya'ya gelen Amerikalı Leo Kessler dünyanın iyi bir yer olduğuna ve insanlara yardım ederek dünyaya katkı sağlayacağını düşünen idealist biridir.Zentropa adındaki trende yataklı vagon kondüktörü olarak çalışmaya başlayan Leo zaman zaman katı kuralların arasında sıkışıp kalır ve savaşın halen Nazi yanlıları için sürdüğü bir ortamda dünyayı daha iyi bir yer yapmak adına çıktığı bu yolculuk verilen kararlar yüzünden ters tepmeye başlar. İdeallerinden son ana kadar vazgeçmeyen Leo'nun saflığı ve Alman darkafalığının yarattığı kaos durumu savaş sonrası Avrupa portresini şekillendirir.Leo'nun amcasında tezahür eden kurallara sadakat şu sözlerle varlığını belli eder: " Görülecek birşey yok".Sorgulamanın yasak olduğu ve verilen emirler karşısında hata yapma lüksünün olmadığı Zentropa'da politik bir gerilimin Avrupa geleceğine tesiri konu edilir.Tren ve faşizm'in birbirine girdiği filmde 'görülecek birşey yok' repliğiyle boyun eğen bir halk yaratmaya çalışıldığıdır.Savaşı kaybetmiş olsa bile faşizmin etkilerini Almanya derhal silememiştir.
Hipnoz ve Bilinçaltı
Avrupa üçlemesinde Trier bilinçaltının oynadığı oyunları ve hipnoz'u karakterleri üzerinde önemli bir unsur olarak kullanmıştır.Element of Crime'da bilinçaltına yapılan yolculuklarla Avrupa tasviri izleyicilere aktarılır.Renklerin sarının kirli bir tonunda olması bilinçaltı yolculuğunun bizlere sunumunda o havayı solumamıza yardımcı oluyor.Flashbacklerle hipnozu gerçekleştiren ile Fisher arasında sağlanan yolculukta imgelerin önemli bir yer tutması ve yolculuğun Fisher'ın tasarladığı dünyada gerçekleşiyor olması bir takım soruları izleyici için cevapsız bırakır.
Epidemic yapımında senaryo yazan iki arkadaşın hayal dünyasında oluşturdukları Dr.Mesmer karakterinin gerçeğe dönüşmesi ve virüs salgınını yayması beynin yanılsamasıdır.Virüs salgınının film boyunca incelenmesi ki ortaçağda insanların korkusunun veba olması ve üzerinde durdukları bu virüsün tekrar ortaya çıkması beynin saplanmış olduğu korkuların karşımıza çıkmasıdır.Filmin sonlarına doğru da salgına maruz kalan kızın cinnet geçirmesi ve hipnoz sahnesiyle bilinçaltının sunduğu gerçekliği Trier bizlere aktarır.
Üçlemenin ardından tekrar farklı arayışlara girmiş,biçim ve çekim olarakbirbirinden ayrı işler ortaya koymuş olsada değişmeyen tek şey masal anlatmak yerine bize gerçekci sert yapımlara sunmaya çalıştığıdır.
21 Nisan 2010 Çarşamba
Yeni Sinema Günleri
Bu nedenle Yeni Sinema Hareketi tarafından yapımların izleyiciyle buluşması adına Ortaköy Feriye Sinemasında 23 Nisan-9 Mayıs tarihleri arasında etkinlik düzenleniyor.Bu vesileyle kısa bir süre önce kapılarını kapatan Feriye Sineması etkinlik için Umut Sanat tarafından yeniden açılıyor.Bu etkinlikte 17 gün boyunca 17 filmin gösterimi yapılacak.Gösterimi yapılacak filmler arasında 11′e 10 Kala, Hayat Var, İki Dil Bir Bavul, Nokta, Pandora’nın Kutusu, Sonbahar, Süt, Uzak İhtimal, Bornova Bornova,Kıskanmak ve Üç Maymun gibi birçok festivalde ödül almış yapımlar var.Film gösterimlerinin ardından sinemanın kafeteryasında düzenlenecek söyleşilerle izleyicler yapımların yönetmen,oyuncu ve yapımcılarıyla buluşma fırsatı da yakalayacak.
Etkinliğin bilet satışları 19 Nisan Pazartesi başladı.Fotoğrafların üzerine tıklarsanız filmlerin gösterim tarihlerine ve bilet fiyatlarına bakabilirsiniz.
Barcelona Burada İzlenir
Barcelona'nın tren garına geldiğimizde hem beni hem arkadaşımı bir "noluyor lan" bakışı aldı. Tren istasyonu bizim Sabiha Gökçen havaalanımızdan konforlu ve aşağı yukarı aynı standartlardaydı. Bir hostelin aşağı yukarı adresi vardı elimizde, gittik çantalarımızla, bulamadık, döndük gara geri. Orada uyuduk. Uyumadan önce tekrar ettim Gaudi adlı mimar azmanının neler yaptığını ve neler göreceğimizi.
İşini iyi yapan üç beş adamla dünya değiştirilir derim ben. Gaudi'ye bağlamayacağım direk, önce futbol takımı. Katalonyalılar'ın aşık olduğu bu takımın stadını görmeye gittik bugün. Stadlarını öyle bir pazarlama harikası sistemle donatmışlar ki, bizim ülkemizde sadece maç günü kazanılan parayı standart günde, ayda kazanılan parayı da tek bir maç gününde kazanıyorlar maliyet muhasebesi bilgimin elverdiği bilgilere göre.
