Almanya'da geçen ve bir okuldaki hırsızlık olayının etrafa yaşattığı gerilimi konu edinen bu film - tekrar edeyim, konu hırsızlık değil, konu gerilimin kendisi- günlük hayatta birçoğumuzun yaşayabileceği türden bir gerilimi baş karakter Carla Nowak üzerinden bizlere yaşatıyor. Tüm filmin ya derslikte ya da öğretmenler odasında geçiyor oluşu bu sıkışmışlığı fiziksel açıdan da bizlere özetliyor. Bir yandan tamamlanmayan hikayesiyle bu senenin iyi filmlerinden The Anatomy of a Fall tadı alırken, diğer yandan da giderek büyüyen bir gerilim sarmalına dönüşmesi açından da Jagten (The Hunt) tadı mevcut.

Orijinal adıyla Das Lehrerzimmer olan ve bu sene Almanya'nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı olan filmin yönetmenliğini Türk asıllı Alman yönetmen İlker Çatak üstleniyor. 


Ya iş hayatımızda, ya okulda ya da ailemizde benzeri gerilim yaratan olaylar yaşamışızdır. Hani o an oradan kaybolmak istediğimiz, uzunca bir uykuya dalıp ancak sorunun giderildiğinde uyandırılmayı dilediğimiz. İşte bu türden günlük yaşam gerilimini yapmak, öcülü böcülü, ölümlü bir gerilim filmi yapmaktan daha zordur. Bu anlatımı başarabilen filmler de nadirdir ve bu film onlardan biri. 
 
Okulda yaşanan hırsızlık olaylarını bitirmek ve suçluyu bulmak için karar alan okul yönetimi, önce 6.sınıf okul temsilcisi 2 öğrenciden bilgi almaya çalışır. Öğrenciler pek konuşma taraftarı değilse de bir öğretmenin manipülatif yaklaşımıyla bir fikir elde ederler ve yanlış kararlar dizisi buradan itibaren başlar. Öğrencilerin cüzdanlarını arama fikriyle gelirler. "cebinde çok parası olan hırsızdır" gibi ucuz bir düşünceyle ilk suçluyu ya da başka bir deyimle ilk mağduru bulurlar. Görüşmeye çağrılan ailesi, çocuklarında bulunan o paranın kendileri tarafından verildiğini söyler ve bu suçlamanın aslında ırkçılıkla alakalı olduğunu iddia eder. Çünkü suçlanan çocuk Türk asıllı bir ailenin çocuğu olan Ali'dir. Babası Ali'nin bu suçu işlemediğinden emindir. "Çünkü yapsaydı bacaklarını kırardım."  İşte bizim disipline edişimiz ile Almanlarınkinin farkı. Hoş değil belki, ama etkili.

Hem matematik, hem de beden eğitimi dersi veren baş karakterimiz Carla Nowak (Leonie Benesch) tam da bu noktada haksız yere itham edilen çocukları aklamak için kendince olaya müdahil oluyor. Öğretmenler odasına bıraktığı ceketinin iç cebine cüzdanını koyuyor. Hemen karşısına da dizüstü bilgisayarının kamerasını kayıtta bırakıyor. Ders çıkışı kontrol için geldiğinde cüzdanında paranın eksik olduğunu görünce hemen kaydı izliyor ve cebini karıştıran birisine ait bir ipucu yakalıyor. Ne oluyorsa bu andan itibaren oluyor ve o vakte kadar onun için nefes alanı olan öğretmenler odası hayatının en kaotik yerine dönüşüyor. Durumu kurtarmak ya da olayı çözmek için varılan her bir gelişme hikayeyi çözümleyen değil, karakterin üzerindeki baskıyı arttıran birer yüke dönüşüyor.

Yazının başında da belirttiğim gibi filmin hikayesi bir suçun çözülmesine odaklanan bir polisiye değil. Toplumsal eleştirileri de içinde barındıran, alınan kararlar neticesinde kişi ve ait olduğu toplulukta oluşan gerginlik hissi bu filmin izleyiciye geçen ana çıktısı oluyor. Sadece hikayenin işlenişi ile de değil. Görüntü yönetmeni Judith Kaufmann'ın gerek yakın çekimlerle gerekse sabit el çekimleriyle atmosferi bizlere güzel aktarması ve tüm bunlara Marvin Miller imzalı müziğin film boyunca bize eşlik etmesi duygusal yoğunluğu pekiştiriyor. 

The Crown dizisinden de tanıdığımız Leonie Benesch'in performansından da bahsetmeden geçmek istemiyorum. Carla karakterinin yaşadığı duygusal zorlukları ve çıkmazları etkileyici bir şekilde bizlere aktarıyor. Öğrencileri susturmak için kullandığı o el şaklatma hareketini ve içindeki öfkeyi gizlemek için öğrencilerin çığlığını kullandığı o sahneyi izlemelerini tüm öğretmenlere de tavsiye ediyorum.

Hikayenin etken tarafında bulunan Carla'nın karşısında da edilgen konumunda Oscar (Leonard Stettnisch) karakteri var. Filmin başında biz hikayenin diğer öğrenci Ali'nin üzerinden aktarılmasını beklerken, sahneye, göklere ve hatta omuzlara Oscar çıkıyor. Tüm bu olanlara karşı duruşu ve tavrıyla filmin en karakterli kişisi oluyor.  

Sonuç olarak müziğiyle, atmosferiyle, anlatımıyla karşımıza güzel bir gerilim filmi çıkıyor.  Temennim bu sene bu filmi Yabancı Dilde En İyi Film adayları arasında Oscar'da görmek. Umarım İlker Çatak Oscar'ı bu filmde havaya kaldırdığı gibi, törende de kaldırır. Bu filmle olmazsa da bir sonraki filmlerinden birinde.

Son senelerde birçok ülkenin en önemli sinema yapımları mülteciler hakkında oluşmakta. Geçtiğimiz sene Everything Everywhere All At Once filminin Oscar'daki başarısının da bunda etkisi olsa gerek, Avrupa ülkelerinin Yabancı Dilde En İyi Film'de Oscar aday adayları da bu filmlerden oluşuyor. Bunlardan birisi de İran asıllı yönetmen Milad Alami'nin İsveç Yapımı Motstandaren (Opponent - Rakip) filmi. İsveç'e iltica eden eski bir güreşçinin hikayesinin anlatıldığı filmin başrolünde, İranlı yönetmen Asghar Ferhadi'nin Oscarlı ödüllü A Separation filminden tanıdığımız Peyman Moadi oynuyor.

Iman ( Peyman Moadi)

"Benim sessizliğim beni korumadı. Sizin sessizliğiniz de sizi korumayacak.

Feminist yazar Audre Lorde'nin bu sözleriyle açılan film, her ne kadar İsveç'e gitmiş ve ilticalarının kabul edilmesini bekleyen İranlı  eski bir güreşçiyi anlatsa da, özünde baş karakterin ailesi ile bastırılmış cinsel duyguları arasında kalışını işliyor. Bu yüzden sevdiği spor olan güreşi yaparken rakipleriyle değil, kendi iç benliğiyle güreşiyor desek yeridir. Böylesine bir iç çatışmayı güreş metaforu üzerinden anlatıma sunmak mantıklıca. Çünkü güreş, kaba kuvvet gerektirdiği için daha maskülen bir spor dalı olmasına rağmen iki erkek cinsin birbiri ile en fazla tensel temas halinde olduğu spor olması sebebiyle ironiktir de. Hele ki bizim Kırkpınar yağlı güreşlerinden sıkça gördüğümüz güreşçilerin ellerini birbirlerinin kıspetlerinden (giydikleri şort) içeri sokmaları bu olayın zirvesi niteliğinde.

