1950lerin Americasında; paltolu-şapkalı, ofiste çalışan ve sekreterleriyle yatan , üzerine de zipposuyla yaktığı sigarısını içen erkeklerden oluşan bu dönemde; geçen bir Amerikan aile dramı diyebiliriz belki de özetle. Ama olanlar bundan fazlasını oluşturuyor. En basitininden 1997de çekilen 11 oscarlı Titanic filminin bu iki aşığı tekrardan aynı sahnede (aynı filmden Kathy Bates da var, eklemezsek ayıp olur). Bu iki eski sevgiliyi bir araya getiren ise Kate Winslett'ın yeni sevgilisi, hatta kocası, Sam Mendes, filmin de yönetmenidir ayrıca.
Bu girişten sonra gelgelelim filme. "Genç Wheeler çifti" namıyla Frank - April çifti, dıştan bakıldığında, hatta çevresindekilere de sorulduğunda, yaşadıkları Revolutionary Road ' un en mutlu-uyumlu çifti olduğu izlenimi oluşuyor. Ama aslolan bundan ibaret değildir. Bunu çiftimize farkettiren ise John Givings adlı psikolojik bir hastadır. Nedense filmde kişi aklını yitirdikçe daha sağlıklı düşünmeye, bazı şeylerin farkına daha rahat varıyor gibi bir izlenim oluşuyor. Hepten deli olan John Givings bu farkındalıklardan başından beri haberdar iken, ara ara psikopata bağlayan April da gerçeği kabul kabulleniyor. Kabullenemeyenler ise filmde akli dengesi sağlıklı olan kişilerden oluşuyor. Sam Mendes'in neden bu konuda bir film çektiği anlaşılıyor bu noktada. American Beauty filminde de american aile düzenine içten içe veryansınlar edişini bu filmde de sürdürüyor. Her iki filmde de fikirsel olarak benzerliklerin dışında karakter olarak da benzerlikler var.
Filmde içten içe biriken öfkelerin zamanla dışarı fışkırdığı yerler vardır ki bunlardan biri de filmin başındaki tartışmalarıdır. (Bu tartışmaya kadar izlesem mi izlemesim mi düşüncemi ortadan kaldırmaya yetecek kadar kaliteli bir tartışma olmuştur kendileri kanımca :)
Diğer güzel sahneleri ise mahallemizin delisi John Givings' ın bulunduğu sahnelerdir. Buralarda film kendi fikrini sergilerken, Michael Shannon da oyunculuğunu bizlere sunuyor. Kendisinin oscar almasını dilerdim ama The Dark Knight filminin Joker'ine takıldı. Ki izlerseniz filmi siz de farkedeceksiniz, Michael Shannon'un canlandırığı John Givings karakterinde biraz Joker'i bulacaksınız. Yemek masasındaki konuşmasını "what happened?" deyişinde, Joker'in masa başında mafya üyelerine yaptığı konuşması hatırlayacaksınız gibime geliyor. Bu bi sahne çalımı mı, yoksa karakteri benzetme çabası mı bilmiyorum ama her ne ise çok yerinde olmuş.
Richard Yates' in kitabından uyarlanan ve American Beauty' nin yönetmeni Sam Mendes tarafından çekilen Revolutionary Road 27 Şubat tarihinde "Hayallerin Peşinde" adıyla Türkiye'de gösterime girecek, duyrulur.
Büyük güne, Akademi'nin seçtiği filmleri oscar ile ödüllendirmesine, 2 gün kaldı. Kimileri "ben oscarı önemsemem" dese de içten içe ne kadar değerli olduğunu herkes bilir. Buna Avrupa Sineması da dahil. Takip edenler de kendince bazen haklı bazen de haksız bulurlar. Ona değil de buna vermeliydi şeklinde. Kim ne derse desin, her dal için yalnız biri bu oscara sahip olacak ve bunu da 1311 üyesinin oyuncu olduğu 5830 Akedemi üyesinin oyları belirleyecek. Ama tabiki herkes gibi bizim de tahminlerimiz, bazı noktalarda da almasını dilediklerimiz var. Kuşkusuz adaylıklarda en çok konuşulan film Benjamin Button, fakat istediğini elde edeceğini düşünmemekteyim. Buyrun tahminler-dilekler. (ufak bi not: adayların sıralanışı da bir sonraki tercihimizin ne olduğu konusunda ufak bi tüyo vermektedir:)
-------------------
Film
Slumdog Millionaire
The Curious Case of Benjamin Button
Milk
The Reader
Frost/Nixon
Sitemizde yaptığımız ankette Benjamin Button ile kıyasıya mücadele eden Slumdog Millionere'in henüz Türkiyede vizyona girmemesi hasebiyle fazla bilinmediği kanısında olan Blog yöneticilerinin oyu Danny Boyle'un filminden yana.