Roma'dan Floransa'ya giderken nerelisin dediğim Amerikan çocuk "Bastınn" şeklinde cevap verdikten sonra bana aynı soruyu yönelttiğinde, "Ordu" şeklinde cevap vermiştim, çocuğun cevabını yadırgadığım için. Katalonyalılar bence rahatlıkla Barcelonalıyım diyebilirler. Katalonya ne lan!
Olimpiyat köyü, "vay anam vay kamil neler olmuş yaa" dedirten limanları ve inanılmaz abartılmış sahilleri ile Barcelona bu sene ilk defa denize girdiğimiz, üstsüz ablalarla altı üstü muhabbet ettiğimiz ilk yer oldu. Güneşlenin ama denize çok zorda kalmadıysanız Malaga'ya kadar kendinizi tutup girmeyin.
Antony Gaudi inanılmaz bir adammış. Şöyle anlatayım, Dolmabahçe sarayında altın kaplama odalar, kaç milyon dolar eder lan bu dediğimiz ufacık alanlar gördüm, rehberimiz "büyük salonu görünce şaşıracaksınız" demişti. Sonra eklemişti; "Şaşıracaksınız dememle beklentilerinizi yükseltmenize rağmen şaşıracaksınız" Gaudi bu rehberin demek istediği şeyi yapan bir adam olmuş. Yaptığı eserleri mimarlar ve fizikçiler beraber inceleyip bize neler döndüğünü anlatmalı. Fotoğraflarına bile bakmaya kıyamayıp üstünü örttüğümü gözönüne alırsanız bu adamın eserleriyle karşılaştığımda neler hissettiğimi anlayabilirsiniz. Sevdiğim kız gelmiş, beni bir kere öper misin demiş gibi oldu, durup dururken.
Mimar Sinan'ın birkaç yüzyıl sonra gelmiş versiyonu gibi olan bu adama hayranlığım şehri santim santim nakış gibi işlemiş olmasını gözlerimle gördüğümde daha bir arttı. Adam sanatçı sıfatıyla muttasıf kılınırsa diğerlerine sanatçıkcı falan demek gerekiyor kanımca. La Sagrada Familia yazıp aratırsanız bir arama motorundan, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bugün, Ankara'nın en çok nesini seversiniz sorusuna verdiği, İstanbul'a dönüşünü veren çevirmen, yazar ve şair (ismi lazım değil artık) insanın; eski dönem Türk yazarlarda sıklıkla görülen bir hastalığa, yabancı ülkelerdeki konuları, teşbihleri ve örnekleri bize getirerek prim yapma hastalığına bulaştığını birinci kulakla duydum. O aslen Madrid'in nesini ve Barcelona'ya dönüşünü şeklinde olan bir kalıpmış. Kalıbına tüküreyim ben o adamın.
Velhasılı kelam, yarın akşam ayrılacağım bu şehirdeki ilk izlenimlerim bunlar. Ne yazıktır ki hala olayın sarhoşluğunda olduğumdan piyango kazanmış adamın ilk dakikalardaki işlemcisinin hızında çalışıyor kafam. O yüzden sıradaki yazıma kadar Vicky Cristina Barcelona! (sonuçta burası hala sinema blogu sayılır, filme bağlamak lazım)
Not: Fotoğrafları en yakın zamanda hem Roma hem Barcelona için olan yazılarda ayrı ayrı ekleyeceğim.
20 Nisan 2010 Salı
Bisiklet Hırsızları
Al Capone
Orijinal Adı: Ladri di Biciclette
Yönetmen: Vittorio De Sica
Senaryo: Vittorio De Sica, Oreste Biancoli, Suso D’Amico
Oyuncular: Lamberto Maggiorani (Antonio Ricci), EnzoStaiola (Bruno), Lianella Carell (Maria)
1948 / İtalya / İtalyanca / 93 dakika
Her şeyin net bir şekilde görüldüğü bir yaşam kesiti izlediğimiz. Filmde her şey kısa ve etkili bir anlatımla anlatılmış. Altı çizilen bazı konular seyircinin gözünün içine sokulacak kadar vurgulanmamakla birlikte ortaya bırakılmış bir şekilde dikkatli izleyicilere sunulmuş sanki. Gerçi bu kadar önemli bulunan ve afiş afiş anlatılan bu filmi “öylesine” izlemek de söz konusu olamaz herhalde.
Filmde özellikle karakterlere yüklenen davranışlar çok başarılı olmuş. Ekranda ilk olarak subaşında görülen Maria karakterinin hızlı hareketleri sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan yokluk içindeki bir kadının doğal telaşı olarak görülüyor. Kovaları taşırken kocasından yardım istememesi, kocasının işi alamamak konusundaki lanetlerini dinlerken hızlı ve pratik bir çözümle (söylediğine göre) çeyizinden kalan güzel çarşafları satma fikri hep cefakâr ama kararlı ve güçlü kadını işaret ediyor.
Baba karakterinde filmin başından sonuna alttan alta bir şaşkınlık hâkim. İşsizliğin had safhada olduğu dönemde iş bulanların isimleri okunurken kalabalığın arasında kendisini olmaması şaşkınlığın en net görüldüğü yerlerden biridir. Ancak aynı sahne babanın umutsuzluğunu da ifade ediyor olabilir. Daha sonra bisikletiyle birlikte işini kaybetmesi de hayata yeniden bağlanmasını sağladığı için adamda bu kadar büyük bir etki bırakmaktadır (Vazgeçmekten vazgeçmiştir). Ne yapacağını bilmeyen çaresiz bakışlar ve davranışların sıkça görüldüğü baba karakterinin aslında çekingen ve kısmen “pısırık” olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Ancak yönetmen korkak karakterlerin de duruma göre ne kadar yürekli olabileceğini gerek hırsızı yakaladığı gerekse bisikleti çaldığı sahnelerle izleyiciye direkt olarak aksettirmektedir. Bununla birlikte kilisede ayin sırasında gelen kişilerin sadece yemek amacıyla ayine katıldıkları da gözden kaçırılmamalıdır. Açlık ve çaresizlik öyle bir boyuttadır ki, baba Antonio kilisede olay çıkarmaktan çekinmez ve bu son sahnede bisikleti çalmadan iç hesaplaşması ahlaki değerlerin aşılmasındaki zorluğu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Ve en büyük karakter Bruno. Çocuk oyunculardan bile genellikle fazla beklentim olmamasına rağmen sonradan oyuncu olmadığını öğrendiğim Enzo Staiola’nın performansı için mükemmel demek fazla olmaz sanıyorum. Duyguları doğrudan seyirciye aktaran bu küçük, film boyunca babasının yanından ayrılmıyor. Fakir ailede herkesin sorumlulukları olduğu bir kez daha görülmüş oluyor. Bisikleti temizlemesi, kardeşi üşümesin diye pencereyi kapaması, dışarıda bir işte çalışması, gerektiğinde babasına kafa tutması ve babasını düştüğü zor durumlardan kurtarmak için harekete geçmesi normalde küçük bir çocuktan beklenmeyen sorumluluklardır. Yine de küçük bir mutluluk, çocuğun çocuk olduğunu hatırladığı anlardaki gözündeki ışığa yansımaktadır.
Ebru
http://sadecee.blogspot.com/
17 Nisan 2010 Cumartesi
Batı Roma'dan Kim Kaldı?
Şimdi hiç gitmemiş birisine Roma'yı çok güzel anlattım diyebileceğim şekilde anlatıyorum.
Bizim Aspendos'u alıp şehrin göbeğine yerleştiriyorsunuz. Bunu Roma Olimiyat Stadı olarak her türlü de kitlerdim de, iyi günümdeyim. Sonra Haydarpaşa Garı ve Karaköy Ziraat bankası gibi Alman mimarisi kokan, ince uzun (Türk Mimarisi daha yayvandır) bir sürü binadan kopyala yapıştır metodu ile oraya buraya koyun. Arka sokak falan diye bir şey yok, her taraf böyle Haydarpaşa Garı gibi olmalı. Sonra Fener Rum Patrikhanesi modelinde ama on katı büyüklüğünde, girişinde garip giyinimli adamların olduğu bir kilise yapın, adı Vatikan olsun.
Bizim Topkapı Sarayı'nın uzaklardan görünebilen kulesini alın, seri üretimle 300 tane kadar yapın şehre su dağıtır gibi dağıtın.
Şehrin ortasından nehir geçirin, bunu hayal edemeyenler Boğaz'ın otuzda biri kadar kaldığını düşünsünler, 50-60 metre gibi yani.
Dolmabahçe Sarayı ve Bodrum taraflarındaki antik kalıntıları çeşitli oranlarda karıştırıp 5-6 tane kocaman yapı halinde yakın yerlere koyun. Önlerine Taksim'deki özgürlük anıtının 20 30 katı büyük ve güzel heykeller koyun, o heykellerin 5-6 insan boyunda olanlarından basit kiliselere bile yerleştirin, Sümela Manastırının beyaz mermerden olan halini de koyun birkaç kiliseye.
Ayasofya'nın minareleri hariç olan kısmındaki büyüklüğü hayal edin, içini güneş alabilir şekilde tasarlayın ve orasında burasına freskler falan koyun yine. Kafasında iyilik yuvarlağı olan adamlardan bir milyon tane üretip bu kiliselerin duvarlarına JPEG halde yapıştırın.
Bizim arkeoloji müzemizde ve ülkenin her tarafındaki tarihi 2000 yıl kadar olmuş korunan eserleri getirip 5-10 futbol sahası kadar bir bölgeye yığın. Başka bir yere de sadece bir futbol sahası kadar yapın.
Arabaları %20 küçültün, mobiletlileri % 500 artırın, lise mezunu ortalamalı ve rastgele seçilen 2-3 milyon İstanbullu'yu şehre İtalyanca dil seçeneği yüklü vaziyette doldurun.
BM'ye kayıtlı 192 ülkeden nüfüslarına göre turist isteyin, sokaklara serpiştirin. Her köşe başına garip garip meziyetleri olan sokak sanatçılarından koyun. Onları izleyen insanları da izleyip izleyip kaçan tiplerden yapmayın. Sonracığıma, kocaman kocaman parklar yapın. O kadar kocaman ki, ortasında kocaman bir göl olabilsin ve o gölde yarım saat boyunca kayıkla her dakika yeni bir şey keşfederek gezebilin.