Tüm bu iç çatışmalar yaygın da olsa sonuçta sahşi meseleler diyip yeniden toplumsal meselemiz olan mültecilere dönelim. Filmde mülteciler yerliler için flu görünümdeler. Bürokratik kayıtsızlıklarını aşmanız için onlara insan olmanızın ötesinde ölçülebilir bir şeyler sunmanız gerekiyor. Çaresiz oluşunuzun, çocuk oluşunuzun, kadın oluşunuzun, hatta hamile bir anne oluşunuzdan daha önemli bir kriter varsa o da iltica ettiğiniz ülke için yarışacak bir sporcu oluşunuzdur. Tüm kartlarını oynadıktan sonra elinde kalan -ama kullanmak istemediği ve kendisini yine o iç çatışmaya sürükleyeceğini bildiği- güreş kartını sürerek ilticasının kabulünü umuyor. Ve bedel ödemesi o noktada başlıyor. İç çatışmasında iki zıt kutbu oluşturan karısı Meryem ile güreşten arkadaşı Thomas arasında gitgeller yaşıyor. Birine yakınlaşmak diğerinden uzaklaşmak demekti kutup ve bu uzaklaşmayı Meryem cephesinde bariz bir şekilde görüyoruz. 

Mülteciler üzerinde yapılan bunca yapımın soruna odaklanılmasına mı yoksa tüm yaşananların önemsizleştirilmesine mi yol açacağını bekleyip göreceğiz. Çünkü yazının başlığında kullandığım "Sessiz Yığınların Gölgesinde" kitabında Jean Baudrillard'ın yine aynı kitapta geçen bir sözü var. "İçinde yaşadığımız dünyada haber oranı arttığı ölçüde anlam oranı da azalmaktadır." Ve yine aynı  kitaptan başka bir ifade de "Kitlelerin aradığı şey gösteridir. Yalnızca gösteri." diyor sosyolog yazar. Belki de tüm bunlar istenilen bu gösterinin bir parçasıdır.

Filmin yönetmeni İran asıllı fakat İsveç ve Danimarka'da yaşayan Milad Alami'nin bu ikinci uzun metraj filmi ve İsveç'in bu sene Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı. Geçen sene de İsveç yine başka bir müslüman yönetmen yapımı olan Boy From Heaven filmini aday göstermişti. Sünni islam alemi için önemi olan El Ezher Üniversitesindeki baş imam / rektör seçiminin anlatıldığı bu filmin büyük bir bölümü de İstanbul'da çekilmişti.  

 Oscar'ın öncüsü sayılan ve Hollywood sinemasının ikinci büyük ödülü olarak kabul edilen Golden Globe'un aday film ve dizileri açıklandı. 7 Ocak 2024'te sahiplerini bulacak olan ödüllerin aday listesi:

     DRAMA FİLMLERİ 

    En İyi Film 

 

 En İyi Yönetmen 

 

En İyi Senaryo  

 

 En İyi Erkek Oyuncu

 

 En İyi Kadın Oyuncu 

 

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu 

 

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

 

 Yabancı Dilde En İyi Film 

 

En İyi Animasyon  

 

KOMEDİ ve MÜZİKAL FİLMLERİ

   En İyi Film 

 

 En İyi KadınOyuncu 

 

En İyi Erkek Oyuncu 

 

DİZİLER 

Dramada En İyi Dizi 

 

 Dramada En İyi Erkek Oyuncu 

 

  Dramada En İyi Kadın Oyuncu

 

 En İyi Komedi/Müzikal 


 
Komedide En İyi Erkek Oyuncu



Komedide En İyi KadınOyuncu

1650li yılların Edo dönemi Japonya'sında Avrupalıların insandan aşağı, hatta yuvarlak gözlerinden ötürü köpek olarak görüldüğü dönemde, bir Avrupalının annesine tecavüz etmesi sonucu melez doğan ve Japonya'da bulunmayan o mavi gözleriyle bu melezliği kolayca ifşa edilen, küçükken akran zorbalığı yetmezmiş gibi büyüyünce de toplum zorbalığına maruz bırakılan bir insanın intikamına hazır olun. Uğruna canavarlaştığı bu intikam için nefret tek başına yeterli değildi. Bir malzeme daha gerekiyordu. O da ihanet ile zehirlenmiş bir aşk. Tüm bunlar bir araya gelince Netflix'in son dönemde yaptığı en iyi yapım karşımıza çıkmış oluyor.


Ekim ayında Pluto dizisini izlediğim için Netflix Kasım boyunca bana Blue Eye Samurai'ı önerip durdu. Klasik netflix algoritması diyip geçiştirdim. Yeni bir diziye başlamak sağlam bir cesaret gerektiriyor günümüzde. Bu yüzden sevileni tekrar izlemek daha kolayıma geliyor. İkinciye başladığım Seinfeld in 9 sezonluk serisi de bitince düştüğüm boşlukta tıklayıverdim Blue Eye Samurai'ı. Henüz ilk 10 dakikasında beni almıştı içine. Kill Bill sever biri olarak o kılıçların çıkartıp oraya buraya fışkırttığı kanlar diziye devam etmeme yeterli bir doneydi. Kurdun dişine kan değmişti artık. Ama içeride bundan daha fazlasını buldum.

Dizi 1650li yılların Edo dönemi Japonya'sında geçiyor demiştim girişte. Bu dönemi biraz açmak gerekiyor. Edo dönemi, 1603-1868 arası Japonya'da hüküm süren Tokugawa şogunluğunu içeren dönemdir. Bu dönemin başlıca özellikleri başkentin Tokyo'ya taşınması ve ülkenin kapanmacı politika izlemesidir. Edo dönemi 1850lerde ülkeye gelen Amerikalıların ülkeyi önce ticaret sonra kültür ve din ile dış dünyaya açmasıyla son buldu. İşte bu dönüşüme kadarki kapalı süreçte içeride bulunan Avrupalı sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı. Mecazen değil, tam olarak 4 kişi.

Dizimizin baş karakteri mavi gözlü samuray Mizu'nun annesi ülkede bulunan o 4 Avrupalıdan birisi tarafından tecavüze uğramış. Melezliğin nişanesi olan o büyük mavi gözleri yüzünden çocukluğundan başlayan bir dışlanmaya maruz bırakılıyor. Bu dışlanma o dönemin Japonya'sında sadece sözlü olarak "tü kaka" şeklinde de olmuyor. Neredeyse hiçbir hakkınızın bulunmadığı, uygulanan darbın ve hatta katlin neredeyse meşru görüldüğü bir toplum dışlanmasından bahsediyoruz. Öyle ki karakterimiz bile bu dışlanmayı içten içe haklı bulup, çevresinin ona deyimiyle kendisinin bir "yaratık" olarak dünyaya gelmesine sebep olan biyolojik babasının peşine düşüyor. O 4 Avrupalıdan hangisi olduğunu bilmediği için dördünü de hedefine koyuyor. İntikam ateşi yaşam çizelgesinin bazı evrelerinde dinecek gibi olurken, o en zayıf anında yeni bir dışlanmaya, yeni bir canavarlık etiketine maruz bırakılınca aklımıza yazının başında refer ettiğim Kill Bill filminde kullanılan ve bu seride de sıklıkla söylenen alıntı geliyor: "Those men deserve to die"
      Kill Bill Vol.1-2

Seriyi ilk sezon itibariyle kadın karakterlerin hikayeleri yönlendiriyor. O dönemin Japonyasında toplum hakimiyetini elinde bulunduran erkekler bu seride ya kusurlu ya da kötüler. Prenses olmasına rağmen kendi hür iradesiyle yaşamı, kısaca özgürlüğü arayan Prenses Akemi, sevgilisini aramaya çıktığı yolda kendisini bularak yeni bir challange açıyor kendisine. Serinin en sosyolog insanı  olan ülkenin en iyi genelevini işleten Madam Kaji'nin ifadesiyle "erkekler geneleve gelip zayıflığının keşfedilip kendilerinin rezil edilmesini istiyorlar. Kimisi poposuna tokat, kimisi başına şefkat istiyor." Kadınların daha kaşif ve güçlü durduğu dizide erkeklerin güçlü görünüm altında birer ezikler olduğunu görüyoruz. 