Yönetmen
David Fincher - The Curious Case of Benjamin Button
Danny Boyle - Slumdog Millionaire
Gus Van Sant - Milk
Ron Howard - Frost/Nixon
Stephen Daldry - The Reader
Filmin güzelliği ile onun yönetilmesi eşdeğerde kavramlar değildir. Kuşkusuz Slumdog Millionaire filmi de çok güzel yönetilmiş, fakat filmdeki zaman kargaşasını bizlere pek karıştırmadan anlatabilen kurguya ve onu yönetene saygı duymak gerekir. Geçen sene Martin Scorsese yapılanın bu sene de David Fincher'e yapılıp, bu ödülü geçmişteki başarılı filmlerinin de adına vereceklerini düşünüyorum. Şayet Danny Boyle kazanırsa da sonuna kadar haketmiştir, afiyet olsun derim.
Erkek Oyuncu
Mickey Rourke - The Wrestler
Sean Penn - Milk
Frank Langella - Frost/Nixon
Brad Pitt - The Curious Case of Benjamin Button
Richard Jenkins - The Visitor
Mickey Rourke... Bu adam ödüller almayı hakediyor.Altın Küre ödüllerinde hakettiği verildi ki bunda da verileceğini düşünüyorum. Bir güreşçiyi, bir güreşçi gibi oynamak her yiğidin harcı değildir (oysa gerçekte ne kadar sempatik biri olduğunu BAFTA ödül törenin de görmüştük). Tıpkı bir gay'i, bir gay gibi oynayan Sean Penn gibi. Milk filminin yazısında da değindiğim gibi yakın tarihlerde eşcinsel karakterlere ödüller gitti. Akademi bunu yetersiz buluyorsa Sean Penn de bu ödülün sahibi olacak. Ama "yeter artık millet bizi de gay sanacak" diye düşüncelere giderlerse de oyun Mickey Rourke'den yana olacağını düşünüyorum.
Kadın Oyuncu
Kate Winslett - The Reader
Meryl Streep - Doubt
Angelina Jolie - Changeling
Anne Hathaway - Rachel Getting Maried
Melissa Chessington Leo - Frozen River
Aslında Revolutionary Road filmindeki oyunculuğu da aday gösterilebilirdi. Ama 2007'de Cate Blanchett' e verilen aynı dala iki farklı filmde aday gösterilme şerefini tattırmadılar Kate Winslett'a. Belki de buna gerek kalmadığını düşündüklerinden. Tahminlerimizin favorilerinden Kate Winslett'a oyumuz.
Yardımcı Erkek Oyuncu
Heath Ledger - The Dark Knight
Philip Seymour Hoffman - Doubt
Michael Shannon - The Revolutionary Road
Josh Brolin - Milk
Robert John Downey, Jr. - Tropic Thunder
Cevap verirken hiç düşünmediğimiz bir kısımdı burası. The Dark Knight filminin başarısının arkasındaki en büyük etken -gerek oyunculuğuyla gerekse ölümüyle- Heath Ledger'dır. Bu oyunculukla sinema tarihinin unutulmaz karakterleri arasına da Jokeri eklemiş bulunuyor. Joker zaten ekliydi demeyin, şimdi ayrı bir güzellikte ekli:) Bir de ben Michael Shannon'un filmdeki oyunculuğuna dikkat çekmek isterim ki onu da yakın bir zamanda sizlerle paylaşacam, bekleyin.
