-Tamam
Filmde, hayatın olmazsa olmazlarından aşk da var tabii ki. Aşk küçük Mathilda'nın koskoca Léon'a olan aşkı. Bunu dile getirirken çok rahat olan Mathildacığım, aynı rahatlığı süt yerine içki içtikten sonra öpülmek istediği sahnede de gösteriyor. Filmin sansürsüz versiyonu bazı insanları rahatsız edebilir, şahsen ben de sansürlü versiyonunu daha çok severim. Bana daha çok hitap eder. Filmdeki aşkın Mathilda'dan Leon'a ve Léon'dan ölmğş sevgilisine olan kısmında yozlaşmamış bir aşk tanımı yatıyor, dikkat!
İngilizce senaryosuna bu linkten ulaşabileceğiniz film 1994 Fransız-Amerikan ortak yapımıdır ve yönetmeni Luc Besson'dur. Başrollerini ise Jean Reno, Natalie portman ve Gary Oldman ile bir adet bitki oynamaktadır.
Film bir şeyler öğretiyor izleyicisine. Öncelikle en son kullanılacak silahın bıçak olduğunu söylüyor. Yakınına girince zarar vermek kolay çünkü. Uzaktan ancak işe yeni başlayanlar zarar verebiliyor. Bunun dışında özgürlük arayan asi kimselere özgürlük yerine "kök" buyrun diyor, köksüzlüğe prim veren dünyamızda. İnsan öldürmenin hayattan aldıkları tek gözü açık bir biçimde koltukta uyuyan Léon ile çok güzel ifade edilmiş. Sütün insan gelişimindeki önemi de vurgulanmış, ya da vurgulanmamış ben çarpıtıyorum:)
Léon kayıpların tekrar elimizde olduğu anları bize yaşatan bir film. İçine girip bir süre de olsa üşümeden durabileceğiniz bir yorgan. Sadist tarafınızı terbiye için kullanılabilecek bir ilaç. Ve sakince aktığı için kendinizi görebileceğiniz bir ırmak...
KONUK YAZAR: Gökhan Yıldız
http://skykhanstar.blogspot.com/
# Diğer Konuk Yazarlar #
" Bir gün gökten bir çocuk düşer ve onu bir aile evlat edinir. Aile çok güzel geçirdikleri günlerden sonra çocukta bazı tuhaf davranışları fark eder. Doktorun tetkiklerinden sonra çocuğun beyni olmadığı ortaya çıkar. Verilen tedavi bol bol beyin yemesidir. Tuhaf olaylar ise bundan sonra başlar. "
Beyinsiz bir çocuğun hikayesini anlatan ve yaratılan sevimli karaktere beyinsiz demeye dilin varmadığı bir animasyon Brainless. Kişisel olarak izlediğim en iyi Türk animasyonu diyebilirim. Yedi dakika içerisine etkileyici ve güzel bir animasyon ile derin mesajları sığdırmak sanıldığı kadar da kolay bir iş değil.
ANNEM SİNEMA ÖĞRENİYOR / MY MOTHER LEARNS CINEMA (Nesimi Yetik) 3' 32''
" Ana ve oğul bir masaya oturup, boş sandalyeye de sinemayı oturturlar. Ve onun hakkında derin, etkileyici bir sohbete koyulurlar. "
57. Berlin Kısa Film Festivali'nden ödülle dönen ve Dudu Yetik'in oyunculuğunun çok konuşulduğu keyifli bir kısa film.
RETRO AŞKLAR BAHANESİ / EXCUSES OF RETRO LOVES (Ümit Olcay) 12' 20''
Daha çok oyuncu olarak karşımıza çıkan Ümit Olcay, Retro Aşklar Bahanesi ile bizi ters köşeye yatırıyor. Kristal Cüce içerisindeki kişisel favorim olan bu filmi, uzun uzadıya anlatmak yerine bir sahnesinden alıntı yapmak daha uygun sanki.