NETFLİX ÖZELİNDEN BAKARSAK;

Blue Eye Samurai tipik bir anime gibi gözükmesine rağmen aslında çok farklı. Bunda öncelikli neden sanılanın aksine Japon yapımı değil, Fransız/Kanadalı animasyon şirketi Blue Spirit tarafından oluşturulmuş olması. Bu sebeple diğer animelerden ayrışmayı kolay yapıyor. Netflix platformunda anime yapımları daha çok arttırmayı planlamakta ve bu konuda yatırımlar yapmakta. Bunun öncelikli sebebi geçtiğimiz yıllarda greve giden senarist ve sinema emekçilerinin platformu üzerindeki baskıdan kaçınmak. Üzerinde çalıştığı yapay zeka senaristliği ile bol miktarda senaryo üretip, animasyon anlatımlarla bunları izleyiciye sunmayı planlamakta. Bu yüzden Netflix pek de alışık olmadığımız bir yöntemle bu seriyi pazarladı ve bölümün ilk bölümünü Youtube sayfalarında yayınladı. Seriyi platforma sokmadan önce bunu yaptı ve kısa sürede 3 milyon izlenmeye ulaştı. 
 

Serinin ilk bölümünü Youtube'da izlemek için Tıklayın..

Seriyi Netflix'te izlemek için Tıklayın..

Bazen karşımıza, daha önce hiç adını sanını duymadığımız eski bir film veya taze çıkmış yeni bir film düşer. Bilgi edinmek için IMDB sayfasına baktığımızda kenarda 8 üzeri bir puan görünce izlemeye karar veririz. Ama izledikten sonra tepkimiz "nasıl yani? neden ki?" diye olur ve o yüksek puana bir türlü anlam veremeyiz. Bu durumu yaşayanımız çoktur. Peki 1 Aralık 2023 tarihi itibariyle 8.3 puana sahip olan The Holdovers bunlardan biri mi?


The Holdovers filminin yönetmeni Alexander Payne'i Sideways filminden hatırlayanlarınız olacaktır. Tıpkı bu filmin baş karakteri Paun Hunham'ı canlandıran Paul Giamatti'yi de hatırlayacağınız gibi. Yönetmenlerin, benzer tattaki filmler için aynı ya da benzer oyuncularla çalışma zafiyetleri var. Önceki filme tadını verenin hikaye mi anlatım mı yoksa oyuncular mı konusundan emin olmadıkları durumda yeni projelerinde çok da değişikliğe gitmezler. Bu bazen kişilere alışkanlık, bazen de anlaşım ve uyumda kolaylık verdiği için olabilir. Birçok Cem Yılmaz filmi gibi.

Kısaca bu filmden bahsetmem gerekirse; Barton Akademisi kısmen kalburüstü aile çocuklarının kaldığı yatılı bir öğrenci okuludur. Christmas tatilinde de öğrenciler 2 haftalık izne çıkar ve ailelerinin yanlarına giderler. Ancak bazı sebeplerden dolayı tatile çıkamayacak olan öğrenciler oluyor. Ve bunlara eşlik edecek olan okulun demirbaş öğretmenlerinden Paul Hunham (Paul Giamatti). Ve 3 ayaklı masa oluşuyor.

Paul Hunham, öğrencileri ve okul personeli tarafından pek sevilen biri değildir. Hatta hayatın geneli itibariyle pek seveni yoktur. Bu yüzden her christmasta olduğu gibi bu christmasta da okulda nöbetçi kalacak kişi odur. Nöbet derken, sanki bir evi varmış da oraya gitmiyormuş gibi de düşünülmesin. Okulda yatıp kalkan, okulda yaşayan, okul dışında bir yaşamı olmayan bir öğretmen kendisi.Tek gözünde çarpıklık olan ama hangi gözünün bozuk olduğuna yer yer sizin de emin olamayacağınız şekilde bakıyor, ki bu değişimin de bir anlamı var.

Masanın ikinci ayağını okulun aşçısı Mary oluşturuyor. Karakter ismiyle de, kendisine biçilen aile yapısıyla da ve olayların geçtiği zaman itibariyle manidar bir durum oluşmuş. Mary, oğlunu kaybetmiş bir anne. Doğumdan önce de kocasını kaybetmiş. Yani yalnız başına doğum yapmış ve sonrasında oğlunu da kaybetmiş bir anne. Ve adı da Mary. 

Masanın son ayağını oluşturan kişi ise okulun munzur öğrencisi Angus. Sınıf tekrarları yaptığı için arkadaşlarına nispeten daha gelişmiş ve daha olgun durması onu biraz kibirli yapmış. Ki gösterdiği zekasıyla bunu hakediyor da diyebiliriz. Ama içini açıp Angus'un hayatına baktığımızda çevresine gösterdiği o vurdumduymaz tavrın kibirden kaynaklanmadığını, aile hayatında yaşadıklarının dışavurumunu bu yolla gizlemeye çalıştığını görebiliyoruz. Zira annesi ile tarafından dışlandığı için christmas tatilini okulda geçirmek zorunda kalmıştır kendisi. Ne gariptir ki filmin bir yerinde okulun aşçısı kaybettiği oğlu için "oğlum onu terk ettiğimi düşünecek" diyor. Çünkü oğullar hep terk edildiklerini düşünürler. İsa da öyle düşünmüş "eli eli lema şevaktani ( tanrım beni neden terkettin)" demişti ölmeden önce.



Filmin 3 ayağına da kısaca değinmiş olduk. Ve anlaşılacağı üzere bu film bir christmas filmi. Christmas filmi ile kasıt christmasta geçen ya da onu konu edinen filmler değildir sadece. Christmas döneminde izlenmesi beklenen, o dönemde daha manalı olan ve o dönemde izlenildiğinde kişilerin daha çok empati kurarak filmin içine sızabilecekleri filmleri kastediyorum. Bunlar da genelde aile üzerinde konu edilir. Ya tüm ailenin bir araya geldiği mutlu bir resim çizilir. Ya da ailesizliğin verdiği yalnızlık. Aile kültürünün bir tutma gibi bir misyonu vardır yani bu filmlerin. Ve en büyük alıcısı da Amerika, Kanada ve Avrupa'dır haliyle. O yüzden bu filmler çıktıkları an itibariyle bu ülkelerden ciddi bir izleyici ve beğeni toplar. Ve zamanın geçmesi, filmin öteki ülkelere de yayılmasıyla puan daha ortalamaya kavuşur ve düşmeye başlar. Bu da onlardan biri olacaktır. Film kesinlikle kötü değil, güzel film. 8.3 etmez, 7,5 da etmez, ama 7,2 hakkıdır ve bu da gayet iyi bir film demektir. Christmas sonrası 8.3ten aşağı inip kaça oturacak bekleyip göreceğiz. 

Bazen anlam veremediğimiz yüksek puanlı filmlere gereksiz yere fazla anlam aramayın yani, kültürel bir şey. Bizim dönüp dolaşıp Hababam Sınıfı izlememiz gibi, dönüp dolaşıp The Breakfast Club izleyenler var. Yapacak bir şey yok.


The Holdoevers filmini oylayan ülkeler ve oy dağılımı.


Şu sıralar gündemimizi yoğun şekilde meşgul eden bir Dilan Polat olayı var. Para akladıklarına kesin bir inanç var. Ama aklanan para neyin parası, bu henüz netlik kazanmış değil. İlk tahminler illegal bahis parası dese de, aklanan para uyuşturucu parası olabilir. Neden mi? Cevabı Netflix'te yayınlanan Ferry dizisinde bulabilirsiniz. 


