Shyalaman ‘The Village’ filminde otoriteyi sağlama almış olan bireylerin gelecek nesilleri korku ile yöneterek onları dış dünyanın kötülüklerinden korumalarına vurgu yapmıştı. Bu insanlar bir nevi insanı dış dünyanın kötülüklerinden ayrıştırarak onları saf iyiliğe yönlendirmeye çalışıyorlardı. Bu otorite içgüdüsü ve insanları mutlak iyiye yöneltme genel de bilmkurgu filmlerinden aşina olduğumuz mevzulardandır. Bu mevzuyu çekirdek aile düzeyine indirirsek ve filme Hanekevari bakış açısı eklersek ortaya Dogtooth çıkmaktadır.

Her nesil kendisinden önceki nesillerin gölgesinde yetişir. Kabul görülen doğrular geçmişten günümüze insanlığın doğru ve yanlışlarıdır. Deniz kelimesi ilk duyduğunuz andan itibaren size neyi çağrıştırıyorsa hayatınız boyunca bunu öğrendiğiniz gibi kabul edersiniz. Dogtooth filminde ‘deniz’ kelimesi ‘kol kısmı tahtadan olan deri sandalye’ anlamına gelmektedir. Açılış sekansında kasetçalara kaydedilmiş olan kelimeler bizleri bambaşka bir dünyaya götürüyor. Özellikle göze çarpan şey ise kelimelerin dış dünyaya ait olması. Deniz,yolculuk,otoyol. Dış dünyada gitmeyi çağrıştıran yolculuk ve otoyol kelimeleri bu dünyada farklı anlamlar taşımaktadır. Kendisi adına mutlak gerçeği çocuklarına aktarmaya çalışan babanın öğrettiği dilden ayrıştırdığı kelimeler özgürlüğü,yolculuğu veya kötülüğü tasvir edenlerdir.

Babanın otorite sahibi olduğu bu içe kapanık ailede bilginin önemi önplana çıkıyor(Matematik bilgisi). Ödüllendirme ve ceza yöntemiyle çocuklarına bilgiyi aşılamaya çalışan baba ayrıca belirsiz bir geleceğe hazırladığı çocuklarına her daim dış dünyanın korku duyulacak bir yer olduğunu vurguluyor. Bu ödüllendirme ve cezalar onların ‘saf insan’ olmalarına ket vuran en büyük engeldir. Zira kazanma hırsı yapan çocukların birbirlerine verdiği zararlar yadsınamaz.

Bilginin önemi sadece matematik ile sınırlıdır.Diğer bilgiler çocukların dış dünyaya meraknı arttıracağı için bunlarla ilgili bir şey göremiyoruz ve öğretilmeyen her bilgi çocukların hayal dünyasına da ket vurur. Hayal dünyasından yoksun olan çocuklar da korku imparatorluğunda dilin sınırları içerisinde yaşamaktan rahatsız olmuyorlar. Burada bilgisizliğin insan mutluluğuna etkisine tanık oluyoruz. Zira çocuklar babalarından ailenin önemine vurgu yapan şarkıyı dinlerken çok mutludurlar. Bu mutluluk belki onlarca insanın arzuladığı saf anlardan biridir.

Saf insan mevzusuna önceki yıllarda yorum sunmaya çalışan Trier de ‘Idioterne’ yapımında ‘ahmaklığa’ övgüler getirmişti. Trier bizlere saf insan olmanın yolunun sıfır bilgiden geçtiğine inanan bir grup bireyin eve kapanmasını ve sapkınlıklarını sunmuştu. Böylece mutluluğa ulaştığını düşünen grubun kendini tam anlamıyla toplumdan soyutlayamadığını görüyorduk. Yönetmen bu açıdan bu filmin biraz etkisinde kalmış diyebiliriz. Zira işleyiş açısından paralellik gösteren yapımlardır. Her iki grup insan da bilgisizlikleriyle mutludurlar ve toplumdan tamamen soyutlanabilmek imkansız bir iştir.

Yapımda dilden ve otoriter rejimden ayrı olarak üzerinde durulması gereken en önemli husus toplumda kabul gören değer yargılarıdır. Kişilerin ahlak anlayışı da diğer nesillerden öğrendikleriyle şekillenir. Örneğin film boyunca ailesini dış dünyadan korumaya çalışan babanın oğlunun cinsel arzularını dindirmesi için dışarıdan işçi bir kadını eve sokması varolan ahlak anlayışının dışındadır veya daha ileriye gidecek olursak babanın kızını oğluna sunması ve çocuğun ensest ilişkiden zevk almaya çalışması ona doğru gelmektedir ve bu öğrenilememiş ahlak kurallarındandır.Bu açıdan bakacak olursak dış dünyanın kötülüğü iç dünyanın sapkınlığından daha öte değildir.

Dışarıdan erkek çocuğun birlikte olması için getirilen kadın ailenin toplumla tek bağlantısıdır ve dış dünyanın insanı eline geçen her şeyi bozmaya meyillidir.(Dostoyevski’yi analım)Bu bağlamda insanın elinin değdiği her şeyi daha kötüye götürmesi mevzusuna defalarca tanık olmuşuzdur ve bu mutlu ailede babanın sağlam otoriter yapısını bozan tek şey bu işçi kadındır. Öyle ki kız çocuğu işçi kadın vasıtasıyla elde ettiği Rocky filmini izlerken hırsı öğrenmiştir. Kendini taklit etmeyi bırakarak Rocky’i örnek alır. Sinemanın insana farklı bilgiler katabileceğine tanık oluyoruz ve evin büyük kızı acı çekmenin özgürlüğüne kavuşmasının farklı bir yolu olduğu doğrusunu da sinema üzerinden öğrenmiştir. Bir nevi varoluşculuğa Rocky ile adım atar. ”Acı yok Rocky” repliğinin içinde taşıdığı doğruculuk hayatına sirayet etmiştir. Zira son sekansa gelirken “No Pain No Gain” özdeyişinden esintiler görürüz.

SİYAD üyeleri 43. kez Türk Sineması Ödüllerini vermek için bir araya gelmişler ve adayları belirlemişler. Adayların tam listesini yazının son kısmına kopyala yapıştırıcam. Evvelinde bir kaç kelam etmek iyi olur.


Sonuçlar 24 Şubat Perşembe akşamı Maslak TİM Show Center'da açıklanacakmış. Televizyondan canlı yayında izleme imkanı Digitürk'ün nadide kanallarından Türkmax'da mümkün olabilecek. İzleme imkanı olsa da ödül sırasında herhangi bir atraksiyonun olmaması, üstüne günlük kıyafetleri ile siklemez tavırlarla ödül almaya gelenlerin olduğu, sunucuların sadece adayların ismini söylemekle görevini yerine getirdiği bir ödül töreni ne derecede izlenir...!
En İyi Film kategorisinde senenin öne çıkan 3 yapımı da aday gösterilmiş: Cosmos, Bal, Çoğunluk. Sürpriz film olarak Bahtı Kara filmi var. Bir diğer aday ise Beş Şehir.

En İyi yönetmen adayları da en iyi filmi yönetenler olmuş! Demek ki film iyi ise yönetmeni de iyidir. Haklılar.

Şunu belirtmek lazım; sinema hakkında kafa yoran SİYAD'cılar salt sanat filmlerine yönelmek yerine gişe filmlerine de ödül verilebileceği hususunda kafa yormaya başlamışlar. Eyvah Eyvah'daki performansıyla Demet Akbağ en iyi kadın oyuncu dalında aday gösterilmiş. Yine Cem Yılmaz efendiyi de Av Mevsimindeki bıçkın karadenizli rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında aday göstermişler. New York'ta Beş Minare'ye herhangi bir dalda adaylık vermemişler. En azından en iyi görüntü yönetimi dalında bir adaylık verilebilirdi, her ne kadar film kötü olsa da. Anlaşılan Mahsun'u hala sindirebilmiş değiller. Hazmı zor olsa gerek!

Ödül vermenin en zor olacağı kısım da bu en iyi yardımcı erkek kısmı olsa gerek. Bu dalda; Çağan Irmak'ın en iyi filmi Prensesin Uykusu filmindeki yaşlı rejisöre can veren Genco Erkal usta, Türkiye'nin Ç'si Erdal Beşikçioğlu, Çoğunluk'ta henüz izlemedğim baba karakteriyle Settar Tanrıöğen ve oynadığı mahalle delikanlısı rolleriyle dikkat çeken Volga Sorgu adaylar arasında. Mümkünse hepsine birden ödül versinler. Ben verdim gitti.

Genel adaylık sayısında Çoğunluk 10, Kosmos 9, Bal 7 dalda aday gösterilmiş. Önemli gördüğüm dalları yazdım aşağıda. Tahminlerimi de kalın harflerle belirttim. Haydi hayırlısı.

