Bir anket yapılsa "2008 'in en önemli olayı nedir?" diye, sanırım ilk sıradaki cevap ABD başkanlık koltuğuna bir siyahi başkanın seçilmiş olması çıkardı. Ama ben 2008'in ekonomik ve siyasi getiri-götürülerini bir kenara koyup sinema alanına yönelmek istiyorum.
2008'in en fazla ses getiren filmi kuşkusuz The Dark Knight filmidir. Filmin başarısındaki etkenleri, filmin adı başlığındaki konumuzda dile getirmiştik. Ama bu ve bu sene çıkan filmler bize şunu gösterdi ki yeni çıkan filmler de yıllanmadan efsaneleşebiliyormuş. IMDb sitesinin kapanış günündeki en iyi 250 film listesine baktığımızda 2008 yılından 9 filmin listede olduğunu görüyoruz. Geçen seneki sayı 9 idi ve şuan yalnızca 6sı bu listede tutunabildi. 2008 de durum ne yönde değişim gösterir bilinmez.
Box office durumuna baktığımızda krizin bu sene sadece sinemaya yaradığını söyleyebiliriz. Tüm zamanların en fazla para getiren filmleri listesinden 2008 için ayıklananlara bir bakalım.

The Dark Knight $994,896,852
Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull $783,011,114
Kung Fu Panda $633,395,021
Hancock $623,546,274
Iron Man $571,827,600
Mamma Mia! $568,704,210
Quantum of Solace $540,902,659
WALL·E $507,269,544
Madagascar: Escape 2 Africa $452,862,381
The Chronicles of Narnia: Prince Caspian $418,814,023
Sex and the City $400,637,269
The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor $388,876,165

Bu liste 2008'in ne kadar kazandırdığını açıklamıyor sadece. Sinema sektöründe nedenli büyük paraların döndüğünü de gösteriyor. Bir şeyi daha gösteriyor. Bazı filmlerin bile oldukça fazla sinema izleyicisi olduğunu (bazı derken?). Ben bu tarz sevenlerin, bu filmleri evlerinde tek başına, kumanda sol eldeyken izlediklerini düşünürdüm hep. Demek ki sinemada ayrı bir keyifmiş. You got it ;)

Türk sineması için de bu bereket söylenebilir. Birden türk sinemasında hareketlilik yaşandı. Yada hep aynıydı üretim ama ilgi arttı. Kalite arttı mı peki? Bu muallak. Hala "ivedik mi - arog mu" tartışmasının yaşandığı bir ülkedeyiz sonuçta. Filmin kalitesini izleme oranları ya da kazandırdığı paralara göre ölçen bir toplumuz ne yazik ki? O zaman derim ki ben de Sex and the City filmi tüm Türk sinemasına bedel (!). Madem öyle, işte böyle..
Bu arada..
AROG $20,000,000 :)

Pink Floyd grubunu bilmeyenimiz olmadığını farzettiğimden gruba değinmeden filme geçeceğim. Ki gruba değinmeden de olmayacak gibi. Çünkü film Pink Floyd şarkılarının bir nevi görselleştirilmesi şeklinde. Klip diyemeyiz çünkü burda tüm şarkılar bir bütün içinde kliplenmiş şekildedir (garip bi cümle). Bu da aslında Pink Floyd albümlerindeki bütünlüğün bir diğer göstergesi.
Filmde neler var? P.F.'nin Wall albümünde ne varsa o var. Irkçılığa karşı söylemler, Nazisme karşı söylemler, eğitim sistemini eleştiriler, savaşlara karşı duruşlar, uyuşukluklar vs.. Peki ne yok derseniz, diyalog yok. Diyalogumuz oldukça az. Pink Floyd şarkıları diyalog şeklinde olduğundan bunu da pek hissetmiyoruz:)
Filmin yönetmeni Alan Parker. Pink karakterini ise Pink Floyd grubunu 25 yıl aradan sonra tekrar (2005 "Live8" konseri ) bir araya getiren Bob Geldof oynuyor. Filmin müzik ve ses dalında da 2 adet Bafta ödülü mevcut.
( Bugün yazacağım filme dünden kararımı verdim. Dünkü 7pinkfloydlar ve 2prenses konserinde bu sefer arka fonda The Wall Movie' filminden ve Pink Floyd'un kliplerinden görüntüler koymuşlardı. Bu da, bu konserin Pink Floyd'un hep yaptığı tiyatral konser çeşidine bir yakınlaşma getirmiş. işte o ekranda görünce aklıma geldi bu filmi yazmak.)
--------------------
Teacher: "Money get back / I'm all right, Jack / Keep your hands off my stack / New car / Caviar / Four star daydream / Think I'll buy me a football team." Absolute rubbish, laddie. [whacks him with a ruler, growls at Pink]
Teacher: Get on with your work.
--------------------
Hotel Manager: He's a maniac!
Rock and Roll Manager: He's an ARTIST!
-------------------
Aslında, replik olarak filmdeki şarkıları söylesem yeterli olur sanırım..
Şarkı listesi için tıklayın !


Hayatımızı 20 yıl ileri alabilsek ya da çocukluğumuzu tekrar izleyebilsek,yaşayabilsek, o günlere dönebilsek nasıl olurdu ? Micheal Newman işini ,ailesi dahil her şeyin önünde tutan başarılı bir mimardır.Bir gün eline bir kumanda geçer ve hayatına tek bir Click'le istediği gibi yön vermeye başlar.Ama değiştiremediği tek şey ilerleyen zamanda hayatında olan değişikliklerdir.Film son derece eğlendirici bir biçimde ilerliyor.Ancak zaman zaman da dramatik olmakta ve izleyiciyi tekrar düşündürmekte.Adam Sandler başrolde.Eşi rolünde oynayan Kate Beckinsale güzelliğiyle filmin izlenebilirliğini katlamakta ve son olarak Christopher Walken "Morty" karakterinde ,muhteşem oyunculuğuyla izleyiciye bambaşka bir zevk tattırmakta.Ayrıca film 2006 yılında oskara da aday gösterilmiştir.
---------------------------------------
Donna Newman : Will you still love me in the morning?
Michael Newman : Forever and ever, babe
---------------------------------------
Michael Newman : Sorry I'm late. Some idiot in a red Lamborghini parked in my spot.
Prince Habeeboo : Prince Habeeboo drive Red Lamborghini.
Michael Newman : Oh, did I say red Lamborghini? I meant blue Ferrari
---------------------------------------
Michael Newman :That was great, son!
Ping Woo : You're not my dad!
Michael Newman : Only as far as you know, kid.
Ping Woo : Are you really my dad?


Denzel Washington ... Tek başına film adam.Hangi filmde oynasa , sıkılmadan izliyoruz filmi.Herhalde Morgan Freeman'dan sonra en gözde siyahi oyuncu.Bir sonraki de Will Smith olurdu sanırım bir sıralama yapacak olsak."Man of Fire" filminde Denzel Washington ,Creasy karakterinde,elini eteğini bu silah,adam vurma işlerinde filan çekmiş adam rolünde.İçine kapanık,yalnız bir adam.İnsan kaçırma ve sonrasında fidye istemenin moda olduğu Mexico City şehrinde zengin bir ailenin küçük kızı Pita'ya göz kulak olmak görevini üstlenir.Creasy - Pita arasında arkadaşlık ötesi bir bağ oluşur.Fidyecilerin Pita'yı kaçırması sonrası Denzel Baba intikamcı kimliğe bürünür...Filmin müzikleri olağanüstü ve bunun yanına Denzel Washington'ın göz kamaştırıcı oyunculuğu eklenince film gerçek bir başyapıta dönüşüyor .Film ; çeşitli festivallerde en iyi müzik ödüllerini almış.Final sahnesindeki müziği tahminim Gladiator filminin müziğini yapan şahıs yapmış.Filmin müziklerinden bazıları şunlar :

* Nine Inch Nails - The Mark Has Been Made
* Carlos Varela - Una palabra
* Roy Orbison - Blue Bayou
* Zamfir - Claire de lune
* Harry Gregson -Creasy ...
Yönetmen : Tony Scott
----------------------------------------
Rayburn: A man can be an artist... in anything, food, whatever. It depends on how good he is at it. Creasey's art is death. He's about to paint his masterpiece.
----------------------------------------
Lisa: Do you have any family Mr. Creasy?
Creasy: No. I don't have family
----------------------------------------
Creasy: Revenge is a meal best served cold.
----------------------------------------
Manzano: Mariana?
Mariana: Sí.
Manzano: When do I get to sleep with you again?
Mariana: We never sleep. We fuck.


Brezilya diyince herkesin aklına iki şey gelir kuşkusuz : Futbol ve kahve. "Cidade de Deus" ise bu ülkeyi farklı bir konudan ele alıyor.Konusu genel bir bakış açısıyla; Brezilya'da suç oranının ne kadar yüksek ve ortalama suç işleme yaşının da bir o kadar düşük olması.Velet diye nitelendireceğimiz çocuklar gözünü kırpmadan silahla adam vuruyorlar ya da uyuşturucuyla uğraşan büyüklerinin ayak işlerini yapıyorlar.Bir de bu çocuklar 18-20 yaşlarına geldiği zaman düşünün artık...Ama filmi esas olarak farklı kılan şey , olayların anlatılma biçimi .En başta izlerken "Aaa bu sahne zaten yok muydu ! " diyebilirsiniz ama izledikçe bunun bir anlatma stili olduğunu farkediyoruz.Yani demek istediğim şu ; bir olaydaki karakterlerin olay yerine gelişlerini ayrı ayrı anlatıyor.Film en başta biraz sıkıcı gelse de sonradan olayların akışı ve Li'l Zé karakterinin dengesiz suç eğilimleri sayesinde oldukça sürükleyici hal alıyor.Brezilya yapımı olan film Portekizce seslendirilmiş.2002 yılında 4 oskara aday gösterilmiş.Film oskar alamasa da "ABC Trophy","BAFTA Film Awards","Black Reel" gibi film festivallerinden toplamda 49 ödüle layık görülmüştür.

Yönetmen : Fernando Meirelles


Günümüzde kovboy filmlerinin sayısı oldukça azalsa da arada böyle "3.10 to Yuma" gibi güzel filmler çıkıyor.Ben Wade karakteriyle rol alan Russel Crowe filmi tek başına sürüklüyor adeta.Azılı bir haydut rolünde...Zaten bu adam oynadığı karaktere öylesine bürünüyor ki ölünce filan hakkaten üzülüyorum. Diğer bir başrol oyuncusu ise, tek ayağı sakat savaş gazisi bir çiftçiyi canlandıran Cristian Bale.Kadro olarak oldukça iddialı bu iki ismi bir araya getiren film, gerçekten izlenmeye değer. Ayrıca 2007 yapımı olan film 2 oskara aday gösterilmişti.

Yönetmen : James Mangold
Oyuncular : Russel Crowe,Cristian Bale,Ben Foster,Peter Fonda
-----------------------------------------
Dan Evans: What time is it?
Ticket Clerk: About ten past three.
Dan Evans: Where's the 3:10 to Yuma?
Ticket Clerk: Running late, I suppose.
Ben Wade: Goddamn trains. Never can rely on 'em, huh?
------------------------------------------
Byron McElroy: If you're gonna kill me, just as soon get to it.
Ben Wade: I ain't gonna kill you. Not like this.
Byron McElroy: Won't change a thing, lettin' me live. I'll come for you.
Ben Wade: I'd be disappointed if you didn't.
-------------------------------------------
Ben Wade : So , boys... Where we headed ?

Şili’li yazar Pablo Neruda’ nın hayatından bir kesiti aktarmışlar. Daha doğrusu sürgünde olduğu bir dönemde, tanıştığı bir postacının romantik aşk hikayesini. Saf bir postacı, duyguları da kendisi kadar saftır. Aşkı ve yeni öğrendiği komünizme olan hisleri de..
Sürgün yemiş bir komünist yazara posta götürmekle başlar postacının hayatındaki değişim. Garip bir görüntüsü var, bu adam bana küçükken bizim mahallede bulunan dilsiz bir adamı anımsattı, gülüşleri benzer, belki zekaları da. Ama Mario kendisini cahil görmemektedir, okumayı yavaş da olsa becerebilmektedir ki bu da ona göre kendini cahillikten çıkarmaya yetmektedir. Şiir üzerine güzel diyaloglar da vardır filmde. Pablo Neruda, metaforlardan bahsederken, kendi şiirinden alıntı yapan Mario'ya kızarken,Mario'nun verdiği cevap da oldukça güzeldir: "Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir."

Yönetmenliğini Michael Radford’ un yaptığı bu filmin müzikleri de oldukça hoştur. Oscara aday olduğu 5 daldan sadece müzik dalında ödülü kazanmıştır.1996 senesinde yarıştığı filmlere bakılırsa bunun da büyük bir başarı olduğunu söyleyebilir. Aldığı ödülden dolayı değil, aday oluşundan ötürü. En iyi film dalında o yılın filmlerinden The Usual Suspect, Se7en, Twelve Monkeys bulunmazken il Postino’nun bulunuşudur belki de başarısı. Filmde Pablo Neruda’yı Philippe Noiret, postacıyı Massimo Troisi canlandırmıştır. Troisi’nin bu filmdeki kaderi, Heath Ledger’in Batman filmi ile olanınki gibidir. Filmin çekimi tamamlanmış fakat montaj sıralarında filmi izleyemeden ölmüştür. En iyi erkek oyuncu oscarına aday gösterilmiş fakat bunu Nicolas Cage’e kaptırmıştır. Dileriz ki Heath Ledger kaptırmaz kimseye.
----------------------
Pablo Neruda: When you explain poetry, it becomes banal. Better than any explanation is the experience of feelings that poetry can reveal to a nature open enough to understand it.
----------------------
Mario Ruoppolo: Poetry doesn't belong to those who write it; it belongs to those who need it.
----------------------
Mario Ruoppolo: If you make this much of a fuss about one poem, you're never going to win that Nobel Prize.
----------------------
Mario Ruoppolo: I said five words to her.
Pablo Neruda: Which were?
Mario Ruoppolo: I said, "What's your name?"
Pablo Neruda: And she?
Mario Ruoppolo: And she: "Beatrice Russo."
Pablo Neruda: "What's your name?" are three words.And the other two?
Mario Ruoppolo: Then I repeated Beatrice Russo.
-----------------------
Mario Ruoppolo: Your smile spreads like a butterfly.
----------------------

Ölümcül Oyunlar diye Türkçeleştirildi ülkemizde. kelime anlamı olarak da Eğlenceli Oyunlar anlamı çıkıyor. Ben ise Gergin Oyunlar diyorum. 2 gencin, zamansız misafirleriklerinde ev sahipleriyle olan ilginç oyunları, o oyuna istemeden dahil olan ev fertleri kadar, ekran başındaki bizleri de oldukça gerdiğinden bu ismi daha uygun buluyorum kendimce. "Madem gergin, neden Funny Games adı konmuş peki?" diyebilirsiniz. Ama misafirler oldukça eğleniyorlar, belki de bundandır:) Film baştan sona geriyor da diyemem hani. Filmde seyirciyle olan diyaloglar, arada bir kameraya bakıp göz kırpmalar, önceki filmine olan göndermeler bizi sevindiren hareketlerdi. Ama bunlara rağmen geriliyorum abi işte.
Filmin yönetmen koltuğunda, Zeki Demirkubuz'a benzerliği ile ( ya da Demirkubuz ona benziyor, ama ortada benzerliğin olduğu kesin ) Michael Haneke, oyuncu kadrosunda ise Ulrich Mühe, Susanne Lothar ve Benny's Video filminin ufaklığı Arno Frisch var.
Film 1997 yapımı, 10.yılı şerefine 2007 yapımı bir de ingilizce versiyonu çekildi. Belki de maruzatını -aptal- amerikalılara anlatmanın tek yolu bu olduğunu düşündüğü içindir.
Tabiki ilkini beğenenlerdeniz, her ne kadar ikincisinde güzel kızımız Naomi Watts oynasa da.
(filmdeki karakterlerin yine Anna ve Georg adında olduğunu söylememe gerek yok sanırm.)
-----------------
Anna: He only wants to have a game.
Peter: Funny game.
-----------------
Georg: Why are you doing this to us?
Paul: Why not?
-----------------
Anna: Why don't you just kill us?
Peter: You shouldn't forget the importance of entertainment.
-----------------
Paul: Okay, let's play another game. It's a guessing game.
Paul:What is this?
George: It's a golf ball.
Paul: Correct! It's a *golf* ball... But why do I have it in my pocket? Hm? The lady knows why. Because... Well?
Paul: Well?
Peter: Because you didn't hit it.
Paul: Correct! Because I didn't hit it! And *why* didn't I hit it?
Peter: Because something stopped you.
Paul: Correct. Because I had to test the club in another way.
Anna:Where is he?


Equilibrium Türkçe'de eşitlik,adalet anlamına gelse de ; film "İsyan" olarak Türkçe'ye çevrilmiş.Film ; bilim kurgu -aksiyon karışımı.Kostümler ve aksiyon sahneleri "Matrix" 'i , bunun yanında kurgu ve zaman açısından da Tom Cruise 'un rol aldığı "Minority Report" (Azınlık Raporu) filmini anımsatmaktadır.Kuralların ve yasaların acımasız olduğu,yasaklı bir dünya konu alınmaktadır.Görsel olarak mükemmel bir film

Yönetmen : Kurt Wimmer
Oyuncular :
Cristian Bale (Batman:Darkknight, 3.10 to Yuma,The Prestige ) ,William Fichtner , Taye Diggs
-----------------------------
John Preston: There's no war. No murder.
Partridge: What is it you think we do?
John Preston: No. You've been with me, you've seen how it can be - the jealousy, rage.
Partridge: A heavy cost. I pay it gladly.
-----------------------------
Mary: You can't do this! You cannot do this!
John Preston: Tetragrammaton. There's nothing we can't do.
-----------------------------
Robbie Preston: Looking for something. If I were you I'd be more careful in future.
John Preston: How long?
Robbie Preston: Since mom
John Preston: And Lisa
Robbie Preston: Of course
John Preston: How did you know?
Robbie Preston: You forget. It's my job to know what you're thinking.
John Preston: And you know what I'm gonna do now.

Film ilk bakışta basit bir korku,gerilim senaryosu gibi görünebilir.Basit derken şöyle ; belli sebeplerden (genelde tesadüf gibi gösterilir) 7-8 insanı bir yerde toplayıp , bu insanların esrarengiz şekilde ölmesini ya da kaybolmasını konu alan filmler gibi . . ."Identity" de böyle bir his uyandırsa da , filmin ilerleyen dakikalarında bir psikiyatr uzmanının bile anlam vermekte zorlanacağı biçime dönüşüp , izleyicinin kafasında onlarca çözülmemiş soru bırakan ama yine de keyifli bir film. ve son olarak da
Yönetmen : James Mangold
Oyuncular : "The Thin Red Line" ve "Con Air" filmlerinden tanıdığımız John Cusack, "Goodfellas" filminde 3 kafadardan en genci rolünde izlediğimiz Ray Liotta ve son olarak da Amanda Peet var.
-----------------

Larry: It's your birthday next week? It's my birthday next week. The 10th.
Paris: Me too.
Rhodes: Me too.
Ed: Yeah.
----------------
Ginny: Maybe it's the burial ground.
Ed: What?
Ginny: Read the brochure in there... it's all around us. 100 years ago the government moved these Indians here. They all died because there was no water.
Rhodes: And now they're coming back to life like sea monkeys, huh? Give me a break sweetheart, please.

Hayatta sürekli kaybeden ancak işinde oldukça başarılı olan bir hava durumu sunucusunu konu alan film ... Türkçe çeviri olarak filmin adı "Fırtınalı Hayatlar".Zaten filmlerin bu şekilde Türkçe'ye çevrilmesini hiç anlayamadım neyse .Bu filmi izlerken aklıma gelen şey şu oldu ; artık ben de yolda Erman Toroğlu gibi geyik yaparak para kazanan şovmenlerin üstüne hazır yemek atıcam...Yapım yılı 2005 olan "Weather Man" filminin yönetmen koltuğunda daha önceden "Pirates of Caribbean" (Karayip Korsanları) üçlemesinin yanında "The Ring" ve "The Mexican" filmlerinin yönetmeni Gore Verbinski . . . Başrollerde ise Nicolas Cage ve Michael Caine oynuyor.

------------------
Robert Spritzel : I read your book.
Dave Spritz : Fuck. I was gonna do, some more work on it, then I chucked it.
Robert Spritzel : You chucked it?
Dave Spritz : Garbage.
Robert Spritzel : I-it's just what I do, David, I've practiced and I've gotten good. Like you and the weather business.
Dave Spritz : But I don't predict it. Nobody does, 'cause i-it's just wind. It's wind. It blows all over the place! What the fuck!
-------------------
Dave Spritz : People don't throw things at me any more. Maybe because I carry a bow around.

Küçük kızımız Olive'in en büyük hayali güzellik yarışmasına katılmaktır, fakat ailenin sorunlu oluşu buna engel gibi gözükse de sonuçta katılır. Aile sorunlarından uzak kalmak için hiç konuşmayan,yazarak anlaşan bir abisi de vardır üstelik.Her şeye rağmen küçük ışık aydınlatır evi.
Yönetmenliğini hep beraber çalışmış, R.E.M, Red Hot Chili Peppers kliplerini çekmiş olan Jonathan Dayton ve Valerie Faris'in yaptığı bu film,bir çok ödüle aday gösterilmiş ve birçoğunu da kazanmıştır. 4 dalda da oscar adayı olmuş, çevresine anlattığı hayat tecrübelerinden olsa gerek en iyi yardımcı erkek dalında Alan Arkin ve en iyi senaryo dalında Michael Arndt ödül kazanmıştır. Diğer oyuncular; küçük kızımız Abigail Breslin, aile babası Greg Kinnear, ve annesi Toni Collette,suskun evlat Paul Dano ve cinsiyeti bozuk aile ferdi Steve Carell..
Her şeye rağmen yaşamak güzel diyorsanız, buyurun..

Bu ismi duymayanınız olmadığına eminim. Sinemayı tarihsel dönemlere ayırdığımızda geçmişin mihenk taşlarındandır Alfred Hitchcock. Romantizme korku katabilmiştir.Burnu havadadır ama çektiği filmler en beğenilenler listesini doldurmuş, bir kaçı ödüllere layık görülmüştür. Fakat ne yazık ki yönetmenlik dalında bir oscarı yoktur. Aldığı en büyük ödül İngiliz Kraliyetinden aldığı "Sir" unvanıdır.
Evet, Hitchcock' un oscarı yoktur. Hayat ne garip değil mi?

Filmleri:
The Lady Vanishes (1938)
Rebecca (1940)
Strangers on a Train (1951)
Rear Window (1954)
Vertigo (1958)
North by Northwest (1959)
Psycho (1960)
The Birds (1963)
ve diğerleri...

başlık hollywood dese de bizim konumuz beyazperde...
"Sigara Yanıkları.."

Bu film için uzunca yazmak istediğimden hep sona erteledim ama dayanamıyorum artık, eklenmeli. Film, Batman Begins filminin devamı niteliğinde. ilk filmde sonraya ertelenen, "bir kişi mi yoksa bir çete mi" mantığı ile sonraya ertelenen Joker'in anarşisine karşı savaşıyor bu sefer süper kahraman. Ama nedense o süper kahramandan bahsedesim yok. İyi hoşsun,güzelsin, güçlü,zengin ve karizmatiksin, tüm kızlar senin.. Ama benim burada bahsetmek istediğim Joker, ya da diğer bir deyişle Heath Ledger.

Film vizyona girer girmez büyük bir sükse ile girdi. Bunun sebebi filmin Galası bile yapılmadan -yaklaşık 5 ay önce- ana karakterlerden Joker'i oynayan Heath Ledger'in ölümü ve serinin ilk filminin beğenilmiş olması ki bu diğer nedenin yanında ufak kalır. Ledger'in ölümü onu ve bu filmi efsaneleştirdi adeta. Sinemaseverler, ruhuna şaad olsun diye olsa gerek sinemalara akın etti, anketlerde en beğenilen filmi bu film olarak gösterdi. Sanal ortama da sıçradı bu. IMDb sitesinin üst kısmını karıştırdı. Listeye birinci sıradan girdi. Yıllardır birinciliği kaptırmayan Godfather ve birinciliği yıllardır büyük umutla bekleyen The Shawshank Redemtion 'ı tek bir hamleyle sollayarak hem de. Sırf Ledger'in ölümü yüzünden listenin bu hale geldiğini düşünenler olsa gerek, önceki birincilere tekrardan oylar yağdı ve Dark Knight 4.lüğe geriledi.

Peki olay gerçekten bu muydu? Filmin Box office'de ve beğenilme oranlarında üst sıralara tırmanmasının nedeni Ledger'in ölümü müydü? Filmin güzelliğine ve başarısına yorum getirebilmek için önce bu soru cevap bulmalı bence. Şimdi Joker'i filmden bağımsız tutalım (saçma olacak ama yapalım), onun usta oyunculuğu ve mimiklerini kenara koyup filmin diğer kısmıyla biraz ilgilenelim. Joker'siz alanları bir düşünelim, serinin ilk filmini düşünelim bir de, suçlular ve mahkemeler şeklinde daha adaletli bir ortam sağlama çabası. Joker'siz sahnelerden aldığımız keyfi ayırıp 5 ile çarpalım. Joker'in sadece tek bir repliğinin verdiği tadı veriyor mu?
Evet, haklılar, belki Ledger'in ölümü efsaneleştirdi, onu ve filmi. Ama yapacak bir şey de yok, olanlardan tamamen bağımsız da kılamayız.
( Bir diğer efsane için: The Crow )

Filmin yönetmeni, serinin ilk filmini de yöneten Christopher Nolan, oyuncular arasında ise Christian Bale, Heath Ledger, Aaron Eckhart,Maggie Gyllenhaal, Gary Oldman, Morgan Freeman.
Filmin oscar'daki başarısının sadece 1-2 oscarla olacağını düşünmekte ya da öyle layık görmekteyim kendi fikrimce. En iyi yardımcı oyuncu oscarının Ledger'in almasını bekliyorum. Belki bir oscar da müziklere gelir. Filme ya da yönetmene oscar'ın gitmesi kanımca efsanenin bir getirisidir sadece, güzelliğinin değil.
---------------------
Replik bölümüne tüm Joker'li kısımları dahil etme niyetindeyim. Ama yapmıcam sanırım, bir kısmı da yeter.Batman kusura bakmasın ama replik kısmını Joker'e ayırıyorum. O kasık sesinle, gülmeyen yüzünle pek bir repliğin yok be Batman. Harbi Batman, neden bu kadar ciddisin?
---------------------
The Joker: I believe, that whatever doesn't kill you, simply makes you...Stranger.
---------------------
The Joker: Let's wind the clocks back a year. These cops and lawyers wouldn't dare cross any of you. I mean, what happened? Did your balls drop off?
---------------------
The Joker: [to the mob] I know why you choose to have your little...
The Joker: "Group therapy sessions" in broad daylight. I know why you're afraid to go out at night.
The Joker: The Batman.
---------------------
The Joker: Good evening, ladies and gentlemen. We are tonight's entertainment! I only have one question. Where is Harvey Dent?
The Joker: You know where Harvey is? You know who he is? [grabs a man's face]
The Joker: You know where I can find Harvey? I need to talk to him about something. Just something, a little. [turns the man's face away]
The Joker: No...
--------------------
The Joker: It's a funny world we live in. Speaking of which, do you know how I got these scars?
Batman
: No! But I know how you got these!
--------------------
The Chechen: What are you going to do with all your money?
The Joker: See, I'm a man of simple tastes. I like dynamite, and gunpowder...
The Joker: And gasoline! Do you know what all of these things have in common? They're cheap!
--------------------
The Joker: Harvey, Harvey, Harvey Dent. Ohh, excuse me, I want to drive!
--------------------
The Chechen: What do you propose?
The Joker: It's simple. We, uh, kill the Batman.
Salvatore Maroni: If it's so simple, why haven't you done it already?
The Joker: If you're good at something, never do it for
---------------------
The Joker: I had a vision, of a world without Batman. The mob ground out a little profit and the police tried to shut them down, one block at a time. And it was so... boring. I've had a change of heart. I don't want Mr.Reese spoiling everything, but why should I have all the fun? Let's give someone else a chance. If Coleman Reese isn't dead in sixty minutes then I blow up a hospital.
--------------------
The Joker: I want... my phone call. I want it. I want it! I want my phone call!
Detective Stephens: That's nice.
The Joker: How many of your friends have I killed?
Detective Stephens: I'm a twenty-year man. I can tell the difference between punks who need a little lesson in manners, and the freaks like you who just enjoy it.
Detective Stephens: And you've killed six of my friends.
--------------------
The Joker: Are you the real Batman?
Brian: No.
The Joker: No? Then why do you dress like him?
Brian: He's a symbol... that we don't have to be afraid of scum like you.
The Joker: Yeah, you do, Brian. You *really* do!
--------------------

Filmi izlerken sahnede olanlar değil de aklınıza arkadan çalan müzik takılıyorsa, eve gittiğinizde filmin müziklerini araştırıp indirmek içinize doğuyorsa, o müzikler başarılı olmuşlardır mı demeliyiz? Yoksa filmin müziği, ne sahneden bağımsız ne de sahnenin kendisi olmamalı, sahneyle bütünleşik olmalı mı demeliyiz? Müziğin başarılı olmasındaki kriteriniz ne ise ona cevap veren bir isim, John Williams..
Aralarında Star Wars, Schindler's List , Fiddler on the Roof , Munich ,Catch Me If You Can ,The Patriot,Saving Private Ryan , Sleepers ,Born on the Fourth of July filmlerinin de bulunduğu 100lerce filme soundtrack hazırlama, 45 kez oscar adaylığı ve 5ine sahip olma. Sanırım bu görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir başarı. Bir çok yönetmenin ve de oyuncunun hayalini süsleyen o heykelciğe müzisyen sıfatıyla 5 kez sahip olmuş. Tabi bir yönetmen kadar zor değildir işi belki de, ya da bir oyuncu kadar rakibi de bol değildir. Ama bunların hiç biri bu başarıyı örtbas edemez. Filmin müziklerini John Williams' a yaptırırmanın, filmin en azından bir dalda oscara adaylığının kesin olduğu anlamına geldiğini artık bilmeyen kalmadı sanırım.
Oscar kazandığı filmler:
Schindler's List
E.T.: The Extra-Terrestrial
Star Wars
Jaws
Fiddler on the Roof

2.dünya savaşı sırasında geçen bir aşk temalı film. Savaş dediysek, cephe arkalarında sevişen bir çift gelmesin aklınıza, sadece yıl olarak o yıllar.
insan-tanrı arasındaki ilişkilere yer yer değinen, yeri geldiğinde bunun bir inanç değil de menfaat çatışması olduğunu içten içe anlatıyor sanki film bize. Film dememeli aslında, bu da bir kitap uyarlamasıdır. Graham Greene'in aynı isimdeki romanının bir uyarlaması.
Yönetmenliğini Neil Jordan'ın yaptığı, oyuncu kadrosunda ise Schindler's List filminden bildiğimiz Ralph Fiennes, The Big Lebowski filminden Julianne Moore ve Stephen Rea ( bu adam için de bir film isterseniz V for Vendetta:)
--------------------
Maurice Bendrix: I hate you, God. I hate you as though you existed.
--------------------
Sarah: Love doesn't end, just because we don't see each other. Maurice Bendrix: Doesn't it? Sarah: People go on loving God, don't they? All their lives. Without seeing him. Maurice Bendrix: That's not my kind of love. Sarah: Maybe there is no other kind.
-------------------
Maurice: Pain is easy to write. In pain we're all drapply individual. Now what can one write about happiness?
-------------------
Maurice Bendrix: I'm jealous of this stocking.
Sarah Miles: Why?
Maurice Bendrix: Because it does what I can't. Kisses your whole leg. And I'm jealous of this button.
Sarah Miles: Poor, innocent button.
Maurice Bendrix: It's not innocent at all. It's with you all day. I'm not.
Sarah Miles: I suppose you're jealous of my shoes?
Maurice Bendrix: Yes.
Sarah Miles: Why?
Maurice Bendrix: Because they'll take you away from me.
-------------------
Sarah Miles:Oh, God, please bring him back.Let him live.I don't believe in you,but please let him live.


"Bir filmdi, tamamen kurmaca, ama yine de can acıtıyor."
bu cümle ile başlıyor film. Kurmaca olduğunu bildiğimiz halde, yaşanmamış belki de yaşanmayacak olduğunu bildiğimiz halde nedense acıtır bazı filmler. Bu da öyle bir şey.
Alex'in 2 kadın arasındaki aşk karmaşasını anlatıyor ki burda kargaşa kadınlar arasındaki tercihte mi yoksa bireydeki duygularda mı bilemiyoruz. Çünkü aslında tercih edilmesi gereken seçenekler çoktan 1e indirilmiş.Birinin gelişi diğerinin çoktan gidişi olmuştur artık.
Filmin yönetmeni Christoffer Boe, oyuncuları Nikolaj Lie Kaas, Maria Bonnevie ve diğerleri... Filmin türü Romantik drama. Bu filme benzer bir örnek ver derseniz de size Eternal Sunhine filmini verebilirim. Evet, Danimarka yapımı bir Eternal Sunshine diyebilirim. Onu sevdiyseniz, bunu sevebiliteniz de yüksek demektir.
Reconstruction benim açımdan yüksek nota sahip bi film:)
----------------------
filmin girişindeki, anlatıcının konuşması iyi bir başlangıç yapar filme ki konuşma da şöyledir:

Narrator: At the beginning,it was man alone.No,he's not alone.Yet.That's the first step.The man.Laughter comes next..Woman..Love..Look at him..
We can start like that,althought this ain't how it starts.That's why you must be quiet.It's important,you must belive me.
The man goes into a bar.He sees the beautiful woman.Do they know each other?They don't seem to know each other,but...
...it's like the recognize the one another..Who knows who? Is that the beiginning or the end? This is what we're about to see..It's the beginning and the end..Love and goodbye..I know i don't need to mention it,butI'm doing it.
Remember,everything is just a movie.A creation.It hurts anyway.
-----------------------
Alex: All I know is that if you're my dream,then I am yours.
-----------------------
Narrator: The woman left. The laughter stopped. But, the man is still here. Not like that... All alone.

Bakmadan ateşlenen silah, ardından gelen suçluluk duygusu ve bazı prensipler.. Bir katil olsanız ve amaçlamadığınız bir başka kişiyi öldürseniz, ne kadar pişman olursunuz?
Yönetmenliğini Martin McDonagh'ın yaptığı, baş rollerde ise ağlayan yüzlü Colin Farrell, sevdiğimiz o ingiliz aksanıyla Ralph Fiennes ve Brendan Gleeson oynuyor. Hem Colin Farrell'ı hem de Ralph Fiennes'ı bu denli zevkli bir filmde görmemiştim. Diyalog akışı ise çok güzel durmuş. Seri konuşmalar ve ince dokundurmalar.
Bu filmde gördüğüm bir diğer güzellik ise, filmin esas kızı,Clémence Poésy. izleyin seveceksiniz.Filmi yani..
Belçikanın Bruges kentinde geçen bu filmi izlerken ölmeden önce oraya gitmek isteyebilirsiniz. Nitekim bu filmin orda geçme nedeni de budur.
-------------------
Ken: Coming up?
Ray: What's up there?
Ken: The view.
Ray: The view of what? The view of down here? I can see that down here.
Ken: Ray, you are about the worst tourist in the whole world.
Ray: Ken, I grew up in Dublin. I love Dublin. If I grew up on a farm, and was retarded, Bruges might impress me but I didn't, so it doesn't.
-------------------
Chlo: So what do you do, Raymond?
Ray: I... shoot people for money.
Chlo: What kinds of people?
Ray: Priests, children... you know, the usual.
Chlo: Is there a lot of money to be made in that business?
Ray: There is for priests. There isn't for children. So what is it you do, Chloe?
Chlo: I sell cocaine and heroin to Belgian film crews.
Ray: Do you?
Chlo: Do I look like I do?
Ray: You do, actually. Do I... look like I shoot people?
Chlo: No. Just children.
-------------------
Eirik: That's my girlfriend, you fucking asshole!
Chlo: Eirik, what are you doing?
Eirik: Where you from, fucker?
Ray: Ireland, originally.
Eirik: And you think it's okay to come over to Belgium and fuck another man's girl?
Ray: I didn't know she had a boyfriend, alright? And I haven't fucked her anyway! Ask her! I only put me hand on it!

Ters giden bir işi düzeltme çabası ve başka şeyleri de bok etme.. Amacı ve istekleri farklı olsa da herkesin bir olayda keşistiği bir konuya sahip. Bir nevi Meksika'nın Lock Stock and two smoking barrels' ı. İspanyolcasıyla, renkli karakterleriyle hoş bir film..
Yönetmeni Hugo Rodríguez, başrol oyuncusu ise Diego Luna oynuyor.
(ulan Lock stock dediysek de aynısını beklemeyin, dedik ya, meksikalıların Lock stoke'u:)

The Man from Earth... Afişe ve filmin ismine bakıp gezegenlerin üzerinde dolaşacağınızı, gökyüzünü aşıp uzaya çıkacağını düşünmeyin.. Film, bir odada 8 kişinin dinsel temalı konuşmalarından ibaret. ne yani, hiç mi action yok. var efendim ama bu action'ı hareketlerde değil de çıkan fikirlerde arayın.
Şu ana kadar anlatılanları - kabul et ya da etme- bilinenleri bir kenara koyup " ya tüm bunlar birer yalansa?" sorusunu daha önce sorduysanız kendinize, bu film ilginizi çekecek, size farklı bir bakış açısı kazandıracaktır. insanüstü bir adamla tanışmaya hazır olun, zaten ona şimdiden tanrı diyen bile var halihazırda...
Yönetmenliğini Richard Schenkman' ın yaptığı bu filmin fazla bi maliyete sahip olduğunu düşünmüyorum işin açıkcası. Filmin sonundaki o zorlama sözler olmasa kanımca daha iyi olurdu. Muallakta kalsa, zorlamasaydı adamcağızı, yada oğulcağızını..
--spoiler-- mi eklemeliydim? Koy götüne rahvan...
--------------------
Edith: [talking about God] He's everywhere. We just can't see him.
Harry: Pfft. If this was the best I could do, I'd be hiding, too
-------------------
Harry: Well, you're finally fulfilling one prophecy about the millennium, John.
John Oldman: What's that?
Harry: Here you are again.
--------------------

Orijinal adıyla Fiddler on the Roof yahudi temalı bir müzikaldir. Yarı müzikal desek daha doğru olur. Fakir ve geleneklerine bağlı fakat bunu sorgulayan bir çevrede geçer film. Bazen ikili konuşmalarla,bazen de şarkılı atışmalarla gelenekleri yorumlarlar. Filmin müzikleri hala sevilmekte. Zaten kazandığı 3 oscarın biri de John Williams imzalı müziklerinden. If i was a rich man , Tradition , Anatevka ve diğerleri..
Filmin süresi 3 saat olmasına rağmen diyalogları ile pek sıkmaz. Müzikal sevmeyenlerin müzikli kısımlarında sıkılacağını da pek tahmin etmiyorum ama belli olmaz.
(türk sinemasında da uyarlanmış bir versiyonu mevcut)
----------------
Tevye: As the good book says, when a poor man eats a chicken, one of them is sick.
Mendel: Where does the book say that?
Tevye: Well, it doesn't say that exactly, but somewhere there is something about a chicken.
----------------
Tevye: As Abraham said, "I am a stranger in a strange land... ”
Mendel: Moses said that.
Tevye: Ah. Well, as King David said, "I am slow of speech, and slow of tongue."
Mendel: That was also Moses.
Tevye: For a man who was slow of tongue, he talked a lot.
---------------
Tevye: As the good book says, if you spit in the air, it lands in your face.
---------------
Tevye: A fiddler on the roof. Sounds crazy, no? But here, in our little village of Anatevka, you might say every one of us is a fiddler on the roof trying to scratch out a pleasant, simple tune without breaking his neck. It isn't easy. You may ask 'Why do we stay up there if it's so dangerous?' Well, we stay because Anatevka is our home. And how do we keep our balance? That I can tell you in one word: tradition!
---------------
Tevye: Traditions, traditions. Without our traditions our lives would be as shaky as, as... as a fiddler on the roof!
---------------
Hodel: We only have one Rabbi, and he only has one son. Why shouldn't I want the best?
Tzeitel: Because you're a girl from a poor family. So whatever Yente brings, you'll take. Right? Of course, right!

Sevidiğimiz bir kokuyu muhafaza edebilmek mümkün mü? Hazır olan bir kokudan da bahsetmiyorum üstelik, şişede duran parfümden deil, parfümleşmeyi bekleyen bir insandan mesela..
Patrick Süskind' in Das Parfum adlı romanının uyarlaması olan bu filmden önce bence kitabını okuyun. İlk tavsiyemiz bu yöndedir. Yok ille de film diyorsanız o da olabilir. Kitapsız filme gelenlerle, okuyup da gelenler arasındaki farkı söyleyeyim. Beklentiler farklı. Filmin orijinal adı olan "Parfüm:bir katilin hikayesi" ni duyan, filmden olağan üstü ölüm sahneleri beklemektedir. oysa yönetmen bunları gizleyerek tadın başka yönlerden alınmasını istemiştir ki kanımca da başarılı olmuştur. Filmin efsanevi son sahnesi, 16 yaşındaki kızıl güzeli (ben baktım kız valla 16 yaşında:) görmek yeterliydi benim için.
Başroldeki gencimiz Ben Whishaw, kızıl saçlı güzelimiz de Rachel Hurd-Wood, diğerlerini boşverin.
Filmin yönetmeni, Lola rennt ( Run Lola,Run) filminin de yönetmenliğini yapan Tom Tykwer. Yakın tarihte bazı sahnelerinin istanbulda'da geçtiği The International filmi beyazperdede gösterime girecek. başrolde de Closer filminden hayran olduğum Clive Owen ve Eastern Promises deki güzelimiz Naomi Watts oynuyor.

Delicatessen, Türkçe çevirisiyle Şarküteri filmi bu sene İstanbul Film Festivalinde gösterildi. Filmin yönetmeni Marc Caro, sinema dersleri adı altında Akbank sanatta bir de şöyleşi yaptı genç sinemaseverlerle. Uzaktan da olsa gidip dinleme imkanı bulmuştuk. Bu filmin 2 yönetmeni var, diğeri ise hepimizin bildiği Amelie filminin yönetmeni Jean-Pierre Jeunet. Marc Caro söyleşisinde Jeunet ile ayrı işler yapmaya başlayışını şöyle anlatmıştı. " ben daha fantastik, Jeunet ise daha romantikti.Ayrıldık ve fanteziye yöneldim ben de." Jeunet'in Amelie filmi ve Marc Caro'nun Dante 01'i bu durumu oldukça açıklıyor. işte bu iki farklı insanın bir filmde buluşması olmuş Delicatessen.

Açlığın tüm ülkeyi sardığı bir dönemde bir binada birlikte yaşayan insanların açlığı gidermeye yönelik ilginç yöntemlerine yer verilmiş. Bu film bana Türk yapımı başka bi filmi -hem de bu filmden 1 sene önce yapılmış olan- hatırlatmıştı nedense izlediğimde, Piyano Piyano Bacaksız. Ama biz türkler daha masumaneyiz sanırım açlığı gidermekte. Her iki filmde dayanamayıp intihar etmek isteyen kadınların olması da işin cabası. Yakında bu filme de değiniriz.
Bu arada filmin başrolünde Amelie'den de bildigimiz bücür abimiz,Dominique Pinon var.
--------------
Louison: Nobody is entirely evil: it's that circumstances that make them evil, or they don't know they are doing evil.

Martin Scorsese, Robert de Niro ve Joe Pesci üçlüsünden bir şaheser daha. Bu 3lünün yanına da bir de Sharon Stone sallamışlar, ki bu filmdeki rolüyle -hernekadar Temel İçgüdü filmindekini biz daha çok beğensek de:)- oscara da aday gösterildi. Filmin tek oscar adaylığının da bu olması bir hayli ilginç. Joe Pesci'nin bu filmdeki oyunculuğunun görünmezden gelinişi beni üzen asıl nokta. Onu durdurabilmek için bir silaha ve usta bir atışa sahip olmalısınız kanımca, aksi takdir ölecek olan tarafta siz olursunuz.
Joe Pesci'nin bu filmde beğendiğim sahneler; "kalem ile adam öldürme" ve "casino'ya gelip olay çıkarma" kısımlarıdır. Bi adam sırf yahudi diye dövülür mü? Evet, dövülür:)
------------------
Ace Rothstein: [voice-over] In Vegas, everybody's gotta watch everybody else. Since the players are looking to beat the casino, the dealers are watching the players. The box men are watching the dealers. The floor men are watching the box men. The pit bosses are watching the floor men. The shift bosses are watching the pit bosses. The casino manager is watching the shift bosses. I'm watching the casino manager. And the eye-in-the-sky is watching us all.
-----------------
Ace Rothstein: [voice-over] No matter how big a guy might be, Nicky would take him on. You beat Nicky with fists, he comes back with a bat. You beat him with a knife, he comes back with a gun. And if you beat him with a gun, you better kill him, because he'll keep comin' back and back until one of you is dead.
-----------------
Nicky Santoro: Ace don't... listen, don't... don't make a scene, all right?
Ace Rothstein: I want to just talk. I want to talk to that Irish bitch.
Nicky Santoro: She didn't know who to turn to. She... she didn't know where to turn. She was tryin' to save your marriage.
Ace Rothstein: Yeah? Nicky, I want to talk to that fuckin' bitch.
Nicky Santoro: Hey, be fuckin' nice. Calm. Be nice. Don't fuck up in here,


ROMA

BARCELONA

PARİS

PRAG

LİZBON

VİYANA

BERLİN

KARIŞIK

Orijinal adı : Lunes al sol,Los , türkçesi Güneşli Pazartesiler.

Bir kişinin hayatını değil binlerce kişinin hayatını anlatan bir film. Hayatı seven ya da hayattan bıkmış veya her şeye rağmen tutunmaya çalışan insanların filmi.
İspanyanın fakir bi semtinde geçen, genellikle barda konuşmalar halinde seyreden, akıcı güzel bir film. Başrolde No Country for Old Men filminden oscar kazanan Javier Bardem var. No Country'deki oyunculuğunu beğenmişseniz bu filmde kendisine ayrı bi hayranlık besleyeceğinizi düşünüyorum. Zaten bu film ile bir çok ödüle aday-layık gösterilmesi de bunun açıkca ispatı..

Yönetmenliğini Fernando León de Aranoa yaparken oyuncular arasında Javier Bardem, Luis Tosar, José Ángel Egido var. Filmin dili ispanyolca, IMDB puanı da 7.7/10..

Ustaların ustası Sergio Leone nin baş yapıtlarından...Western filmleri arasında yol gösterici bir yapıt. En çok bilinen,izlenen,sevilen filmler arasında olmasına rağmen ne yazik ki bir oscarı dahi bulunmamakta. Aynı kaderi Sergio Leone de paylaşmakta.

Filmde iyi rolünde kovboy abimiz Clint Eastwood, kötü rolünde Lee Van Cleef ve çirkin rolünde Eli Wallach oynuyor. Bu çirkin adam hakkında 2 anektod eklemek istiyorum.
Birincisi; bu adam hala yaşamakta:) ne var yani Clint Eastwood da hayatta diyebilirsiniz ama aralarında oldukça fazla yaş var. Eastwood 78, Eli Wallach 93. Filmin kötü karakteri 89 yılında yaşamını yitirmiş. demekki kötülere bi şey olmaz sözü pek de makul bi söz deilmiş.
ikincisi; bi arkadaşımın bu çirkin adamın hayat öyküsünü, Lost dizisindeki Mr.Eko karakterinin hayat öyküsüyle örtüştürüyor olması. Birer rahip kardeş, aile için işlenen suçlar ve birkaçı... ne bileyim, Lostseverlerin teori üretmekte işine yarar belki:)
-------------------
Tuco: God is on our side because he hates the Yanks.
Man With No Name: God is not on our side because he hates idiots also
----------------
Baker: Here, this is for you. You did a good job for me.
Angel Eyes: Oh I almost forgot. He payed me a thousand. I think his idea was that I kill you. Angel Eyes: But you know the pity is when I'm paid, I always follow my job through. You know that.
Baker: Noo! Angel Eyes!
---------------
Tuco: You want to know who you are? Huh? Huh? You don't, I do, everyone does... you're the son of a thousand fathers, all bastards like you.
---------------
Man With No Name: One, two, three, four, five, and six. Six, the perfect number.
Angel Eyes: I thought three was the perfect number.
Man With No Name: I've got six more bullets in my gun.
---------------
Man With No Name: If you shoot me, you won't see a penny of that money.
Angel Eyes: Why?
Man With No Name: I'll tell you why
Man With No Name: . Cause there's nothin' in here!

Bu filmin arka kapağındaki "Godfather' dan sonra en iyi mafya filmi" yazısını okuduktan sonra izlemeye karar verdim. En iyi hangisiydi, ikincisi neydi tartışmak istemiyorum şimdi, ama güzel bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Babasının ne iş yaptığını merak eden bir çocuğun merakı yüzünden meydana gelen olayları konu ediyor film.

Filmin yönetmeni American Beauty' nin de yönetmeni olan Sam Mendes ; oyuncu kadrosunda ise gişe garantili ve 2 oscar sahibi Tom Hanks, Tyler Hoechlin, Paul Newman ve son James Bond Daniel Craig var.
---------------
Michael Sullivan: He murdered Annie and Peter!
John Rooney: There are only murderers in this room! Michael! Open your eyes! This is the life we chose, the life we lead. And there is only one guarantee: none of us will see heaven.
Michael Sullivan: Michael could.
John Rooney: Then do everything that you can to see that that happens.
---------------
Michael Sullivan: I'd like to work for you.
Frank Nitti: [Chuckles] Well... that's very interesting.
Michael Sullivan: And in return, I'd like you to turn a blind eye to... what I have to do.
Frank Nitti: And what is that?
Michael Sullivan: Kill the man who murdered my family.
-------------
Jack Kelly: Think, Mike. Don't be stupid. I'm just the messenger.
Michael Sullivan: [lowers his gun] Then give Mr. Rooney a message for me.
Jack Kelly: What is it? [Sullivan shoots him]

Şüpheliler arasından en çaresizini alır köşeye sorgularsın. Zayıflığından fayda edersin. O da bülbül gibi şakır. Polis anlayışı budur. Bu sefer de grubun en zayıfını, özrü bulunan Verbal'ı seçtiler. Anlattıklarından da bi hayli mutlu oldular (!).
Tek bi amaç vardı, bilinmez adam, hayalet adam, kendisinden korkulan adam (ulu önder yüce bilge) Keyser Soze'yi bulmak. Bi rivayete göre de türkmüş. Gerçi siz bu hikayeyi biliyorsunuzdur.
Yönetmeni Bryan Singer; oyuncular:Kevin Spacey, Benicio Del Toro,Gabriel Byrne, Chazz Palminteri,Stephen Baldwin...
Not: Bu isimde bir de güzel bi kısa film mevcut. ( izlemek için tıklayın )
-------------------
Dave Kujan: Do you believe in him, Verbal?
Verbal: Keaton always said, "I don't believe in God, but I'm afraid of him." Well I believe in God, and the only thing that scares me is Keyser Soze.
-----------------
Verbal: Who is Keyser Soze? He is supposed to be Turkish. Some say his father was German. Nobody believed he was real. Nobody ever saw him or knew anybody that ever worked directly for him, but to hear Kobayashi tell it, anybody could have worked for Soze. You never knew. That was his power. The greatest trick the Devil ever pulled was convincing the world he didn't exist. And like that, poof. He's gone.
----------------
Interrogation Cop: Number 1, step forward.
Hockney: Hand me the keys, you fucking cocksucker.
Interrogation Cop: Number 2, step forward.
McManus: Give me the fucking keys, you fucking cocksucking motherfucker, aaarrrghh.
Interrogation Cop: Knock it off. Get back. Number 3, step forward.
Fenster: [laughing] Hand me the keys, you cocksucker.
Interrogation Cop: In English, please?
Fenster: Excuse me?
Interrogation Cop: In English.
Fenster: Hand me the fucking keys, you cocksucker, what the fuck?
----------------

Masalsı anlatımıyla, çocukluğumuzda işittiğimiz olağanüstü bulduğumuz fakat ilerleyen yaşlarımızda saçma bularak reddettiğimiz o masalları hatırlatan bu film, bizlere tekrardan masallara inanmamız gerektiği düşüncesini aşılamıştır. Sanki elektriklerin kesildiği bir kış gecesi soba kenarına oturmuş, annemden masal dinliyormuşum gibi izledim bu filmi. Bunu yaşattıkları için elini-kıçını öpmeli tüm emeği geçenlerin:)

Yönetmen koltuğunda Tim Burton, oyuncular arasında ise Trainspotting' ten tanıdığımız Ewan McGregor, Almost Famous filmindeki ustta gitarist Billy Crudup, Tim Burton'un vazgeçilmezi olan eşi Helena Bonham Carter ve Albert Finney var.

Shaun of the Dead filminin üçlüsü; Simon Pegg, Nick Frost ve yönetmen Edgar Wright' tan yine güzel bir komedi. Bu filmde hedefte American aksiyon filmleri var. Shaun of the Dead' deki gibi müzikler iyi kullanılmış, müzikten beklenilen hareketin tersi yönde hareket göstererek beklenmedik espriler yapılmış yine.
Shaun of the Dead tadında bazı sahneleriyle hatta daha tatlı bir film olmuş. Filmin ufak bir sahnesinde Cate Blanchett de oynuyor-her ne kadar kendisi pek belli olmasa da gözleri onu ele veriyor:) -.
Komedi filmi boş zaman öldürgeci anlayışından kurtulun ve bir an önce bu ve Shaun of the Dead filmini izleyin bence.
-----------------
Nicholas Angel: Oy! When's your birthday?
Underage Drinker #1: 22nd of February.
Nicholas Angel: What year?
Underage Drinker #1: Every year!
Nicholas Angel: Get out!
---------------
Danny Butterman: Point Break or Bad Boys II?
Nicholas Angel: Which one do you think I'll prefer?
Danny Butterman: No, I mean which one do you wanna watch first?
-------------
Simon Skinner: He was simply an appalling actor.
Nicholas Angel: You murdered him for that?
Simon Skinner: Well, he murdered Bill Shakespeare!
Nicholas Angel: What?
-------------
Nicholas Angel: All right, what about this guy? Ask yourself, why has he got his hat pulled down like that?
Danny Butterman: He's fuck-ugly.
Nicholas Angel: Or, he doesn't want you to see his face.
Danny Butterman: 'Cause he's fuck-ugly.

2 dev oyuncunun, Al pacino ve Robert De Niro' nun birlikte oynadağı, daha dogrusu aynı sahneyi paylaştığı ilk film. Aynı sahneyi paylaştığı diyorum,çünkü The Godfather:part 2' de her ikisi de oynuyor ama ilgili zamanlar farklı. ilk diyorum çünkü 2008 yapımı bir başka filmleri daha var,Righteous Kill.
Filmde Robert De Niro tecrübeli bir hırsız, Al Pacino ise bi onun kadar işinde tecrübeli bir polis.
Filmin bir çok sahnesini çok beğenirim, ama en çok hoşuma giden ise Neil McCauley'ın " öyle bi zaman gelir ki 1 dk da tüm hayatını bırakıp gitmen gerekir" felsefesini uyguladığı o güzel sahnedir. 2 ustanın karşılıklı oturup konuştuğu sahne de ayrı bi güzeldir:)
------------------
Vincent Hanna: What are you, a monk?
Neil McCauley: I have a woman.
Vincent Hanna: What do you tell her?
Neil McCauley: I tell her I'm a salesman.
Vincent Hanna: So then, if you spot me coming around that corner...you just gonna walk out on this woman? Not say good bye?
Neil McCauley: That's the discipline.
Vincent Hanna: That's pretty vacant, you know.
Neil McCauley: Yeah, it is what it is. It's that or we both better go do something else, pal.
Vincent Hanna: I don't know how to do anything else.
Neil McCauley: Neither do I.
Vincent Hanna: I don't much want to either.
Neil McCauley: Neither do I.
------------------
Vincent Hanna: I'm angry. I'm very angry, Ralph. You know, you can ball my wife if she wants you to. You can lounge around here on her sofa, in her ex-husband's dead-tech, post-modernistic bullshit house if you want to. But you do not get to watch my fucking television set!
-----------------