Bastırılmış öfkeyi, kırılgan erkeklik duygusunu ve kimliğin içten içe çatırdayan yapısını; neyin rüya neyin gerçek olduğunu ayırt edemediğimiz bir atmosferle sunan The Thinsg You Kill (Öldürdüğün Şeyler) filmi, bu sene izlediğim en iyi Türkiye filmlerinden biri. Türk filmi diyemiyorum; çünkü hikayesi Türk, oyuncuları Türk, mekanı Türkiye olsa da yönetmeni İran'lı. Ama o da yetmiyor, film Kanada'ya ait ve Kanada'nın bu seneki Yabancı Dilde Oscar aday filmi bu film. 

İran'lı yönetmen Alireza Khatami'nin The Things You Kill filmi, yüzeyde bir aile trajedesi gibi dursa da, derinlerde bireyin kendisiyle giriştiği karanlık savaşı işleyen, tuhaf biçimde bunu sakince yapan ama yine de gerilimi izleyiciye aktarabilen bir film. Film en temelde 'erkeklik' kavramının kırılgan yapısını didikliyor. Doktordan aldığı negatif sperm testi sonucu, yıllardır sakladığı baba-oğul gerilimi, annenin ölümü, akademi hayatındaki güvencesizliği... Ali'nin (Ekin Koç) çevresi toplumun kendisinden beklediği erkeklik(!) performansında başarısız olduğu fikriyle kuşatılmış durumda. Başarısız erkek, başarısız evlat, başarısız koca..

Filmin kırılma noktası; Rıza'nın (Erkan Kolçak Köstendil), Ali'nin hayatına bir gölge gibi girmesi oluyor. Rıza, varla yok arası bir yabancı, ama sanki Ali'nin bastırdığı bütün karanlık özellikleri bünyesinde barındıran birisi. Film bu ikililik üzerinden klasik bir noir mantığı kurduruyor: Ali'nin rüya mantığıyla ilerleyen hayatı, Rıza'nın gelişiyle bir kabusa dönüşüyor diyebilir. Kırılma o derece keskin oluyor. 

Rıza için 'yabancı' kelimesini kullanmam onu çok da yabancı göstermesin. Yabancılığı, Ali'nin hiç olamadığı karakteristik özellikleri Rıza'nın taşıyor oluşunda yatıyor. Yoksa yönetmen Alireza Khatami, mevzuyu karakterler için seçtiği isimlerle bize net şekilde veriyor. Ali+rıza= Alirıza, yani kendi ismi. Yani film, yönetmenin kendi içsel bölünmüşlüğüyle ve kimlik parçalanmasıyla ilgili otobiyografik bir yankı taşıyor da diyebiliriz. Yönetmen Alireza konuştuğu her dilde başka birisi olduğunu bu Ali+Rıza oyununun yanında film içerisinde verdiği 'çeviri' unsuruyla da perçinliyor.

Filmde ipucu unsuru niteliğindeki 'çeviri' sahnesinde Ali, sınıfına 'translation' kelimesinin anlatıyor. Latinceden gelen bu kelime 'bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere taşıma' anlamına geliyor. Türkçe'de kullandığımız arapça 'tercüme' kelimesinin kökenine indiğimizde ise Akkadça'daki 'targum' kelimesine ulaşıyoruz ve bu da 'açıklamak, yorumlamak' anlamına geliyor ki günümüz çeviri dilinde bu yaklaşım daha doğru kabul ediliyor. Ancak olay bizim de kullandığımız 'tercüme' kelimesinde. Arapça kelime köküne indiğimizde karşımıza çıkan kelime 'recm' (teRCüMe). Evet, bizim bildiğimiz recm, yani taşlamak, öldürmek . 'Peki bunun konumuzla ne alakası var?' diye soruyor Ali. Kusura bakma ama çok alakası var. Bu nüans, filmin tüm katmanlarına yayılmış vaziyette çünkü. Ali'den Rıza'ya geçiş artık yumuşak olmayacak, bedeller ödenecek, biri diğerini öldürmek zorunda kalacak demek bu. Her kimlik değişimi, her bir yeni dile taşınış, aynı zamanda bir ölüm, bir çürüme, bir kopuş barındırıyor demek bu. Dolayısıyla The Things You Kill, aslında bir 'çeviri' filmi. Kişinin kendisini başka bir versiyonuna çevirme çabası ve bu çevirinin yok edici bedelini, sonuçlarını anlatıyor. 


