25 Haziran 2021 Cuma

İSTANBUL’UN BEDELİ: FERAGAT

 

Kırsaldan kente göç, 1960lardan itibaren yoğunlaşmaya başlamış ve eski hızına ulaşamamış olsa da hala günümüze kadar devam eden bir olgudur. Bu göç serüveninin ekseri bir kısmı ekonomik neden çatısı altında toplansa da, bu nedeni oluşturan faktörler çeşitlidir. Kimisi köy hayatında miras yolu ile giderek ufalmış tarlaların yetersizliğinden, kimisi artan nufusun mevcut şartlar altında artık köy hayatının karşılayamamış olmasından, kimisi iyi durumda olsa da, ‘ama neden daha iyisi olmasın ki’ den. Ekonomik unsurun yanında, kırsalda yaygın olan kan davalarından kaçışların adresi de büyükşehirler oldu. Tüm bunların yanında başka bir unsur daha var ki, o da bu iki filme ( Ah Güzel İstanbul ve Muhsin Bey ) konu olmuş olandır; şöhret arzusu.


Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz , 1966 )

Ah Güzel İstanbul filmi 1966 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiş dönemin ve Türk sinema tarihinin önemli eserlerinden biridir. Siyah-Beyaz çekilmiş olan bu film, İstanbul'a göçün başladığı dönemi, tam da İstanbul'a göçün zirve yaptığı dönemde ve bu filme konu olan hayalin peşine düşeceklere bir uyarı mahiyetindedir. Film, ünlü olma hayali ile köyünden, ailesinden, geçmişinden, kimliğinden kaçmış bir genç kız olan Ayşe'nin (Ayla Algan) öyküsünü anlatıyor. Belki de kendi benliğini oluşturmak, içinde yatan kişiye ulaşmak için çıktığı bu yolda bedel ödemeyi de göze almış şekilde ihtiraslı ve azimli olan bu kız, yemeğin sonunda önüne konan hesabın külfetini kaldıramayacak oluşunu fark ettiğindeki yalnızlığı ve çaresizliğiyle başlangıç noktasının da gerisine düşmüş konumda buluyor kendini. Bu filmde Ayşe'nin hayat mentorlüğünü de tesadüf eseri tanıştığı eski İstanbullu, geçmişin varlıklı ama o anın varlıksızı olan Haşmet ( Sadri Alışık) üsteleniyor. Fotoğrafçılık yapan Haşmet, varlıklı bir aileden gelen ama dönemin çarklarında ezilmiş ve sıfırı bulmuş biri. Ayşe’ye olan tembihlerinde İstanbul'u hafife almamasını, bu şehrin içine aldığı insanı, bir asit kazanı misali erittiğini vurguluyor. İstanbul onun gözünde artık hayatı domine eden etkinin ta kendisidir. Ama yine de her şeye rağmen vazgeçilmez güzelliktedir.


Muhsin Bey ( Yavuz Turgul, 1987 )