EN İYİ FİLM
Beş Şehir
Kosmos
Çoğunluk *
Bal
Bahtı Kara


EN İYİ YÖNETİM
Reha ERDEM (KOSMOS)
Semih KAPLANOĞLU (BAL)
Theron PATTERSON (BAHTI KARA)
Onur ÜNLÜ (BEŞ ŞEHİR)
Seren YÜCE * (ÇOĞUNLUK)

MAHMUT TALİ ÖNGÖREN EN İYİ SENARYO
Selim DEMİRDELEN (KAVŞAK)
Reha ERDEM (KOSMOS)
Semih KAPLANOĞLU, Orçun KÖKSAL (BAL)
Onur ÜNLÜ (BEŞ ŞEHİR)
Seren YÜCE (ÇOĞUNLUK)


CAHİDE SONKU EN İYİ KADIN OYUNCU PERFORMANSI
Demet AKBAĞ * (EYYVAH EYVAH)
Sezin AKBAŞOĞULLARI (KAVŞAK)
Sevinç ERBULAK (PRENSESİN UYKUSU)
Esme MADRA (ÇOĞUNLUK)
Türkü TURAN (KOSMOS)

EN İYİ ERKEK OYUNCU PERFORMANSI
Tansu BİÇER (BEŞ ŞEHİR)
Güven KIRAÇ (KAVŞAK)
Bartu KÜÇÜKÇAĞLAYAN * (ÇOĞUNLUK)
Reha ÖZCAN (BAHTI KARA)
Sermet YEŞİL (KOSMOS)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU PERFORMANSI
Yeşim Ceren BOZOĞLU (BAHTI KARA)
Ceyda DÜVENCİ (EJDER KAPANI)
Nihal KOLDAŞ (ÇOĞUNLUK)
Selen UÇER (BÜYÜK OYUN)
Nurcan ÜLGER (PUS)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU PERFORMANSI
Erdal BEŞİKÇİOĞLU (BAL)
Genco ERKAL (PRENSESİN UYKUSU)
Volga SORGU (KARA KÖPEKLER HAVLARKEN)
Settar TANRIÖĞEN (ÇOĞUNLUK)
Cem YILMAZ * (AV MEVSİMİ)

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ
Florent HERRY (KOSMOS)
Uğur İÇBAK (AV MEVSİMİ)
Barış ÖZBİÇER * (BAL)
Barış ÖZBİÇER (ÇOĞUNLUK)
Ercan ÖZKAN (PUS)


İşgüzar Celalin abisi Cemal - Vavien - 2009


Günah keçisi Umay'ın tutucu babası Kader - Ayrılık - 2010


Mertkan'ın babası - Çoğunluk - 2010


Kendisi kariyerinin doruk noktasındadır. Son 1-2 yıl içinde oynadığı 3 film bol bol ödüle layık görülmüştür. Kendisi ödül almasa da filmlere kattığı derinlikle alınan ödüllerde en az ödülü alan kadar ödülün alınmasında rolü vardır.

Şöyle minicik bir özgeçmişini de yazalım:
1962de Denizli'de doğmuş, Hacettepe'de üniversitenin tadına varmış. Okuduğu bölümü kalıbına sığdıramamış olacak ki sinema-tiyatro dünyasına adımını atmış. Sonra gelsin filmler, gitsin diziler...

Ben bu adamı başka bir yerlerden de hatırlıyorum diyenler için; Saldıray Abi diyorum, Kader'de mazlum Bekir'in babası diyorum, Karınca Yuvasındaki kapıcı diyorum, Eşkiya'daki gay otel sahibi diyorum... Aklıma gelenler bunlar. İyice beyninize yerleştirin bu adamı. Saygı duyun.


Hailsham yatılı okulu. İngiltere. Süslenmiş yeşilliklerin içinde oynayan, ders gören nice öğrenci. Naiflikleriyle, anlatılan hikayelere aldanmarıyla ve birbirlerine alay eden bir sürü çocuklar yetişiyor Madame’ın emrinde. Ciddi yasakların getirildiği okulda, aşırı sağlık denetimleri ve despotluk had safada. Burada sessizliği ve örnek davranışlarıyla bir şekilde ilgi Kathy karakterinin üzerine çekiliyor. Diğer kızlar gibi dedikodu yapmayıp, sessizce köşesine çekilen ve Ruth’un yakın arkadaşlığını yapan bilge Kathy.

Okulda sürekli sinirlenen, arkadaşları tarafından alay konusu edilip hırpalanan Tommy, yalnızlığında bulduğu Kathy sayesinde arkadaş gruplarının içinde buluyor kendini. Bu güzel giden günlerin ardından, yaşadıkları çocuksu olaylar, düşünceleriyle Ruth, asıl kahraman Kathy ve ardından Tommy, Hailsham bitene kadar beraberce geçiriyorlar günlerini. Hayatlarında önemli bir yer kaplayan öğretmenleri bayan Lucy, ‘galeri’ isminde yaptıkları resimleri toplayan yer ve fişleri ile kırık dökük eşyalar alabildikleri alanlarla ve asla sınır dışında çıkmamakla geçiriyorlar günlerini bir şekilde.

Yeni gelen gözetmen Bayan Lucy ise, çocuklara diğer öğretmenlerin yaklaşmadığı şekilde yaklaşıyor: sevgiyle. Tommy’nin mevcut sorunlarına yardımcı olmaya çalışırken, Kathy’nin yine Tommy ile ilgilenmesini destekleyerek arkadaşlıkların kurulmasına yardım ediyor bir şekilde. Ancak okul içinde yaşadığı travmatik olaylar, onu 4. Sınıflarda yaptığı duygu dolu ancak bir çoğu için kafa karıştırıcı konuşmasının ardından, yokluğa teslim ediyor kendini ve esrarengiz bir şekilde Hailsham’den uzaklaşıyor.

Bu üç arakadaşın Hailsham’den uzaklaşmasıyla amaçlarının ne olduğunu ve neden yetiştirildiği anlamaya başlıyoruz yavaş yavaş. Yine okulun ve milli sağlık kuruluşunun gözetiminde dışarıda ve dışarıyla yaşamaya başlıyorlar. Kısıtlanmış özgürlükleri ile adeta hapis hayatından kurtulmuş mahkumlar gibi şen bir şekilde yaşama adapte olmaya başlıyorlar. İçlerindeki aşk üçgeni, pornografi-esasen meraktan ve yaşanmamışlıktan gelen yaklaşımlar-, televizyon ve ilk defa çitlerin ardına çıkmaları gerçeklik algılarını oluşturuyor. Bu arada ebeveyn ve ya orijinallerini ararlarken buluyorlar kendilerini, binbir hayal kırıklığı ile.

Sürekli olarak buruk, dolayısıyla üzücü bir şekilde ilerlerken durumdan çıkma ve biraz daha fazla özgürlük arayışına gidiliyor çeşitli metoforlar eşliğinde. Zaten film her an yeni bir kapı açarken, aklımızın almadığı ve daha önce görmediği insanlık dışı eğilimlerle karşı karşıya kalıp en doğal tepkilerle izlenebilirliğini sağlıyoruz. Kathy’nin hikayesi zamanla oluştuğu hastabakıcılık karakteri ve kendi çitler içindeki yaşamı ile hızla ilerlerken kaybettiği ve aslında bıraktığı arkadaşlarını da bulduğu an kendiyle ve diğerleriyle ilgili gerçekliği yakalayabiliyor.
-
Sade bir aşk üçgenini görmekten ziyade sürekli insanlığı, varoluşu ve fedakarlığı, kendinden vazgeçmeyi ve de çeşitli garipliği barındırıyor. Bu garipliği basit cümlelere dökmek gerekirse aslında insanlığın kurtuluşu ve bilim adına yapılanların ne derece insansı olduğudur. Muhtemelen, izleyiciler için merak konusu olan taraf ise film boyu saklanan fikrin “gerçekliği” konusudur. Tüyler ürpertici, bir o kadar gerçeğe yakın olması filmin başında geçen ve ortasında vuku bulan şu cümleler: “Tıp bilimindeki devrim 1952'de gerçekleşti. Önceden amansız olan hastalıklar artık tedavi edilebiliyordu. 1967'de ortalama yaşam süresi 100 yılın üzerine çıktı.” İlkin bir mutlulukla izlerken bu cümleleri, çok da aldırış etmeden hızlıca geçiyoruz sanırım. Ama bilimin tarihindeki 1957 bizi aslında nereye götürmeli? Gizli yapılmış çalışmalara sadece insanlığın faydası için çıkıldığı aşikar, ancak ne derece insansı? Sanırım bu sorular insanlık tarihi için –yakından görmeyenler hariç- sadece cevapsız sorular olacaktır. Veya film sadece basit bir kurgu, hatta bilim-kurgudan ibaret olabilitesi daha yüksek görünüyor olabilir.