Filmi anlamada işimize yarayacak bir diğer ipucu unsuru da 'rüya'. Henüz filmin başında Ali'nin karısı Hazar (Hazar Ergüçlü) bize bir rüya anlatıyor. Bu noktadan sonra rüya unsuru beklememek, gösterilenin rüya mı yoksa gerçek mi diye sorgulanması gerekiyor. Yönetmen bu belirsizliği ustaca koruyor. Rıza gerçekten var mı? Yoksa Ali'nin bilinçaltının dışa vuran bir prototipi mi? İzlerken bunu ayırt edebilmek zor. Ancak burada da bir kırılma anı var. Gerçeklik kayması yaşanıyor ve bir karakter (Ali) gidip, yerine bir diğeri (Rıza) geçiyor. Filmin bu noktadan sonraki yarısı, Ali'nin hayatının ikinci yarısı gibi ve devre arasında oyuncu değişilikliği yapılmış. 

Devre arasındaki oyuncu değişikliğinden sonra ikinci yarının kilit kelimesi 'öldürmek' oluyor. Değişim esnasında birisi 'taktik maktik yok, bam bam bam' demişçesine, Ali'den Rıza'ya geçiş sert oluyor. Gerçekleşen ve potansiyel olarak var olan tüm şiddeti Rıza üstlenirken, Ali'nin elleri bağlanıyor, fiziksel olarak da metaforik olarak da. Ali, kendi hayatının dışına itilmiş vaziyette olsa da, Rıza'nın işlediği her eylem, Ali'nin içindeki en gizli arzu ya da korkunun dışa vurumu. Bu sebeple tüm suçun faili Rıza olsa da Ali'nin en azından bir yardım yataklık suçu var diyebiliriz. 

Toparlayacak olursam, The Things You Kill, hem biçim olarak hem içerik olarak çağdaş sinemada sıkça işlenen kimlik sorgulama temasını iyi bir şekilde işliyor. Ve yönetmen bunu dramatik patlamalardan öte, uzun ve hareketsiz planlarla da anlatıyor. Demek ki böyle de oluyormuş. Demek ki bizim topraklarda da oluyormuş. Demek ki bizim oyuncularla da oluyormuş. İki sene önce Türk yönetmen İlker Çatak'ın yönettiği The Teachers' Lounge filmi Oscar'a aday gösterildi. Türk yönetmenle de oluyormuş. O zaman bizim sinemamızda olmayan ne? Bunun cevabını masaya koyduktan sonra, çözümü oldukça kolay olacaktır ve dünyaya sinemamızı kabul ettirmemiz daha da kolaylaşacaktır. 

HATIRLATMA: Son yazıdan (17/11/25) bugüne (25/11/25) 347'si ateşkesten sonra olmak üzere 603 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !




En sevdiğim dizilerden ikisi olan Breaking Bad ve Better Call Saul dizilerinin yapımcısı Vince Gilligan, yeni bir yapım ile gündeme sert bir giriş yaptı; Pluribus. Bu kez suça ve ahlaki çöküşe değil, kitlesel-bütünleşik mutluluk ile özgür iradenin çatışmasına yöneliyor. Bunu da kıyametvari mutlak bir sona doğru yol alacak şekilde yapıyor. Ancak Pluribus basit bir kıyamet hikayesi değil. Kötü görünen bir sonun aslında iyi, iyi görünen bir düzenin aslında korkutucu olabileceğini bize düşündürtüyor. 


Dizi, bilim insanlarının uzaydan gelen ve tekrar eden bir sinyali fark etmesiyle başlıyor. Her türlü varyasyon deneniyor ve en son bu sinyalin bir RNA tarifi içerebileceği düşünülüyor. Tarifin olası bileşenleri fareler üzerinde aylarca deneniyor ama farelerde bir değişiklik gözlenmiyor. Taa ki farelerden biri labte çalışan bir kadını ısırana kadar. Bir süre garip bir tepkimeden sonra normale dönen insanlar diğer insanlara da bu garip virüsü bulaştırma peşine düşüyor ve neticede kısa sürede tüm insanlığa bulaşıyor. Bu virüs, bulaştığı tüm insanlığı tek bir kolektif bilinç haline getiriyor. Tüm bilgilerin tek bir havuzda toplandığı ve herkesin o havuzdan faydalandığı 'all in one' durumu. Ancak 13 kişi müstesna. Ve bu 13 kişiden biri de başrolumuz Carol Sturka.

