İksv’nin 17 – 25 Ekim tarihleri arasında düzenlediği Filmekimi, sekizinci yılında; Cannes, Sundance, Venedik, Toronto, Berlin gibi festivallerin sunumu konumunda.

Sinemaseverlerin heyecanla beklediği Filmekiminde bu yıl 24 film gösterimde. Süresi dokuz güne uzatılan ‘sonbahar film haftası’ iki ayrı sinemada izleyicisiyle buluşmayı bekliyor.


Bu sene gala programında olan filmler ;

• Kim Kiminle Nerede / Whatever Works / Woody Allen / ABD


Woody Allen’ ın dört filmlik Avrupa turnesi bir New York filmi olan Whatever Works ile bitiyor.Başrolde 'Curb Your Enthusiasm' ve 'Seinfeld' dizilerinin yaratıcısı Larry David’ e Evan Rachel Wood eşlik ediyor.

• Zamanın Tozu/ The Dust of Time /Theo Angelopoulos / Yunanistan-İtalya-Almanya-Rusya


Angelopoulos’un 'Ağlayan Çayır’la başlayan üçlemesinin ikinci filmi, İtalya, Almanya, Rusya, Kazakistan, Kanada ve ABD’de geçen 20. Yüzyıla dair tarihi bir yolculuk.Yıllardır beklenen film, festivalin kaçırılmaması gerekenlerinden.

• Parlak Yıldız / Bright Star / Jane Campion / Avustralya-İngiltere


Cannes tarihinde Altın Palmiye kazanan tek kadın yönetmen olan Jane Campion’ ın en iyi filmi olarak atfedilen Parlak Yıldız da; 25 yaşında hayatını kaybeden İngiliz şair Keats'in yaşamını izliyoruz.Koku ve I'm Not There’den tanıdığımız Ben Whishaw ‘a Abby Cornish
eşlik ediyor.

• Aşkım / Chéri / Stephen Frears / Fransa-İngiltere-Almanya


1900'lerin başında Paris'te geçen filmde; zengin erkekleri baştan çıkarmasıyla meşhur 49 yaşındaki Léa (Michelle Pfeiffer) ile 19 yaşındaki deneyimsiz Fred' in altı yıl süren ilişkilerini anlatıyor.Rakibesi Charlotte'un oğlu olan Fred'i kadınlar hakkında bir şeyler öğrenmesi için kanatları altına alan Léa kendini Fred’e aşık olmaktan alıkoyamaz.

• Beyaz Bant / The White Ribbon / Michael Haneke / Almanya-Avusturya-Fransa



Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye ve FIPRESCI Ödülleri’nin de sahibi olan film Filmekimi’ nin merakla beklenen yapımlarından.İzleyeni zorlayan, huzursuzluk kaynağı olan filmlerin yönetmeni Haneke; İsveçli usta yönetmen İngmar Bergman’a göz kırpıp, onun tarzında bir portre ile karşımızda. 1913-14 yıllarında Almanya'nın Protestan kuzeyinde bir köyde olan biteni izlediğimiz filmde; yönetmeninin ‘mutlak değerlerle kurulmuş sistemler terörizme yol açar’ tezini açığa çıkıyor.

•Hayata Çalım At / Looking for Eric / Ken Loach / İngiltere-Fransa-İtalya


Mayıs ayında Altın Palmiye için yarışan filmde; Manchester United’ın 1997’de futbolu bırakan efsane oyuncusu Eric Cantona’yı hayallerinde gören Manchester’lı bir postacının hikâyesini anlatıyor Ken Loach. Futbol aşkını betimlemiş gibi gözüksede dram ve komedi öğeleri ağırlıkta.

Festivalin gala gösterimi dışında göze çarpan filmleri ise şöyle;

• Kan Arzusu / Thirst / Yönetmen: Park Chan-wook / Güney Kore

2009 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin senaryosunun esin kaynağı Émile Zola'nın romanı Thérèse Raquin.Yapılan kan nakli sonrası vampir olan ve günah dolu bir yaşam sürmeye başlayan bir rahibin hikâyesini anlatıyor yönetmen. Kana susayan Sang-hyun'un kendine olan inancı iyice sarsılırken doğaüstü öğeler ile karşıkarşıyayız.
Hayranları arasında Quentin Tarantino’nun da bulunduğu Chan-wook’ un filmi kaçırılmamalı.



• Che 1 Arjantin / Che Part One:... / Yönetmen: Steven Soderbergh / İspanya-Fransa
• Che 2 Gerilla / Che Part Two: Guerrilla / Yönetmen: Steven Soderbergh / İspanya-Fransa

Cannes ve Goya Ödülleri’nde Benicio Del Toro’ya En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran Che’ de 7 yıl süren takıntılı bir araştırmanın sonucunu izliyoruz .Soderbergh ve Del Toro’ nun ortak yapımcılığını üstlendiği filmde Che'nin yaşamından üç farklı süreci, Küba Devrimi, Bolivya mücadelesi ve BM'de konuşma yapmak üzere New York'a gidişini içeren filmin ikiye bölünmesi kararı verildi.İlk bölüm 1956'dan başlayarak Che'nin Küba Devrimi'nde yükselişini ve başarısını anlatırken, ikinci bölüm; güce kavuşan Che'nin Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmasıyla açılıyor. Che ardından Bolivya'ya gidiyor ve dağlarda ki gerillalarla buluşmasına tanık oluyoruz.
İki farklı tempo akışı, iki farklı renk skalası, iki farklı görüntü oranı, iki farklı zamansal akış benimseyen iki bölümden oluşuyor Che.



• Cennet Batıda / Eden Is West / Yönetmen: Costa-Gavras / Fransa-İtalya-Yunanistan

Mülteci sorununu Odisseia destanının günümüze uyarlanmış bir versiyonu türünde bir kahramanlıkla anlatıyor yönetmen Gavras.. Geleceğe göz kırpan filmde; Ege’nin serin sularındayız.Batıya kaçan Elias ve arkadaşı sahil güvenlikten kaçmak için gemiden atlayıp kıyıya yüzüyorlar. Vardıkları yer, Cennet adında lüks bir tatil köyünün çıplaklar kampı. Elias serüveni boyunca Avrupa hattında , polisler, kamyonlar ve yabancılar arasından geçerek son durak Pariste buluyor.



• Gel Porno Çevirelim / Humpday / Yönetmen: Lynn Shelton / ABD

2009 Sundance’te Bağımsızlık Ruhu Jüri Özel Ödülü alan Lynn Shelton’ın filmi homofobiyle yakından ilgilenerek iki yakın arkadaşın amatör bir porno film yarışmasına katılmaya karar vermesiyle; yaşadıkları eşcinsel deneyimi, sınırların zorlanılması ve hatta yıkımları ekrana getiriyor .Komedi türünde özgün bir deneme olan film tavsiyeler arasında.




• Cennette Beş Dakika / Five Minutes of Heaven / Yönetmen: Olivier Hirschbiegel / İngiltere-İrlanda

2009 Sundance Film Festivali’nde Senaryo ve Yönetmen ödüllerini alan film; Kuzey İrlanda'nın yakın tarihini inceliyor. Deney, Çöküş filmleri ile tanıdığımız yönetmen bir dram sunuyor bizlere. 1975 yılı ile açılan film, İngiltere'yle birleşme yanlısı Ulster Gönüllüleri'nden 17 yaşındaki Alistair Little, 19 yaşındaki Katolik Jim Griffin'in katletmesi ile devam ediyor. İki hafta sonra Alistair tutuklanarak cezaevine gönderilir. Jim'in 11 yaşındaki kardeşi Joe, cinayetin tanığıdır. Yaşanmış olaylara dayanması filmin; en büyük yaslanma noktalarından.



• Ciddi Bir Adam / A Serious Man / Yönetmen: Joel Coen & Ethan Coen / ABD

Kara komedinin en özgün yönetmenlerinden Coen kardeşlerin bu son filmi; Toronto prömiyeri ardından Filmekimin’de İstanbullu sinemaseverler ile buluşuyor. 1967 yılında geçen filmde; fizik profesörü Larry Gopnik'in hayatı altüst olmuştur: Karısı Judith, onu iş arkadaşı Sy uğruna terk edecektir. İşsiz kardeşi Arthur hâlâ kendisine ait bir yaşam kuramamış,onun evinde yaşamaktadır. Oğlu esrar almak için, kızı da estetik ameliyat için Gopnik’ten para çalmaktadır. Profesör çıkış yolunu hahamların -dinin- bilgeliğinde arar.



• Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi / Capitalism: A Love Story / Yönetmen: Michael Moore / ABD

Muhalif Belgeselci Michael Moore Kapitalist Sistem sorgulamasına mizahi ve sivri dilli bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Eylül ayında dünya prömiyeri yaptığı Venedik Film Festivali’nin Gençlik Jürisinin seçimiyle Altın Aslancık ödülünün sahibi olan film de ‘Kapitalizm aşkının bedeli nedir?’ sorusunun cevabını arıyoruz.


Bunların dışında festivalde gösterime sunulacak filmlerin listesi ise ;

• İspiyoncu / The Informant! / Yönetmen: Steven Soderbergh / ABD
• Ay / Moon / Yönetmen: Duncan Jones / İngiltere
• Londra Nehri / London River / Yönetmen: Rachid Bouchareb / İngiltere-Fransa-Cezayir
• Dönüşüm / Don't Look Back / Yönetmen: Marina de Van / Fransa-Lüksemburg-Belçika
•Polytechnique / Yönetmen: Denis Villeneuve / Kanada
• İntikam Peşinde / Vengeance / Yönetmen: Johnnie To / Hong Kong-Fransa
• Cennetin Kapısında / Valhalla Rising / Yönetmen: Nicolas Winding Refn / Danimarka-İngiltere
• Şark Oyunları / Eastern Plays / Yönetmen: Kamen Kalev / Bulgaristan-İsveç
• 9 / Yönetmen: Shane Acker / ABD
• Altın Çağdan Öyküler / Tales from the Golden Age / Yönetmen: Hanno Höffer, Marculescu, Cristian Mungiu, Popescu, Ioana Uricaru / Romanya


Film gösterimleri Beyoğlu Emek Sineması ve 23 Ekim Cuma, 24 Ekim Cumartesi ve 25 Ekim Pazar günlerinde Cinebonus Maçka G-mall Sineması’nda olucak.
Biletler 3 Ekim’den itibaren Biletix’te satışa sunulacak. Kaçırmamanız dileğiyle.

Program bilgileri ve ayrıntılar için;
http://www.iksv.org/filmekimi_2009/

KONUK YAZAR: Meriç Yanarkol


V.


"Uzunca süre maske takarsan altındaki kişiliği de unutursun." *


Darren Aronofsky'nin 1998 yılında senaryosunu da yazdığı Pi filmiyle sinemaseverler farklı bir yönetmenin geldiğini anlamıştı. Hatırladığım kadarı ile filmde doğadaki herşeyi ifade eden bir sayı arayan matematik dahisinin takıntı haline gelen bu amacı doğrultusunda hayattan kopuşu anlatılıyordu. 2008 yılında Wrestler filmi ile oldukça ünlendi, ben henüz izlemedim.

Aronofsky 2000 yılında Hubert Shelby'nin senaryosundan çektiği Bir Rüya İçin Ağıt'ta dört bağımlı insanın hikayesini anlatıyor. Sara Goldfarb eşini kaybetmiş hayatta tv izlemekten başka yaptığı birşey olmayan yaşlı bir kadındır, oğlu Harry ise uyuşturucu alabilmek için sürekli olarak annesinin televizyonunu rehinciye satar annesi de gidip alır. Harry, çocukluk arkadaşı Tyrone ve sevgilisi Marion ile aldıkları uyuşturucuları satarak "yırtmaya" karar verirler. Bu sırada Sara'ya bir tv şovuna katılma teklifi gelir. Sara o programa kocasının çok sevdiği kırmızı elbise ile katılmak ister ama içine giremeyecek kadar kilo almıştır. Diyet yapmaya karar verir ve bunun için diyet hapları kullamaya başlar. Bu ilaçları kullandıkça uyumamaya, halüsinasyonlar görmeye ve yemek yememeye başlar.

Harry, Marion ve Tyrone uyuşturucuları satarak iyi para kazanırlar. Harry annesini ziyarete gider, hediye olarak büyük bir televizyon alır. Annesindeki değişikliği farkeder ve ilaçları kullanmaması konusunda onu uyarır ama annesi onu dinlemez. Tyrone'ın hapse girmesi ile işler ters gitmeye başlar. Bütün paralarını onu çıkarmak için kullanırlar ve hem parasız hem uyuşturucusuz kalırlar.

Daha sonra uyuşturucu alabilecek parayı bulmak için Marion başkaları ile olmaya başlar. Harry'nin uyuşturucu enjekte ettiği kolu gittikçe kötüleşmeye başlar. Tyrone ile uyuşturucu almak için Florida'ya yola çıkar. Yolda kolunun acısına dayanamayarak bir hastaneye gider ve orada tutuklanırlar. Annesi Sara da halüsinasyon sonucu buzdolabının hareket edip ona saldırdığını sanarak evden kaçar ve garip hareketlerinden dolayı sonunda bir hastaneye götürülür.

Filmin sonunda bu dört insan da rüyalarına ulaşmak için yanlış yollarla çabalarken edindikleri bağımlılıklarının kurbanı olur ve biri kolunu, biri özgürlüğünü, biri bedenini, biri de aklını yitirir, film dördünün de cenin pozisyonunu alışı ve ulaşmak istedikleri hayallerinin gösterilişi ile biter. Sara zayıflamış ve istediği programa katılmıştır, Harry Marion'a, Tyrone bağımlı olduğu annesine, Marion da uyuşturucuya kavuşmuştur.

İnsanların vazgeçemediğinin rüyaları mı yoksa bağımlılık sahibi oldukları nesne mi olduğu da çok belirsiz, ikisi de olabilir. Filmin müziklerinin enfes olduğunu belirtmem lazım, zaten sanırım bir çok tv programında kullanılıyorlar, insana tanıdık geliyor çünkü. Filmde kırmızı rengin sadece Harry'nin hayallerinde ve Sara'nın elbisesinde kullanılması da dikkat çekici. Ayrıca uyuşturucu alındığındaki hisleri aktarmakta oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Filmde hikayenin işlenişi de çok ilginç; ilk bölüm Summer yaz gibi neşeli ve umut dolu başlıyor, hayallere ulaşma yolunda ilerliyor kahramanlar, ikinci bölüm Fall sonbahar hüznü hikayeye yansımaya başlıyor, sorunlar çıkıyor, hayallerden uzaklaşılmaya başlanıyor, üçüncü bölüm Winter kış bastırıyor, karamsarlık ve dekadans.


Bir başka bağımlılık hikayesi ise Zeki Demirkubuz'un ünlü "Masumiyet"inde işlenir. Orada daha çok insan bağımlılığı işlenmiştir gerçi. Hapiste olan sevdiği adamın peşinden şehir şehir dolaşan bir hayat kadını Uğur, ona aşık olup, tüm hayatını değiştiren eski mobilyacı Bekir, hapisten çıkan ama bir işi ve yeri olmayan Yusuf'un sürüklenmelerini anlatır. Bekir Uğur'a sahip olamamaya dayanamaz ve intihar eder. Onun yerini Yusuf alır, Uğur'a aşık olur ve daha önce hapse girmesine sebep olan ablasını anlar, anlar ki insanlar zaafiyetleri sözkonusu olunca yanlış şeyler yaparlar. Uğur'a kendisi ile bir hayat kurmasını teklif eder ve reddedilir. Uğur hapisten kaçan sevdiği adamla kaçarken adamın hasımları ile çıkan çatışmada ölür. Ortada kalan sağır ve dilsiz kızına Yusuf sahip çıkar.


Bu iki filmde de görürüz ki bağımlılık neye olursa olsun insanın hayatına doğrudan zarar veren ve kurtulamadıkça insanı daha içine çeken bir bataklıktır. Sonu yoktur. Peki hiç birşeye bağımlı olmadan yaşamak mümkün mü? Sistem böyle insanlar üretiyor mu? Aksine kontrol edilebilmemize imkan sağladığı için bağımlı insanlar olmamız isteniyor. En küçük sistemden en büyüğüne bağımsız oldukça, ödün vermedikçe yalnızlaşmaya, sevilmemeye mahkum edilmiyor muyuz? Bağımlılıktan kurtulmanın yolu onu tüketebilmek. Hevesini alıp bırakıp yeni bir bağımlılık bulmak ve çok bağlanmadan bırakmak belki.

KONUK YAZAR: Burcu Polat Çam
http://yasamingenisozeti.blogspot.com/


Kelimeler silahlardır. Ben yine de mak 10'u tercih ederim. Kimi mahkumlar yüzleşebileceğimiz en kötü şeyin şiddet olduğunu söylerler.
Bence büyük bir esnemedir. Sıkıcı tek düze günleri nasıl geçirebilirsiniz? Hayatımıza anlam ve düzen katması gereken rutinlerimiz vardır. Ama şahitlik ederim ki bence arkamdan şişlenmek rutinden daha az korkutucudur.
Çünkü rutin...
Rutin sizi öldürür.

"Bir gün bir çocuğa tutulursun. Sana parmakları ile dokunur. Ağzı ile dokunduğu derinde delikler açar. Ona baktığın zaman canın yanar. Bakmadığın zaman da yanar. Sanki birisi bir parça cam parçası ile seni kesip açıyor gibi gelir."

On beş yaşında çıplak Tracey Berkowitz’in bir otobüsün arkasındaki bir banyo perdesinin altında, kendini köpek sanan kardeşi Sonny’yi aramasıyla başlıyoruz filmi izlemeye. Tracey’nin yolculuğu bizi kentin karanlık yüzüne, duygusal açıdan bir çukur gibi olan evine, lisedeki sert ortamına, psikoloğuyla oynadığı kedi fare oyunlarına, erkek arkadaşı Billy Zero'ya ve indie rock fantezilerine götürür. Bir de Lance var tabii ki. Güya Tracey’yi kurtaracak olan ama sonunda onun başını belaya sokan Lance.


"İnsanlara bir şey olduğu zaman ışık saçarlar. Çünkü içlerine kazınmış bir fotoğraf vardır. Çünkü onlar oradadır ve siz değilsinizdir. Çünkü sizde sadece bir kısmı gözükür. Ve bir psikiyatrist de o tek parçayı yok etmeye çalışır." İçerisinde çok fazla kelime oyunu olan film aslında bir replik cenneti. Her sahnesini not alabileceğiniz nadir filmlerden biri olan The Tracey Fragments filmini üç ana başlığa ayırabiliriz. Daha filmin başında bizi karşılayan ve filmin bitimine kadar beynimize kazınan çiçek motifli banyo perdesi, kendini köpek sanıp ortadan kaybolan ve sürekli havlayışlarını duyduğumuz küçük kardeş Sonny ve elbette ki Tracey Berkowitz efsanesi Billy Zero. Ve aslında film için başlangıç ve bitiş sebebi de bu üç öğe desek yanlış olmaz.

"Tüm dünya kafanızın içindeyken neyin doğru neyin yanlış olduğunu nasıl anlarsınız ki?" Aslına bakarsanız baştan sona bir sorgu var filmde. Sürekli bir şeylere itiraz etme ve çözümleme hali söz konusu. Psikolog ile oynanan küçük kelime oyunları da bunu doğruluyor aslında. Filmde Tracey Berkowitz rolüyle karşımıza çıkan Ellen Page, Hollywood'un son yıllardaki en parlayan yıldızı olarak tanımlanıyor. En son Drew Barrymore'un ilk uzun metraj deneyimi olan Whip It'de ekran karşısına geçen Page, kariyerinde birçok başarılı psikolojik dram filmlerini de barındırıyor.

Psikolojik gerilimle dramı birleştiren ve bunu yaparken son derece başarılı olan nadir filmlerden biri The Tracey Fragments. Bölünmüş ekranları ve arşiv görüntüsüyle aynı zamanda da görsel bir şov sunuyor seyircisine. Psikolojik dram seyircileri bir yana, hayatıyla ilgili sorguları olan ve bir şeylere anlatılanların dışında çözüm arayanların kesinlikle izlemesi gereken bir film.


"Bir at düşse, ağzından bir telefon çıkar. At düştüğünde ayağı yaralanır ve artık işe yaramazdır. Böylece birisi onu vurur. Attan da yapışkan madde yaparlar. Makineler yapıştırıcıyı tüplere doldurur ve çocuklar da onları sıkarak kartların üstüne kağıt yapıştırmaya çalışır. Yapıştırıcı çocukların eline bulaşır. Çocuklar da yapıştırıcıyı yer. Böylece çocuklar at olur."


İnternet aleminin en sağlam veritabanına sahip sitesi IMDb(telaffuz:imedebe veya ayemdibi yahut zorlarsan ımdb diye bi celsede çıkarabilirsin)'de tüm zamanların en iyi 50 komedi filmi sıralaması yapılmış. Sıranın 1.si kim olmuş dersiniz! Tahmin etmesi zor o yüzden diyiveriyorum; Şaban Oğlu Şaban...
Sinemamızın en gözde üç ismi Kemal Sunal, Halit Akçatepe ve Şener Şen'in başrolleri paylaştığı iş bu film, 2266 kişiden aldığı 8,9 puan ortalaması ile 1. sıraya çökmüş. Bilgilerinize arz ederim!

Listede ilk 50 film arasında 6 Türk filmi var:
1-Şaban Oğlu Şaban,
9-Züğürt Ağa,
10-Kibar Feyzo,
11-Hababam Sınıfı Tatilde,
12-Süt Kardeşler,
33-Hababam Sınıfı Uyanıyor,
40-Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı,

Bu filmlere gereğinden fazla mı değer veriyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Sonra kendime bi hassiktir çekiyor ve az bile değer verdiğimizi düşünüyorum.

Bu arada biz Türk internet kullanıcılarının IMDb'de ki etkinliği hakkında fikir yürütebilirsiniz. Size yanlış yapan bi film olursa alaşağı edebilirz:)

*Listenin tamamını görmek için ne yapman gerektiğini biliyorsun.
(Gerçi fotoyu gördükten sonra 1.filmin hangisi olduğunu tahmin etmeniz kolaylaştı:) Emeğime saygımdan yazıyı baştan yazmıyorum.)


Daha önce 10-17 Ekim tarihleri arasında yapılacağı açıklanan festivalin bu kez de Uluslararası Uzun Metraj Film bölümünde yarışacak filmler açıklandı. 12 filmin bulunduğu bu kategoride 2 de Türk filmi yarışacak.


Ülkemizin en prestijli sinema festivali olarak sunulan Altın Portakal Film Festivali'nde bu sene Asya ve Avrupadan filmler var. Fazla uzaklara gidilmeden komşulardan filmler seçilmiş. Buna bağlamak saçma olacak, ama üllke sınırları konulu filmler de ağırlıkta. Border filminde Ermeni-Azeri çatışması tamamen diyalogsuz işlenmişken, The Other Bank filminde güncel konulardan Gürcistan-Abhazya ilişkisine değinilmiş. Bir kısmı İstanbul'da da çekilen Eastern Plays filminde Almanya'daki oğullarını görmeye giden bir ailenin yolda -Sofya'da- başına gelenleri anlatan bulgar yapımı bu filmde Türk oyuncular Hatice Aslan ve Saadet Işıl Aksoy da oynuyor.
Festivalin bu dalında yarışacak 2 türk filmi ise; Pelin Esmer'e bu sene ödüller kazandıran filmi, "11'e 10 Kala" ve Abdullah Oğuz'un "Sıcak" filmleri.
Yarışmaya Katılan Filmler Şöyle :

11'e 10 Kala */ Türkiye
Sıcak / Türkiye
Eastern Plays */ Bulgaristan
English Strawberries / Çek Cumhuriyeti
Operation Danube / Polonya - Çek ortak yapımı
The Other Bank / Gürcistan
East Of Me */ Fransa
Katalin Varga / Romanya
Ambulance / Sırbistan
Border / Ermenistan
Paper Soldier / Rusya
Freedom / İtalya
*tavsiyelerim

" How many roads must a man walk down before you call him a man? "


Tv Oscarları diye de bilinen Emmy Ödüllerinin 61. si, How I Met Your Mother dizisindeki Barney rolüyle tanıdığımız Neil Patrick Harris'in sunuculuğunda sahiplerini buldu.

Görsel sunum olarak oldukça güzel bir sahne hazırlanmış Nokia Theatre'da. Neil Patrick'in giriş kısmında söylediği Put Down The Remote şarkısı ile çevreye sataşması ve sahne hakimiyeti bu sunuculuğu başarıyla tamamlayacağını göstermişti gibi. İzlemeyenler varsa Ntv'nin sitesinden izleyebilir.


Adaylar açıklandığında birçok sonucun geçen senekinden pek farklı olmayacağını düşünmüştüm. Emmy Ödüllerinde çok kazananın Drama dalında üstün olana göre gösteriliyor oluşu, Mad Men dizisini geçen sene de olduğu gibi bu sene de gecenin en karlısı yaptı. Tabi ki Emmy ödülleri sadece birkaç dizinin kendi arasında rekabet etmesinden ibaret değil. Cnbc-e nin bile Türkiye'deki yayın haklarını elinde bulundurduğu dizilerin adaylığından bile oldukça rant elde etmeye çalışmasını göz önünde bulundurursak, bir kişinin ortalama en az 4 saat tv izlediği Amerikada bu rekabet oldukça ileri seviyede. Bu rekabetten de üstün ayrılan HBO oldu. NBC ve ABC de onu sırasıyla izledi.

Diziler ve kanallardan sıyrıldığımızda ise günün en karlı tekil şahsını "Malcolm in the Middle" dizisiyle 3 defa Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülüne aday olup da hiçbirini kazanamayan, fakat son 2 senedir aday olduğu Drama dalında En iyi Erkek Oyuncu Ödülüne sahip olan Breaking Bad dizisinin başrol oyuncusu Bryan Cranston olarak görüyorum. (Bryan Cranston'un dizisi için yaptığı tek cümlelik yorumu cgerçekten çok hoşuma gitti: Breaking Bad'de kötü kararlar veren iyi bir adamın hikayesi anlatılıyor.) Komedi dalında En iyi Erkek oyuncu ödülünü iki senedir alan 30 Rock dizisinin oyuncusu Alec Baldwin'i de es geçmeden ikinci sıraya koyalım.


Kazanlar:


Drama

En İyi Dizi: Mad Men
En İyi Kadın Oyuncu: Glenn Close (Damages)
En İyi Erkek Oyuncu: Bryan Cranston (Breaking Bad)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Michael Emerson (Lost)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Cherry Jones (24)
En İyi Erkek Konuk Oyuncu: Michael J. Fox
En İyi Yönetmen: E.R En İyi Senaryo: Matthew Weiner ( Mad Men)


TV filmi ve mini dizi

En İyi Erkek Oyuncu: Brandan Gleeson (Into the Storm)
En İyi Kadın Oyuncu: Jessica Lange (Grey Gardens)
En İyi Senaryo: Andrew Davies (Little Dorrit)
En İyi Yönetmen: Dearbhla Walsh
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Shihreh Aghdashloo (House of Saddam)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Ken Howard (Grey Gardens)
En İyi TV filmi: Grey Gardens En İyi Mini Dizi: Little Dorrit


Komedi

En İyi Dizi: 30 Rock
En İyi Kadın Oyuncu: Toni Collette ( United States of Tara)
En İyi Erkek Oyuncu: Alec Baldwin ( 30 Rock)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kristin Chenoweth (Pushing Daisies)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Jon Cryer (Two and a Half Men)
En İyi Kadın Konuk Oyuncu: Tina Fey
En İyi Erkek Konuk Oyuncu: Justin Timberlake
En İyi Senaryo: Matt Hubbard (30 Rock / Reunion)
En İyi Yönetmen: Jeffrey Blitz (The Office)


Variety Show

En İyi Yönetmen: Bruce Gowers (American Idol)
En İyi Yazar Grubu: Jon Stewart Daily Show
En İyi Variety Show: The Daily Show, Jon Stewart

Sonbaharın gelişi ,okulların kaldıkları yerden eğitime devam etmeleri ve hepimizin geçtiği yollar.Okul kavramı mekan olarak sinema endüstrisine herzaman malzeme olmuştur.Toplum içindeki şiddeti,bireyler arasındaki aşkı en basite indirgeyerek bireylerin benzer konulara ilk kez şahit oldukları yerde, okul sıralarında anlatmak kimi zaman ticari amaçlar güden filmlere,kimi zaman da başyapıt mertebesine ulaşabilicek çarpıcı yapımların çıkmasına önayak olmuştur. Dönemin sorunları ve toplum anlayışına sadık kalan birçok öykü beyazperdeye aktarılmış ve izleyicilerin beğenisine sunulmuştur.


Hollywoodun arkaplan olarak okulu ele aldığı en önemli yapıtlar Dead Poet's Society ve Grease'dir.Grease ait olduğu dönemin amerikan toplum anlayışını çok güzel bir şekilde betimlemiş,laçka diye tabir edebiliceğimiz dersleri umursamayan okulu karşı cinse kur yapma ortamı olarak algılayan öğrenci modellerini beyazperdeye başarıyla aktarmıştır.Dead Poet's Society ise öğrenci-öğretmen ilişkisinde gelişen ve geleneklerine bağlı eğitim kurumlarına karşı girişilen reforumculuk anlayısını beyaz perdeye aktarmış ve bunda başarılı olan bir yapımdır.Ülke sınırlarına gelecek olursak sadece Hababam Sınıfı dersek yeterli olur sanırım zira yapım yılından itibaren herkesin en azından birkez izlediği bir seridir.Son dönem türk sinemasının ticari amaç güden yeniden uyarlama Hababam Sınıfı serisi ise ancak Ertem Eğilmez ve Rıfat Ilgaz'ın kemiklerini sızlatmıştır.Son dönem türk sinemasında ise Sınav filmi konu itibariyle sınav sisteminden muzdarip öğrencileri ele almış ve lise öğrenimi boyunca insanın en önemli sorununa odaklanmıştır.Ayrıca Okul isimindeki yapımda ülke olarak hiç beceremediğimiz korku sinemasını öğrenci-sınav psikolojisi çerçevesinde oluşturmuş bir yapımdır.Küçük hatırlatmalarla esas konuya geçebiliriz zira benim esasında bahsetmek istediğim son dönemde Avrupa sinemasında okul ve öğrenciler üzerinde yoğunlaşan yapımlar.

Hollywood ve Avrupa sineması arasındaki fark her daim bana Nba ve Avrupa basketbolunu anımsatıyor zira Nba daha gösterişli daha şova yönelik iken Avrupa basketbolu daha gerçekçidir, daha basittir.Aynı sinema endüstrisinde olduğu gibi.Avrupa sineması Hollywooda nazaran daha naiftir.İçinde bulundurduğu sıradanlığı onu izleyiciler için ya çekici yada çekilmez kılıyor.


ONDSKAN/EVİL
Avrupa sinemasında son dönemde eğitim ile ilişkili gözde filmlerine bakıcak olursak öncelikle 1950li dönemleri anlatan geleneklerine bağlı okullara atıfta bulunan 2003 yapımı İsveç filmi olan Ondskan'ı ele almak gerekir.Hayat mektebinde şiddeti çeşitli açılardan görmüşüzdür ve bazen izleyici bazen şiddetin ortasındaki kişi olarak güç gösterilerine tanık olduğumuz ortamların ilkidir eğitim yuvaları.Ondskan'da kaldığı yatılı okulun geleneklerine bağlı olması ve okulda düzenin işleyiş olarak sadece güç gösterisinden ibaret olup,kıdemli öğrencilerin ellerine geçen sınırsız gücü sadece kendi lehlerine kullanmasını izleyiciye aktaran film bu düzene karşı durmaya çalışan Eric Ponti(Andreas Wilson)'nin yaşadıklarını seyirciye aktarıyor.Hem okul yönetiminin okulda kıdemli olan öğrencilerin çaylak diye nitelendirilen öğrencilere uyguladıkları şiddete göz yumması, hem de üvey babasının Eric'e yaptığı işkenceye göz yuman anne de yaşadığımız toplumda sözde huzur adına çevresinde olana bitene ses çıkarmayan insanların tarifidir.Ast-üst kıdem anlayışının okul yıllarından itibaren gençlere aşılanması ve kuralların çıkarlar uğrunda kural olması eğitim yuvası olarak adlandırılan okulu çekilmez bir hale getirir.Yönetmenliğini Mikael Hafström'ün yaptığı film yazar Jan Guillou'nun otobiyografisinden sinemaya aktarılmış.Ayrıca Andreas Wilson'ın performansı dikkat çekici.



KLASS
Mevzu okul içindeki şiddetten açılmışken 2007 yapımı Estonya çıkışlı Klass filminden bahsetmemek olmaz.Yönetmenliğini Ilmar Raag'ın yaptığı oyuncu olarak yer alan kişilerin ilk oyunculuk denemesi.Son yıllarda ajanslara düşen 'okul basıp okulda terör estirme' haberleri artık hayatın bir gerçeği.Ve bu gerçeğe dayandırılan bir yapım olan Klass,toplum içinde diğer bireylerden zayıf görünen,bunun neticesinde her daim ezilen zaman zaman cinsel aşağılanmlara maruz kalan,hakları gasp edilen Joosep ve onu korumaya çalışan arkadaşı Kaspar'ın intikam anlayışını ve intikama neden olan etkenleri izleyiciye sunuyor.Etki-tepki mahiyetinde 'Şiddeti şiddet doğurur' lafını haklı çıkartan ve 'bir filmde silah varsa o da patlar' tezine örnek bir sona sahip olan filmde izleyici de her sahnede Kaspar ve Joosep ile birlikte şiddete isyan etme durumuna geliyor.Eğer herşeye göz yumup ses çıkarmazsan daha fazlasına hazırlıklı olmalısın ve artık sabredemiyecek duruma geliyorsan zayıf,korkak bir kişiliğe sahip olsan bile içinde canavar barındırdığını hatırlayacaksın.





ENTRE LES MURS/THE CLASS

Herhangi bir ülkenin herhangi bir semtinin varoş mahallesine yeni gelen öğretmen, o zamana kadar hiç ümit vermeyen öğrencilerin hayatını değiştirmeye karar verir,hepsinin sorunlarıyla ilgilenir,öğretmendeki inanç çocuklardaki azimle birleşince isteyince neleri başarabiliceğimizi bizlere göstermeye koyulurlar ve filmin sonunda da insana -vay be ne kadar da etkileyici- lafını söyletmeye çalışırlar.Bu Hollywood klişesi bizlere yutturulan öğelerden biri.Acıklı başlayan mutlu biten her son gibi.Entre Les Murs ise bize gerçeği vaad ediyor.Parisin banliyölerinde daha çok göçmen çocuklarının okuduğu okulda bir eğitim dönemini anlatıyor film.Francois Begaudeau adlı öğretmenin öğrencileriyle etkileşimi,onların türlü sorunlarına çözüm olma girişimini lakin ne kadar çabalarsa çabalasın çoğu kez tökezlemesini hatta bazen Souleymanda olduğu gibi onlara zarar vermesini anlatmaktadır.Bazen ise Francois'in öğrencileriyle arasında sorunlar çıkabilmekte ve Francois sorunları onların seviyesine inerek çözmeye çalışmaktadır.Sorunların çözülememesi genel anlamıyla öğrencilerin azınlık olması,dar gelirli ailelerin birer ferdi olmaları ve eğitim sisteminin mevcut durumundan kaynaklanıyor.Öğretmen ne kadar iyi niyetli olursa olsun duvarlar arasında kalmasının en önemli nedenleri bunlar.Sınıfın tamamen farklı azınlıklardan oluşması ve bunların kendilerini fransız olarak hissetmemesi de yüze vurulan çarpıcı bir gerçek.Öğrencinin henüz filmin ilk sahnelerinde adını yazdığı kağıda Cezayir bayrağını da çizmesi gibi.Fransadaki eğitim sistemine eleştiri getiren filmin yönetmeni Laurent Cantet,filmin başrol oyuncusu Francois Begaudeau aynı zamanda öğretmen ve filmin senaryosunu da kendisi yazmış.Yapım 2008 yılında Cannes film festivalinde altın palmiye ödülünü kazandı.

Muhakkak saydığım yapımlar dışında okul kavramı ile ilişkilendirilebilicek Ben X gibi mesaj kaygılı yapımlar da mevcut.Benim yazıdaki kıstaslarım saf okul arkaplanında geçen ve eğitim sistemini yeren,izleyicide yer edinen yapımlardan bahsetmekti.Yoksa elbette ki batı sinemasından çıkan ürünleri üç tane filmle sınırlandırmak gibi bir düşüncem yoktu.


Bir erkeğin elinden pek çok şeyi alabilirsin. Sigara, spor,özgürlüğünü, bacaklarını ama duygularını alamazsın. Duyguları olmaz.
Adam kadını sever. Nasıl birisi olduğu önemli değil, eğer severse onu ister. Bedenini ister. Kendisini istemesini ister.
Ona dersin ki, bir daha sevişemeyeceksin. Ona bir daha o şekilde dokunamayacaksın.
Bu son sefer. En son sefer.
Eğer bu alışılmadık ve zalim bir ceza değilse, nedir bilmem.

"They love me for what I'm not, they hate me for what I am"


Herhangi bir yaşamdan alıntıyı sinemaya aktarmak her daim kendini sattırır.Özellikle de bir başarı hikayesinin filme aktarılması oldukça sık rastlanan bir durumdur.Bir kişinin çeşitli zorluklara karşı yılmayıp genede hayallerine sımsıkı sarılıp, onları başarma azmini edinmesini anlatmak sağlam bir kurgu ve yaratıcı altmetinlerle izleyiciden olumlu not almak için yeterlidir.Le Scaphandre Et le Papillon ve Rosso Come Il Cielo ilk aklıma gelen filmler.Bu tarz filmleri kişisel gelişim kitaplarına benzetirim çünkü izleyeni bir nevi gaza getiren etkisi vardır.Bu nedenle zor olan başarısızlığı anlatabilmek ve işte bu noktada devreye The Damned United girer.


Sporla ilgili özellikle de futbolla da alakalı iyi yapımlar bulmak oldukça zor.Das Wunder von Bern'den beri dişe dokunur bir yapım olduğunu söylemek de zor.(Green Streets Hooligans dahil) The Damned United,David Peace'in aynı isimli kitabından Tom Hooper tarafından sinemaya aktarılan bir uyarlama.Yapımda Brian Clough'u Michael Sheen canlandırıyor.İngiliz oyuncular Timothy Spall ve kariyerinde Oscar ödülü de bulunan Jim Broadbent yapımda rol alan diğer isimler.Filmin senaryo yazarı The Other Boleyn Girl, The Queen ve Frost-Nixon gibi ses getirmiş filmlerin senaryo yazarı Peter Morgan.Yanlız şunu öncelikle belirtmek gerek;yapım salt bir futbol filmi değil.Kibir ve paranoya sonucu oluşan nefret duygusuyla tetiklenen hırsın bir yansıması.Film kişisel nedenlerle girilen davanın sonunda hüsranla biten 44 günü anlatıyor.


Öncelikle Brian Clough'un antrenörlük yaşamına bir göz atmak gerek.Kendisi İngilterenin gelmiş geçmiş en iyi teknik adamlardan biri olarak görülür.Derby Country takımını 2.ligin son sıralarından alıp önce 1.lige ardından kulübü tarihinin ilk ve tek şampiyonluğuna ulaştıran sonraki sene Avrupada yarı finale kadar çıkan,18 yıl boyunca da Nottingham Forrest'i çalıştıran ve 2 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasını kazanan Brian Clough'un teknik adamlık alanındaki başarısız olduğu tek dönem Nottingham Forrest efsanesini yaratmadan önce çalıştırdığı Leeds United'da geçirdiği 44 gündür.


Brian Clough'un Derby Country takımının başında iken Leeds United ile FA Cup maçında eşleşmesi ve Leeds antrenörü Don Revie'nin onu küçük takım antrenörü olarak görmesi sonucu başlayan Leeds United'ı alt etme arzusu ve her daim yanında olan yardımcısı Peter Taylor sayesinde büyük başarılara doğru yol alır.Başarının getirdiği özgüvenle cesur açıklamalar yapmaktan kaçınmayan Brian Clough(bknz. Bülent Uygun) her zaman Leeds United'ın önceki şampiyonluklarına göndermeler yaparak,onların kötü bir takım olduklarını vurgular.Agresif ve eleştiri yapmaktan kaçınmayan yapısı nedeniyle kulübünden kovulan B.Clough,herşeye rağmen Leeds United'dan gelen teklife hayır diyemez ama bu sefer yanında yardımcısı Peter Taylor yoktur.Oyuncuların önceki yıllardaki demeçleri nedeniyle antrenöre saygı göstermemesi, oyuncu-antrenör ilişkisinin takım için ne kadar önemli olduğunu yalın bir dille izleyiciye aktarıyor.Oyuncularla arasında mesafe olan ve takımda sadece kendinden önceki antrenörün başarılarına göndermeler yapmaya devam eden B.Clough lige de yapılan kötü başlangıç sebebiyle 44 gün sonra takımdan kovulur.

Bu güzel yapım İngilterede 27 Mart 2009'da gösterime girdi.Açıklanan gösterim tarihlerinde Türkiye bulunmuyor.(Gösterime gireceğinide sanmıyorum)Belki bir festivalde karşınıza çıkabilir.Bunun dışında yapıma DVD veya internet ortamında ulaşılabilir.

Eğer futbola gönül veriyorsanız veya hayat hikayelerinden alıntılanan yapımlara ilgi duyuyorsanız bu yapımı kesinlikle izleyin derim.

"Ünlüler geçidine sahne olan Venedik Film Festivali'nde bu kez bir Türk kırmızı halıdan geçti. Fatih Akın'ın komedi türündeki yeni filmi 'Soul Kitchen' festivalde izleyiciyle buluştu. Galanın ardından oyuncularla birlikte basının karşısına geçen Akın, kendini tekrar etmektense deneyerek başarısız olmayı göze aldığını söyledi: "Bu düşünce benim film yaparken motivasyonumu oluşturuyor. Yönetmen olarak deneyler yapmak istiyorum. Aynı türde çalışmaktan sıkılıyorum. Bir tarzda çok başarılı olan yönetmenlerden olmak istemiyorum. Deneyerek öğrenirim gerekirse başarısız da olurum." Filmde bir aşçının hikayesini anlatan Akın, hayat, rüyalar ve yiyecekler arasındaki bağlantıya vurgu yapmak istediğini de anlattı: "Filmdeki aşçı Don Kişot'a benziyor. Hayatı değiştirmeye çalışıyor. Ve başkalarının da bunu yapabilmesi için uğraşıyor." Filmin başrolerinde Alman sinemasının yıldızı Moritz Bleibtreu ve Akın'ın favori oyuncusu Birol Ünel var. 'Soul Kitchen' Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan için yarışıyor." *

Venedik Film Festivali'nin bu yıl ki açılış filmi olan Soul Kitchen, gerek oyuncu kadrosuyla gerekse konusuyla son derece heyecanlandıran bir film. Konusu ise şöyle: Genç restoran sahibi Zinos'un (Adam Bousdoukos) peşini şanssızlık bırakmamaktadır. Kız arkadaşı Nadine (Pheline Roggan) yeni bir iş için Şangay'a taşınır. Kendisi kaza sonucu omurlarındaki diskleri sakatlar. Ve yeni bir ahçı (Birol Ünel) işe aldığından beri kalan tek tük müşterisi de kaçar. Ama restoranı yeni bir konsepte soktuktan sonra gelip giden 'meşhurların' sayısı artar. Buna rağmen Zinos aşkının peşinden, Nadine için Şangay'a gitmeye karar verir ve işini kardeşi İllias'a (Moritz Bleibtreu) bırakır. Ama bunun iyi bir fikir olmadığı ortaya çıkar. İllias dükkânı bir emlakçıya (Wotan Wilke Möhring) satar. Nadine de kendine yeni bir erkek arkadaş bulmuştur. Zinos dükkanını geri almanın son bir yolu olduğunu öğrendiğinde, Soul Kitchen'ı kurtarmak için her şeyini ortaya koyar.

IMDB'de Almanya gösterim tarihi 25 Aralık yazan filmin Türkiye'de ne zaman gösterime gireceği henüz belli değil. Alman sinemasının yıldızı olarak tabir edilen Moritz Bleibtreu ve Fatih Akın yıldızı Birol Ünel'in başrolde iyi iş çıkardığının yankıları sürerken, şimdilik bize gösterim tarihini beklemekten başka bir şey kalmıyor.

Dayatılan benzer filmler dışında farklı bir film izlemek insanda türe karşı yeni bir ilgi oluşturuyor.Bugüne kadar genel olarak bilimkurgu filmlerinde bize dayatılan; uzaylı,felaket veya türü bilinmeyen yaratıkların saldırısına uğrayan insanoğlunun (ki genelde Amerikan vatandaşı olur bunlar) hem yakışıklı hem son derece atletik aynı zamanda çok zeki olan filmin başında -işte bu adamda iş var.- dedirten bir yapıya sahip olan has ve has Amerikan vatandaşının çeşitli kahramanlıklar yaparak,zaman zaman Amerikan başkanının çok gizli görüşmeler yaptığı,kahramanın ordunun her türlü imkanından yararlandığı dünyayı kötülerin elinden kurtarmasını izleyiciye yutturantarzı filmler idi.Belki birkaç defa izleyince insan da gaz etkisi yaratabiliyor yanlız her seferinde böyle işler çıkınca bilimkurgunun sinema dilinde pek bir etkinliği kalmıyor açıkcası.İşte bu bağlamda fragmanının çıktığı ilk andan itibaren District 9 filmi bilimkurgu türünü sevenleri umutlandırmıştı.Bilimkuruguya pek rağbet etmeyen bir kişi olarak benimde sabırsızlıkla beklediğim bir yapımdı.

Filmin yönetmeni Güney Afrikalı Neill Blomkamp kısa filmlerle aslında adından kısmende söz ettirmiş bir isim.2005 yapımı Alive in Joburg adındaki kısa film District 9'un altyapısını yapmış bir yapım.Aynı şekilde filmin başrol oyuncusu Sharlto Copleyin de ilk oyunculuk denemesi.Filmin isim olarak tek bilinir yönü yapımcılığını Peter Jackson'ın üstlenmiş olması.Bu nedenle G.Afrika-Y.Zelanda ortak yapımı bir film.Hollywoodun filme elinin değmemesi yerinde olmuş zira tüm klişeleri gördükten sonra bu film insana olağanüstü geliyor.

Film öncelikle belgesel tadında başlıyor.1982 yılında Johannesburg'un (G.Afrika'nın başkenti) üzerinde aniden duran uzay gemisi ve sonrasında gelişen olaylarla ilgili konuyla alakalı profesörlerin ,araştırmacıların yorumlarına başvuruluyor.Tüm dünya bu uzaylılara ne olacağını tartışırken en sonunda 1.8 milyon uzaylıyı 'District 9' adı verilen etrafı çitlerle çevrili bir alana taşımaya karar veriliyor.Bu alanın şehrin merkezinde olması ve insanlar ile uzaylılar arasındaki husumet,insanların uzaylıları dışlaması,mülteci konumundaki uzaylılar ve yaşadıkları yerin tamamen varoş bir kesim olması aslında insanoğluna hiç yabancı gelmeyen bir durum.Zira bunların dünya dışı varlık olması mühim değil çoğunluğun olduğu her yerdeki gibi azınlığı ezme çabasının ürünü bunlar.20 yıl sürece halkın şikayetleri artmış artık tüm Dünya bu dünya dışı varlıklardan şikayetçidir.Halk suç oranının arttığından,tecevaüzlerin arttığından,sosyal yaşamın dayanılmaz bir hal aldığından dem vuruyor.(Klasik ırkçı söylemler).Bu noktada Multinational United (MNU) sorumluluğu üstleniyor ve şehir dışında yapılacak yeni alana uzaylıları taşımak için girişimlere başlıyor. Burada önemli olan MNU'nun bu işi neden üstlendiği.Uzaylılar üzerinde çeşitli deneyler yapma yetkisine sahip olma,uzaylıların geliştirdikleri silahları kullanma isteği (bu aşamada silahlar sadece uzaylı DNAsına sahip kişiler tarafından kullanılabiliyor) ve bu pazarı yönetme çabası kararlı bir organizasyona dönüşüyor.İlk olarak burada sıradan kahramanımız Wikus van de Merwe(Sharlto Copley) ile tanışıyoruz.MNU'nun uzaylıları sevk etme organizasyonunu yürüten kişidir Wikus.Her dünyalı gibi o da uzaylılara karşı ırkçı bir tutum içerisindedir.Sevk işlemleri için her uzaylının evini tek tek dolaşıp yasadışı silah kontrolü yapar iken sakarlığı yüzünden uzaylılara ait bir sıvıya maruz kalması sonucu DNAsı gün geçtikce uzaylı DNAsına benzemektedir ve bu MNU için bir hazinedir.Bir anda kendini av konumunda bulması ve uzaylılara sığınıp,onlarla işbirliği yapmasıyla devam ediyor film.


Film bize çeşitli röportajlarla olayın halk içinde bilinen yönünü ve onların görüşlerini aktarıyor, aynı şekilde olay mahalindeki amatör kamera çekimleri ve Wikus'un çevresinde olan olaylarla bize esasında olayların ne boyutta olduğunu medyanın da desteğiyle insanlara istenilen şeyin empoze edilebiliceğini hatırlatıyor.Filmin esas vurguladığı mevzu ise; 1960larda başlayan G.Afrikadaki Apartheid rejimin Cape Town'da ki 'District 6' adındaki bölge sadece beyazlara ait yerleşim alanı olarak belirlenmiş ve burada yaşayan zenciler hükümet tarafından baskı ve şiddetle çıkarılarak devlet tarafından inşa edilmiş başka bir alanda yaşamaya zorlanmıştır.Film için özellikle bir platform kullanılmamış District 9'un olduğu kısımlar bu kulübelerde çekilmiştir.1992de son bulan bir politikanın ürünü olan anlayış sözde 'ayrı ama eşit' saçmalığını yaşatmıştır.


Son olarak söyleyebiliceğimiz film Dünya dışı varlıklar üzerinden ırkçılık, ayrımcılık ve öteki kavramını çok etkili bir şekilde işliyor. 30 milyon dolar gibi bir bütçeyle bu filmi çıkartmak ve esasında aynı topraklarda yaşanan olayları yeniden hatırlatması takdire şayan açıkcası.Rahatlıkla yılın en iyi yapımı olarak nitelendirilebilir.Kişisel beklentim ise zaman içerisinde kült bir film olması.Filmin sonunun açık olması ve yapımın yaratacağı etki sonucu devam filmi çekilebilir.

Ayrıca filmin 2 Ekim'de Türkiye'de de gösterime girmesi bekleniyor.


"Sevgililer günü posta kartı şirketleri tarafından insanların kendini kötü hissetmesi için bulunmuş bir gündür." *


Zeki Demirkubuz Yazgı fimini Albert Camus’nün Yabancı romanından esinlenerek çekmiştir. Ben de bu filmden esinlenerek şu saçma(absürd) felsefesi, varoluşçuluk nasıl bir şeymiş, filmin altmetninde neler yatıyormuş, bildiklerimi paylaşmak istedim. Demirkubuz sırtını böyle güçlü bir felsefi akıma dayamışken filmin analizine bu akımdan bahsetmeden geçmek temel meselenin biraz havada kalmasına neden olurmuş gibi geldi bana. O yüzden bu yazıyı varoluşçuluk ve saçma(absürd) felsefesine ayırdım. Bir sonraki yazının konusu da Yabancı romanı ve Yazgı filmi olacak. Yazının başında varoluşçuluğun birçok çeşidinin olduğu ve genelde varoluşçuluk olarak bilinen akımın Jean Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” deyimiyle özetlediği ateist varoluşçuluk olduğunu söylemem gerek. Ama tarihine baktığımızda varoluşçuluk Rus yazar Dostoyevsky’e ve onun bütün büyük eserlerinin anahtarı gözüyle bakılan Yer Altından Notlar adlı eserine kadar gider. Nietzsche de bir varoluşçudur, koyu bir Katolik olan Kierkegaard da, Çek yazar Kafka da. Peki o zaman bu filozofları ve yazarları ortak bir paydada buluşturan şey de ne? Bence bu ortak payda sınırlı bir varlık olan insanın dünyadaki varoluşunu çaresizce anlamlandırma ve meşrulaştırma çabasını dillendirmeleridir.

Varoluşçuluk, en temelde insan denen varlığın varoluşunun anlamını/anlamsızlığını sorgulaması ve bunu yaparken anonim bir insan topluluğuna değil her bir bireyin kendisine, kendi varoluş mücadelesine seslenmesi ve insanları kendi hayatlarını sorgulamaya sevketmesi açısından bugün aslında hepimizi ilgilendirmektedir. Bugün hepimizi ilgilendirmektedir diyorum çünkü “neden buradayım, ne yapıyorum ben bu hayatta, nereye gidiyoruz yahu?” diye heralde herkes hayatında en az bir kere düşünmüştür, bu rahatsız edici düşünme edimini devam ettirsin veya ettirmesin. Hepimizi ilglendirmesinin bir diğer nedeni ise sorulmuş ve sorulabilecek bütün felsefi soruların en başında yer alan soruyu varoluşçuluğun ortaya atmış olmasıdır; o da insan hayatının anlamı ve gerekliliğidir. Albert Camus Sisifos Söyleni adlı denemesine bütün felsefi sorunların içinde en önemlisinin “intihar” olduğu teziyle başlar. Zira hayatın yaşamaya değer olduğu gösterilmediği ve intihar reddedilmediği sürece diğer felsefi sorular anlamını bir nevi kaybedecektir.

Dinler olsun siyasi ideolojiler olsun hep insanın dünyaya ilişkin bilgisini tamamlamak ve bu birbirini takip eden olaylar dizisini anlamlı bir düzene koyma ve dünyada kendini evinde hissetme ihtiyacının sonucu aslında. Nasıl ki bir romanı okurken herhangi bir olay olduğunda hemen nedenini hatırlamaya çalışıyor, kahramanların anlamlandıramadığımız davranışları bizi rahatsız ediyorsa ve muhakkak bir son ve kitabın yazımınında anlamlı bir amaç bekliyorsak bu dünyada yaşayan bizler de aynı okuma pratiklerini kendi hayatlarımıza uyguluyoruz. Ama insanoğlunun şu dünyadaki binlerce yıllık serüveni, yazılmış onca kitap, ortaya atılmış onca felsefi ve bilimsel teori ve inanılmış onca din bu anlama çabasını hala tatmin edememiş, zira ortada hala cevaplanmamış tonla soru var.


Sartre & Camus

Albert Camus de Fransız varoluşçuluğunun bir temsilcisidir ama onun duruşunu Yazgı filmine de esin kaynağı olan Yabancı romanı ve ayrıca Sisifos Söyleni bağlamında saçma felsefesi açısından ele almak bana daha doğru gibi geliyor. Camus’ye göre hayatın anlamı açısından ortada zaten anlaşılacak bir şey yok, varsa da bizim bunu anlamamız, anlamı bulmamız mümkün değil. Yani bütün bu çabalar aslında insanın kendini rahatlatmak, anlamsız bir hayata anlam tayin ederek içindeki yok edici endişeden ve umutsuzluktan kurtulma yollarından başka şeyler değil. Camus’ye göre saçma denen durum dünyanın verili konumunda yatmıyor; dünyayı anlamaya ve onda bir mantık bulmaya çalışan insanla insana kendini kapatan ve onu sadece anlamsızlıkla karşılayan dünya arasındaki çelişkide yatıyor.

Yani Camus’nün Sisifos Söyleni’nde belirttiği gibi saçma, aslında insanın içinde bulunduğu saçma durumun bilincinde olması demek. Peki bu durumu absürd kılan da ne? İnsanın içinde bulunduğu durumu absürd kılan şey dünyayla arasındaki çelişik hissiyatla bitmiyor, insanın bu anlama çabasının imkansızlığının farkında olması ve buna rağmen bundan vazgeçemeyecek olduğunun da bilincinde olması gerekiyor. Tabii Camus burada vazgeç uğraşından, kendini öldür demiyor. Saçma felsefesinin güzelliği de burada açığa çıkıyor aslında: Bir yandan hayatın anlamsızlığını kabul ederken diğer yandan intiharı ve ümidi (hayatı katı bir dürüstlükle yaşamamızı engelleyeceği için) reddetmesinde ve yerine başkaldırıyı ve özgürlüğü ve tutkuyu koymasında.

Varoluşçu bir bakış açısından yola çıkarak Camus diyor ki insanoğlunun belirlenmiş bir özü ve bu dünyanın daha önceden tayin edilmiş bir düzeni yok. Yapayalnızsın, uyman gereken kurallar yok ve kendi özünü, varolma nedenini yaratmakta özgürsün. Hayatın anlamsız olduğunu bilerek yaşamaya ve endişeye yenik düşmeden imkansızı gerçekleştirmeye çalışmakta yatıyor Camus’nün başkaldırı dediği şey ve Camus bu anlamda hepimizi birer Sisifos olarak görüyor. Tanrıları kızdıran Sisifos bir kayayı tekrardan düşeceğini bile bile sonsuza kadar bir tepeye çıkarmakla cezalandırılır. Ama Camus Sisifos’u mutlu olarak tasarlamamız gerektiğini söyler, çünkü varolmanın gerçek anlamı saçma olduğunu bilerek direnmekte, imkansız olan karşısında yılmamakta yatmaktadır. Bu anlamda verili bir özümüz olmadığı ve kendi kurallarımızı kendimiz koymak zorunda olduğumuz için aslında Sartre’ın deyimiyle hepimiz özgürlüğe mahkumuz. Bu insanı derin bir endişeye götürdüğü için de bunu inkar edip birilerinin bizim yerimize karar vermesini bekliyoruz, bu anlamda ilahi dinlere inanış insanın acı gerçekle yüzleşmesini engellemesi, onu içindeki endişeden kurtarması ve ölümden sonraki dünyada bütün sorularının cevaplarını verme vaadiyle insanları ümitlendirmesi bakımından insanoğlunun en büyük kurtarıcısı olmuştur.

Öte yandan Camus’nün çağrısı ise Nietzsche’ninkiyle ortak: Dünyanın felaket bir yer olduğunu ve bizlere sadece acı sunduğunu bil ve onu öyle kucakla. Dünya sana sırtını dönse de, anlamı ardında sırlansa da peşinden koşmayı bırakma. Çünkü insanın özgürlüğü imkansız olana başkaldırıda ve imkansız olanı elde etme tutkusunda yatar. Eğer hayatın ve yaşamanın bir anlamı varsa veya yaratılacaksa da bu ancak imkansızdan doğar.


" Taşrayı sevmiyorum, ürkütüyor beni. Bir de taşrada bataklıklarda ölüler yüzer. Çukurlarda ve deliklerde. Adamın biri kızın cesedini bir çukura atar. Ceset çürür, balçığa dönüşür. Cesedin yattığı yerde çiçekler açar. Tohumlar çiçekten başka yerlere uçar. Ve arı çiçeği emer. Ve bal yapar. Sonra da kızın ailesi dükkandan balı satın alır. Böylece aile kızını yer. " *


"New Zealand’s fourth most popular guitar-based digi-bongo acapella-rap-funk-comedy folk duo." Bu Flight of the Conchords grubunun kendini tanımlamasıdır.
Kimdir peki bunlar?
Jemaine Clement ve Bret McKenzie adlı Yeni Zelandalı iki gencin 1998de kurdukları gruplarıyla öncelikle 2002de ülkelerinde sahneye çıkarak başlayan hikayeleri ülke çapında meşhur olduktan sonra BBCnin de dikkatini çekti ve bunun sonucunda ikili 2005 yılında BBC radyo 2de kendi programlarını yapmaya başladı.Grubun radyo programının İngiltere sonrası ABD de ilgi çekmesi üzerine HBO tarafından 2007de yaz dönemi için Flight of the Conchords'un dizileri çekildi.



İkili dizide aslında bir nevi kendilerini oynuyorlar.Yeni Zelandadan Birleşik Devletlere gelip Flight of the Conchords adlı gruplarıyla konserler verip ünlü olmaya çalışan Bret ve Jemaine'nin başından geçen absürd olaylar dizinin esas konusu.İkili dışında grubun menajeri Murray,grubun tek hayranı olan Mel ve tefecide çalışan arkadaşları Dave dizinin yan rollerini oluşturuyor.Dizide konuya adapte edilmiş olan şarkılarına ayaküstü çektikleri mini kliplerde çok hoş.Gülme efektinin olmaması ve bildiğimiz alışık olduğumuz sit-comlar gibi izleyiciyi -işte espri geliyor- beklentisine sokmaması,dev bütçeli akıl almaz binbir kurgunun döndüğü yapımlardan daha basit bir kurguya sahip olması işlerinin tutmasında büyük etken.Yaptıkları işi bir nevi bağımsız film tadında müzikal dizi olarak da tanımlayabiliriz.Bret ve Jemaine yaptıkları işte o kadar çok eğleniyorlar ki fransızca bilmeden yaptıkları fransızca şarkı nasıl bir güvene sahip olduklarının ayrıca göstergesi.

Dizi de ayrıca Yeni Zelanda üzerinden yapılan Amerikan toplumuna eleştiriler de gayet yerinde.Zira bize gösterilen toplumun göçmenlerden uzak kaldığı bir nevi kahramanlarımızın dışlandığı.Gruptan ayrılan Bret'in sadece tabela taşıma işi bulması aynı şekilde göçmen olan arkdaşları Dave'in tefeci de çalışıyor olması göçmenlerin ekomonik açıdan dışlanmasına dikkat çekiyor. (bknz; çoğu Amerikan yapımı dizi ve filmde taksici veya market işletenlerin göçmen olması)Zira sosyal açıdan da Yeni Zelandalı olmaları ve İngilizceyi aksanlı kullanmaları da onlar için bir sorun fakat bunların eğlenceli absürd olaylar içinde bir şekilde anlatılıyor olması sonucu pek göze batmıyor.



İlk sezonun beklenenden fazla başarı getirmesi sonucu 2.sezonu da çekilen Flight of the Conchords'un 3.sezon çekimleri için albüm çalışmalarının bitmesi bekleniyor.Grubun ayrıca 2008 yılında en iyi komedi albümü olarak 'Distant Future' ile kazandıkları Grammy ödülü de var.

Grup hakkında bir nevi bilgi olması için en çok sevilen şarkılarından Business Time'ın dizide kullanıldığı sahnenin videosu -----> tıkla

Deney, bilim adına bir oyun olarak başlar. Yirmi adam; iki hafta; 4000 Mark para uğruna bir oyun oynarlar. Oyun yapay olarak oluşturulmuş bir hapishanede insanın saldırgan davranışlarının araştırılmasıdır. Sekiz kişi gardiyan, on iki kişi mahkum olur. Mahkumlardan kurallara uymasını isteyen gardiyanlar bunu sağlamak için şiddet uygulamak dışında her şeyde serbesttir. Oyun oynanmaya başlar ve olaylar karışık boyutlara ulaşır. Hem de çok karışık.

Sinema türleri dendiği zaman yıllardır süregelen bir tartışma vardır: Bir filme korku ya da gerilim dememiz için ne olmalı? Bu iki tür her zaman karıştırılır. "Korku" diye lanse edilerek serileri çekilmiş filmler örnek olarak gösterilir hep. Söz konusu bu iki tür olduğu zaman "Bu budur." anlayışı hakimdir sinemada. Das Experiment yani Türkiye'de ki gösterim adıyla Deney, "gerilim" türünün en başarılı örneklerinden biri. Ve tek başarısı da bu değil. 1971 yılında yapılan ve 'Stanford Hapishane Deneyi' olarak adlandırılan gerçek bir olaydan uyarlama aynı zamanda. Bu deneyde sıradan insanlar bir süreliğine bir hapishanede gardiyan ve mahkum rollerini alarak birlikte yaşamış, bilim adamları da onların davranışlarını gözlemlemişti. Kısa sürede kimliklerini benimseyen ve mahkumlara şiddet uygulamaya başlayan gardiyanlara karşı mahkumlar da örgütlenmiş, çıkan olayların büyümemesi amacıyla deney yarıda kesilmişti. Film bu hikayeyi ana hatlarıyla alıp günümüz Almanya'sına başarıyla taşıyor.


Tarek Fahd başlangıç olarak karşımıza kendini arayan bir taksi şoförü olarak çıkar. Taksisinde gazeteleri karıştırken bir "deney" ilanı görür. 4000 mark cazip gelir ve başvurur. Ondan sonra Tarek Fahd'ın yaşamı hakkında daha fazla bilgiye ve bu deneye katılmasındaki asıl amacın ne olduğunu öğrenmeye başlarız. Tarek Fahd karakterini Alman sinemasının en önemli aktörlerinden biri olan Moritz Bleibtreu canlandırıyor. Fatih Akın'ın I'm Juli ve Solino filmlerinde de başrol olarak gördüğümüz Bleibtreu, Das Experiment'de ki üstün başarısıyla seyircisinden bir kez daha takdir kazanıyor.


Her bir sahnesinde gerilimi en uç noktasına kadar hissettiğiniz bu filmde, her şeyden önce insanların baskıyla neler yapabileceğini görüyoruz. Para ve heyecan için küçük odalara tıkılan onca insanın olmuş gibi yapmaktan çok olduklarını görüyoruz aslında. Güçsüz bir insanın gücü keşfetmesini, arkadaşı dahi olmayan bir insanın daha da acizleşmesine kadar ilerliyor hikaye. Kısacası Das Experiment, türünün en başarılı örneklerinden biri ve mutlaka izlenesi.


Haberci kişilik ben bir anket haberini iletmek istiyorum sizlere.
Ülkenin sayılı sinema dergilerinden 'Sinema' dergisi 15. yılına girmiş bu günlerde. Bu 15 yılın hatrına bi anket yapma kararı almışlar. Konu şöyle: 1994 ile 2009 yılları arasında çıkmış '15 Yılın En İyi Filmleri'...
Anket için bu linki tıklamanız şart!