Ferry - De Serie, Netflix'te daha önce yayınlanan Undercover dizisinin spin-off'u. Uyuşturucu işinde olan Ferry Bouman karekterinin Undercover dizisi öncesi, yani büyük bir çeteye dönüşmeden önceki dönemlerini konu ediniyor.

Basit ölçekli lokal bir ekstazi üreticisi ve satıcısı olan Ferry'nin karşısına bir fırsat çıkar. Bölgenin en büyük uyuşturucu üreticisi içeri alındığında müşterilerin tedarik sorunu çekeceğini gören Ferry, bu krizi kendi lehine çevirmek için çat kapı Pusaka çetesini ziyarete gider. Ve bir anda kucağında 1 milyon adetlik ekstazi siparişi bulur. Ancak şöyle bir sorun var, daha 2 gün önce 30 bin ekstazi kaptırdığında dünyalar başına yıkılacak kadar küçük ölçeklidir kendi şebekesi. Ama bu işin şampiyonlar ligine giriş yapabilmesi için bu siparişin yapılması muhakkaktı.

Aldığı bu siparişi, şebekesinin kimyacısı ve aynı zamanda kayınbiraderi olan Lars'a söyler ve o da bu siparişin altından kalkamayacaklarını, bu işin sonunda da Pusaka çetesi tarafından öldürüleceklerini düşünür. Siparişi yapamayacaklarını düşünmesinin 2 sebebi var. Birincisi; teçhizat kaynaklı imkansızlıklar. Yani üretim bantları bu sipariş hacmini karşılamaz. Ancak aşılabilir bir durumdur bu. Ve geliyoruz ikinci sebebe; ham madde tedariği. Tezgah kapasitesi büyütülse de uyuşturucu yapımında kullanılan kimyasal maddelerin tedariği kolay değildir. Sıkı takip üzerine satışları yapılır, özellikle de büyük miktarlı alımlarda. Asıl ham maddesi olan PMK maddesinin bu büyüklükte tedarik edemeyeceğini anlayan Ferry, Lars'a bunların yerine alternatif olarak kullanabilecekleri başka maddelerin olup olmadığını sorar. Ve işte tüm bir diziyi yukarıdaki girizgaha bağlayan kısım da burası. Lars, tedariği imkansız olan PMK yerine, satışı legal olan ve şampuan, krem gibi kozmetik ürünlerin yapımında kullanılan "sassafras yağı"nın da kullanılabileceğini söyler. Ama buradaki tek sorun da sassafras yağını tedarik edecek legal bir kozmetik firmasının gerektiği. Ferry'nin aklına çocukluk arkadaşı olan Marco gelir. Çünkü Marko bir kuafördür ve yıllardır kendi markası altında şampuan üretmek istemektedir. Ferry, Marco'ya bu fikrini hayata geçirmesi için yardımcı olmayı teklif ediyor. Karşılığında da şampuan yapımı için sipariş vereceği sassafras yağının bir kısmını el altından kendisine vermesini istiyor. Hem Marco'nun hayali gerçek olacak hem de Ferry Bouman uyuşturucu yapımında kullanılacak olan ham maddelerin bir kısmını legal yoldan kolayca tedarik etmiş olacak. Win- Win.
 'Neden bu şüpheliler hep kozmetik sektöründen çıkıyor'un cevabı da bu kısımda gizli olabilir. 

Bu sigara yanığı notundan sonra gelelim tekrardan diziye. Ferry ve Undercover dizisi yer yer Breaking Bad, yer yer de Sopranos tadı alabileceğiniz keyifli bir Hollanda dizi. Netflix bu yapımın ekmeğini iyi yiyor olacak ki spinofflar ve seriye ek olarak 2 film çıkardı. Siz de bir şans verin derim Ferry Bouman'a.

Bağlantılar;

Ferry dizisinin Netflix Sayfası için tıklayın

Undercover disizinin Netflix sayfası için tıklayın.


Ferry dizisinin IMDB sayfası için tıklayın

Undercover disizinin IMDB sayfası için tıklayın.

 Amerika borsasında işlem gören GameStop hissesi 2021 Ocak ayının başlarında 15$ civarında gezinirken, tarih 27 Ocak'a geldiğinde bu hissenin fiyatı 460$ a kadar çıkmıştı. Peki ne oldu? Nasıl oldu?
Yine Amerika'daki mortgage krizini anlatan 2015 yapımı The Big Short filmi gibi olayları sinema anlatımıyla görmek isteyenler bu filme buyursunlar. 

       

Olayı size kısaca özetlemem gerekirse eğer; GameStop firması, Amerika ve Kanada'da 5000 e yakın mağazasıyla elektronik alet, dijital oyun ve oyun gereçlerini satan bir firma. Oyun sektörünün daha çok dijitalleşen, stream'e ve mobile yöneldiği düşünen ve bu yüzden fiziksel olarak oyun cdleri pazarlayan GameStop'un yakın zamanda batacağını ön gören büyük balinalar, GameStop hissesini shortluyorlar (acığa satıyorlar yani batacağına bahis oynuyorlar diyelim amiyane tabirle). Ancak çocukluğunun en önemli mağazasının GameStop olduğunu düşünen Y kuşağı temsilcisi Keith Gill hisse ederinin olması gerekenden düşük olduğunu düşünüyor ve varını yoğunu (53bin dolarını) GameStop hissesine yatırıyor. Her akşam youtube'da "Roaring Kitty" mahlasıyla yayın yapıp hisse portföyünü kanalında paylaşıyor. Önce kendi sadık izleyicileri yaptıkları alımla Keith'e destek çıkıyor. Daha sonra shortlanma olayının da biraz açığa çıkmasıyla sosyal medya platformu Reddit kullanıcılarını da bu alımlara dahil oluyor. Üzerine Elon Musk da twit atınca işler hepten çığrığından çıkıyor ve hisse fiyatları 500 dolara kadar çıkıyor.

Ocak başında 53bin dolar ile bu alımı gerçekleştiren Keith Gill, 27 Ocak'a gelindiğinde 48 milyon dolarlık bir servete ulaşıyor. Küçük yatırımcılardan oluşan bu kitleden kimi bu yükselişi yeterli bulup hisseyi nakde dönüştürürken kimileri daha da yükseleceğine inandığı için satış yapmıyorlar. Hisseyi satmayan büyük bir kesim daha var, ki bu olayın anarşik yönü de burası, artık aptal parası görülen küçük yatırımcıların büyük balinalara bir ders verme zamanının ve fırsatının geldiğini düşünenler. Bu olaylar sonunda GameStop hissesini shortlayan balinalara 6,5 milyar dolarlık bir batık verdiriyorlar. Aptal parası diye alaylanan küçük yatırımcı bu kez balinalara sağlam bir gol atıyor. 

Yaşanmış gerçek finans olayların konu edinildiği filmleri, The Big Short'u sevenlerin seveceği bir anlatımda ve pandemi döneminde yaşandığı için kongre tarafından zoom üzerinden verilen ifadeler ve gerçek görüntülerle anlatımın bir nevi belgeselleştirildiği bir film olmuş.

Filmin künyesinden bahsedecek olursak yönetmen koltuğunda sevdiğim birkaç filmin de ( I,Tonya ve Lars and the Real Girl) yönetmenliğini yapan Craig Gillespie oturuyor. Oyuncu kadrosu ise ufak ufak rollerle yine zengin tutulmuş. Başrolde There will be Blood ve Little Miss Sunshine filminden sevdiğimiz Paul Dano oynuyor. Ona eşlik eden diğer isimlerden bazıları da şunlar: Shailene Woodley, Pete Davidson, Nick Offerman, Seth Rogan, Vincet D'Onofrio..

Film müzikleriyle de güzel bir ritm yakalamış. Bu yüzden filmde çalan bazı şarkıların Spotify linklerini de şöyle bırakayım:

Cardi B - WAP

Darko - 21

Megan Thee Stallion - Savage

Kendrick Lamar - Humble

Mark Batson - You Make Me Wanna Purr

Mark Batson - Litt

Little Simz - Boss

The White Stripes - Seven Nation Army

Usta yönetmen David Fincher'in merakla beklenen filmi The Killer geçtiğimiz hafta Netflix'te yayına girdi. Kimisi için olmamış bir John Wick, kimisi için killer of time, kimisi için yine bir David Fincher filmi. Ama kesin olan bir şey var ki o da filmde müziklerini sıkça duyduğumuz Britpop grubu The Smiths'in diskografisine hakim birisinin bu filmden alacağı zevki yukarıya taşıyacak oluşu. Zira yer yer tetikçimizin duygularına tercüman olan şarkılar seçilmiş, yer yer de bazı olayları trajikomikleştirmiş. Sevgilisi komada yatarken fonda çalan The Smiths - Girlfriend in a Coma şarkısı bu örneklerden biri. 


Filmin kısaca konusu; tetikçimiz başarısız olduğu bir iş sonrası cezalandırılır ve bu cezayı da evine saldırılarak öder. Tabi her şeyin bedeli olduğu gibi bu ev baskının da bir bedeli olacaktır ve katilimiz John Wick gibi cephanesini gömülü olduğu yerden çıkararak intikam yoluna koyulur. John Wick dediysek hemen bir shoot'em all filmi beklemeyin. O kadar bir hareket bulamayacaksınız. Hatta filmin ilk 25 dakikasında hiçbir hareket bulamayacaksınız ama buna rağmen filmin en sevdiğiniz kısmı bu ilk 25 dakikası çıkabilir. Hor görmeyin.

Filmin bileşenlerinden bahsedecek olursak David Fincher, daha önceki kült filmlerinde çalışmış olduğu kişilerden karma oluşturarak ekibini oluşturmuş. Orijinali Alexis Nolent'ın yazdığı fransız bir çizgi romana dayanan hikayenin film senaryosunu Seven filminin de senaryosunu yazan Andrew Kevin Walker üstlenirken, görüntü yönetmeni koltuğunda Gone Girl filminden Eric Messerschmidt, kurguda da The Social Network filminden Kirk Baxter oturuyor. Tüm bu toplamalardan sonra rahatlıkla filmin yönetmenin imzasını taşıyan bir işçilik sunduğunu söyleyebiliriz. Ancaaaak, anlatılan karakter diğer  filmlerdeki kadar ilgi çekici birinden oluşmadığı için tüm bu tempoyu nötrleyecek bir etken gerekiyor ki bunu da oyuncu seçimiyle hallediyor. Çok sevdiğim Prometheus filminin donuk suratlı robotu David'i canlandıran Michael Fassbender  tüm filmi mimiksiz tamamlayak sıkıcı bir katilin hakkını layıkıyla veriyor. Film boyunca devam eden iç konuşmaları sıklıkla tekrarlardan oluşuyor. "Plana sadık kal","Kimseye güvenme", "Asla avantaj kazandırma", "Sadece parasını aldığın savaşı ver","Empati kurma, empati zayıflıktır"... Tetiği çekeceği her sahne öncesinde iç sesiyle bunu dillendirmesi, karakterin her iş öncesinde kendisini tekrar ve tekrar katilliğe ikna etmek zorunda olduğunu bizlere gösteriyor.  Soğuk, deneyimli, profesyonel bir katil ama Zodiac filmindeki karakter gibi bir psikopat olmadığının göstergesi bu da. Bunun sadece para karşılığı yaptığı bir meslek olduğunun, diğer mesleklerden bir farkının olmadığını önce kendisine inandırmakta, sonra da bizim inanmamızı beklemekte. Ve iç ses konuşmasındaki her cümleyi klişe ezber olarak tekrarlamadığını, bunu bilinçli şekilde yapıp her seferinde cevaplara göre de aksiyon aldığını filmin son sahnesindeki karşılaşmada görüyoruz. Tekrarlardan biri olan  "Benim çıkarım ne?" sorusuna bir cevap bulmuş olacak ki yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiği sırada çıkarı olmadığına ikna olduğu için kuyruğu orada bırakıyor.  

Trakya Birleşik Devleti önderliğinde tüm dünyanın Pers Devletine karşı açtığı savaşta yer alan en gelişmiş 7 robot hedeftedir (bu 7 robottan biri de türktür bu arada). Savaşın nedeni ise Pers Devletinin gizlice 'Kitle İmha Robotları' üretmekte olduğudur. Tüm ülke, robotların da katılımıyla diğer ülkelerce yakıp yıkılmış ve gelin görün ki hiçbir kitle imha robotuna rastlanılmamıştır (!). İçinde Türkiye'nin, Sultanahmet'in de geçtiği mangadan uyarlanan bu bilim kurgu anime serisi Pluto için şimdi asın bayrakları.. 


Naoki Urasawa tarafından 2003'te yayınlanmaya başlayan manga serisinin animesi geçtiğimiz hafta Netflix'te yayına girdi. Gelişmiş yapay zeka teknolojisiyle donatılmış insansı robotları barındıran bu seri size ilk olarak Blade Runner'ı da anımsatacaktır.  Özellikle 'cyborg' veya 'humanoid' gibi tanımlamaların yerine "insansı robot" tabirini kullanıyorum. Çünkü bu mangadaki robotlar, robotluğu bir insan gibi yaşıyor ve daha fazlasıyla yaşamaya da çalışıyor. Sosyal etkinlikler edinmek bir yana, aile kavramlarını oluşturmuş, evlat edindikleri savaş mağduru robot çocuklarla duygusal bir birliktelik oluşturabilmiş yapıdalar. İnsanlarla kafelerde buluşup kahveler içebiliyor, onların emrinde ya da amiri olarak da liyakat içerisinde görev alabiliyor. Sadece yalan söyleyemiyorlar. Taa ki iyice insanlaşana kadar.

Dünyanın en gelişmiş robotlarından biri olan ve kendisini Alp Dağlarının eteğinde doğaya hizmete adamış olan, tüm dünyaca sevilen devasa Mont Blanc'ın gizemli ölümünü, yine aynı gün Almanya'nın tanınmış robot politikacısının ölümü izleyince olayları araştırmak için Europol dedektifi Gesicht görevlendirilir. Bu iki cinayeti 2. bir robotun öldürülmesi takip edince Gesicht bu suikastlerin ortak noktasının çözer. Mont Blanc bu doğa hizmetine kendini adamadan önce Pers Devleti'ne açılan savaşta yer almış ve binlerce ölüme sebep olmuş bir robot. Ancak yalnız değildi. Kendisi gibi üstün zeka ve güç ile donatılmış 6 diğer üstün robot da bu savaşın bir ucunda bulunmuşlardı. Gizemi çözülmeye çalışılan ve yapımda Pluto adının verildiği bu gücün amacı Pers Devletinde yapılanların intikamını almak olduğu anlaşılıyor. 

Modern toplum eleştirisini robotlar ve insanlar üzerinden yapan bu yapımda iyi bir toplum bireyi olmak için atan bir kalbe ya da damarlarda akan kana ihtiyaç olup olunmadığını da sorguluyor. Ve bu bakış açısını robotların gözünden bize göstererek sunuyor. Bilim insanlarının gelecekte kaçınılmaz gördüğü olası insan vs robot savaşını anlatan yapımların genelinde insan tarafının gözüyle olaylara bakıyoruz. Ancak bu yapımda bize olaylara robotların gözünden ve hatta gelişmekte olan duygusal iç yapısından bakılması gerekliliğini de öneri olarak sunuyor bir bakıma. Ancak robotlara sunulacak olan duygu gelişimi ile onları daha da insanlaştırmanın çok da matah bir şey olmadığı düşüncesi de çıkıyor. Tarih boyunca çıkan savaşların, akan kanların müsebbibi robotlar değil, %100 insanlaştırılmış insanlar olduğu gerçeği var ortada. O zaman robotları insanlaştırma gayreti neden iyi bir sonuç çıkarsın ki düşüncesi oluşabilir. 