Carol Sturka (Rhea Seehorn), romantik-fantastik kitaplar yazan, mutsuz, içine kapanık, kendi eserlerinden bile nefret eden, şöhretini ve kendi okurunu küçümseyen öfkeli bir yazar. Virüsün henüz yayılım gösterdiği zaman, anlam veremediği o kaosun içinde hayat arkadaşı olan Helen'i (Miriam Shor) de kaybediyor. Olan biteni anlamlandırdıktan sonra buna sebep olanlardan nefret etmek için bir sebebi daha olmuş oluyor bu sebeple. 

Carol bu olaydan etkilenmeyen diğer 12 kişiyle görüşmek istiyor. İngilizce konuşan 6 kişiyle görüşüyor da. Ancak diğerlerinin bu durumdan çok da rahatsız olmadıklarını fark ediyor. Hiçbirinin bu geçiş esnasında yakın ailelerini ya da sevdiklerini kaybetmemiş olmasından belki de, hepsinin keyfi yerinde. 3.bölüm sonu itibariyle olaylar şimdilik bu kadar. Peki nereye kadar gidebilir? Ve şu ana kadar olanın anlamı ne? 3 bölüm sonunda akla gelen 2 soru bu.


İlk olarak dizinin ne kadar sürebileceği ihtimalini konuşalım. Henüz 3 bölüm yayınlandı. Ama yapımcısının vermiş olduğu bir güven var. Yine de beni heyecanlandıran en son bilimkurgu dizisi olan The Peripheral'in ikinci sezonunun iptal edilmesinden sonra buna da temkinle yaklaşıyorum. Her ne kadar Apple Tv ile ikinci sezon için anlaşılmış olsa da ve yine her ne kadar yapımcı Vince Gilligan 'elimde 4 sezonun senaryosu hazır' dese de, artık çabuk sıkılan izleyiciyi 4 sezon dizide ilgiyle tutmak eskisi kadar kolay gözükmüyor. Neticede süreçte aldığı keyfi unutup 'itibar sonadır' diye Lost ve Game of Thrones dizilerini harcamış bir kitle var karşında.

Gündeme biraz yoğun giriş yapmış olmasının 2 sebebi var. İlki tabi ki yapımcısı Vince Gilligan. Boşu yok denecek kadar az ve sadık bir kitle oluşturmuş vaziyette. İkincisi ise dizinin bütçesi ve tanıtımı için harcanan miktar. bölüm başına 15 milyon dolarlık bir bütçe alıyor Vince Gillian. Tanıtım filmleri ve pano reklamlarının ne kadarı kendisinden ne kadarı Apple Tv tarafından karşılanıyor bilmiyorum ama Amazon Amerika'da da bu dizinin yayınlanıyor oluşu bu bütçenin oldukça fazla olduğunun da bir göstergesi konumunda. Özetle, puanı azalarak gerileyecek bir yapım diyerek tahminimi buraya not düşmüş olayım.


İkinci konuya, ne anlatmak istediği mevzusuna gelecek olursak, burada çeşitli tahminler var. Akla ilk gelenin bunun bir Yapay Zeka, hatta Chat GPT eleştirisi olduğu. Değişime uğramayan 13 kişiye tahsis edilen asistanların (ki baş karakterimiz Carol'a tahsis edilen de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Zosia (Karolina Wydra) ) sürekli gülümseyerek ve her konuda yardımcı olarak yaklaşması. Kolektif bilincin Carol'a  her istediğini vermesi, gereksiz derecede olumlu yaklaşması, tehlikeli bir şey istese dahi (ki el bombası bile tedarik ediyorlar) 'evet' denmesi, yanlış anlama korkuları üzerinden sürekli özür dilemesi konuyu Chat GPT'ye benzeten diğer unsurlar. Hatta bu virüsü kapan 6 yaşında bir çocuğun, dünya üzerinde bulunan tüm bilgilere vakıf olması da, Chat Gpt'ye erişimi olan herkesin aslında her şeye vakıf olma durumuyla eşleşiyor. Ancak dizinin yaratıcısı Vince Gillian, bu dizi fikrinin 10 yıl önce oluşmaya başladığını, o yıllarda 'yapay zeka' kavramı hayatımızda olsa da, Chat Gpt'nin henüz var olmadığını ısrarla söylüyor.