Ufak bir not: The Island filmini hatırlamanızı diliyorum.
-
Yönetmen Mark Romanek’in geçmişini genelde video klipler ve video belgesellerin tamamladığını görüp şaşırmamak gerçekten enteresan olur sanırım. Film boyunca duyulan soğukluk ve depresif tavır haliyle izleyicide de üzüntü ve endişeye mahal veriyor. Ancak filmi zileyip de, sahildeki gemi sahnesini kolay kolay silinecek türden değil. Filmin renkleri ise, “pastel”. Hah, yeni bir soluk olduğunu düşünmeyin hemen. Bu paleti de 68 İngiliz yapımı “If…” filminden çarpmış olduğunu zaten söylemiş bir röportajında.
Hali hazırda Carey Mulligan (Kathy)’ı görüp de sevmeyen insan yoktur diye düşünürken, filmde uzun uzun karakter gelişimlerinden ve başarısından, filmi götürdüğü çok açık ve durgunluğu, masumiyeti ile isteklerle ve parlak zekasıyla başrolün üstesinden gelmiş olduğu gerçekten sevindirici. Ancak burada Tommy rolünü üstlenen Andrew Garfield ise sanırım daha iyisini yapamazdı, biraz naif, pasif ve agresiflik kolay olmasa gerek. Ruth karakteri ise Keira Knightley’nin soğuk yüzünden ve dudaklarından çözümlenirken, ne kadar nefret ettiğinizi hissettiriyorsa, sanırım o da altından kalkmış.

Tabi bir de küçük halleri var filmin başlarında, özellikle Kathy’yi oynayan Izzy Meikle-Small ise gerçekten taktire şayan bir çocuk. (Özellikle, filme ismini veren şarkı sözünde yastığa sarılıp, o gencecik yaşta farklı dürtülerle şarkıyı hissetmesi, Ruth’un ruhsuzluğuyla birleşmesi.)

Kazuo Ishiguro’nun kaleminden çıkıp aslında roman olan bu film, yine kitabın filmi olmalı mı, kitap mı daha iyi, film mi gibi tartışmaları bölerken, filmden sonra muhtemelen okuma merakını geliştirebilecek türden. Mina Haydaroğlu çevirisi ile de YKY’da Türkçe’de yerini almış. 


DÜNYA’NIN EN ÇOK KİŞİYE ULAŞAN FESTİVALİ “ART BY CHANCE” İÇİN BAŞVURULAR BAŞLADI

Şehirlerin hızlı akan hayatına tesadüfi olarak renk katmak ve insanları şaşırtmak amacıyla hayata geçirilen “ART BY CHANCE” Ultra Kısa Film Festivali için başvurular başladı. Bu sene katılımcılar ‘Değişim’ için yarışacaklar.

Son katılım tarihi Nisan’ın 2.Cuma’sı!

Dünya senin kısa filmini bekliyor

Şehir hayatında insanları sanatla buluşturmayı hedefleyen “ART BY CHANCE” Ultra Kısa Film Festivali Mayıs 2011’de 3.kez insanlarla buluşacak. 20 ülkede 200’ü aşkın şehirde yüz milyonlara ulaşmayı hedefleyen Ultra Kısa Film Festivali’ne, başvurular Ocak 2011 itibariyle turkey.artbychance.org sitesi üzerinden başladı. Dünyanın birçok ülkesinden sanatçıların ürettiği 30 saniyelik filmlerden yapılacak seçki, Mayıs ayı boyunca dünyadaki halka açık alanlarda bulunan yaklaşık 20.000 adet dijital ekranda gösterime girecek.

Değişime direnen veya diren(e)meyen filmler

ART BY CHANCE 2011’de bu senenin teması ‘Değişim’. Metropollerde sayısız insana ulaşacak filmler ‘Değişim’ fikrini anlatacak. Farklı gözlerden değişim hikayeleri dinlenecek. Kurmaca, belgesel, animasyon ve video art‘ın her örneğine açık olan festivalde katılımcılardan ‘Değişim’ kavramını 30 sn’de işlemeleri bekleniyor.

Metroda, alışveriş merkezinde, sokakta tesadüfi sanat buluşmaları

ART BY CHANCE 2011’de ‘Değişim’ temalı filmler, izleyicisiyle alışılagelmişin dışına çıkarak sinema salonlarında değil gündelik hayatın içinde buluşacak. Şehrin dört bir yanına yayılmış dijital ekranlarda 1 ay boyunca hayat bulan festival, insanların günlük yolculuklarında karşılarına ansızın çıkarak ve zengin içeriğiyle monotonluğu kırarak dikkatleri üzerine toplayacak.

ART BY CHANCE, katılımcılara festivalin internet sitesi turkey.artbychance.org üzerinden filmlerini yükleyerek online olarak da katılabilme kolaylığı sunuyor. Milyonlara ulaşmak için son gün Nisan’ın 2.Cuma’sı! (8 Nisan 2011)

ART BY CHANCE 2011 Uluslararası jürisini gururla sunar

Walt Disney’in yapımcısı Don Hahn; Fransız Sinema kanalı ARTE’nin yönetim kurulu üyesi Michel Reilac; BIFA’nın kurucusu ve yöneticisi Johanna Von Fischer ve Film Eleştirmeni Nick Roddick ART BY CHANCE 2011’in jürisinin belli olan isimleri. Önümüzdeki günlerde jüriye kimlerin dahil olacağını hep birlikte göreceğiz.

Sayılarla ART BY CHANCE 2010

0: Türkiye ve Dünya’da 1 milyar kişiye ulaşabilen diğer festivallerin sayısı.
6: ART BY CHANCE filmlerinin gösterildiği uçak adedi.
15: Türkiye'de ART BY CHANCE filmlerinin gösterildiği şehir sayısı.
20: ART BY CHANCE filmlerinin gösterildiği ülke sayısı.

30: ART BY CHANCE filmlerinin Türkiye'de gösterildiği üniversite sayısı.

30: Bir ART BY CHANCE filminin uzunluk süresi. (saniye)

39: ART BY CHANCE 2010'a film gönderen ülke sayısı.

40: 2009 yılına göre Türkiye’den başvuran film adedindeki yüzde artışı
103: ART BY CHANCE filmlerinin tüm dünyada gösterildiği şehir sayısı.

105: ART BY CHANCE 2010'a Türkiye'den gönderilen kritere uygun film sayısı.
120: ART BY CHANCE filmlerinin Pegasus uçaklarında gösterildiği ekranların sayısı.

259: ART BY CHANCE’e en çok film gönderen 3 ülkeden (Almanya, Türkiye ve A.B.D.) gelen toplam film sayısı.

428: ART BY CHANCE 2010'a tüm dünyadan gönderilen kritere uygun film sayısı.

1000: ART BY CHANCE filmlerinin Türkiye'de gösterildiği ekran sayısı.
10.000: ART BY CHANCE filmlerinin tüm dünyada gösterimde olacağı ekran sayısı.
1.000.000.000: ART BY CHANCE filmlerinin ulaştığı insan sayısı.

Festival için son katılım: 8 Nisan 2011


Katılım ve ayrıntılı bilgi için lütfen turkey.artbychance.org adresini ziyaret edin.


Şubat’ta 10. Yılını Kutlayacak olan !f Istanbul Uluslararası Film Yarışma Adaylarını Açıkladı

17 Şubat’ta başlayacak olan 10. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali dört yıl önce başlattığı Keş!f yarışmasının 2011 adaylarını açıkladı.

İstanbul’u genç ve yenilikçi sinemanın adresi yapmayı amaçlayan $15,000 ödüllü !f Inspired/Keşi!f yarışması, Türkiye’den ve dünyanın dört yanından 9 filmi ve ünlü sinema profesyonellerini bir araya getiriyor. Yarışma kapsamında Hüseyin Karabey başkanlığındaki uluslararası jüri “sinemada cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik” kriterleriyle bir kez daha “İlham Veren Yönetmen”i seçecek.

Yarışan filmler arasında ünlü yönetmen Costa Gavras’ın oğlu ve tanınan müzik klipleri yönetmeni Romain Gavras’ın ilk uzun metraj filmi Our Day Will Come (Bizim de Günümüz Gelecek) var. Vincent Cassel’in sosyopat ve manipülatif bir psikanalist olan Remy’yi canlandırdığı filmde Remy ile himayesi altına aldığı çekingen ve toplumla uyumsuz Patrick içsel bir yolculuğa çıkıyor. Ödülün güçlü taliplerinden bir diğeri de Cannes başta olmak üzere birçok festivalden ödülle dönen İtalyan yönetmen Michaelangelo Frammartino’nun Le Quattro Volte’si ( Dört Defa). Macar yönetmen Agnes Kocsis’in Cannes Film Festivali’nde gösterilen filmi Adrienne Pal (Adrienne Pal) ise eski çocukluk arkadaşını bulmak için yola çıkan, krema dolgulu hamur işlerine hayır diyemeyen, toplumdan soyutlanmış hemşire Piroska’nın hikayesi. İlk Grönland Oscar adayı filmi olan Nuummioq’da (Nuummioq) hayatının kadını ile tanıştıktan sonra ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Malik’in dostluğu tekrar keşfetmesi anlatılıyor. İlk filmi Ex Drummer ile nam salan Belçikalı yönetmen Koen Mortier’in filmi 22nd of May (22 Mayıs), bir alışveriş merkezinin bombalanmasını konu alıyor. Danimarka hapishane filmi R (R), Lübnan filmi Ok Enough Good Bye (Tamam Yeter Güle Güle) ve korku-gerilim türünü yeniden tanımlayan Meksika filmi We are What We Are (Kan Kokusu) da yarışacak filmler arasında.

Türkiye’den yarışma adayı ise genç yönetmen İlksen Başarır’ın 2.uzun metrajı Atlıkarınca.

17- 27 Şubat 2010 tarihlerinde İstanbul’da, 2 - 6 Mart tarihlerinde ise Ankara’da gerçekleştirilecek festivalin biletleri yine www.mybilet.com ’dan satışa sunulacak. İstanbul için 5 – 7 Şubat, Ankara için 25 – 27 Şubat indirimli ön satış tarihleri olarak belirlendi. İstanbul’da 8 Şubat, Ankara’da ise 28 Şubat’ta gişelerden bilet satışı başlayacak.

Festival ile ilgili tüm bilgileri düzenli olarak bu adreslerden takip edebilirsiniz.

www.ifistanbul.com

blog.ifistanbul.com

twitter.com/ifistanbul

vimeo.com/ifistanbul


68. Altın Küre ödüllerinde favori gösterilen 'The Social Network' En İyi Film seçilirken, Natalie Portman da beklendiği gibi En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı.

Geceye damgasını vuran isim ise şüphesiz gecenin sunucusu Ricky Gervais idi. Gervais'in yaptığı esprileri (kimisi hakareti andırıyor gerçi) Ntvmsnbc sitesinde derlemişler. Dileyen buradan buyursun.

SİNEMA

En İyi Film (Drama): İzleyin: The Social Network
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): İzleyin: Colin Firth (The King’s Speech)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): İzleyin: Natalie Portman (Black Swan)

En İyi Film (Komedi-Müzikal): İzleyin: The Kids Are All Right
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal): İzleyin: Annette Bening (The Kids Are All Right)
En İyi Erkek oyuncu (Komedi-Müzikal): Paul Giamatti (Barney’s Version)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: İzleyin: Christian Bale (The Fighter)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: İzleyin: Melissa Leo (The Fighter)
En İyi Yönetmen: İzleyin: David Fincher (The Social Network)
En İyi Senaryo: İzleyin: Aaron Sorkin (The Social Network)
En İyi Yabancı film: In A Better World (Danimarka)
En İyi Animasyon: İzleyin: Toy Story 3
En İyi Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross (The Social Network)
En İyi Şarkı: ”You Haven’T Seen The Last Of Me” — Burlesque

TV

En İyi Dizi (Drama): İzleyin: Boardwalk Empire
En İyi Erkek Oyuncu – Dizi (Drama): İzleyin: Steve Buscemi (Boardwalk Empire)
En İyi Kadın Oyuncu – Dizi (Drama): İzleyin: Katey Sagal (Sons Of Anarchy)

En İyi Dizi (Komedi-Müzikal): İzleyin: Glee
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi-Müzikal): İzleyin: Jim Parsons (The Big Bang Theory)
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal): Laura Linney (The Big C)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu – Dizi: İzleyin: Chris Colfer (Glee)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu – Dizi: İzleyin: Jane Lynch (Glee)

En İyi Mini Dizi: İzleyin: Carlos
En İyi Erkek Oyuncu (Mini Dizi): İzleyin: Al Pacino (You Don’T Know Jack)
En İyi Kadın Oyuncu (Mini Dizi): İzleyin: Claire Danes (Temple Grandin)

foto: ntvmsnbc.com

Semih Kaplanoğlu geçtiğimiz gün bir Anadolu şehrine söyleşisi için geldi ve onun öncesinde son filmi ve bol ödüllü Bal’ın gösterimi de gerçekleştirildi. Kısaca Bal filmi hakkında hatırlatma yapmak gerekirse; Yumurta ve Süt filmlerinin devamı niteliğinde, insanlardaki hakikatin açlığını yaşadığı Yusuf karakterinin gençliğine doğru giden filmler serisidir.  Bu başarılı yapımlardan Bal ise Berlin Altın Ayı ödüllerinde en iyi filmi ve ekümenik Jüri Ödülüne de layık görülmesinin yanı sıra şu an tam olarak bilgisine ulaşamadığım bir sürü ödülün de sahibi (İçerir: Alın Koza, Ale Kino, Asya Pasifik Ekran…) ve pek çok yerli-yabancı film gösterimlerinde de yerini almıştır.

Bal’ın Altın Ayı’dan sonra yer yer gazetelerde boy göstermesi ve biraz daha halk tarafından bilinmesiyle oluşan karşı tavırların veya saçma elitist hislerle izlememezlik değil, sadece tarafımdan sürekli ertelenen bir film olması sizin için pek alaka teşkil etmese de, dünyada yalnız olmadığımı biliyordum. Benim gibi bir sürü insan o küçük Anadolu şehrinde belki bedava film gösterisinden, belki reklam panolarında karşı entelektüel ilgi uyandıran haberi görüp gelenlerle doldu ve taştı. Gözlerime inanamıyor gibi davranmasam da benim gibi öğrencilerin ve yaşını almış- gözlüğünü takmış yerli insanlarla da doluydu. Bu coşkuya ise Semih Kaplanoğlu’nun tepkisi bizim için biraz trajik, komik ve anlamlı oldu (kelime kelime ezberlemediysem bile hemen hemen söylediği şuydu:) : “Pek çok film gösterilerine davet ediliyorum dünyanın ve ülkenin her bir yanından. Ama en çok küçük şehirlerdekini seviyorum, büyük şehirlerdeki yapaylıktan ötürü derinlikten uzak buluyorum. Ve sizin şehrinizdeki bu etkinlik nice sanatsal etkinliğinizin bolluğunu gösteriyor.” Benim sıramda oturan genç kız ve onun arkadasındaki bir erkek grubu ve arkadaşlarım kahkahayı istemsiz bir şekilde attıklarında, elbette karanlıkta diş sayımı yapıyordum. Şu an o ayrı sosyal sorunun paylaşma yeri değil elbette ama bazen de bazı şeyleri yüzeye çıkarmak gerekiyor sevgili İstanbullular.

Mütevazi ve biraz daha tutucu kısımlar tarafından sevildiğini basından duymayan kalmamıştır belki. Kaplanoğlu sürekli gezdiği ülkelerden ve haklı gururu ile filminden bol bol söz etti ki, tek istediğimiz buydu allah için. Tutucu kısımla bir kısmı gücendirmek ve ya yüceltmek için yazmıyorum. Filmde görülen dini ögeler ve film isimlendirilmesinin altında yatan maneviyat bir nevi görülmek istenen yüzü olmuştur. Bununla ilişkilendirilmiş popülerlik sorunu çıktı hemen ortaya. Madem maneviyatı güçlü bir yapısı vardı filmin, neden dünyada bunca izleyici ile buluşurken Türkiye’de 30bin ile sınırlı kalmıştı? Eğer maneviyat önemseniyorsa kitlelere ulaşmalıydı bir konuk için. Hatta “tabiri caizse film sektörünün Mevlana’lığına soyunuyorsanız, halkımızın bu filmi bilmesi gerekmez miydi?” şeklinde soruya oldukça sakince böyle bir dertten uzak olduğunu ve isteyen-ulaşmak istenenler için yapıldığını belirtti. Bu kelimeleri anlamak oldukça güçtü elbette, soruya cevap verirken biraz konunun dağılmasına aldırış etmiyordu. Ancak anlam güçlüğü yaşarken güzel soruların altında aslında tek kelimelik cevaplar ve konudan bağımsız hikayeler duymaya başlamıştık. Güzeldi ama kafa karışıklığı yaratıyordu.

Konuya örnek teşkil edecekse filmin Kiliseler Birliği’nden ödül almasını bağlamlandırdı Kaplanoğlu. Ödüle şaşkınlığı şu imiş: jürinin Hristiyanların bazı mesheplerinden olan rahiplerinden olduğunu ve yarıştığı filmlerin ise Hristiyan temasından olduğunu.  Filmde Mirac’ı anlatan sahne ile belli ki rahipler mest olmuşlar ve içinde bulunan yoğun maneviyat sayesinde gerçekleşmiş bu olay. Kaplanoğlu; “Sinema bana göre sanat olan bir şey. Her sanat eseri gibi sinemanın da bizi maneviyata yükseltmesi gerekir."

 Filmlerine sıkıcılıktan ve duranlığından yakınan insanlardan eleştri alıyormuş çoğunlukla. İzlemeyi zorlaştırdığını düşünen ve biraz daha alışılagelmiş basit senaryo ve yönetmen kıvamında film görmeye alış olduğumuz bir dünyadayız, belki de Hollywood’un da büyük katkısı veya zararı olmuştur. İki karşıtlık arasında o tip filmlerin sadece tüketim amaçlı yapıldığını bahsederken derinlikten uzak olduğunu da araya sıkıştırdı açıkçası. Durup sadece şunu düşündüm: Bal, dediği kategoriye girmiyor belki ama apaçık bir tüketim aracıdır da! Sorularıma cevap aramak istemedim elbette, aklımdan Şehnaz Tango’dan nice sahne geçerken. Biraz daha derinlik çabasında olduğunu söyledi yine, evet dedim, fark sadece derinlik: tüketim mekanizmalarımızda. İstediği günlük yaşantımızda onun filmlerini anmak ve ona yaklaşmakmış. Eh, sıkıcılık ve durağanlık konusuna gelince açıklaması az ve özdü: “Sinema da müzik gibi bir sanattır ve ham maddesi zamandır.” Aslında kompleks kısmı ise sinemada zaman maddesinin modern felsefede bile büyük yer tuttuğu ve bunun halka indirgenip nasıl anlatılacağıdır belki de. Kaplanoğlu, sinemasındaki çekim tekniğinden ve doğallığı konusundan da ödün vermediğini anlattı bu konuda. Gerçi bu konu paradoks bir şekilde filmle zaman imgesi ve insanların bu konudaki yakarışı uzun bir süre devam edecek gibi. En azından sistem içinde yaşadığımız için devam edebilir diye düşünüyorum. Mançevski’nin çok sevdiğim bir sözü var bu konuda:  “Bir araç olarak filmin beni büyüleyen yanı, zamanla oynama konusunda sunduğu olanaklar ve sinemacının zamanı uzaya dönüştürmesidir.



Bal filmi konusunda endişelendiğim ve beni üzen bir konu vardı ciddi ciddi: ağız farklılığı. Oyuncuların gayet güzel İstanbul Türkçesi ile Rize’nin yerli halkından olması konusu başlangıçta bana estetikten uzak gelmiştir. En son dayanamayan bir amca bu konuya da parmak bastı elbette ve “neden?” dedi samimi bir şekilde.  Sebebi ise gene soru işaretleri bıraktı: “Oyuncular yöre insanı olmadığı için, sonradan ağız değiştirmeleri bana oldukça yapay geliyor.” Başka bir bakış açısı ise yine oyuncular eğilimindeydi. Aktörlerini öncelikle amatörlerden seçtiğini ve ya çok fazla tanınmamış isimlerle çalışmayı istediğini söyledi. Ona göre herkeste oyunculuk yeteneği mevcutmuş zaten, her insan rol yapabilirmiş, ancak sadece bunu ifade edebilecek yönetmen bulmak gerekirmiş. Klasik soru geldi aklımıza: doğalı mı oynamalı, rol mü yapmalı? Aslında oyunculukta ne yatıyor ki? Elbette kaldı bu sorular havada.

·        Yusuf karakteri kısmı otobiyografikmiş. Örneğin kekemelik ve kısık sesle konuşma önerisi.
·        Filmde müziğin kullanılmadığı ve tamamen doğal seslerden faydalandığını belirtirken, dram, gerilim vs gibi filmlerde müziği kısıp izlememizi de önermiştir.
·        Filmin neden Rize’de çekildiği sorusuna ise: öncelikle Gürcistan sınırında bir yerde çekmek istediklerini ancak çocukla çalıştıkları ve mayınlardan doğan güvenlik açığı olduğu için tekrar Rize’ye döndüğünü söyledi. Burada da pek çok yer ismi geçti, oldukça gezgin ve doğa sever bir yönetmen kendisi, filmlerinden de fark etmemek ahmaklık olur sanırım.
·        Yine Tarkovski’yi saygıyla andı. Tekel işçilerinin direnişini de haklı buldu.
·        Yeni filmi ise İstanbul’da geçecek ve aşkı anlatacakmış.

Bir de son olarak: Radikal’de yayınlanan sinema yazıları derlenmiş ve İletişim yayınları tarafından kitap formuna girmiş, ilgililere.

Söyleşinin bazı kısımlarını aldığım, bazı kısımlarına giremediğimi de belirtirim. Birikimi ve doğa sevgisiyle gerçekten gurur duyduğumuz yönetmenlerden biri olan Kaplanoğlu o gece ağzımıza –yöresel deyimiyle- bal çalmıştı. Kendi adıma ve o küçük şehir adına teşekkür ediyorum.

Murat Uyurkulak Tol romanının baş cümlesinde “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” der. O vakitler geride kaldı lakin devrim kelimesi her zaman güzelliğini korudu.Zaman içerisinde devrim kelimesini sırtında taşıyan nice insan oldu.İnsanlar peşlerinden gitti,isimlerini sayıkladı ve devrim kelimesi her keresinde anlamından çok daha fazlasını niteledi. Çünkü devrim değişim demektir. Varolan düzeni devirmek demektir ve değişim içinde umudu barındırır. Umut da bir kesim insanın yaşama tutunması işte.

Devrim hareketleri yandaşları tarafından değerlendirildiğinde çoğunun sadece bir dönemine tekabül eder. Yaş olsun,sınıfsal farklılıklar olsun değişimin taraftarı olanlar buna sadece belirli bir dönem inanırlar zira çoğunun nedeni alt sınıftan oldukları için sınıf düzenini yıkmaktır.Bir çoğu burjuva veya üst sınıf olarak nitelendirdiğimiz kesime dahil olsa devrim kelimesini anmayacaklarını düşünürümBu nedenle devrim kelimelerde varlığını sürdürüp halkın içinde zaman zaman eylemlerle harlanan bir ateştir ve en önemli nokta devrime hangi noktadan baktığımızdır.Devrim bir amaç mıdır yoksa bizler için sadece birer araç mı?

Devrimi birer amaç olarak gören insanları şimdilik es geçelim ve bu olguyu araç olarak kullanıp belirli kitleyi kendine hayran bırakan en önemli figür Carlos’a odaklanalım.Çakal olarak ünlenen ve eylemlerini devrim hareketi adıyla gerçekleştiren Carlos 70lerin ortalarından 80lerin sonuna kadar birçok terör saldırısı gerçekleştirmiştir.En ünlü eylemi 1975 yılında Viyana’da toplanan OPEC üyesi ülkelerin delegelerini rehin almaktır.Paul Assayas bu ünlü figürün Carlos olduğu andan yakalandığı döneme kadar olan yaşantısını mercek altına almış ve televizyona aktarmıştır.Zaten hakkında bir çok edebi eser olan ve öncesinde farklı yapımlarla eylemleri sinemaya aktarılan Carlos’a eylemlerinden ziyade kişiliğini,düşüncelerini,tutkularını da ekleyerek ortaya daha detaylı bir portre çıkarmıştır.

Tv filmi/dizisi olarak 3 bölümden oluşan yapım dönem dönem Carlos’un yakınında olan insanların aktardıklarından senaryolaştırılmış. İlk bölümüyle Carlos’un amaçlarına,adını duyurmasına vesile olan olayları konu alıyor. İkinci bölümünde Opec saldırısına fazlasıyla yer veren ve Carlos’un eylem süreci içinde değişimlerine odaklanan yapımın son bölümünde Carlos’un değişen dünya düzenine ayak uyduramayıp ringden çekilmesi konu ediliyor.

Her yokuşun çıkışı olduğu kadar inişi de vardır.Carlos’un hayatından aktarılanlar da buna uygun düşmektedir.Öncelikle aldığı göstermelik eğitim Avrupa’ya tutunmasına neden olur ve yükselmenin Avrupa’da olucağına kanaat getirir.Yapımın başlarında sevgilisiyle yaptığı bir konuşmada çok rahat bir şekilde Che’yi eleştirebilmektedir.Avrupa’da varlığını sürdürmek için de Filistin Kurtuluş Örgütünün saflarına katılır.Zira FKÖ’nün eğitimleri üst düzeydedir ve İsrail karşıtı bir çok devletten örgüte para akışı sağlanmaktadır.FKÖ’ye katılışı sonrası en önemli mevzu para ve şöhrettir.Terör eylemi gerçekleştiren örgütlerin ortak paydası eylemi gerçekleştirmektir.Bu nedenden dolayı öldürmek için ölmeyi göze alan binlerce eylemci vardır.Carlos ise oyunu stratejik oynamayı seven biridir.Hedefe kitlenmeden diğer seçenekleri de tartarak sonuca gider.FKÖ örgüt içinde başıbuyruk birini istemediğinden Carlos’u Opec saldırısı sonrası örgütten atar.Paranın Carlos’un yaşamındaki önemi Opec saldırısı sonrası daha çok dikkat çeker zira devrimci nidalarıyla ismi anılan Carlos Suriye’nin piyonu olmuştur.Dokunulmazlık hakkı ve para Carlos’un eylem gerçekleştirmesi için birincil ihtiyaç durumuna gelmiştir.Sonrasında değişen dünya düzeni ve dibe batış.Ülkeler arası barış en çok da eylemcileri vurur.Örneğin Türkiye Kürtlere gereken değeri verebilse Abdullah Öcalan’ı ismini bilemezdil veya dediğimiz gibi Filistin-İsrail arasındaki gerginlik olmasa Çakal Carlos’u satırlarımıza taşımazdık.Savaşlar çoğu zaman sahte kahramanlar yaratır ve Carlos da bunlardan biriydi işte.Hayatının en şaşalı dönemini örgüt içinde gerçekleştirebilen bunun dışında piyon olan biridir.

Dizi de en çok dikkat çeken konulardan biri de Carlos’u oynayan aktör Edgar Ramirez’in performansıdır.20 yıllık bir dönemi konu alan yapımda Ramirez,Carlos’un geçirdiği değişimlere ayak uyduran hem fiziksel hem de ruhsal olarak karaktere anlam katan bir performans ortaya koyuyor.Bir nevi metod oyunculuk örneği sergilemektedir.Ramirez’in bu performansı ona Golden Globe’da adaylık getirmiştir.Ayrıca yapım miniseri diziler kategorisinde de ödüle yakın durmaktadır.Yapım Fransız yapımı olmasına rağmen Assayas yapımı hiçbir tarafa çekmeden tarafsız bir gözle Carlos’u incelemektedir zira Carlos’dan en çok çeken ve onu yakalayan Fransızlardır.Her türlü övgüyü hak eden yapım geçtiğimiz yılın en iyilerindendi.