"Nefretten (iyi) bir şey çıkmaz, sadece daha fazla nefret (nothing comes from hatred, except more hatred)" sözü bu manganın mottosu konumunda. Ancak Netflix hep ingilizce hem de türkçe alt yazıda o kadar kötü bir iş çıkarmış ki bu sözü bizler sadece "nefretten hiçbir şey doğmaz"  altyazı çevirisiyle yetinmişler. Hem ingilizce hem de türkçe alt yazısı dizi boyunca felaket seviyesindeydi, ama bari bu mottoyu tam çevireydiniz.


Dostoyevski'ye atfedilen bir alıntı dolaşıyor son zamanlarda ki bu alıntıyı bir Dostoyevski fanı olan Zeki Demirkubuz da kullandı. Aslan/ceylan hikayesi üzerinden yapılan şu "bir olayın başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir. Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikayeyi ne kadar süreyle takip ettiğine bağlıdır" çıkarımı Monster filminde tam olarak vuku buluyor. Bir hikayeyi 3 farklı kişiden başlayarak izlediğimizde, olaydaki adalet ve doğruluk anlayışımız değişime uğruyor. Geriye filmde de tekrar tekrar sorulan şu soruya cevap vermek kalıyor: Canavar Kim?

Önce yukarıda bahsettiğim Dostoyevski'ye atfedilen alıntının tamamını ve aslında kimin alıntısı olduğunu söyleyerek başlayayım. Alıntı: "Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylanı yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikayeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı. Yani başlangıç noktasını farklı seçersen, aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir. Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikayeyi ne kadar süreyle takip ettiğine bağlıdır." Bu alıntı sanıldığı gibi Dostoyevski'den değil, Serdal Özdemir'in Felsefirastyon adlı kitabından bir alıntıdır.
Ancak şunu da eklemeliyim ki benzer ifadeler 1994'te yayınlanan bir Seinfeld bölüm introsunda da geçmekte. "Deniz Biyoloğu" adlı s05e14'ün girişinde Seinfeld: "Belgesellerde haftanın yıldızı kim ise onu tutarsın. Antilopsa, aslandan kaçıp kurtulmasını istersin. Bir sonraki haftanın yıldızı aslansa, antilopu yakalamasını istersiniz". Bu da böyle bir nottur.

Yönetmen Hirokazu Kore-eda' nın Canavar filmi, bir öğrencinin (Minato Mugino) yaşadığı trajediyi, önce annesi Saori ve sonra öğretmeni Hori'nin bakış açısından ele alarak olayların gerçek yüzünü araştırıyor. Veli gözüyle bakıldığında okulda öğretmen şiddetine maruz kalan bir çocuk için dul bir annenin verdiği mücadeleyi haklı buluyor izleyici. Sorumlunun suçunu kabul etmesi ve okul yönetiminin de gerekeni yapması gerektiği düşüncesine izleyici de destek veriyor. Sonra yine hikayeyi annenin gözünden alıp öğretmenin gözüne çevirdiğimizde az önce yapılan tüm yargılamalar birden düşüyor ve yeni bir iddia makamı oluşuyor. Oklar bu kez çocuğun üzerine çevriliyor. Derken öğretmenin gözünden çıkıp öğrencinin gözünden bakmaya başladığımızda ise kendimizi o noktada bir sarmalda buluyoruz ve filmin başından beri çocuğun tekrar edip durduğu ve bizim de bu yüzden çocuğun yarım akıllı olduğunu düşündüğümüz o sorunun aslında bizlere sorulduğunu anlıyoruz: Canavar peki kim?

Filmin kurgusu izleyici aynı zaman içersinde çeviriyor. Benzer günleri ve olayları farklı gözlerle bizlere sunan bu anlatım tarzı "Rashomon" anlatım tekniği olarak adlandırılıyor. Aynı olayı farklı yön ve kişilerle ele alıp "doğruluk","adalet" gibi kavramların göreceli olduğunu vurgulamak için kullanılan bir tekniktir. Ve yönetmen bu tekniğe ek olarak karakterlerin iç dünyalarına odaklanarak duygusal derinlik de yaratıyor. Çocuğun sorunlu yaşamı, annesi Saori'nin çaresizliği ve öğretmen Hori'nin kendi iç mücadelelerini bizlere sunduğunda karakterlerle empati kurma şansını yakalıyoruz. İşte bu noktada adalet kavramımız manipüle edilmiş oluyor, iyi ya da kötü. Kore-eda izleyiciyi etkilemeyi ve düşündürmeyi film boyunca sürdürüyor. Annenin yalnızlığı, öğretmenin içsel çatışmaları, çocukların karşılıklı ilişkileri üzerinden izleyiciye toplumsal normlara, ahlaki değerlere ve insan ilişkilerine dair bir dizi soru sorma fırsatı veriyor. Sorular çoğalıyor ama cevap kısmını izleyiciye bırakıyor. Çünkü doğrular artık özneldi.

Film, Kore-eda'nın imza tarzını taşıyan yavaş tempolu anlatımı kullanmasına rağmen sonuna kadar merakla izletmeyi başarıyor. İzlediklerimiz sadece bir gencin trajedisi değil, aynı zamanda insan doğasının karmaşıklığını, ahlaki ikilemleri ve toplumsal normların etkilerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir anlatı.


btw:

Felsefirastyon - Serdal Özdemir

Avustralya'lı YouTuber ikizler Danny ve Michael Philippou'nun ilk uzun metraj filmi olan Talk to Me, çığlık attıran bir korkuyu, hem de psikolojik gerilimi ustaca harmanlayan zeki bir gerilim filmi. Film, ergenliğe özgü korkular, yas ve bağımlılık gibi çağdaş konuları ele alırken, doğaüstü bir cisimle buluşturarak izleyicinin beklentilerini güçlü şekilde karşılıyor.



Filmin hikayesinde; annesinin zamansız ölümünden iki yol sonra babasından uzaklaşan 17 yaşındaki Mia (Sophie Wilde), en yakın arkadaşı Jade (Alexandra Jensen) ve ailesiyle vakit geçirmekte. Okuldan bazı arkadaşlarının, seramik kaplı bir kesik eli kullanarak ruh çağırdıkları bir video viral olunca, Mia bu oyuna katılmaya kadar veriyor. Ritüelin kuralı, büyülü eli tutarken "talk to me, i let you in (konuş benimle, seni içeri alıyorum)" sözlerini söylemek. Böylece bir ruhu içeri davet etmiş oluyorsunuz. Mia için bu deneyim, altta yatan hüznünü geçici olarak yok eden büyüleyici bir heyecan. Ancak, Mia'nın itirazlarına rağmen küçük Riley'in de oyuna katılamasına izin verilmesi ve ölen annesinin sesi olduğuna inandığı şey yüzünden Riley'in çok uzun süre büyü altında kalmasına izin vermesiyle felaket başlıyor. Bu durum Riley'i komaya sokarken, geride kalanları da cehenneme sürükleyecek bir gücü serbest bırakıyor.

Talk to Me, her ne kadar doğaüstü unsurlar barındırsa da ayakları yere basan bir film olmuş. Korkunun ötesinde film, suçluluk, bağlılık, aile ve aidiyet gibi temaları işliyor. Yönetmenler, tehlikeli ritüellerde kendilerini kaybederek gerçeklikten kaçış arayan gençlere daha çok odaklanıyor. Bu ritüeller, çocukların kötü uyuşturucu deneyimlerini filme alıp internette yayınladığı gerçek hayat videoları kadar tehlikeliler. Bu yüzden film için seçilen isimde de seslenişin çocuklardan ebeveynlere doğru olduğunu düşünüyorum: konuş benimle. Konuşun çocuklarla.


Talk to Me filmi, birçok sinema okulu öğrencisinden daha donanımlı ve birikimli olan YouTuber'ların yakın gelecekte sinemayı da ele geçireceğine dair olan düşüncemi pekiştirecek derecede iyi bir yapım. 
Zaten iyisi az bulunan korku türünü seviyorsanız, bu filmi listenize ekleyin.

Henüz 12 yaşında iken annesini kaybetmiş genç bir kız çocuğun, 12sinden sonra hayatına hiç tanımadığı babasının dahil oluşunu konu edinen, 2022 senesinin samimi filmlerinden Aftersun'ın ardından, bana benzer hazzı veren 2023 yapımı bu film, sadece tatsal benzerliklerinden öte, yönetmenlerinin benzer çizgisiyle de dikkatimi çekiyor. Aftersun filminin yönetmeni Charlotte Wells kısa filmlerin ardından ilk uzun metraj filmi Aftersun'ı çekmiş ve bu filmiyle Bafta'da En İyi İngiliz Yapımı Film dalına aday gösterilmişti. Yine Scrapper filminin yönetmeni Charlotte Reagen de kısa filmler sonrası ilk uzun metrajlı bu filmiyle Bafta'da aynı ödüle aday gösterildi. 


Film, 12 yaşındaki Georgie'nin annesinin ölümünün ardından hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Mahalle bakkalının da yardımıyla 'amcasıyla beraber yaşadığı" yalanı ile Sosyal Hizmetleri kandırıp tek başına bu mücadelesine devam ediyor. Bazen çocukluğunu yaşıyor, yakın arkadaşı Ali ile oyunlar oynuyor, bazen de hayatın kendisine yüklediği yük gereği geçiminin derdine düşüyor. Bunu da çaldığı bisikletleri satarak yapıyor. Yani tek başına ev işlerini yapan bir anne, eve ekmek getiren bir baba ve arkadaşlarıyla oynayan bir çocuktur. Çekirdek aile değil, bütünüyle atom aile. Tamamen unutulmuş bir babanın, hayatına beklenmedik şekilde girişiyle bazı şeyler değişiyor ve bu noktadan sonra 12 yaşından sonra edindiği babasını kabulleniş zorluğunu izliyoruz. 

Baba Jason, kız arkadaşının hamileliğini kaldıramamış, bu sorumluluktan kendisini uzak tutmak için Ibıza'ya kaçmış ve oralarda partilemeye devam etmiş sorumsuz bir gençlikten geliyor. Yıllar sonra geri gelip çocuğunun yanında olma sorumluluğunu üstlenmek istese de, bu kez de kızı Georgie'nin önüne koyduğu duvarları aşması gerekiyor. İkili arasındaki bu ilişki çekişmesi zamanla birbirleri arasında bağ kurmalarına evriliyor. 


Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olmasının yanında başrol karakteri Georgie'yi oynayan Lola Campbell'in de ilk filmiymiş. Üzerinden çıkarmadığı Westham United formasıyla tek başına bir aileyi oluşturan o rolü iyi kotarabilmiş. Hakeza diğer çocuk oyuncu Alin Uzun'un da ilk filmi. Filmin babası Jason'ı oynayan Harris Dickinson da oldukça iyi bir çocuk-baba oyunculuğu yapmış. Eminem kesimi saçları, giyimiyle, kolyesiyle hala sorumsuz gözükmesi normal çünkü kendisi de bir bakıma hala yetişkin olamamış ama buna aday birisi. 

Yönetmen Charlotte Regan, her ne kadar konu öyle gözükse de geleneksel bir sosyal dram anlatımı yerine, yaratıcı ve muzip bir anlatımını tercih etmiş. Geleneksel sosyal dram anlatımı (kitchen-sink) aşığı Ken Loach fanları için bu filmde ekmek yok kısacası. 

Rebecca Zlatowski'nin Other People's Children (aka Les Enfants des autres) filmi, modern kent yaşamındaki 'yarım kalmışlık(!)' hissini, kadın duygusallığı üzerinden incelikle işleyen bir film. Paris'in parlak vitrinlerinin ardındaki derin yalnızlıkları, geç kalma korkusunu ve bir başkasının kurulu düzenine dahil olmaya çalışmanın yıpratıcı ağırlığını taşıyan Rachel, kırklı yaşlarına yaklaşırken hayatının ritmini başkalarının kararlarına göre ayarlamak zorunda kalan pek çok kadının temsilcisi konumunda. 


Rachel (Virginie Efira), sevgilisi Ali'nin (Roschdy Zem) eski evliliğinden olan küçük kızı Leila (Callie Golcalves) ile kurduğu bağ sayesinde, uzun süredir bastırdığı annelik isteğini test etme imkanı buluyor. Ancak filmin senarist/yönetmeni Rebecca Zlotowski Rachel'ın bu arzusunu, melodram içeren bir çığlıkla değil, sessiz ve gündelik anların arasına gizlenmiş yüz ifadeleriyle göstermiş. Küçük bir kızın elini tutarken, kız kardeşinin yeni doğmuş bebeğine bakarken, bir öğrenciyi savunurken.. Rachel'ın annelik vasfı sadece biyolojik bir mesele değil yani. Şefkati, emeği ve sabrı hali hazırda var ama kaderi, onun tüm bu özelliklerini kendi çocuğuna gösterebilme şansını belirsiz kılıyor.

Zlotowski'nin filmde kurduğu dünya, çoğu Paris filmleri gibi romantik-komedilerin aksine, tatlı bir acı sunuyor. Filmin ritmi bilerek yumuşatılmış, sahneler sık sık elipslerle kesilmiş, duyguları seyircinin üzerine abanmak yerine yedire yedire verilmiş. Yönetmenin bu nazik tavrı mevcut duyguyu dramatize etmemek için olsa da izleyici olarak bazen duyguya bürünecekken kamera ile uzaklaştırılıyor oluşumuz duyguyu yoğun yaşamamıza engel oluyor. 

Filmin dramatik kısmı, Ali ve eski eşi Alice (Chiara Mastroianni) arasındaki bağdan da besleniyor. Hikaye de bu kısım da var yani. Zlotowski, üçlü ilişkide bir 'kötü' yaratma kolaycılığına kaçarak eski eşi kötü duruma getirmiyor, her karakteri kendi kırıklarıyla var ediyor. Ayrıca Rachel'ın en büyük rakibi zaten Ali'nin eski eşi değildir, geçip gitmekte olan zamanın ta kendisidir. Zira Ali yeni bir hayata başlama lüksüne sahipken, Rachel'ın geleceğe dönük hayalleri giderek daralan bir koridora sıkışmış gibi. Bu gerçek, filmin en can yıkıcı meselesi.


Other People's Children filmi, modern kadınlık deneyimine incelikle yaklaşan, küçük anlardan büyük duygular çıkaran zarif bir film. Yumuşaklıktan sebep, yer yer duygunun sınırlandığı doğru, ancak tam da bu nazik dokunuş, filmin kırılgan güzelliğini oluşturuyor. Yönetmen izleyiciden, Rachel'ın hikayesini bir 'tamam olma ya da eksik kalma' olarak değil, yaşamın dalgaları arasında kendi ritmni bulmaya çalışan bir insanın sessiz direnci olarak görmesini istiyor gibi. bu yüzden bazı sahnelerde Rachel üzerinden seyirciye de şunu fısıldıyor gibi: "annelik bazen sahip olmak değil, temas etmektir."

Vizyonda iki büyük bütçeli film var. Biri Barbie, diğeri ise Oppenheimer. Bir nevi 'tarafını seç' tadında rekabet halindeler. Bir taraf rengarenk bir hayatın içinde karanlığı sunarken, diğer taraf bütünüyle karanlık. Sonuç aynıya çıksa da giriş kısmı için seçimini Oppenheimer'dan yana yapanlardanım. Tabi ki bunun başlıca nedeni yönetmeninin Christopher Nolan oluşu. 

Christopher Nolan'ın Oppenheimer filmi, ilk atom bombasının yapım sürecini anlatıyor. Beklentiler daha çok Nolan'ın bu patlamayı nasıl görselleştireceği olsa da bambaşka bir portre çıkıyor karşımıza. Atom bombasının yarattığı görsel dehşetten çok, insanların yüzünde biriken duyguların izini süren bir film olmuş. Oppenheimer'ı canlandıran Cillian Murphy'nin donuk, içe çöken bakışları bu sebeple filmin en çok kullanılan görselleri arasında. Bir bomba kadar içi boşaltan bu bakışlar belki de kendisine bir oscar da kazandırabilir. 

Film, yalnızca tarihsel bir biyografi değil, kararların birbirine çarpıp yeni bir patlama yarattığı zincirleme bir metafor. Flashback'ler, ani görüntüler, hayal ile gerçek arasında gidip gelmeler, hem atomun parçalanmasını hem de Oppenheimer'ın ruhundaki çatlamaları yansıtıyor. Suya düşen bir su damlasının büyüyen halkaları gibi, Oppenheimer'ın her hamlesi, her ilişkisi ve her duruşu bir yıkımı tetikliyor. Matt Damon'ın canlandırdığı General Groves'un askeri pragmatizmi, Emily Blunt'ın hayat verdiği Kitty Oppenheimer'ın kadın zekası, Robert Downey Jr'ın müthiş dönüşümüyle hayat bulan Lewis Strauss'un ezikliği, kıskançlığı ve bitmeyen intikam arzusu. Filmin belki de en acımasız yüzleşmesi Strauss'un hikayesinde gizli: ortalama bir adamın, gahinin gölgesinde kalmasının yarattığı küçük ama yıkıcı bir öfke.

Tüm bu yapı içinde Oppenheimer, belki de Nolan'ın en olgun filmi. Yönetmenin önceki filmlerindeki zamansal kurgu oyunları, bu kez matematiksel kurgu ile gerçek bir insanın karmaşık yapısına ayna tutmak için kullanılıyor. Film kimi zaman çok katmanlı klasik filmlerin ruhunu taşısa da en nihayetinde kendine has bir ritmi, kendine has bir ağırlığı var. Belki de bu yüzden bu film, bir biyografiden çok, insanlık hali üzerine bir sorgulama getiriyor. Hepimiz, görünmeyen bir mahkeme huzurunda kendi kararlarımızla yargılıyoruz Oppenheimer'ı. 

İzlanda'lı yazar-yönetmen Hlynur Palmasun'un filmi Godland, 19. yüzyılın sonlarında Danimarka'dan İzlanda'nın ücra bir kasabasına yeni bir kilise kurması için gönderilen genç bir papazın hikayesini anlatıyor. 



Filmin hikayesi, piskoposu tarafından İzlanda'da (o zamanlar Danimarka'ya bağlı) yeni bir cemaat kurması ve papar olarak görev yapması için gönderilen genç din adamı Lucas'ın (Elliot Crosset Hove) etrafında dönüyor. Lucas, coğrafi olarak oldukça zorlu bu yolculuğa Hristiyan misyonuyla birlikte, sırtında dolaştırdığı fotoğraf makinesiyle de hem manzaranın hem de yeni tanıdığı insanların fotoğraflarını çekiyor. Lucas'ın İzlanda'da karşılaştığı en güçlü figür, ona rehberlik eden rehbr Ragnar (Ingvar Sigurosson). Kolonici gördüğü Danimarka'ya ve onun getirdiği inancı temsil eden Lucas'a hiç güvenmiyor. Ve bunu için bazı gerekçeleri var elbet.

Çetin bir yolculuğun ardından Lucas, sonunda Carl (Jacob Lohmann) ve kızları Anna (Vic Carmen Sonne) ile küçük kardeşi Ida (Ida Mekkin Hlynsdottir) yaşadığı evlerine bir kırık adam olarak ulaşıyor. Lucas'ın kolonyal kibrinin ve Ragnar'ın bastırılmış duygularının ortaya çıktığı şüphe, bağımlılık ve ayrıcalık gibi temalar etrafında çevrelenen bir ana gövdesi var filmin. Lucas'ın kilisenin tamamlanmasından sonra verdiği ilk hizmet ve Ragnar'ın fotoğraf çekilme talebini geri çevirmesiyle başlayan çatışma, filmin finaline doğru yolu açıyor.

Filmden beklentim hep yüksekti nedense, ama beklentimin karşılanmasını geçtim, yaklaşmadı bile. Belki de bir Corpus Cristi tadı umdum, aradım. Aradığımı da bulamayınca gerisi fuzuli kaldı.

İzleyicisine günümüzün popüler rahatsızlıklarından olan anksiyete garantisi sunan ama bunu mizahi bir dille yapan bir film olmuş Ari Aster'in Beau is Afraid filmi. Joaquin Phoenix'in canlandırdığı Beau, büyümeyi başaramamış, yalnızca yaş almış bir çocuk gibi. Filmin merkezinde ise ne kadar büyürse büyüsün annesinin gölgesinden çıkamayan bir adamın, kendi zihninde yarattığı savaş alanında kayboluşunun hikayesi anlatılıyor. 


Filmin ilk bölümünde kaotik bir şehir alegorisi karşımıza çıkıyor. Sokak ortasında çıplak koşan insanlar, ölüm ve şiddetle iç içe geçmiş bir toplumun resmi var önümüzde. Bu bölümde yönetmen Ari Aster'in mizah ile korkuyu aynı zeminde yürütme beceresi görülüyor. Ancak bu enerjik giriş, gilmin geri kalanında pek korunamıyor diyebilirim. Anlatı parçalandıkça ritim de dağılıyor. Filmin sürekli ton değişimi izlerken biraz yoruyor da diyebilirim.
 
Beau'nun (Joaquin Phoenix) annesi Mona'nın (Patti LuPone) varlığı, film boyunca görünmez bir el gibi her şeyi şekillendiriyor. Bir sahnede Mona'nın telefondaki sakinliği, Beau'nun yüzündeki en küçük tikleri bile travmatik olarak etkiliyor. Aster, anne-oğul ilişkisinin karanlık yanını hem absürt hem de mitolojik bir çerçeveye oturtuyor, ama bu noktada film iki uç arasında salınıyor. Bazen inanılmaz keskin kara bir mizaha sahipken, bazen de kendi sembollerinin altında ezilen bir melodrama kayıyor. 

Filmin en yaratıcı anlarından biri olan stop-motion sekansı, Beau'nun içsel masalını bir terapi defteri gibi seriyor. Yönetmen Ari Aster'in dünyasının teatral, yapay ve bilinçli plastik yapısı bu bölümde açığa çıkıyor. Bu anlamda Beau is Afraid filmi görsel olarak da büyüleyici bir film. 



Gerçek zamanlı öykü ile Beau'nun çocukluk anıları birbirine açıldıkça, film esas can alıcı sorusunu yöneltiyor: Bu adam gerçekten kendi hayatının öznesi mi, yoksa yıllar içinde yaşadığı suçluluk tiyatrosunun bir figüranı mı? Çünkü özellikle genç anne Mona karakterinde hem karizma, hem tehdit, hem de kırılganlık var. Ve sona doğru yaklaşıldığında ise adeta filmin birer parçası olan yıkım, suçlama, utanç, cinsellik yeniden birleşiyor. 

Ari Aster'in sinemasını sevenler için Beau is Afraid filmi, provoke edici, nefes kesici bir meydan okuma. Ancak kusurlarını da gizlemiyor film. Süresinin uzun oluşu, duygu tonundaki tutarsızlıklar ve duygu geçişlerindeki keskinlikler bu filmin eksiklikleri. Yine de izlenesi güzel bir film.