Muhsin Bey filmi de 1987 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiştir. Bu filmde de hayalleri peşinde koşan bir genç vardır, Ali Nazik ( Uğur Yücel ). Film, İstanbul beyefendisi olan organizatör işiyle ilgilenen Muhsin bey ( Şener Şen) ile, Urfa’dan İstanbul’a türkücü olup kaset çıkarmak için göç eden Ali Nazik’in hikayesini ele alıyor. Ali Nazik’in mentorlüğünü üstlenen kişi olan Muhsin Bey aslında Ali Nazik’in karakterinin zıttı ve hatta Ali Nazik’in tabi olmak istediğini bu arabesk akımından nefret eden, İstanbul beyefendisi diye tanımlanmasında bir beis olmayacak birisidir. Muhsin Bey, doğudan İstanbul'a gelen ve oradan bu şehre getirilen her şeye karşı bir duruşta konumlandırıyor kendisini. Bu yüzden Ali Nazik'e karşı itici, hor görücü bir bakış açısını barındırıyor. Şehrin artık kebap kokmasından, şarkıcıların hızlı bir şekilde arabeske yönelmesinden rahatsız olan Muhsin Bey, hasbelkader kendisine ulaşmış Ali Nazik’i önce kendisinden itse de, çöküşte olan ekonomik durumunun belki de son kurtuluşunun bu çocukta olduğunu düşünmeye başlıyor. Ama kendisinden ve ilkesinden vazgeçmeden, arabeske bulaşılmadan bu iş yapılacaktı. Bir takım denemeler olsa da asla bir başarıya geçilemiyordu. Buna ne ekonomik durumu ne de dinleyici kitlesinin taleplerine karşı koyduğu tepkisi el veriyordu. Filmin kopma sahnesi ise bir gece vakti Ali Nazik’in apartman çatısında intihara girişme kısmı oluyor. İntihar sırasında Ali Nazik yüksekten korkar ve yanına gelen Muhsin Bey’den kendisini kurtarmasını ister. Muhsin Bey de yüksekten korkmaktadır, ucunda ölüm ve yok oluş var neticede. Ve gözü kapalı şekilde, aşağıya bakmadan Ali Nazik’in elini tutar ve “sakın gözünü açma, şimdi adımlarımız birbirine uymalı. Ben geri gidecem, sen de ileri. Tamam mı?” der ve bu şekilde o uçurumun, o yok oluşun kenarından kurtulurlar. Muhsin Bey’in kişiliğinden ve duruşundan feragat edeceği bu sahne ile simgelenir. Ali Nazik’in ileri adım atabilmesinin, kendisinin geri adım atabilmesiyle mümkün olacağı artık anlaşılmıştır. Karşılıklı karakter alaşımının başladığı ve filmin de, Ali Nazik’in de geri dönüşü bu simgesel sahne sonrasında yaşanmıştır.   

İstanbul’a gelmenin ya da orada iken tutunmanın artık bedellerinin para ile olmayacağının, bedelin kişilikten, hayat tarzından ve ilkelerinden feragat ile mümkün olabileceğinin anlatıldığı bu iki filmde, Ayşe bu bedeli kaldıramamış, Ali Nazik ise bedelini bildiği bu yolda rızasıyla ödemesini yapmış ve amacına ulaşmıştır. Hayalleri aynı olan her iki gencin tek farkı ise cinsiyet. Aynı ürünün bedeli, cinsiyetlere göre farklılıklar gösterebildiğini ve kadınlarda bu bedelin daha ağır olduğunu ya da aldatmacasının daha vahim sonuçlar doğurabileceğini de görebilmekteyiz. Bu demek değildir ki şöhret ürünü her zaman bu gibi bedeller ile alınır. Bunu diyemesek de bu ihtimallerin, özellikle geçmiş yıllarda oldukça yüksek olduğunu bilmekteyiz ne yazık ki. Mentorlerin kıyaslamasına bakacak olursak Ah Güzel İstanbul filmindeki Haşmet, İstanbul’a olan yenilgisini kabullenmiş ama bunu içerlemeden benimsemiş, hali vaktinden son derece tatmin bir kişilik. Muhsin Bey ise İstanbul’un bu dönüşüne dur demeye çalışmış, bunda başarılı olamayınca da kendi dönüşümünü gerçekleştirmiş birisi. Bu evrilişi kısa süreli olsa ve sonrasında yeniden eski Muhsin Bey’e geri dönmüş olsa da artık girişeceği yolun bedelinin ne olacağını çok iyi bilmektedir; feragat.

 

İstanbul’un şehir olarak dönüşümünün yanında, bireylerin de dönüşümlerine de tanık olduğumuz, kendinden vermeden şehirden bir şeyin asla alınamayacak oluşunu bu iki film bizlere gösteriyor. Önce radyo, sonra televizyon ile coğrafi kültür transferlerinin hızlanışıyla paralel şekilde artan bu hayal yolculuğunda ‘beni ne kadar meşhur yapabilirsin?’ diye sorana verilecek tek bir cevap vardı o dönem; “kendinden ne kadar feragat edebilirsen o kadar”.