1) Ferzan Özpetek yeni filmi 'Sonra Ağlayacağım' da Cem Yılmaz'la beraber çalışacakmış. Cem Yılmaz yapım aşamasında destek oluyormuş Özpetek'e. Cem Yılmaz'ı gay görürseniz şaşırmayın.


2) Nuri Bilge Ceylan yeni filminde Yılmaz Erdoğan'la çalışıyormuş. Film direk Cannes film festivali için çekiliyormuş. İlk gösterimi Cannes'da yapılacakmış. Filmin Nuri Bilge'nin diğer filmlerinin aksine bol diyaloglu olduğu gelen haberler arasında.

3) Zeki Demirkubuz 'Yeraltından Notlar'a el atmış, filme çekecekmiş. hacitokankoli çok sinirlendi: Yazgı gibi bu kitabı da bok edeceği düşüncesinde.

Geçtiğimiz senenin sonunda Tarantino'ya göre 2009'un En İyileri'ni paylaşmıştık. Usta bu sene de bir liste çıkarmış. Bu kez 20 film var. Listenin tepesinde ise Toy Story 3...


Sanırım bu listeye ve sıralamaya dair eleştiriler olacaktır. Yine de Tarantino candır. Gönlümüzdeki yeri ayrıdır. Bir liste yüzünden ustayı silmeyelim.

İşte; The Quentin Tarantino Archives'te yer alan, "Tarantino'ya Göre 2010'un En İyileri"


1. Toy Story 3
2. The Social Network
3. Animal Kingdom
4. I Am Love
5. Tangled
6. True Grit
7. The Town
8. Greenberg
9. Cyrus
10. Enter The Void
11. Kick-Ass
12. Knight and Day
13. Get Him To The Greek
14. The Fighter
15. The King’s Speech
16. The Kids Are All Right
17. How To Train Your Dragon
18. Robin Hood
19. Amer
20. Jackass 3-D

görsel: C2C/Beth Wagner/PR Photos; Disney/Pixar

11 Eylül'ün paranoyasıyla şöyle bir Oryantalist film yapalım da Hollywood'daki dostlara "sizi yalnız bırakır mıyız" mesajı verelim diyen bir film olmuş Secret Defense. Fransızlar biz de bu işi becerebiliriz moduyla 2008'de bu filmi yapmışlar. Yönetmen koltuğunda Philippe Haim var. Oyuncu kadrosunda ise Gerard Lanvin ve Simon Akbarian isimleri dikkat çekmekte. Ve yine bu filmde ilk kez karşılaştığım Vahina Giocante.


Kısaca filmin konusuna değinmek gerekirse; Fransız Dış İstihbarat Teşkilatı'nın , Ortadoğu kaynaklı teröristlerin, ülke içinde gerçekleştirme ihtimali büyük terörist saldırı girişimlerini önlemeye yönelik çalışmalar üzerine gelişiyor film. Hikaye iki ana karakter üzerinden gitmekte. Biri, Vahina Giocante'nin canlandırdığı Lisa (Diane) karakteri, diğeri de Pierre (bu rolde de Nicolas Duvauchelle var). Film boyunca bazen Lisa'nın bazen de Pierre'in başına gelenleri izliyoruz. Olaylar başlarda hayli hızlı gelişiyor. Lakin daha sonra aynı tempoyu götürememe durumu baş göstermiş. Ve teröristli, bol ajanlı ve bol mesajlı bir film olarak hafızalardaki yerini alıyor. Ekstra ya da farklı bir şey sunma meselesi yok. Belki de böyle bir dertleri de yok. Hollywood nasıl ki hadiselere kendi penceresinden bakarak İslam'ı ve Müslümanları yorumluyorsa, Fransızlar da aynısını yapmış. Sinema böyle bir şey zaten. Bunu yadırgamak için söylemiyorum. Sadece filmi izleme niyetiniz olursa bunlara hazırlıklı olun.

Film süresince olaylara 11 Eylül sonrası ortalama bir Fransız gözüyle bakıyoruz. Her Arap'ın potansiyel terörist olduğu zannıyla yaşıyoruz. Yeri geliyor üniversitede Profesör olan bir Arap'ın bile cinsiyetçi aşağılamalarla kadınlarla dalga geçtiğine şahit oluyoruz falan. Filmde sürekli Arapları düşmanca görme durumu mevzubahis. Girizgahta da belirttiğim üzere, buram buram Oryantalizm kokan bir yapım. Bunun sebebi -muhtemelen- filmin yönetmeni Philippe Haim (sağcı bir sinemacı çünkü). Elbette bu tarz her film kendi mesajını verme gayretindedir, lakin onca mesajı verirken ana karakterleri yeterince tanıtamıyor. Bu da filmi sıradan filmler çizgisinden ileri taşıyamıyor. Oysa çok daha güzel işlenebilirdi. Parallellik çok daha güzel kurgulanabilirdi demek mümkün.

Amerikan filmleri klişeleri bu filmde de mevcut ama tek bir farkla; Fransızlar motifleri kendilerine göre değiştirmişler. Örneğin; kendi istihbarat teşkilatlarındaki vatansever ajanlar vurgusu (bir fahişe bile yeri gelir vatanını pislik teröristlere karşı korur mesajı), Fransız bayrağının görkemlice çekildiği sahne, filmin sonunda Fransız Dış İstihbarat Teşkilatı'nın başarılarını anlatan cümle vs.

Bütün bunları yaparken Fransa'daki Müslümanların gönlünü de hoş tutma çabaları da var tabii ufaktan. "Hepiniz terörist değilsiniz aslında. Bakın bizim istihbarat teşkilatında namazında niyazında bir Arap da çalışıyor. Sisteme falsosu da yok. Dinini siyasi amellere alet etmiyor. Onu örnek alın" diyerek bir karakter de ortaya çıkarmışlar. Bu kişi görev esnasında mola veriyor, namazını kılıyor. Namazı bittikten sonra tekrar görevinin başına dönüyor. Arapça bildiği için çok kilit bir konumda mesela. Bakın, bu da Müslüman bir Arap ama nasıl da vatanını seven biri, diyorlar yani.

Vahina Giocante kendine has güzelliğiyle sıradan olan bu filmde bir nebze olsun ilgi çekici. Müthiş bir oyunculuk gerçekleştirdiği söylenemez ama ilerisi için not edip takip edilesi bir isim. Bunu da belirtelim.

Her film yazısının sonunda bu filmi izleyin ya da izlemeyin türünden cümleler olur, adettendir. Biz de yazalım. İçinde bol bol Oryantalist göndermeler olan vasat bir Fransız aksiyon filmini izlemek sizin için zaman kaybı değilse, Secret Defense'i izleyin derim.



Kendini gerçekleştiren kehanetlere bayılırım. Olmaması gereken ama bağıra bağıra gelen kadere yani. – Çok egoistçe olacak ama kendimin başıma gelmemesi şartıyla tabiki. – 2009 Cannes Film festivalinde de en iyi kadın oyuncu ödülünü almış olan Lars Von Trier’in son filmi Antichrist’in (Hristiyan jargonuna göre Deccal ) konusu da, tam da buydu işte. Lars Von Trier’in filmini ünlü Rus yönetmen Tarkovsky'e adamış olması, filmi izlemek ve izledikten sonra hakkında yazı yazmak için gerekli sebebi oluşturuyordu. Bu filmi yorumlamak için öncelikle filmin iskeletini oluşturan açılış sahnesini – ki hayatımda izlediğim en etkileyici, en kült açılış sahnesiydi – anlatmak gerekir.

***
Açılış sahnesi;

Film; doktora yapmakta olan kadın ile psikolog olan kocasının ateşli sevişme sahneleri ile başlıyor. Arkadan gelen klasik müzik sesi ile pencereden görünen yağan kar silüeti ise sahneye adeta boyut değiştirtiyor. Sevişme – bu yönetmene göre ilk günahı temsil ediyor – devam ederken, arka odadaki beşikte oyuncak ayısıyla oynamakta olan çiftin küçük oğulları Nick bir şekilde beşikten iner. İçeride odadaki anne ve babasının yemekte olduğu naneye kapı arasından bir kaç saniye bakar. – ki bu bakış, seyircinin kalbine atılan ilk nifak tohumudur. Burada izleyicinin zihnine acaba çift, çocuklarını gördü mü? Gibi birçok soru takılıyor. – Daha sonra çocuk bir sandalye alıp pencereye çıkar. Pencerenin yanında olan 3 tane bibloyu ( küçük heykelcik ) devirir. – Filmin devamında bu 3 biblonunda farklı bir anlama geldiğini anlıyoruz. – Pencereyi açıp aşağıya atlar ve hayatını kaybeder.