Giriş kısmında bahsettiğim, "kötü görünen bir sonun aslında iyi; iyi görünen bir düzenin aslında korkutucu olabileceği" düşüncesinin oluşması da bu sebebe dayanıyor. Bilim dünyasında ve sinemada yapay zeka kavramı hep feci son ile bitiyor. Terminatör'de Skynet, Matrix'te makinalar hep bizim sonumuzu getirdi, bizi karanlığa ve karamsarlığa mahkum etti. Ancak burada mutluluğu vaadeden bir yapay zeka formuyla karşı karşıyayız. Bunun için de bir takım bedeller ödememiz gerekiyor elbet, o da özgür irade.

Cümlenin diğer kısmı da bu noktada karşımıza çıkıyor. Özgür irademiz olmadan o mutluluğun bir anlamının olmayacağı düşüncesi. Kısacası mutluluk vs özgürlük çatışması oluşturuyor. Mutluluk ile özgürlük karşı karşıya geldiğinde hangisi daha değerlidir? Diziye romantik yaklaşanlar bu soruya cevap olarak özgürlük diyecektir. Ama kendileri hali hazırda özgür iken mutsuzluktan da dert yanacaktır. Mutluluğu tercih edenler de hali hazırda zaten teslim oldukları ve ne yazık ki kurtulamayacakları bu sistemde en azından mutluluğu tadalım konusunda uzlaşanlar olacaktır. 


Kolektif Bilinç vs Vahdet'i Vücut

Olayı bilim kurgudan çıkarıp fantastik ölçüde de okuyanlar olabilir. Dizideki kolektif bilincin 'tek' olması akla bazen İslam tasavvufundaki Vahdet-i Vücut kavramını da akla getirmiyor değil. Vahdet-i Vücut, varlığın birliği anlamına geliyor. Yani mevcudiyeti olan her şeyin tek bir varlıkta bulunması. Pentegram'ın Bir adlı şarkısında da dediği gibi "bu dünyada gördüklerinin, hepsi bir hepsi haktan." Pluribus dizisinde gerçekleşen olay da bir bakıma bunu taklit eden bir biçim gibi duruyor. Ancak aralarında ziyadesiyle farklar var. Öncelikle Pluribus'un birliği bulaşıcı iken Vahdet-i Vücut irade üzerinedir. Bilinçli bir yönelimdir. İkinci bir uyuşmazlık ise Pluribus'ta bireyin ölümüdür. Bir olmak adına bireyin öldürülmesi, kendinden vazgeçmesi vardır. Vahdet'i Vücut'ta ise bir olmak kişinin kendisine daha çok benzemesini ifade ediyor. Bir olmak, tüm varoluşun tek bir hakikatte, tek bir olay karşısında irade koyup birleşmesi anlamına geliyor. Uzaylıların istilasına karşı bir olmak daha belirgin bir benzerlik oluşturabilirdi mesela. Bu nedenle dizideki birlik kavramı, metafizik bir bütünleşme değil, insanın kendinden vazgeçmeye zorlanması şeklinde ele alınıyor ve tamamen Vahdet-i Vücut'tan ayrışıyor. 


Son söz olarak söylemek istediklerimi de derleyip yazıyı sonlandırayım. Pluribus'a başlamak için her daim bilim kurguya aç ve açık olan benim gibilere fazla bir neden sunmaya gerek yok. Ancak ilk bölümde yaratılan gerilim ve gizem, ikinci ve üçüncü bölümde yerini komediye bırakıyor. Bu yoldan gittiğinde karşımızda The Good Place gibi bir dizi bulabiliriz ve bu da büyük beklentiyle başlayan sadık kitleyi diziden uzaklaştıracaktır. Komedi dizisi arayan kişiler de ilk bölümün gizemi yüzünden zaten uzak durduğundan dizi sahipsiz kalma sorunuyla yüzleşebilir. Tek güvencem ise 4 sezonun senaryosunun hazır olduğunu söyleyen Vince Gilligan. Dizinin komediye evrilmesi izleyiciden çok, senarist olarak kendisini sıkacağından bu konuda bir hamle yapmıştır. Bekleyip göreceğiz. 


HATIRLATMA: Son yazıdan (30/10/25) bugüne (17/11/25) 245'i ateşkesten sonra olmak üzere 953 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !