Rüyalar Gerçek, Kelebekler Sonsuz Artık



“Şiir” der Yahya Kemal Beyatlı “Nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir. Şiirde 'nefes' ve 'ses' iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa ya da ister en hafif perdeden olsun, ister İsrafil'in sûru kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.”

Ondandır belki de şiire olan mesafeli duruşu insanların. Çok emek ister,  çok can taşır yazılan bir şiir. Edebiyatın “ağır abisi” halleri vardır. Kuralları çok, etkisi derindir. Hani hayranlık uyandıran işler vardır yapmak isteyip de yapamadığımız, çok başarılı kişiler vardır ulaşamadığımız, ya da gitmek istediğimiz yerler vardır gidemedikçe daha gizemli ve uzak gelen... Şiir de öyledir işte. Herkes şair olamayacağı için, çekim alanından kurtulamadığımız bi soğukluk vardır sanki hep.  Düz yazıda sayfalarca anlattığın tek bir “söz”, şiirde önce zihinde yazılır. Kağıda döktüğünde bile kullandığın kelimeler zihnindeki gibi betimleyemeyebilir o “söz”ü. Yazarken bu kadar zahmet gerektiren bir iş, okurken de olduğu gibi anlatmaz, göstermez kendini sana... Bir şiiri iç sesinle okuduğunda farklı, yüksek sesle okuduğunda farklı, iki dizeyi yan yana koyduğunda farklı alt alta dizdiğinde farklı... Kendine has koreografisi var gibidir şiirin. Herkes şiir okur ama kaçı yanına yaklaşmaya cesaret eder bilinmez... 

Ve gün gelir,  başka bir sanat dalı, sinema yaklaşır en yakınına şiirin. Kaç şaire ilham olmuş bu topraklarda ilk defa şiir üzerine bir film yapılır ve  adlarını bu zamana kadar duymamış olduğumuza utandığımız iki harika şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun mutluluğu ve acıyı aynı anda yaratan yazma tutkuları anlatılır bizlere. Bu filmle birlikte şiir artık çok sevdiğimiz ama yanında rahat edemediğimiz bir adam değil, “Sana sandığından daha yakınım. Sendenim... Sendeyim...” diyen sıcacık bir rüyadır. Ömrü kısa olsa da güzelliği baki olan bir Kelebeğin Rüyası’dır. 

Bir filme verdiğiniz paranın son kuruşuna kadar değdiğini ilk sahneden anlamanız çok nadir olacak bir şeydir. Kelebeğin Rüyası’nın açılış sahnesindeki her detay öyle gerçek ki, Mükellefiyet Kanunu sonrası Zonguldak’ta bir maden ocağında çalıştırılan insanların sefaleti, çelimsiz vücutları, yorgunluklarını taşıyan yüz çizgileri, sahnenin baskın rengi grinin başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz tonu ve o griye inat zengin kodamanların takım elbiselerinin ve fötr şapkalarının beyazı sarıveriyor etrafınızı bir anda. 

Dönemi bu kadar etkili anlatan bir girişi olsa da film, politik mesaj verme çabasında değil. İkinci Dünya Savaşı zamanlarında henüz 18 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin fakir yüzü, mutluluğa bahane yaratan şairlerin umutlarıyla dengelenmiş. Cumhuriyet’in modern yüzü gençlerin vals yaptığı balo salonlarında yan yana asılan “Vatan Borcu Çalışma ile Ödenir” tabelası ve İnönü resimlerinin mesajı ise seyirciyi rahatsız etmeden kadraja giriyor zaman zaman. 



Aşkı Şiire, Şiiri Hayata Bahane Etmek




 Arka planı bu kadar başarılı oluşturulan filmin kalbi, verem hastası ve “şiir sıtması” iki genç şair Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu'nun hayata olan tutkularında atıyor. Seyirci, onca melankolinin arasında şairlerin kağıdı olmasa da yazmaya devam etmelerine, daktiloyu görünce yüzlerinde oluşan sevince, okuma yazması olmayana şiir kitabı satmalarına, iki dize şiirleri yayınlanınca “Başladık Muzaffer gerisi gelir” derkenki umutlarına gülümsüyor farkında olmadan. Yaşadıkları dönem mükellefiyet yılları diye geçiyor. Onlarsa yazmakla mükellef, sevmekle mükellef hep... Aşkı ve acıyı şiire, şiiri hayata bahane edip yaşıyorlar. Muzaffer ve Rüştü’nün tatlı çekişmeyle devam eden sıcacık dostlukları ve yokluk içinde dağ gibi büyüyen tutkuları ders veriyor en ufak zorlukta hemen pes eden bizlere. Karısı Mediha’nın gözlerinin içine bakarak “Varlığın her şeyin tam manasıyla kötü olmasına mani oluyor” diyen Rüştü’nün aşkı ve Suzan’ına “Tokalaşınca verem bulaşmaz, sevgi bulaşır. O da unutunca geçer” diyen Muzaffer’in naifliği, kaybettiğimiz inançları geri getiriyor adeta. 

Bir dönem filmi olduğu için film atmosferinin 1940’lı yıllara uyarlanması, kostümler ve Zonguldak’ta kurulan dev film platosu büyük bir özveriyle hazırlanmış. Bu emeğe son derece gerçekçi olan oyunculuklar ve Zonguldak’ın doğal güzellikleri eklenince tam bir görsel şölen oluşturulmuş. Kariyerindeki ilk başrolde Muzaffer Tayyip Uslu’yu canlandıran Kıvanç Tatlıtuğ, sesini, vücudunu, ruhunu karaktere tamamıyla teslim ederek çıtayı çok üst bir seviyeye çıkartıyor. Yıllardır kendini birçok filmle kanıtlamış olan Mert Fırat’ın oyunculuğu ise Rüştü Onur’un bitmeyen enerjisini, tutkusunu, fırlama hallerini şairin kendisi seyircilerin arasındaymış kadar hissettiriyor. 

Türk sinemasının mihenk taşlarından biri olması muhtemel bu filmin arkasındaki en önemli isim ise, filmde de Rüştü ve Muzaffer’in hocaları Behçet Necatigil’i en az ve öz şekliyle canlandıran, Yılmaz Erdoğan. Bu proje için yedi senedir çalışan ve kendisi de şair olan usta oyuncu, yönetmen koltuğunda olmasaydı başka kim bir şairi bu kadar iyi anlayabilir ve anlatabilirdi bilemiyorum.

Ve Başrol Şiir’in


Filme negatif bir eleştiri getirmek zor. “Her şeyden daha çok olsaydı keşke” diyor insan sadece. Örneğin, hikaye son derece akıcı bir şekilde başlamasına rağmen Rüştü Onur, sanatoryuma yatması sebebiyle filmde bir süre hiç gözükmüyor. Filmin ana karakterlerinden biri daha çok görünmeliydi diye düşünebiliyorsunuz ya da Rüştü Onur’un en önemli ilham kaynağı eşi Mediha’yı biraz daha fazla tanımak istiyorsunuz. Amacı ne politik mesaj vermek, ne tek bir ismi öne çıkarmak olan filmin odağı ve başrolü ilk dakikadan itibaren “Şiir” olduğu için “keşke daha çok olsaydı” dediğimiz her hikaye de şiirle doluveriyor en usta haliyle. 

Film bittiğinde yanınızdakine sorduğunuz “Nasıl, beğendin mi?” sorusuna cevap bu filmde “Evet” ya da “Hayır”ın ötesine geçiyor. Hissettiğiniz, mutluluk ve hüznün boğazınızdan geçerken yan yana sıkışması gibi bir şey. İzlediğiniz rüya mutlu uyanmanıza sebep oluyor ama bir yandan da “keşke” diyorsunuz, “keşke rüyalardan uyanılmasa ve ömürleri kelebek ömrü kadar olmasa” 

Kelebeğin Rüyası, bu iki şairin rüyasını, ölümlerinden 70 yıl sonra gerçek kılan bir film. Her ikisi de artık özgür. Biliniyor ve seviliyorlar. Şiirleri basılıyor kitaplarca ve herkese ulaşıyor dizeleri. Rüştü Onur da, Muzaffer Tayyip Uslu da aramızda olmayanlarımız arasında en değerli varlıklarımız oluyor tarih 22 Şubat 2013’ü gösterdiğinde.

Artık onları "unutmak da mümkün değil, hatırlamamak da"... 


Konuk Yazar:  http://www.sehirblogu.com / Gökçen Tuncer

Müslüm Gürses'in ölüm haberini yine ortaya atıldığında trafikteydim. Birçoklarının yapacağı gibi o an radyoda bir haber kanalını açmak yerine, Müslüm Gürses'e bunca sene saygıda kusur etmemiş, ölüm haberi üzerinden kendine kar çıkarmayı gütmeyecek olan tek kanalı, Kral Fm'i açtım. Ölüm haberi henüz netlik kazanmamış, doktorlarından haber beklendiğini söylüyor ve gün boyu Müslüm şarkısı çalarak ona saygısını yineliyordu.



Kaset kavramıyla ilk tanıştığım zamanlarda evde sadece Ferdi Tayfur kasetleri vardı. Nerde bir kaset lafı duysam herkesin Ferdi'den bahsettiğini sanırdım.  Hayatıma ilk giren müzik çeşidi de arabesk olmuştu bu yüzden. Ferdi ile başlayan, avare yıllarımda Cengiz'le devam eden sonra da liseli isyankar modumu en iyi şekilde dile getiren Müslüm Gürses evreleri yaşandı. Araya amcamdan bana sıçrayan Orhan da sıkıştı. Öyle sarmıştı ki bu durum evde arabesk dinlenmem yasaklanmıştı. Ve aileye cici gözükmek için gidip birkaç rock kasedi bile almıştım.

Arabesk dinleyenin varoş olarak nitelendirildiği dönemlerdi. Gezegen Mehmet'in de dediği gibi biz o dönemlerde Orhan Gencebay'ı, Ferdi Tayfur'u, Müslüm Gürses'i baş tacı yapmıştık. Şimdilerde ise arabeski bütün toplum sahiplendi (gibi). Sonradan gelen bu kişilere Neo-Arabeskçi ( yeni arabeskçi )diyorum. Yazımın kapak fotosuna ise neo-arabeskçilerin kullandığı, Müslüm'ün son fotoğraf çekimlerinden birini kullanmak yerine, vakti zamanında paçoz ve varoş diye nitelendirdikleri o dönemlere ait bir fotoğraf kullandım. Neo-arabeskçilerin arttığı dönemde arabesk dinleyenleri vatan haini ilan eden kişiler de çıkmadı değil ama 'insandır, hata eder' derdi Müslüm Gürses, biz de öyle diyelim.

Müslüm Gürses'i toplumun büyük bir kesimi sahiplendi. Tabi ki bu sahipleniş bir anda olmadı. Zamanla, medyanın arabeskçileri aşağılamarını sonlandırmalarıyla oldu. Arabesk dinlediğini söylemekten utanmaların son bulmasıyla oldu. Müslüm Gürses'in değişime ayak uydurmasıyla da oldu. Yüzbinlere ulaşmanın, onlara kendini sevdirmenin bir bedeli de vardı elbet. Bu bedeli de ödedi. Peki neydi o bedel?

Günümüzde sevilmek istiyorsan, yeni dinleyiciler edinmek istiyorsan yapman gereken bir takım şeyler vardır. Bunlardan birisi de reklamda oynamaktır. Halkın sevilen bir yüzünün reklamda boy göstermesi kadar doğal bir şey yoktur. Ama Müslüm Gürses'in en beğenilen parçalarından "İtirazım Var"ı bir reklam uğruna "İhtiyacım Var" oluyorsa, o şarkı ile isyan eden eski Müslümcüleri de ters köşeye yatırmış oluyorsun. Sisteme itirazı olan bir ses, birden sisteme ihtiyacı olan sese dönüşüyordu ve isyankar Müslümcü'lerden birazını burda kaybediyordu. Yine Müslüm Baba bir kola reklamında (ki bu kola da coca-cola) oynuyor ve savunmasını "Babalar da üşür ve bırrrr der" diyordu. 'Peki onca sene isyan ettiğin kişiler bu kişiler değil miydi' diyip bu sefer isyanını Müslüm'e eden Müslümcüler oldu. Yani Kral'dan daha Kralcı, Baba'dan daha Babacılar. Bedellerden birisi buydu. "Müslüm Baba'ya yakışmadı ama ne zaman bir şarkısına denk gelsem her şeyi unutuveriyorum" diyen Müslümcüler ise sineye çekmeyi seçerek Müslümcülüğe devam ediyordu.

Farklı kitlelere ulaşmak da gerek demiştik. Müslüm Gürses bunu Rock şarkılarını söyleyerek gerçekleştirdi. "Müslüm Baba yolundan saptı" diyenlere ise Müslüm Gürses "biz hala aynıyız" diyordu. Haklıydı da. Uslubun değişmesi içeriğin değiştiği anlamına gelmez. Ama bu yolda ona sırt dönenler, en azından küsenler oldu. Bob Dylan da elektronik gitarı eline aldığında eski hayranları ona "Hain" demişti. O ise sadece ince bi gülüş attı bunu diyenlere. Müslüm Gürses'in bu açılımını da ben bu olaya benzetiyorum. Müslüm Gürses'i bir konserinde beyaz takım elbisesiyle gördüğümde de fiziken Bob Dylan'a benzetmişliğim vardır. İkisinin bu açılımında bir hata ya da bir yanlışlık görmüyorum. İhtiyacım Var kısmında ise şüphelerim var.

İşte bahsettiğim bu iki kısımda Müslümü kendilerinde öldürenler oldu. "Müslüm benim için bitmiştir" deseler de radyoda denk geldiğinde kanalı değiştirebilecek gücü kendinde bulamazlar da bu kişiler. Diyorum ya, yapamıyorsun. Benim durumum ne küsenlere benziyor ne de sitem edenlere. Ufak hayal kırıklıklarının dışında geçmişte ne ise sonunda da oydu benim için. Müzikleri, sesi, duruşu ve kişiliği ile sevilendi o. Bu yüzden bu durumdaki Müslümcüler için Müslüm'ün bedeni gitmiş, şarkıları ve duruşu ise baki kalmıştır.

1978 yılında trafik kazası geçirdiğinde öldü sanılıp morga kaldırılmış ve daha sonra ölmediği anlaşılınca ameliyatla hayata yeniden bağlamışlardır. Çıktığında ise "Tanrı istemezse insan ölmezmiş" diyecekti. Bu sefer çıkamadı. Belki de bu sefer Tanrı bunu istedi.

Kiminin Müslümü erken öldü, kimininki geç, kimininki ise hala yaşıyor. Ama bir gerçek var ki Müslüm Gürses  öldü. Ve bir diğer gerçek var ki eski Müslümcüler yine Müslüm Gürses'in bir şarkısını seçip "hayatının şarkısı" olarak adlandırırken Neo-Arabeskçiler Müslüm'ün Orhan'ın Ferdi'nin ekmeğini fazlasıyla yiyecekler.

Bu yazının üstüne Müslüm şarkısı paylaşmayacağım. Arabeskin Kralı ölmüşse Kraliçesinin hala hayatta olduğunu size hatırlatmak için sıradaki şarkı Kamuran Akkor'dan gelsin.

Baba'ya selam, damara devam...