***

Bu müthiş ve bir o kadar etkileyici açılış sahnesinden sonra ağır ağır ilerleyen, insanın damarlarından içine akıp giden etkileyici bir film izleyiciyi bekliyor. Çocuğunun trajik ölümünden sonra depresona giren bir kadın – Tam bir majör depresyon hali yani. Hayatımda gördüğüm en iyi depresif rolünü oynayan kadın oyuncu aldığı ödülünü haketmiş olduğu daha cenaze töreninde belli oluyor. – ile onu tedavi etmeye çalışan kocasının garip hikayelerini anlatan bu filmde yönetmen kadın ve erkek üzerinden sözde akıl ile sözde ahlakı sorguluyor.

Film sonunda ise aslında kadının sevişme anında çocuğu pencere kenarında gördüğünü ve fakat olayın hazzından kopmayıp çocuğa müdahale edemediğini anlıyoruz. – Yazının başında bahsettiğim kendini gerçekleştiren kehanet bu. İzleyicinin olmamasını istediği halde filmin başından beri beyninin en uç, en gizli, en mahrem yerinde olan şeyin gerçekleşmesi. Kehanetin hakikatle buluşması yani. –

***

Türkiye’de konuşulacağını sanmadığın bu film – konuşulsa dahi pornografik sahneleri ile konuşulur - kim hangi argümanlarla eleştirirse eleştirsin, sinema tarihindeki yerini çoktan aldı. Açılış sahnesiyle, sinematografisiyle, diliyle, tekniğiyle ve senaryosuyla; Çocuğun ölümüne yâda intiharına – O yaşta bir çocuk intihar eder mi. O da aslında filmdeki gizli sırlardan – kadar olan bölüme açılış sahnesi dersek, önce bu sahneyi yorumlayarak başlayalım ise; Şimdi efendim, bu tip filmler aslında zihin altından başka bir film daha anlatırlar.Bu tip filmler diyorum çünkü yönetmen Lars Von Trier’in, filmi ünlü Rus yönetmen Tarkovski’ye adadığını filmin sonunda akan jenerikten anlıyoruz. Tarkovsky’e adanan bir filmde görünenin arkasından – zahirden – bir şey anlatmaması mümkün mü? Tabiki hayır. Başlangıç sahnesinde, görünüründe anlatılan; sevişmeleri esnasında yaptıklağı ihmalin, çocuklarının ölümü sonuçlanan bir çiftin yaşadıkları, yani tam bir trajedi.

Başlangıç sahnesinin zahirinde anlatılan ise; Hz Âdem ile Hz Havva’nın şeytanın kandırmalarına uyup yasak meyvayı yiyip, cennetten dünyaya kovulmalarıdır. Buradaki baba Hz Âdem’i, anne Hz Havva’yı, çocuğun pencereden yere düşmesi cenneten dünyaya düşen bizi, anne ile babanın çocuklarının ölümü sırasında sevişmeleri ise Hz Âdem’le ile Hz Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan yasak meyva yemesini temsil etmektedir. İşte Tarkovsky filmlerinin neredeyse tümünde olan simgelerle anlatılan yani zihin altında çevrilen ikinci filmi ve bu filmi çözme mutluluğu, bu olsa gerek. Siz zahirde analatılanı böyle mi anladınız bilemem ama bence anlatılmak istenen tam da buydu.

***

Filmin en temel önermesi ise; Şeytan – filme göre doğa – ile Tanrının savaşının kadının cinselliği üzerinden işlenmesinden başka bir şey değil elbette. Bu önermeyi filmdeki dialogların birinde geçen “Doğa şeytanın mabedi, Kadın ise şeytanın bedenidir” aforizmasıyla da anlayabiliyoruz. Filmin tek eksi tarafı, erotizmi dahi aşan pornografi sahneleri. Bu sahneler biraz daha yumuşatılıp – tamamen kaldırılsın demiyorum – film daha geniş kitlelere açılabilirdi. Tam bir anti feminist, hatta neredeyse kadın düşmanı olan ve bunu da filminin alt metninde geyet iyi aşılayan – insanoğlunun cennetten kovulma sebebini kadına yüklenmesi – yönetmen Lars Von Trier, bu aşılama için kadının cinselliğini kullanması hiç de şaşırtıcı olmadı aslında.

***

Filmin yönetmeni Lars Von Trier ile filmini adadığı dahi yönetmen Tarkovsky arasındaki farklara gelince; Tarkosvsky; Sessizdir. Tanrıyla bir kavga içerisindedir. Ve fakat tüm sanatçılar gibi bir derdi vardır. Bu dertten kaynaklanan acısının ise izleyen tarafından farkedilmisini ister. Lars Von Trier; Gayet gürültülüdür. Tanrı ile kavgayı bırakmış gibidir. Çünkü sorumluyu kafasında bulmuştur. Rahatlamıştır artık. Kavgadan geriye bünyede kalan sinirli, asabi hal kendinde mevcuttur. Tarkovsky’nin aksine seyirciye acısını göstermeyi ve hatta yaşatmayı sever. – Filminden sonra bir kaç gün etkisinde kalıp yazı yazmayı hissetmemde bundan olsa gerek.


KONUK YAZAR: Mustafa Ülgen

http://mustafaulgen.blogspot.com/


2010 yılına çok çok teşekkür ediyorum: Sağolsun bolca gezdirdi beni. Blog ödüllerinde aldığımız 2.likle mutlu etti. Referandumla ikiye böldü, ciddi siyasi tartışmalara soktu. Özlenen Tarkan'ı geri gönderdi. 'Bodrum'a da gittik beraber' şarkısını söylemenin haklı gururunu yaşattı. Cem Yılmaz'ın komedi oynamadığı zaman daha iyi olduğunu gösterdi. 12 aylık beleş ligtv kazandırttı. Bal'la gururlanmanın üst sınırlarını zorlattı. Vuvuzela'nın ne kadar iğrenç bir alet olduğunu cümle aleme gösterdi. Domuz gribi ölüm korkusu saçtı, fos çıktı*. Kim Kardashian'ın ne kadar ucube bir yaratık olduğunu sezdirtti. Shakira'nın güzelliğine güzellik kattı wakka wakka dansıyla. Şili'li madencilerle madende mahsur bıraktı bizleri de. Avrupaya kıs kıs güldürttü Avrupanın içine düştüğü ekonomik sıkıntılardan ötürü. Vizelerin kalkması haberleri ile ayrı bir sevinç yarattı. Musa'nın torunu diye nitelenen Erdoğan'a 'one minute'le İsrail'e herkesin göstermek istediği tepkiyi göstertti. Mesut Özil'le tüm Türkiye'yi Alamancı yaptı..

2010 deyince aklıma ilk gelenleri yazdım. Aşağıda biraz ayrıntıya girip klasik 2010 listesi yaptım ama yüzlerce şeyi sıralamadım. Benim için önemli olan 2-3ünü sıraladım. Hadi hayırlı olsun;

-Öncelikle Interrail: 2010 deyince aklıma ilk gelecek şey budur. Üniversite hayatımız boyunca hacitokankoli ile hep hayal etmiştik. Geçen kışın bir gününde ani bir düşünceyle aldık kararımızı. Yanımıza Travis'i(O şimdi asker) çekmeye çalıştıysak da olmadı. Travis gelmiyordu, 2 kişi yetmezdi. Heyecanla konuyu altürk'e(bir insanın soyadı ile benliği bu kadar zıt olabilir!) açtık. Polyanna altürk finansman sorununu düşünmeden atladı bize: Olmadı dışarda yatarız abi, dedi. Gidince dışarda yatmanın, demesi kadar kolay olmadığını en iyi anlayan oldu:) Neyse gittik, gezdik, geldik. Çok eğlendik, çok yorulduk. Sınırdan geçerken ülkeye yasak bir şey sokmanın verdiği haklı stresi yaşadık. Sırbistan'dan bir kez daha nefret ettik. Almanya'ya hayranlığımızı yerinde görerek tescil ettik. Avusturya'nın küçük bir Alman eyaleti olduğunu gördük...
Galiba 2010un değil de hayatımızın en anlamlı işini yaptık Interrail yaparak.
Siz de en kısa zamanda yapın, hayatınıza anlam katın!

-Müzik 2010:
  1. Memories - David Guetta feat Kid Cudi: Viyanadaki Donauinselfest müzik festivalinde bizi bizden almış olan şarkıdır.
  2. No Love - Eminem: Eminem'in nedense büyük bir balon olduğunu düşünürdüm. Adam üşenmeden her albümünde bir kitap yazmaya devam ediyor. Ben de dinlemeye devam ediyorum. Bu sene Rihanna'yla düet yaptığı şarkıyla piyasa yapmış olsa da Recovery albümünün en iyi şarkısı budur.
  3. Clab Your Hands - Sia: 2009da The Ting Tings'i pek bi sevmiştim. Üstüne 2010da Sia diye biri çıktı. Sağolsun iyi yapmış şarkılarını. Albümü We are Born'un en sevdiğim şarkısı olmuştur.
-Film 2010:
  1. The Kids Are All Right: 90larda evlenmiş 2 lezbiyenin yapay döllenme ile meydana gelen çocuklarının donör babalarını bulmaları ve dönor babanın aile içine girip bu lezbiyen birlikteliği alt üst etmesi işleniyor. Seviyorum böyle filmleri. Yaşadıklarımla, kültürümle hiç bir şekilde bağdaşmıyor. Bu yönüyle beni çekiyor galiba.
  2. Social Network: Gerekli açıklamayı hacitokankoli yapmıştı. Fazla söze gerek yok. Çok piçsin Zuckerberg.
  3. Vavien: Engin Günaydından bu güzel hareketinin devamını bekliyorum.

-Dizi 2010:
  1. Lost: Lost için 2010, bitişin yılıdır. Ben üniversiteye başlarken onlar diziyi çekmeye başladılar. Onlar bitirdi ben bitiremedim.
  2. The Office: Günü gününe takip ettiğim diziler vardı. Lost, Heroes, Prison Break, HIMYM, 30 Rock, The Big Bang Teory... 2010da şunu farkettim:Artık sadece The Office'i heyecanla bekliyorum. Mümkünse ben öldüğüm zaman The Office de ölmüş olsun.
-Fotoğraf 2010:
  1. Erdoğan - Kılıçdaroğlu: Küs değiliz, muhalifiz sadece.
  2. Julian Assange: 2 gözü açık zamane korsanı
  3. Haiti Depremi: Beyler yaşayan varsa ses versin...
  4. Afganistan'da bir İtalyan: Dostum eller yukarı!
  5. Festival Felaketi: Şu an bizim eğlenmemiz gerekmiyor muydu!

*Domuz Gribi demişken bahsetmem lazım: Tansu Çiller zamanında dönemin hükümeti IMF'den para karşılığında Amerika ile her yıl belli miktarda ilaç alımı anlaşması imzalamış. Böylece her yıl gerekli gereksiz Amerika'dan ilaç alıyormuşuz. Biraz komplocu yaklaşım oldu ama bunu derste anlatan prof. doktor olunca inanıyor insan. Ne garip bir yerdeyiz lan biz. Ülke bizim ülkemiz değil mi? Neden bir yerlere girip devletin yaptığı anlaşmaları göremiyoruz. Veya böyle bir yer var da ben mi bilmiyorum?


Bir yapımın hayatı beyazperdeye yansıdığı süreden daha fazlasına tekabül eder.Sinema perdesinde varlığını sonlandıran yapım düşünce ve duygularımızda serüvenine devam eder.Hissiyat mevzusu bu noktada mühimdir zira duygu ve düşüncelerimize hitap edebilmiş her film diğer filmlere göre farklı konumlandırılır.Bu yapımlarda barındırılan semboller,anlatım teknikleri her sahne üzerine konuşabilmemizi ve farklı kapıları açmamıza vesile olur.Bağlandıkça filmlere onları anlayabilmek ve yönetmen gibi düşünebilmek adına kişisel çözümlemeler yaparız.Film kritikleri insanlara yapımlarla ilgili çeşitli gerekli-gereksiz bir çok bilgi verebilir.Fakat yönetmenler üzerinden film çözümlemeleri yapabilmek farklı bir uğraş ve emek gerektirir.Bu çözümlemeler yapımlardan önce yönetmenleri anlayabilmekten geçer.

Dış ülkelerde sinema üzerine yapılan edebi eserlerde sıklıkla gördüğümüz yönetmen ve film çözümlemeleri mevzusuna Küre Yayınları Türk Sinemasının son dönemde en önemli yönetmenlerini mercek altına alarak ortak oluyor.2010 Ocak ayında başladıkları "Yönetmen Sineması" serisine Semih Kaplanoğlu ve Ahmet Uluçay isimlerine odaklanarak devam ediyorlar.Sinema adına daha fazla esere ulaşmak için öncelikle açılan kapıları aralamak lazım.Bunun için de binbir uğraşla çıkarılan eserlere gereken ilgiyi göstermeliyiz.Seride varolan kitaplarla ilgili arka kapak yazıları aşağıdadır.


Derviş Zaim


1990’lardaki Yeni Türk Sinemasının önemli isimlerinden Derviş Zaim’in filmografisi, fantastik olanla gerçekçiliğin, yoksunlukla sınıfsal farklılığın, tarihsel olanla bugünün, geleneksel sanatla sinema dilinin, estetikle estetik olmayanın gerilimine ve bağlantısına dayanan görsel bir bütün sunar. Benzerlerine göre kendini biraz daha üstü kapalı bir şekilde temsil eden yönetmen, ikinci filminden itibaren dış dünyanın entrika ve “insan insanın kurdudur” anlayışından doğan kıyasıya mücadeleci gerçeğini benimser. Öte yandan üslûba dair farklı bir yönsemeye de girer ve ebru, minyatür, hat gibi sanatlarımızla sinema dili arasında organik bir bağ kurma çabalarına girişir. Bu çabalar, bize dair bir sinema dilinin kurucu çalışmaları manasında hakikaten önemlidir.
Derviş Zaim’le söyleşi:
“Yapmaya çalıştığım sinemada değer üretm
e çabası var


Nuri Bilge Ceylan

Türk sinemasında 1990’larda başlayan dönüşümle beraber ortaya çıkan yeni kuşak yönetmenlerden biri de Nuri Bilge Ceylan’dır. Asıl olarak fotoğraf sanatı birikiminden gelen Ceylan, özellikle siyah-beyaz fotoğraf estetiğini içselleştirerek geliştirmiş,sinemasında da bu estetiği oldukça fazla kullanmıştır. Görüntülerin bir kısmında fotografik değer sinemasal olana üstün dahi gelir. Bir estetik kaygının sonucudur bu; kimi zaman renklerle bile oynanır ve duygu dünyasının titreşimleri imgenin tabiatını da belirler. Tematik olarak ise, üçlemede (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak) mevcut izlenimci ve durumcu bakış, sonrasında bir müdahaleyle varoluşsal olanın bıçak sırtına dönüşür ve bir yerde bir muamma olan insan doğasının peşine düşer.


Zeki Demirkubuz


Yeni nesil Türk sinemacılarından Zeki Demirkubuz’un sinematografisi, kesif bir acı, hınç, mağlubiyet, daha az kesiflikte de kayıtsızlık, nihilizm ve arabesk-kitsch karışımı bir görünüm sunar. Yılmaz Güney-sonrası bir çizginin şekillendirdiği bu hissiyat, yönetmeni adeta pasif hırçın bir psikolojinin içine sürükler, felsefi manada kötü’nün dünyasının tasviri ve temsili adına gerçek hayatta bir varoluş oluşturmanın bununla yüzleşmeden geçtiğinin altını çizer.
Sinemada varoluşçuluğu öne alarak ama buna Dostoyevskiyen-Marksist bir renk vermeyi deneyerek dramatize etme
ye girişen yönetmen, kişi ve toplum diyalektiği veya uyuşumunda insanın başına gelen adeta değişmez kader gibi olayların toplumu şekillendirdiğini ve her katmanda sömürü etiğinin cari olduğunu savunur.

Zeki Demirkubuz’la söyleşi:
“Dostoyevski olmasaydı, edebiyat olmasaydı sinemacı olmazdım”



Semih Kaplanoğlu

Yeni Türk sineması’nın önde gelen isimlerinden Semih Kaplanoğlu, ilk filminden itibaren yuva ve aile arayışını anlattı. Yusuf Üçlemesi’yle ilk iki filmin karanlık havasından kurtulup daha şiirsel ve minimal bir sinemaya yönelen Kaplanoğlu, üçlemeyle sadece yeni Türk sinemasında önemli bir yer kazanmadı; bu topraklara özgü estetik bir dilin sinemaya nasıl yansıtılması gerektiğine dair ipuçlarını da gösterdi.

Kitaptaki yazılar, Kaplanoğlu’nun işlediği izlekler üzerinden farklı okumalar sunuyor.Felsefeden psikanalize, sosyolojiden estetiğe kadar çeşitli disiplinlerden hareketle Kaplanoğlu’
nun sinema serüvenini ele alan yazılar, yönetmenin sinemasına giriş niteliğini taşıdığı gibi söz konusu giriş için farklı bakış açıları sunmayı amaçlıyor.



Ahmet Uluçay

Ahmet Uluçay, kısıtlı imkânlarla “nasıl film çekerim” sorusuna cevap ararken sinemayı yeniden keşfetti. Yönetmenin bu gayreti sadece mevcut sinemanın tekrarı anlamına gelmiyordu. Tam tersine, yaşadığı toprakların masal ve efsane diliyle sinemayı yeniden kuran yönetmen, bir filmin nasıl bir dile sahip olması gerektiğine dair teorik meselelere de sahici ve somut açıklamalar getirdi.

Kitap, Uluçay’ın tek uzun metrajlı filmiyle birlikte kısa filmlerini de farklı perspektiflerden değerlendiren yazılardan oluşuyor. Aynı zamanda, sanatın metaforik dilini kullanarak, estetik olandan hiç taviz vermeden, imkânsızlıklar içinde film çekmeye çalışan yönetmenin sinemanın çeperini nasıl genişlettiğini gösteriyor. "Yerli sinema" kavramının da irdelendiği kitapta, Uluçay’la ilgili kişisel tanıklıklar da yer buluyor.