Kırsaldan kente göç, 1960lardan itibaren yoğunlaşmaya başlamış ve eski
hızına ulaşamamış olsa da hala günümüze kadar devam eden bir olgudur. Bu göç
serüveninin ekseri bir kısmı ekonomik neden çatısı altında toplansa da, bu
nedeni oluşturan faktörler çeşitlidir. Kimisi köy hayatında miras yolu ile
giderek ufalmış tarlaların yetersizliğinden, kimisi artan nufusun mevcut
şartlar altında artık köy hayatının karşılayamamış olmasından, kimisi iyi
durumda olsa da, ‘ama neden daha iyisi olmasın ki’ den. Ekonomik unsurun
yanında, kırsalda yaygın olan kan davalarından kaçışların adresi de
büyükşehirler oldu. Tüm bunların yanında başka bir unsur daha var ki, o da bu
iki filme ( Ah Güzel İstanbul ve Muhsin Bey ) konu olmuş olandır; şöhret
arzusu.
Ah Güzel İstanbul filmi 1966 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiş
dönemin ve Türk sinema tarihinin önemli eserlerinden biridir. Siyah-Beyaz
çekilmiş olan bu film, İstanbul'a göçün başladığı dönemi, tam da İstanbul'a
göçün zirve yaptığı dönemde ve bu filme konu olan hayalin peşine düşeceklere
bir uyarı mahiyetindedir. Film, ünlü olma hayali ile köyünden, ailesinden,
geçmişinden, kimliğinden kaçmış bir genç kız olan Ayşe'nin (Ayla Algan) öyküsünü
anlatıyor. Belki de kendi benliğini oluşturmak, içinde yatan kişiye ulaşmak
için çıktığı bu yolda bedel ödemeyi de göze almış şekilde ihtiraslı ve azimli
olan bu kız, yemeğin sonunda önüne konan hesabın külfetini kaldıramayacak
oluşunu fark ettiğindeki yalnızlığı ve çaresizliğiyle başlangıç noktasının da
gerisine düşmüş konumda buluyor kendini. Bu filmde Ayşe'nin hayat mentorlüğünü
de tesadüf eseri tanıştığı eski İstanbullu, geçmişin varlıklı ama o anın
varlıksızı olan Haşmet ( Sadri Alışık) üsteleniyor. Fotoğrafçılık yapan Haşmet,
varlıklı bir aileden gelen ama dönemin çarklarında ezilmiş ve sıfırı bulmuş
biri. Ayşe’ye olan tembihlerinde İstanbul'u hafife almamasını, bu şehrin içine
aldığı insanı, bir asit kazanı misali erittiğini vurguluyor. İstanbul onun
gözünde artık hayatı domine eden etkinin ta kendisidir. Ama yine de her şeye
rağmen vazgeçilmez güzelliktedir.
Muhsin Bey filmi de 1987 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiştir.
Bu filmde de hayalleri peşinde koşan bir genç vardır, Ali Nazik ( Uğur Yücel ).
Film, İstanbul beyefendisi olan organizatör işiyle ilgilenen Muhsin bey ( Şener
Şen) ile, Urfa’dan İstanbul’a türkücü olup kaset çıkarmak için göç eden Ali
Nazik’in hikayesini ele alıyor. Ali Nazik’in mentorlüğünü üstlenen kişi olan
Muhsin Bey aslında Ali Nazik’in karakterinin zıttı ve hatta Ali Nazik’in tabi olmak
istediğini bu arabesk akımından nefret eden, İstanbul beyefendisi diye
tanımlanmasında bir beis olmayacak birisidir. Muhsin Bey, doğudan İstanbul'a
gelen ve oradan bu şehre getirilen her şeye karşı bir duruşta konumlandırıyor
kendisini. Bu yüzden Ali Nazik'e karşı itici, hor görücü bir bakış açısını
barındırıyor. Şehrin artık kebap kokmasından, şarkıcıların hızlı bir şekilde
arabeske yönelmesinden rahatsız olan Muhsin Bey, hasbelkader kendisine ulaşmış
Ali Nazik’i önce kendisinden itse de, çöküşte olan ekonomik durumunun belki de
son kurtuluşunun bu çocukta olduğunu düşünmeye başlıyor. Ama kendisinden ve
ilkesinden vazgeçmeden, arabeske bulaşılmadan bu iş yapılacaktı. Bir takım
denemeler olsa da asla bir başarıya geçilemiyordu. Buna ne ekonomik durumu ne de
dinleyici kitlesinin taleplerine karşı koyduğu tepkisi el veriyordu. Filmin
kopma sahnesi ise bir gece vakti Ali Nazik’in apartman çatısında intihara
girişme kısmı oluyor. İntihar sırasında Ali Nazik yüksekten korkar ve yanına
gelen Muhsin Bey’den kendisini kurtarmasını ister. Muhsin Bey de yüksekten
korkmaktadır, ucunda ölüm ve yok oluş var neticede. Ve gözü kapalı şekilde,
aşağıya bakmadan Ali Nazik’in elini tutar ve “sakın gözünü açma, şimdi
adımlarımız birbirine uymalı. Ben geri gidecem, sen de ileri. Tamam mı?” der ve
bu şekilde o uçurumun, o yok oluşun kenarından kurtulurlar. Muhsin Bey’in
kişiliğinden ve duruşundan feragat edeceği bu sahne ile simgelenir. Ali
Nazik’in ileri adım atabilmesinin, kendisinin geri adım atabilmesiyle mümkün
olacağı artık anlaşılmıştır. Karşılıklı karakter alaşımının başladığı ve filmin
de, Ali Nazik’in de geri dönüşü bu simgesel sahne sonrasında yaşanmıştır.
İstanbul’a gelmenin ya da orada iken tutunmanın artık bedellerinin para ile
olmayacağının, bedelin kişilikten, hayat tarzından ve ilkelerinden feragat ile
mümkün olabileceğinin anlatıldığı bu iki filmde, Ayşe bu bedeli kaldıramamış,
Ali Nazik ise bedelini bildiği bu yolda rızasıyla ödemesini yapmış ve amacına
ulaşmıştır. Hayalleri aynı olan her iki gencin tek farkı ise cinsiyet. Aynı
ürünün bedeli, cinsiyetlere göre farklılıklar gösterebildiğini ve kadınlarda bu
bedelin daha ağır olduğunu ya da aldatmacasının daha vahim sonuçlar
doğurabileceğini de görebilmekteyiz. Bu demek değildir ki şöhret ürünü her
zaman bu gibi bedeller ile alınır. Bunu diyemesek de bu ihtimallerin, özellikle
geçmiş yıllarda oldukça yüksek olduğunu bilmekteyiz ne yazık ki. Mentorlerin
kıyaslamasına bakacak olursak Ah Güzel İstanbul filmindeki Haşmet, İstanbul’a
olan yenilgisini kabullenmiş ama bunu içerlemeden benimsemiş, hali vaktinden
son derece tatmin bir kişilik. Muhsin Bey ise İstanbul’un bu dönüşüne dur
demeye çalışmış, bunda başarılı olamayınca da kendi dönüşümünü gerçekleştirmiş
birisi. Bu evrilişi kısa süreli olsa ve sonrasında yeniden eski Muhsin Bey’e
geri dönmüş olsa da artık girişeceği yolun bedelinin ne olacağını çok iyi
bilmektedir; feragat.
İstanbul’un şehir olarak dönüşümünün yanında, bireylerin de
dönüşümlerine de tanık olduğumuz, kendinden vermeden şehirden bir şeyin asla alınamayacak
oluşunu bu iki film bizlere gösteriyor. Önce radyo, sonra televizyon ile
coğrafi kültür transferlerinin hızlanışıyla paralel şekilde artan bu hayal
yolculuğunda ‘beni ne kadar meşhur yapabilirsin?’ diye sorana verilecek tek bir
cevap vardı o dönem; “kendinden ne kadar feragat edebilirsen o kadar”.