72 milletin üzerinde yayım yayım yayıldığı merdivenler koyun her yeri göbek olan bu şehre. Merdivenlerin üzerinde çiçekler falan da olsun. Fazla uzaklara gitmeden kocaman bir de aşk çeşmesi yaptırın. İnsanların attığı bozuk paraları toplayan "körolası çöpçüler" tandanslı aşk hırsızlarını da unutmayın.
Esmer esmer adamlar bulun, bizim çingeneleri solaryuma sokarsanız süper yakalarsınız rengi, bunların eline kah bir demet gül, kah birkaç kilo incik boncuk verip insanların üstüne salın. Belediye otobüslerinin hepsini 2005+ model yapın ve şöförlere istediğiniz yerden istediğiniz yere gidin diyin. Kornaları alın tüm araçlardan.
Çağlayan Meydanı'nı beş sene boyunca düzenleyin, bitti bu dediğinizde 3-5 kat büyütüp şehrin 8-10 yerine koyun. Bizim Sultanahmette duran dikilitaşlardan sokak lambası yapacak kadar laubalileşin.
25 derece güneşli İstanbul havası da koyun.
Roma'nız hazır.
11 Nisan 2010 Pazar
Blog Ödülleri 2010
Blogu takip eden ve blogun formatını beğenen arkadaşlar için bir hatırlatma yapalım.Bu yıl 3.sü düzenlenen blog ödüllerinde Sigara Yanıkları olarak Kültür/Sanat kategorisinde yarışmaya katıldık.Eğer oylamaya katılmak ve bize destek olmak istiyorsanız aşağıdaki linkten blogumuza oy verebilirsiniz.
http://2010.blogodulleri.com/frame/show/sigara-yaniklari-365
Henüz oylama için üye olmadıysanız buradan hemen kayıt olabilir ve oylamaya katılabilirsiniz.
Herkese şimdiden teşekkürler.
10 Nisan 2010 Cumartesi
Emek Sineması
10 Nisan 2010 Cumartesi akşamı İKSVaryetenin hazırlamış olduğu organizasyona katılmak üzere Emek Sineması'na gelecekler için bir yaka kartı hazırladık.Bu yaka kartıyla, İstiklal caddesinde bulunup da hala Emek sinemasının başına gelenleri bilmeyenleri haberdar etmek amacındayız.
Her ne kadar inanılmaz gibi görünse de, caddenin bir sokak ötesinde neler olduğunu bilmeyenler var.
Yaka kartlarını takmak mecburi değil, tabii. Ancak, kişilerin farkındalığını arttırmak için bir yol olabilir.
http://img693.imageshack.us/img693/9025/emeksinemasiyakalik.jpg
Linkteki dosyayı indirip, yazıcıdan çıktısını alarak yaka kartlarınızı elde etmiş olacaksınız.
Herkes yanında birkaç tane yedek yaka kartı ve toplu iğne getirebilirse daha çok kişinin haberdar olmasını sağlayabiliriz.
Bir de bu linkten online imza atabiliyoruz
emeksinemasiniyasatalım.org
Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyız!
Hepimize kolay gelsin...
9 Nisan 2010 Cuma
İdeofoblara ve Aksiyon İktidarsızlarına
Kültürlerin yönetimi ve günümüz diliyle söylemek gerekirse "toplum mühendisliği" bu adamın ilgi ve bilgi alanlarından birisi. Hızlı devrimcilere, tek başına çağ açıp kapayan mastürbatif hayal kahramanlarına da sosyolojiyi kalkan olarak kullanıp sık sık tabanın zıpladıkları yükseklikten çok uzakta olmadığını hatırlatır bu karizmatik şahsiyet.
Kısa film çekme planları yapan, bir tek; kamera, oyuncu ve senaryo eksiği olan öğrenciler, insanlar iki taraftan bu adamın konu mankeni oluyorlar. Birincisi mastürbatif ve eyleme dönük olmayan tesanütleri hasebiyle aslında sıfır olmalarına rağmen, kafalarından geçen bir "keşke" ütopyasına plan süsü vrmeleriyle kendilerini sıfırın zıttı olan bir zannetmeleri. İkincisi ise kitleleri ve kütleleri etkileme gücü yüksek bir koca araca, bir sabinin silaha yaklaştıkları gibi yaklaşmalarında. Sinema dünyayı yönetmenin üç anahtarı varsa birisi olmayı çok rahat hakedebilen bir kalem bu nazarda.
Şimdi Cemil Meriç'in bahsettiği onlarca adamdan bakabildiğim üç beş tanesinden aşırılmış, kolay cümlelerden kolajlarla neler oluyor havasında bir okuma deryası da sunabilirim burada, ama okumayı seveceğim türden yazılar yazmak daha eğlenceli olduğundan, sinema üzerinden bir neler oluyor hayatta bakışıyla, makro anlamda neler oluyor bu alemde, bırakıyorum bakış açılarınıza.
İlgilenenler bilirler, Jack Welch adlı, GE duvarına "faşo Ceo" yazmayı normal kılacak kadar sert bir adam vardır. Bu adamın reklamlarla ilgili söylediği bir söz burada Cemil Meriç ve İbni Haldun'un önüne geçiyor: Eğer satışlarınızı artırmadıysa, reklamcının altın gergedan bile alsa hemen kovmalısınız!
Bize balık nasıl tutuluru analtan değil de, tuttukları balıkları servis eden-edecek müstakbel ve mevcut, sinema kanallı toplum mühendislerimize saygıyla.
7 Nisan 2010 Çarşamba
Hayao Miyazaki Filmografisi #2
Anime 1930lu yıllarda İtalya'da hava korsancılığının tavan yaptığı bir dönemi ve ödül avcılığı yapan uçak savaşçılarının arasında geçenleri ve bu ödül avcılarından en önemlisi olan domuz Porco Rosso'nun hikayesini anlatmaktadır.Porco Rosso 1.Dünya savaşına pilot olarak katılmış olan ve en yakın dostunu bu savaşta kaybederken domuza dönmüş olan erdemli biridir.İnsan ırkına olan inancını yitirmiş,tanrının onu yalnız yaşaması adına domuza çevirdiğini düşünmektedir.Bununla birlikte şefkatli,duyarlı bir kişiliğe sahip olması ve kimseye boyun eğmemesi,yeteneğininde etkisiyle halk arasında tanınmasını sağlamaştır.Kırmızı savaş uçağıyla rüzgarda adeta resitaller sunan Porco Amerikalı hava korsanıyla çekişmesinin dışında İtalyan hava birlikleri tarafından da zorlanmaktadır.Kendi içinde kimlik sorunları yaşayan geçmişinin etkisini yaşamında her daim hisseden Porco'nun hava birliklerine cevabı nettir.
Porco Rosso:Faşist olucağıma domuz olmayı yeğlerim.
Bir insanın sevgisiyle tüm insan ırkını aklamasını ve kurbağa prens masalına benzeyen sonuyla Miyazaki'nin yapımları arasında en çok sevdiğim anime olmuştur.Miyazaki'nin uçaklara olan ilgisi ve sonrada açıkladığı üzere kendini gerçek hayatta domuza benzetmesi ve animelerindeki domuz karakterlerin kendisini temsil ettiğini belirtmesi sonucu bir nevi Miyazaki Porco Rosso'yu kendisi için yapmıştır.
Mononoke hime / Princess Mononoke
Kurtlar tarafından büyütülmüş olan bir kızın ormanı insanlardan korumak için giriştiği mücadeleyi ve bu mücadelenin içinde üzerindeki laneti kaldırmak için ona yardım etmeye çalışan anti kahraman Ashitaka'nın yaşadıklarını aktarmaya çalışan Miyazaki toplum ve doğa temasını bir kez daha kullanımıştır.Emelleri uğruna doğayı yok etmek isteyen ortaçağ insanlarının hem birbirleriyle hemde doğayla giriştikleri savaş ve ormanın ruhunun yok olması durumunda ekosistemin nasıl etkileneceğini vurgulamaya çalışmaktadır.Miyazaki'nin animenin içine işlediği kodamalar(Miyazaki külliyatında en çok sevdiğim karakterdir),doğanın ruhu,ashitaka'nın üzerindeki lanet gibi sembolik varlıklar animenin konusuna etki eder durumdadır.Örneğin film boyunca demir kasabanın hükümdarı eboshi'nin doğaya nedensiz yere olan öfkesi,prenses mononoke'nin insan ırkına olan nefreti her ne kadar insani duygular olsada bunların bizi kötülüğe ittiğini gözardı edemeyiz.Ashitaka'nın öfke ve nefret kontrolüde bundan kaynaklanmaktadır.Her ne kadar istediği herşeyi başaramamış olsa da laneti kaldırmaktan ziyade hem doğayı hemde doğaya zarar vermeye çalışan Eboshi'yi koruması doğa ruhunun yeniden doğmasından değilde olaylara karşı takındığı tavır nedeniyle üzerindeki lanetten kurtulmuştur.Bu yapımda da bir kadın kahraman vardır ve Miyazaki bununla ilgili erkeklerin zor bir durum karşısında bir nevi hayvansal içgüdüleri ile saldırıya geçtiğini, ama kadınların duygusal yapıları nedeniyle durumu anlayarak kabullendiğini ve bunun duygusal bir etki bıraktığını; ayrıca bir erkek olarak kadınların hareketlerinden ve davranışlarından etkilendiğini ve bu etkiyi yansıtmak için kadın karakterler seçtiğini belirtmiştir.
Ayrıca Miyazaki'nin çoğu filminin başlığında 'No' sözcüğü geçer. Beraber çalıştığı yapımcı Suzuki Prenses Mononoke'nin ilk adı olan Ashitaka'yı beğenmedi ve içinde no geçen adların daha çekici olduğunu söyledi. Bunun üzerine Miyazaki filmin adını Prenses Mononoke'ye çevirdi.
Howl's Moving Castle / Hauru no Ugoku Shiro
Miyazaki'nin Avrupa sinemalarından etkilenmiş ve Komşum Totoro'daki Totoro karakterinin batı masallarından animeye dahil ettiğini söylemiştim.Howl'a Moving Castle da batıya ait bir masalın Miyazaki eli değmesiyle oluşan bir anime.
Üvey annesi ve kardeşleriyle yaşayan Sophie'nin bir cadı tarafından 90 yaşında yaşlı bir kadına dönüştürülmesi ve bu laneti üzerinden kaldırmak adına çıktığı fantastik yolculukta Howl'un hareket eden kalesinde hizmetçi olarak çalışmaya başlamasıyla hikaye şekillenir.Yakışıklı,genç kızların ruhunu çalan,etrafındaki insanları etkilemekten zevk alan şımarık bir bireydir.Bu görünüş ve davranışların altındaysa esasında oldukça yalnız,başkalarının varlığına muhtaç birisidir.Ayrıca Miyazaki'nin diğer animelerindeki karakterlerinin aksine yaşına uygun davranmaktadır.Sophie ise yaşından daha olgun davranan yaşlı olduğunda Spirited Away'de ki yaşlı cadıya benzeyen fakat bu haliyle bile iyi olan birisidir.Miyazaki'nin yapımlarında mutlak kötülüğün olmadığından dem vurmuştuk birbirine benzeyen iki karakterin iki farklı yapımda iyi ve kötüyü canlandırması da bu nedenle göze batmıyor.Her bir karakterin içinde saf bir iyiliğin olduğunu hissediyoruz.Ayrıca Sophie'nin mutlu oldukça genç haline dönmesi ve Howl'a olan aşkının anlatımı oldukça muazzam.
Gake no ue no Ponyo / Ponyo on the Cliff
Kırmızı bir elbise giyen ve insan olmayı kafasına koymuş olan bir balık olan Ponyo bir gün karaya çıkar ve onu bulan 5 yaşındaki Sosuke tarafından bulunup bir kavanoza yerleştirilir.Zaman içinde ikili arasında arkadaşlık doğar.Diğer yandan Ponyo'nun babası kızının okyanusa,ait olduğu yere dönmesini ister.Çareyi dalgaları yollamakla bulan babaya direnen Ponyo yaşadığı kabasanın ekolojik dengesinin bozmuştur.Kasaba sular altında kalmıştır ve halk elbirliğiyle kasabayı kurtarmaya çalışırken Sosuke ve Ponyo arasındaki arkadaşlıkta bu zorlu zamanda perçinleşecektir.Doğanın ritminin bozulması ve insanların birbirlerine yardım etmesi ve daha derine inmeden yalın bir anlatım seçmesi yönüyle Miyazaki'nin Totoro ile birlikte çocuklara en çok hitap eden yapımıdır.Doğanın korunması ve denizde yaşayan varlıklara saygı gösterilmesi adına çocukları eğitmeyi amaçlayan H.Miyazaki bu yapımla çizgisinin dışına çıkmıştır.Bu nedenle çoğu izleyicisinin beklentilerini karşılamasa da doğaya gereken saygının gösterilmesi adına eğitimsel bir postmodern masal anlatımı olan Ponyo,Miyazaki'nin eserleri içerisinde önemli bir yer tutar.
Ayrıca bu yazıda üzerinde durmadığım Spirited Away yapımıyla ilgili daha önce ayrıntılı bir yazı yazmıştım.Ona buradan ulaşabilirsiniz.
5 Nisan 2010 Pazartesi
Festival Günlüğü 2010 : Madeo
27 yaşındaki Yoon Do-Joon zihinsel engeli olan,geçmişini tam anlamıyla hatırlayamayan saf bir 'çocuk'tur.Kimi zaman arkadaşının ondan faydalandığı anlar oluyor,kimi zaman toplumun yüksek itibarlı insanları karşısında haklıyken suçlu duruma düşebiliyor.Neyseki hayatındaki bazı açıkları ona düşkün olan annesi kapatıyor.Zihinsel sorunları olan bir genç annesi olarak üzerine düşen herşeyi yapan,geçimini sağlamak adına işini yaparken bir gözlede oğlunu takip eden bir anne.Lakin tek kusuru fazla anlayışlı olması.Oğluna sözünü geçirememesi anne karakteri adına söyleyebiliceğimiz tek kusur.Eve sarhoş döndüğü bir gece yolda gördüğü kıza laf atan Yoon Do-Joon ertesi gün kızla karşılaştığı yerde kızın ölü bulunması ve yanında taşıdığı golf toplarından birinin olay mahalinde bulunması sebebiyle görünürdeki tek sanık olmuştur.Zihinsel engelli olması,ortada başka delillerin olmaması ve polis teşkilatının olayın üzerini çabucak kapatmayı istemesi sonucu hapse mahkum olan bir genç olmuştur.
Anne ise oğlunun suçsuz olduğuna inanmaktadır.Onun için Do-joon öldürmeyi akıl edemiyecek zararsız bir çocuktur.Annelik içgüdüsü ve oğluna olan sevgisi nedeniyle suçsuzluğunu kanıtlamak adına deliller arar.Bu yolun onu ters tarafa sürüklediği anlarda oluyor fakat her adım onu gerçeğe biraz daha yaklaştırır.Anne katilin peşindeyken bizde annenin peşinde sürükleniyoruz.Oğlunu koşulsuz korumak isteyen annenin en iyi yaptığı iş ise akupunkturla kötü hatıraları insanların beyninden silmektir.Madeo insanı rahatsız eden sonuyla oldukça çarpıcı bir yapım.
Yönetmen Bong Joon-Ho bundan önce Gwoemul (The Host) ve Salinui Chueok (Memories of Murder) gibi Kore'de ses getirmiş filmlerin yönetmenliğini yapmış bir isim.Özellikle Memories of Murder'ın gerçek bir hikayeden esinlenilerek yapılmış olması ve yönetmenin çarpıcı bir dille bu hikayeyi anlatmış olması onun adını diğer ülkelerde de duyurmasına vesile olmuştur.Filmde polis teşkilatının gene bu şekilde zihinsel engeli olan bir gence suç yüklemesi vardı.Bu yönüyle bakarsak yönetmen Kore polislerinin ve mahkemelerinin olayları derinlemesine incelemeden sanıkları suçlu tayin ettiğine dair hikayeler anlatarak bu kurumları eleştirmektedir.Her iki filminde ortak yönü bu diyebiliriz.Ayrıca polis teşkilatı içindeki sanıklara şiddet uygulama ve suçu zorla kabul ettirmede bir diğer eleştirdiği yönler.Bunları yaparken kimi zaman mizahi diyebiliceğimiz bir dili kullanarak anlatımın daha yapay olmasını sağlıyor.Madeo Asya'nın Oscarları sayılabilicek olan Asia Pacific Screen Awards'ta en iyi kadın oyuncu dalında anne karakterini canlandıran Hye-ja Kim'e ödül kazandırmıştır.
3 Nisan 2010 Cumartesi
Hayao Miyazaki Filmografisi #1
Sinema dünyasında Haneke'nin yapımları için izleyiciye nasılki 'huzursuz seyirler' vaad edilebiliyorsa Hayao Miyazaki'nin animeleri içinde izleyiciye 'huzurlu seyirler' vaadedilebilir.H.Miyazaki 1958 yılında zamanının ilk renkli animesi olan Hakuja Den'i izleyip bu animenin etkisi altında kalarak animasyon dünyasıyla ilk merhabalaşmasını yapmıştır.Mezuniyetinden sonra Toei Animasyon Şirketinde animatör olarak çalışmaya başlamış ardından ilerde birlikte Ghibli Stüdyosunu kuracağı Isao Takahata ile tanışmıştır.
Miyazaki kurmaca bir görsellikte ve hayali dünyada bizim sunulanı dış dünyadan bağımsız olarak algılamamazı ve bu kurguda bizlerin mutlu olmasını ister.Betimleme gücü ve nesnelerin objeleştirilmesi yöntemiyle bunları yapımlarında birer simge olarak kullanan Miyazaki sunduğu tüm karakterleri iyi ve kötünün net bir ayrımını yapmadan sunmaya çalışır.Çünkü görsel öğelerde iyi ve kötü kavramı birbirinden uzak tutulduğunda taraf olunur ve anlatılmak istenen ile izleyicinin algılaması farklı noktalarda olabilir.Kötü olarak nitelendirilebilicek karakterlerin bile insana itici veya soğuk gelmemesi,her birinin bir şekilde iyiliğe bulanmış olmaları bundandır.İnsani duygulardan herkes nasibini alır ve her ne olursa olsun ana karakterler kurgudaki mutluluklarıyla bizede umut aşılarlar.Yapımlarını izleyenler bilir genellikle çocuklar ve kadınlar ana karakter olur ve bu ana karakterler hiç bir zaman yılgınlığa düşmeden,içlerindeki umudu yitirmeden çalışarak daha iyiyi yapabiliceğine inananlardır.Bunun başlıca nedeni Miyazaki'nin mezun olduğu üniversitenin Japon İmparatorluk ailesiyle yakından bağının olmasıdır.Marksizm'den etkilenen Miyazaki'nin siyasi düşüncelerinin odak noktasını da bu düşünceler oluşturur.Karakterlere sorumluluk yüklemek ve onların kaldırabiliceğinden fazlasına dayanma dirayetini çalışarak elde edebiliceklerini sunması da siyasal düşüncelerinin etkisiyle gelişen mevzulardır.Örneğin yakın arkdaşı Mamaro Oshi(Ghost In The Shell'in yönetmeni) Miyazaki'nin tam bir 60lar solcusu olduğunu ve Ghibli stüdyosu içinde de Isao Takahata'nın (Grave Of The Fireflies'ın yönetmeni) Stalin'e benzer bir karaktere büründüğünü söylemiştir.Keza Stüdyo Ghibli olarak teknolojiye şüpheci yaklaşmlarıda bundandır.Örneğin Miyazaki çizimlerin çoğunu halen el yordamıyla çizmektedir.Teknolojiye körü körüne bağlanmayarak yapmış olduğu işin hayatının esas meselesi olduğunun kanıtıda budur.Miyazaki ile ilgili bu genel birkaç bilgiden sonra yönetmenliğini yaptığı sinema yapımlarından bahsedelim.
Kaze no tani no Naushika / (Nausicaä of the Valley of the Winds)
Öncesinde Miyazaki 1979 yılında Tv serisi olan Lupin III'ün sinema filmini yapmıştır lakin ulusal anlamda tanınmasını sağlayan esas eseri budur.Manga olarak başladığı ve manga serisinin ilk 200-250 sayfasını animeye aktardığı sonrasında manga olarak 13 sene boyunca üretmeye devam ettiği bir seri.
