2003 yılında çektiği Reconstruction filmini izlediğimden beri takip ettiğim yönetmen Christoffer Boe'nin son filmi A Taste of Hunger (aka Smagen af Sult), yalnızca yemek üzerine kurulu bir drama değil; arzunun, hırsın ve mükemmellik takıntısının bir ilişkiyi nasıl ince ince aşındırdığının da bir hikayesi. Mutfağın oscarı olan Michelin yıldızının peşinde koşan bir çiftin, kendi hayat tariflerinin de sıkıntıda olduğuyla yüzleştiği bu film, tıpkı bir tadım menüsü 5 bölümde inceleniyor: Tatlı, Ekşi, Tuzlu, Yağlı ve Sıcak..



Film özetle, evli çift olan Carsten (Nikolaj Coster-Waldau) ve Maggi'nin (Katrine Greis-Rosenthal) Kopenhag'da işlettikleri Malus adlı restoran için Michelin yıldızı alma yolunda yaşadıklarını merkezine alıyor. Restorana gizli bir Michelin eleştirmeninin geldiğini düşündükleri bir gecede, tabaklardan birine bozuk bir malzeme girmesi büyük bir kriz yaratıyor. Aynı zamanda Carsten, karısının başka birini sevdiğini ima eden mektuplar da bulunca gece hepten bir travmaya dönüşüyor. Maggi hem evliliğini, hem de restoranını kurtarmak için bu eleştirmenin peşine düşüyor.

Filmin açılışında, Carsten'in bir sanat eserini andıran tabaklar hazırladığı sahne, izleyiciyi hemen içine çeken bir 'food porn' etkisi yaratıyor. Ancak bu estetik ve cazibe yalnızca şıklık değil, aynı zamanda çiftin dünyasına hakim olan soğukluğu da hissettiriyor. Malus'un laboratuvar gibi steril mutfağı, ilişkilerinin de ne denli steril olduğunun da bir göstergesi. Ve tüm bunların üzerinde Michelin yıldızının stresi duruyor. Bu baskı, filmin merkezindeki iki krizi tetikliyor: bozuk malzeme ve Maggi'nin yasak aşkı. Ve hikaye tadım menüsü başlıklarıyla sıralanıyor: Tatlı, Ekşi, Tuzlu, Yağlı ve Sıcak..

Flashback'lerle ilerleyen yapı, çiftin ilk tanıştıkları 'tatlı' anlardan ilişkilerinin tuzlu, ekşi ve yağlı dönemlerine uzanan bir yolculuk yaşatıyor. Ancak filmin bu bölümlerinin bazıları dramatik açıdan tam işleyemiyor. Özellikle orta kısımlarda zorla kurulan metaforlar filmden dışarıya doğru sarkıyor. Yine de iki başrol oyuncusu, bu eksikliklerin bir kısmını duygusal yoğunluklarıyla kapatıyor. Baş roller dışında kalan yan karakterler ise oldukça yüzeysel kalıyor. Christoffer Boe'nun görsel yaklaşımı ise filmin en büyük kozlarından biri. Neon ışıklarla yıkanmış sahneler, hem klak mutfak dünyasının yapay ışıltısını, hem de karakterlerin içsel boşluklarını iyi vurguluyor. 


A Taste of Hunger, büyük duygusal patlamalara yaslanan bir melodram gibi görünse de, aslında çok daha kişisel bir hikaye anlatıyor: iki insanın birlikte kurdukları bir hayalin aslında nasıl ezilebildiğini. Mükemmelliğe duyulan açlığın, hem ilişkiyi hem de bireyi nasıl tüketebildiğini. Film, kusursuz bir menü sunmasa da, hem duygulara hem göze, hem de biraz mideye hitap eden iyi bir seyir sunuyor. Mükemmellik takıntısını eleştiren bir filmin mükemmel olmasını beklemek de ironi olurdu zaten.

- Tanrı'ya inanıyor musun?
+ Evet
- Nasıl oluyor da inanabiliyorsun?
+ İnsanlara inanmıyorum çünkü. Bir şeylere inanmak zorundayım, yoksa düşerim.


J.B.Priestley
tarafından kaleme alınan, ilk kez sahnelendiği 1945 yılından beridir sahnelenmeye devam eden ve 2015 yılında BBC tarafından da filmleştirilen tiyatro oyunu bu diyalogla başlıyor. İnsanlara ve insanlığa dair tüm umutlarını yitirmiş olan Eva Smith'in feryadını, kimsesizleri kimi olarak bir müfettiş işitiyor ve Eva'nın hayatına dokunmuş olan bu insanları tek masa etrafında sorguya çekiyor. Daha doğrusu her biri belli bir sınıfı temsil eden karakterleri birbiriyle ve yaptıklarıyla yüzleştiriyor. 

1912 yılının İngiltere'sinde Birling ailesi bir akşam yemeğinde toplanıp müstakbel damatlarıyla kızlarının nişanını kutlamak için bir araya geldikleri sırada evin hizmetçisi odanın kapısını açar ve bir polis müfettişinin geldiğini bildirir. İntihar etmiş olan bir kızın evinde bulunan günlükten yola çıkarak bir soruşturma yürüttüğünü söyler müfettiş ve başlar soruşturmasına. İlk sorusunu evin beyi olan Arthur Birling'e sorar: "Eva Smith 'i tanıyor musun?" Kapitalist sınıfın temsilcisi olarak bu oyunda yer bulan fabrikatör baba Arthur Birling 'isim tanıdık geldi, ama bir şey ifade etmiyor' diye cevaplıyor. Tam olarak Eva Smith'in Arthur Birling'teki karşılığı bu. Müfettiş Goole, cismini de hatırlatmak için Eva Smith'in  fotoğrafını Arthur'a gösterdiği sırada odada bulunan oğlu Eric Birling de fotoğrafa bakmak ister. Ama müfettiş buna izin vermez ve karakteristik bir ekleme yapar "Ben böyle çalışırım, tek seferde tek soruşturma".

Müfettiş Goole odada bulunan tüm karakterlere sırayla sorular sorar, tam da söylediği gibi, her seferinde tek bir kişiyi teraziye alır, onu yaptıklarıyla yüzleştirir ve sıradakine geçer. Müfettiş öncesi yemek masasında her biri kendini pazarlayan ve çok bilmiş üst sınıfın parlak bireyleri olarak kendilerini sunan bu karakterler, soruşturma sonrası teker teker rüsvalaşır. Her karakterin temsil ettiği bir sınıfın olduğu bu oyunda peki Müfettiş Goole'un temsil ettiği neydi? İsmi 'ghoul (hayalet, gulyabani)' u çağrıştırdığı için odada bulunanlara kendileriyle yüzleştirme azabını vermek isteyen bir zebani mi? Yoksa oyunda da "Goole muydu yoksa Goold mu?" diye ikileme düştükleri gibi  'Goold' isminin çağrışımı olan 'god(tanrı)' mıydı ve Eva Smith kulunun feryadını duymuş ve kimsesizlere kim olmaya mı gelmişti?

Spoiler verip bu şaheseri ve izleyiciyi birkaç defa sağa sola sürükleyen o anlatımına zarar vermek istemediğimden daha fazlasını şimdilik yazmayayım. İngiltere'deyim diyen varsa bu seneki oyun takvimine şuradan ulaşabilir. Diğer izlemek isteyenleri isi şimdilik
2015 BBC yapımı filme
yönlendiriyorum. Hangisini tercih ettiğinizin bir önemi olmayacak, zira iki türde de beğeneceksiniz.