Yardımcı Kadın Oyuncu
Penélope Cruz - Vicky Cristina Barcelona
Marisa Tomei - The Wrestler
Taraji Penda Henson - The Curious Case of Benjamin Button
Amy Adams - Doubt
Viola Davis - Doubt
Sinema tarihinin unutulmaz kadın karakterlerin sayısı, erkeklerin sayısıyla kıyaslandığında bir hayli düşük. Maria Elena karakteri bir çok gönülde ikinci Marla Singer olabilecek nitelikte.Bunu bizlere iyi yansıtan Penelope Cruz'un da bunun hakkını alacağını düşünmekteyim. O olmadı mı, sırada Marisa Tomei var. Onu çıplakken izlemenin çok güzel olduğunu söyleyen Mickey Rourke gibi biz de aynı tadı aldık :)
Özgün Senaryo
Martin McDonagh - In Bruges
Andrew Stanton, Jim Reardon - Wall-E
Dustin Lance Black - Milk
Mike Leigh - Happy Go Lucky
Courtney Hunt - Frozen River
Tercihlerimizden ziyade dilediklerimiz kısmına bir örnek olsun bu kısım. Filmin ayrı bir tatlılığı var nedense. İngiliz aksanından dolayı mı desek, Ralph Fiennes'ten mi desek, Colin Farrell'den mi desek bilemedik. Sanırız senaryodan diye karar kıldık ve oyumuz da ona gidiyor. Wall-E 'nin o uzaylaşan dünyada mikroplaşan insanlar senaryosu da farklı ama ürkütücü olduğundan pek sevdiremedi In Bruges kadar.
Uyarlama Senaryo
Simon Beaufoy - Slumdog Millionaire
Eric Roth - The Curious Case of Benjamin Button
Peter Morgan - Frost/Nixon
David Hare - The Reader
John Patrick Shanley - Doubt
Filme giden ödül, senaryoya da gider kanısındayız. İzlediğimiz filmlere göre biraz farklı olduğundan; belki de masalsı tadından ötürü...
Kurgu
The Curious Case of Benjamin Button
Slumdog Millionaire
The Dark Knight
Milk
Frost/Nixon
Kurguda zamansallığın önemine dikkat çekiyor ve burda Benjamin Button diyoruz. Konusu itibariyle sıkı bir kurguya ihtiyacı olduğu ortada. Ve başarıyla da gerçekleşmiş.
Müzik
Slumdog Millionaire - A.R. Rahman
The Curious Case of Benjamin Button - Alexandre Desplat
Wall-e - Thomas Newman
Milk - Danny Elfman
Defiance - James Newton Howard
Hindistanda geçtiğinden dolayı "hadi ne zaman o iğrenç danslarını yapacaklar" diye beklerken güzel müzikler çıkıverdi karşımıza. Ama saolsun yönetmen bizleri boşuna bekletmedi, beklediğimizi filmin sonuna kaktırıvermiş :)
Animasyon Filmi
Wall -E
Kung Fu Panda
Bolt
Fazla bir şey demeye gerek yok sanırım. Wall-e işte...
Yabancı Film
Vals Im Bashir - İsrail
Entre les murs - Fransa
Der Baader Meinhof Komplex - Almanya
Okuribito - Japonya
Revanche - Avusturya
Bu sene ilk 9'a kalmıştı Üç Maymun. ilk 5 açıklanacağında umudum vardı. Bir kalabilseydi ilk 5e oyumuz direk ona olacaktı. Tahminlerimiz kısmından değil tabiki de dileklerimiz kısmından olacaktı. Fakat olmadı işte. Yine de teşekkürler Nuri Bilge. Biz sana ödülü verdik zaten de bir de sensiz düşünelim bu ödülü. O zaman da ortaya Vals Im Bashir çıkıyor. İsrail hükümeti, geçtiğimiz aylarda yaptığı askeri girişimleri (harbiden giriştiler yani) ile israilin tanıtımını oldukça yaptı zaten bizlere. Bu ödül belki onları -kendilerince- temizler diye düşündüğümden -yada düşündüklerinden- seçiyorum. Öyle işte.. Türk halkının genel kanısı, işin içinde israil varsa mutlaka bi p.çlik de vardır:)
-----------------------
Bu yıl 81. si düzenlenecek olan Oscar Ödül Töreni, geçen sene olduğu gibi bu sene de Kaliforniya'da ,Kodak Tiyatrosu'nda, yapılacak ve orijinal diliyle CNBC-e 'de, Türkçe çevirisiyle de NTV de, pazarı - pazartesiye bağlayan gecenin 01.00 saatinde canlı olarak yayınlanacak. Haberiniz ola.
Uzunca ismine rağmen kuşkusuz 2008'in en çok konuşulan filmlerinden The Curious Case of Benjamin Button. Hayatı tersten yaşama fikrini konu alan bu filmde, bize oldukça fantezi gelen bir hayatı son derece sıradan bir yapıda anlatması filme tat katan önemli unsurlardan. Nasıl yani ters yaşamak? onu biraz açayım. Yaşlı bir insanda bulunması gereken (ciltteki kırışıklık, gözlerdeki bozukluk gibi) tipik özelliklere sahip bir şekilde dünyaya gelen bir çocuğun zaman içinde kendisinde olan değişimlerle gencecik bir insan yapışına bürünüşünü anlatıyor. Tabi bu genç-körpe zamanının 50'li yaşlarına denk gelmesi de doğal.
Filmin, bu senaryo ile, Can Yücel'in "Hayata Tersten Başlamak" şiirinden uyarlandığını düşünenler bile var ( evet, ne yazık ki var). Can Yücel'in şiirindeki geriden başlama düşüncesi yıllardır kayıt yapan bi kameranın geri sarması misali. Oysa bu filmde kayıt tersten, ama baştan başlıyor.
Filmi izlerken zaman takibini zihinde sürdürmek gerekiyor. Şuan hangi zamanda ve bedensel olarak ne durumda diye her sahnede düşünmeniz 2 buçuk saatlik filme bağlanmanızı sağlıyor. Bu noktadan dolayı uzun oluşu sıkmıyor yani. İzlerken beni düşündüren bazı sahneler vardı. Hoşuma giden sahnelerin yanında bir de "şöyle olması gerekmez miydi?" diye düşündüğüm bir kısım var ki o da Benjamin Button'ın yaşının ilerlediği kısımlardaki bu zaman anlayışı. Doğuşta, bebek boyutunda bir yaşlı izleten anlayışın; ölümüne yakın zamanda da, yetişkin boyutunda bir bebek izletmesini beklerdim. Evet, 1,70 boylarında devasa bir bebek. Eğer bu noktada film ile aynı düşünceye sahip birisi çıkıp "kardeşim sen yanılıyorsun" diyorsa bana da anlatsın lütfen. Aklıma takılan bu ayrıntıya daha da fazla takılmadan diğer hususlara değineyim.
İzleyicilerin bazısını geren bir savaş sahnesinden öte beni en çok geren, Benjamin'in bu durumu karşısında Daisy' de oluşan o çaresizlik duygusu. Böyle bir durumda ben olsam ne yapardım diye sordum kendime ve ben de bir yanıt bulamadım ( bulan varsa yine bana sölesin:). Diğer sahneleri de üzerinde durmadan söyleyeyim. Babasını alıp güneşin karşısında kendi kilisesini yaratması ve filmde ara ara karşımıza çıkan amcanın "Beni yedi kez yıldırım çarptığını söylemiş miydim?" deyişleri ve ardında gelen o canlandırmaları. Son olarak da Cate Blanchett'in, Daisy'nin gençliği dönemlerindeki güzelliği... Eklemeden geçmek istemedim:)
2009 Oscar ödüllerinde 13 daldaki oscar adaylığı ile damgasını vuran filmin bu başarısı, arkasında sağlam bir kadronun oluşundan kaynaklanmakta. Forrest Gump' ın yazarı Eric Roth'un kaleminden çıkma; Fight Club, Se7en, The Game filmlerinin yönetmeni David Fincher' ın kamerasından oluşma; David Fincher' ın "güzel filmlerde ödül kazanamama" yolundaki dava arkadaşı Brad Pitt ve tüm güzelliği ile Cate Blanchett'in oyunculuğuyla terekküp etmiş bir yapıdan bahsediyorsak bu adaylıklar oldukça doğal durmakta. Tabi işi kolaylaştıran bazı etkenler de yok değil. Makyaj, kostüm, görüntü gibi dallarda rakipler az olunca adaylığının konması doğal. En iyi makyaja Slumdog'ı aday gösterecek değillerdi ya. Tabi en çok merak edilen ödüllerdeki şansı ne derece yüksektir orası tartışılır. En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallarında oldukça çetin bir yarış içerisinde olacağı filmler var. Ki bu yarışları da kaybetme olasılığı oldukça yüksek. David Fincher ve Brad Pitt bu kez de eli boş dönerse hiç şaşırmayın derim ben size.
Bu sene festivalde ABD yapımı filmler ağırlık göstermekte. Hit Filmler kısmında, daha önce katıldığı festivallerden bolca ödüllerle dönen Slumdog Millioner ve The Wrestler, bu senenin oscarına da adaylar. Slumdog “en iyi film” dalında, The Wrestler filminden Mickey Rourke ise “en iyi erkek oyuncu” dalında aday. Ki her 2 film de tarafımca tavsiye olunur. Bunun yanında Das Parfüm filminin yönetmeni Tom Tywker’in yönettiği ve sevilen oyuncumuz Clive Owen’ın oynadığı, bazı bölümleri istanbulda geçen filmi The International* da vakti olanlar için izlenebilecek bir film. Bu üç filmi festival mutakibinde sinemalarda tekrar izleme şansımız olacak. Bu yüzden Türkiye’de vizyona girmesi muhtemel olmayan filmlere yönelmeli. Bu noktada da sizlere tavsiyem Man on Wire belgeseli olacak. 1974’te ikiz kuleler ( hani şu yıkılanlar) arasına tel çekerek üzerinde 1 saatlik yürüyüş gerçekleştiren Fransız Philippe Petit in hikayesini anlatıyor. Henüz Türkiye'de vizyona girip girmeyeceği belli olmayan başrolünde Philip Seymour'un oynadığı Synecdoche, New York filmi de diğer vizyon filmlerinin yanında tercih edilebilecekler arasında. Bunun yanında 12 yıl sonra tekrar aynı perdede buluşan Titanic filminin aşıkları Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet ikilisinin filmi Revolutionary Road’ da tercih edebilinecek güzel filmlerden. Tabi ki bu film de ülkemizde gösterime girecek, tarihi 27 şubat.
Bu arada Kuzey Işıkları kısmında son 2 senenin Kuzey filmleri gösterilecek. Buradan da sizlere The Man Who Loved Yngve ve Back Soon filmlerini önerebilirim. Her 2 filmin de Emek sinemasında gündüz seansı mevcut. Hem filmi, hem de emek sinemasında festival heyecanını tatma şansı kaçırılmamalıdır kanımca.
Festivalin beni en çok cezbeden bölümü Fantastik filmler kısmında 3 filmi tavsiye edebilirim. The Good-The Bad-The Weird, Franklyn ve Sauna... Franklyn filminin gündüz seansı bulunmasa da diğer ikisinin mevcut. The Good-The Bad-The Weird size başka bir filmi anımsatabilir ama işte sondaki gariplik bu filmin ayırt edicisi. Ve de Güney Kore yapımı oluşu tabiki...
Gökkuşağı kısmı da isminden anlaşılacağı üzere eşcinselleri konu eden filmlerin bölümü. Malum, bu aralar revaçta. Burdan tek dikkatimi çeken The Living End, o da karakterin üzerinde taşıdığı Morrissey t-shirtünden olsa gerek:)
Ek olararak If Kült kısmından O Lucky Man!, Senden Başla kısmından Lynch: Behind the Curtain, korku filmleri kısmı Nöbetçi Sinemadan da Tokyo Gore Police filmleri listenize eklenebilir.
(*Bu sene festivalde ilk defa filmi gösterilecek olan blog takipçilerimizden "freckled_fish"i de The International filminin İstanbullu kısımlarında figuran olarak izleyebileceğiz. Festivalin belki de en büyük sürprizi bu olacak, sakın kaçırmayın:)
Festival hakkında daha fazla bilgi ve biletler için ; http://2009.ifistanbul.com/
Bi arkadaş grubu bul, bunları borçlandır, biraz da mafya kat işin içine, silahlar patlasın, koşuşturmacalar olsun ve tabiki ingilterede geçsin ki dolayısıyla ingiliz aksanı kullanılsın.. işte Guy Ritchie. Hep aynı salatayı yapıyor bizlere ama o kadar güzel yapıyor ki her defasında severek yiyoruz. Snatch'de deneyip de kısmen başarılı olduğu filme özgün bir karakter yaratma işini bu filme bakınca iyice hedeflemiş olduğunu görüyor gibiyiz. Lock Stock iyi bir film olmasına rağmen filmin öne çıkan ve filmi simgeleştirecek bir karakterin olmayışı belki de Guy'ı oldukça rahatsız etmiş olacak ki Snatch'in kapağına -filmde yan karakter olmasına rağmen- Brad Pitt'i yerleştirmiş. Bu sefer filmin ismiyle bütünleşik bir kahramanı var artık, RocknRolla... Hem de "Real RocknRolla.
"İnsanlar şu soruyu soruyorlar, RocknRolla nedir? Ben de onlara bunun davullar,uyuşturucular ve hastane sondası ile alakalı bir şey olmadığını söylerim. Kesinlikle hayır. Ondan çok daha fazlası var,dostum. Hepimiz biraz tatlı hayatıseveriz. Kimi, parayı sever. Kimi, uyuşturucuları sever. Kimileri seks oyunlarını,cazibeyi veya şöhreti sever. Ama bir RocknRolla, işte o farklıdır. Neden mi? Çünkü gerçek bir RocknRolla daha fazlasını ister."
Bir de filmde 2 gönderme var. Birincisi rock yıldızlarının meşhur olabilmek için ölmeleri gerektiği düşüncesine; ikinci olarak da filmdeki Rus mafyamızın, Chelsea kulübünün sahibi Abromoviç'e olan benzerliğiyle Londra'daki Rus mafyalarına. Belki de onun hikayesidir bu, kim bilir:)
Lock, Stock and Two Smoking Barrels ile başlayan ve Snatch ile devam eden bu tarz filmlerin sonuncusu işte bu RocknRolla. Ama korkmayın, en sonuncusu değil, Guy Ritchie henüz bıkmış gibi gözükmüyor, filmin devamı gelecek gibi gözüküyor. Yönetmenin programına bakıldıgında 2010dan erken geleceğe de benzemiyor, belki 2011..
( Guy Ritchie için Yasemin Mori'den geliyor "Bırak bu RocnRoll'u" )
-----------
Archie: People ask the question... what's a RocknRolla? And I tell 'em - it's not about drums, drugs, and hospital drips, oh no. There's more there than that, my friend. We all like a bit of the good life - some the money, some the drugs, other the sex game, the glamour, or the fame. But a RocknRolla, oh, he's different. Why? Because a real RocknRolla wants the fucking lot.
----
RocknRolla: Go on, jog on, walk on, goodbye, bon voyage, fuck off.
Önce yıllardır siyah-beyaz ayrımının yapıldığı ABD'de siyahi bir başkanın seçilmesi, ardından İzlanda'da kurulan geçici hükumetin başbakanı olarak eşcinsel bir kadının seçilmesi. Kişisel tercihlerden dolayı konulan engeller yavaş yavaş kalkıyor. Hatta bazen kişisel olmayan, yaratılıştan gelen özellikler sonucunda da engellerle karşılaşanlar var. Siyahiler bunun başlıca örneği.
Gelelim konu kapağımıza. Sean Penn'in gülümsemeler saçtığı fotoğrafa bakarak bu filmin komedi olduğunu, "Milk" adını almasından dolayı da Semih Kaplanoğlu' nun (yumurta-süt-bal) üçlemesinin abd versiyonu olduğunu düşünmeyin. Neyse, daha fazla saçmalamadan film hakkında bir iki şey söyleyeyim.
"Sean Penn, ibnedir, bu yüzden de en iyi aktör oscarına aday gösterildi" diyenler olacak. Tamamen haksız da sayılmazlar hani. Son birkaç yılda baş roldeki eşcinseller hep aday gösterildi. Heath Ledger, Philip Seymour, Jake Gyllenhaal... Hatta Philip Seymour oscarı aldı da. Academy eşcinselliğe doymuş mudur bilmem ama Sean Penn bu filmde gerçekten güzel oynamış rolünü. Tabi benim bu filmdeki favori oyunculuğum, Sean Penn'in ilk aşkı olan James Franco.
Bir sinema blogunda müzikten bahsetmek için iyi bir fırsat. Kendi alanında usta sayılan yönetmen Martin Scorsese'nin, yine kendi alanında üstad kabul edilen müzisyen Bob Dylan'ı konu eden belgeseli, No Direction Home: Bob Dylan.
Müzik kariyerine bir folk sanatçısı olarak başlamış, notalarına bir kaç elektro eklediğinden dolayı rockçı olarak etiketlendirilmiş, hatta eski fanları tarafından hain diye de adlandırılmıştır. Nedeni? Müziğine elektorik katıp geleneksel müzikten sıyrıldığı için. Ama kendi deyimiyle sırf elektonik diye modernize olduğu anlamına gelmiyor ( bu örnek günümüz Türkiyesinde mecvut:)
Oysa Dylan, ne folk şarkıcısı, ne de rock şarkıcısı olarak kendini etiketletmek istemiştir. İnsanları barkodlamaya düşkün 30 yaş üstü insanlar için kendini "30 yaş altı" olarak etiketlemiş ve kalabildiği ölçüde burada kalmak istemiştir.
Belgeseli izlerseniz siz de Bob Dylan'ın bu tür uğraşlar içinde olmadığını görebilirsiniz. Sahneye çıkıp sadece şarkı söylemek istemiştir. Öyleki çoğu konserinde yuhalanmasına rağmen, hiç bi şey yapmamış, dediklerinizi kaale almıyorum sinyali gönderebilmek için sadece müziğinin sesini yükseltmiştir. Belki de elektro kullanma nedeni de buydu, seyirciyi hiç duymadan şarkı söylemek:)
Belgeselde en dikkat çekici yerlerinden bir kaçı da basın toplantıları. Muhabirlerin salak soruları ve Bob Dylan'ın bazen alaysı cevabı, bazen de umursamaması. Bu hareketleri de havalı bir starın yaptığı tür hareketlerden değil. Tamamen sıkıntıdan. Fazlaca yüceltilmekten. Geçmişte bu kadar büyümeyi istediğini düşünmüyorum,bunun için çabaladığını da.
Belgeselde en çok hoşuma giden bölüm ise son bölüm. Yine bir konser için Bob Dylan sahneye çıktığında seyircilerden (kendini bilmez ukala diye tanımlar eskilerimiz) birisi "hain" diye bağırıyor. Bob ise onun bu görüşüne katılmamakta, tıpkı bizim gibi. Ve ona en güzel cevabı daha yüksek sesle çalarak veriyor. Ki çaldığı şarkı da zaten o tip insanlara duyulan sitemin getirisidir. Bu şarkı bir çok listede dünyanın en iyi şarkısı olarak gösterilen Like A Rolling Stone' dur. Şarkıya başlarken elini o bağırana doğru kaldırıp, ona hediye etmesi de cilası:)
Son sahneyi izlemek için tıklayın!
------------------------------------
A moron: Judas !
Bob Dylan: I don't believe you
Bob Dylan: You're a lier
Bob Dylan: Play it fucking loud !
-----------------------------------
Basın Toplantısından:
Journalist #1:Mr. Dylan, I know you dislike labelsand probably rightly so,but for those of us who are well over 30...could you label yourselfand perhaps tell us what your role is?
Bob Dylan:Well, I sort of label myself as well under 30.And my role is to, you know,to just stay here as long as I can.
-------------
Journalist #2: Mr. Dylan, you seem very reluctantto talk about the fact that you're a popular entertainer,and you're a most popular entertainer.
Bob Dylan:Well, what do you want me to say about it?
Journalist #2:Well, you seem almost embarrassedto admit that you're... To talk about...
Bob Dylan:Well, I'm not embarrassed,I mean, you know.What do you want exactly for me to say? Do you want me to jump up and say,"Hallelujah" and crash the cameras...and do something weird? Tell me.I'll go along with you.If I can't go along with you,I'll find somebody to go along with you.
-----------
Bob Dylan: Um... how many?
Journalist #3: Yes. How many?
Bob Dylan: Uh, I think there's about uh, 136.
Journalist #3: You say ABOUT 136, or you mean exactly 136?
Bob Dylan: Uh, it's either 136 or 142.