Miyazaki bu yapımında büyük bir savaş sonrası yaşanmaz hale gelen doğayla savaş halindeki insanın sadece küçük adacıklarda varlığını sürdürebiliyor olmasını anlatmıştır.Ormanın güzelliği sadece dışarıdan öyle gözükür zira içinde kirlilik,kötülük beslemektedir ve bu kirliliğin nedeni küf bitkiler,mantarlar ve böcekler değil insanlıktır.Endüstrinin esiri olmuş insanoğlunun sonunu getiren medeniyet dünyanın ekosistemini bozmuştur.Bunun sonucunda doğa insandan hıncını çıkarmak istemektedir.Ana karakterimiz prenses Nausicaa ise olayları çözmeye uğraşır.Rüzgarlı Vadi Miyazaki'nin toplum eleştirisi yaptığı filmlerdendir.Miyazaki bu yapımla ilgili Darwinizmden etkilendiğini ve dinazorların yok olmalarına kafa yorduğunu ve medeniyetin de insanın sonunu getireceğine inandığını belirtmiştir.
Tenkû no shiro Rapyuta / Castle in the Sky
Kayıp kıta efsanelerine göndermeler barındıran içinde Miyazaki'nin uçan cisimlere olan ilgisini net bir biçimde ortaya koyan yapımdır.Miyazaki gençliğinde babasının savaş uçakları üreten bir şirkette yönetici olmasından çok etkilenmiştir.Animeye ilgi duyduğu ilk zamanlarda sadece uçak ve savaş gemileri çizdiğini insan çizmediğini farkeder.Bu yüzden çoğu yapımında uçan cisimleri görmek mümkündür.Gökteki Kale yapımında da Pazu Sheeta'yı gökyüzünden düştüğü anda yakalar ve zamanla kızın gizemli dünyasına ortak olur.Korsanlar,silahlı adamlar,hükümet yetkililerinin her birinin tek amacı içi hazinelerle dolu olduğuna inanılan Laputa adlı kayıp kıtaya ulaşmaktır.İçinde modernizasyona karşı eleştiriler barındıran saf sevginin filmde önemli bir yer tuttuuğu Studyo Ghibli'den çıkan ilk Miyazaki eseridir.
Tonari no Totoro / My Neighbor Totoro
Komşum Totoro için Hayao Miyazaki'nin en masum animesi dersek yanlış olmaz.Karakterlerin masumiyeti ve naifliği insana yaşama sevinci kazandırır.İçlerinde en ufak bir açgözlülüğün olmadığı karakterler üzerinden batı efsanelerine, masallarına doğu gözüyle bir bakış ve perili olduğu söylenen evde bile iyi hallerinden vazgeçmeyen bir aile.İki kız kardeş Satsuke ve Mei'nin anneleri hastanedeyken bile hiç moral bozmamaları ve omuzlarına yüklenen sorumluluk onları olgunluğa doğru itmektedir.Doğaya karşı nazik olunur ise onun bize vereceği cevabı da anlatan Miyazaki doğa ve insan arasındaki bağı bu yapımında etki-tepkinin olumlu yansıması olarak sunmaktadır.Rüzgarlı Vadi'de söylediğimiz insanın ekosistemi bozuk bir dünya yaratmasının tersine burada kahramanlarımız doğanın öneminin farkında ve masal olarak nitelendirdikleri Totoro'ya bu sayede kavuşuyorlar.Ayrıca hastanede yatan anne karakteri de Miyazaki'nin küçüklüğünden bir ayrıntı.Miyazaki çocuk iken annesinin uzun süreler hastanede yatması sebebiyle bir bakıma kendi çocukluğunda yaşadığı sorunu yapıma aktarmıştır.Ayrıca uçan cisim olarak bu yapımında kedi otobüs kullanması da yüzlerde ayrı bir tebessüme sebep olmuştur.
Majo no takkyûbin / Kiki's Delivery Service
Küçük Cadı Kiki içerisinde fantastik öğeler içeren bir yapımdır.13 yaşına geldiğinde cadılığın kuralı gereği evinden 1 sene boyunca ayrı kalması gereken Kiki'nin kedisi Jiji ile yaşadıkları anlatılmaktadır.Kiki'nin onca renk cümbüşü içerisinde siyah giyen biri olması tesadüfi değildir zira içinde bir takım sorunlar yaşamaktadır.Ayır kalmış olmanın verdiği sıkıntı,13 yaşında kendi ayaklarında durmanın verdiği zorluk ,uçamamanın getirdiği zorluk ve evden ayrıldıktan sonra içinde oluşan özgüven eksikliğine rağmen Kiki'nin yılmaması ve başarmaya çalışması onun mutluluğa doğru yol almasını sağlar.Başarmak için denemenin gereklililiği ve zorluklar karşısında yılmamanın önemini anlatan Miyazaki bu yapımında da uçan cisimlere olan ilgisini bir cadı üzerinden aktarmıştır zira Kiki'nin uçan süpürgesi vardır.Ayrıca diğer eserlerinde olduğu gibi ana karakteri küçük bir kız çocuğu olarak seçmesi de kadın karakterinin yapımlarında ne derece etkin olduğunu gösterir.Yapım yayınlandığı 1989 yılında Japonya'da en çok gişe hasılatı getiren film olmuştur.
Filmleri iki farklı post altında anlatmayı uygun gördüm gelecek yazıda da usta yönetmenin diğer eserleriyle ilgili genel bilgi vermeye çalışacağım.