" Bütün gerçekleşen hayalleri ve kırıklıkları dolunaya denk geldi. Bir dolunayda saçlarını kestirmiş sevdiğine rast geldi. Olacak iş değildi ama hangi iş olmuştu ki? Yarı sağlam bir çocuk benliğinde, kendinin fark edilip edilmediğine bu kadar düşkün bir ruh. Oysa umurunda olmasa ne kadar da farkında olunurdu herkes tarafından. Hücrelerine kadar güzeldi adam ve hücrelerine kadar hayatlı. Yani nasıl açıklamalıydı kendisine kendini? Beğenmediği görüntüsünde kendi oldu aslında. Müziklemek lazımdı insanları... "
KARŞILAŞMA / CONFRONTATION (Selcen Ergun) 10' 19''
" Tesadüfi bir karşılaşmaya dair, sona erdiği anda başlayan bir film... "
Saadet Işıl Aksoy'un sade ve güzel oyunculuğuyla taçlandırılmış bu film, enteresan bir kurmaca. Çekim teknikleri açısından ne kadar zor bir işin altından başarıyla kalkıldığını gösteren ve sondan başa sarıp tesadüfe inanır mısınız sorusuna yanıt arayan bir film belki de." Artık bu şehirde aşk yok... "
Fotoğrafçılığı ile isminden sıkça bahsettiren Gökçe Pehlivanoğlu'nun dördüncü kısa filmi olan Potkal'da, İpek Değer ve Murat Prosçiler'in sessiz ve etkileyici oyunculuklarını izliyoruz. Issız adaya düşenlerin bir şişe içerisine koyarak gönderdikleri yardım mesajı anlamına gelen potkal, anlamını taşıyan bir sahne ile giriş yapıyor bizlere.
" O, on üç yıl bir odada yaşadı. Siz yapabilir miydiniz? "
Bir üniversite mezunu askerlik görevi için doğuya gider. Askerliği sırasında en yakın iki arkadaşı şehit düşer ve evine geri döndüğünde odasından on üç yıl boyunca çıkamaz. Sarsıcı bir hikayesi olan 2 Eylül, galası yapılan ilk kısa film ünvanını da taşıyor aynı zamanda.
Nuri Bilge Ceylan’ın da aralarında bulunduğu jurinin seçimiyle belirlenen Cannes Film Festivali Ödülleri sahiplerini buldu. Festivalin en prestijli ödülü olan Palme d’Or ( Altın Palmiye ) ödülü, daha önce Cache filmi ile yine bu ödüle aday olan ama alamayan, fakat o sene En İyi Yönetmen ödülünü kucaklayan Michael Haneke’nin oldu. Ödülü kazandıran film ise Das Weisse Band (The White Ribbon )
Büyük Ödül (Grand Prix)’ün sahibi ise Un prophète filmi ile Jacques Audiard aldı. En iyi yönetmen ödülünü Serbis filminden tanıdığımız Brillante Mendoza , Kinatay filmi ile sahiplendi. Özel juri ödülünü de Mia Hansen ile 'Kaplumbağalar da Uçar' filminin yönetmeni Bahman Ghobadi aldı. Altın palmiyenin büyük adaylarından Lars Von Trier ‘in Antichrist filmi ise en iyi kadın ödülü ile yetindi.
Ödüller :
Palme d'Or (Altın Palmiye):
Das weiße Band (The White Ribbon) - Michael Haneke
Grand Prize (Büyük Ödül):
Un prophète - Jacques Audiard
Special Jury Prize (Özel Jüri Ödülü):
Alain Resnais - Les Herbes Folles (Wild Grass)
Best Director (En İyi Yönetmen):
Brillante Mendoza - Kinatay
Best Screenplay (En İyi Senaryo):
Feng Mei - Spring Fever
Jury Prize (Jüri Ödülü):
Fish Tank - Andrea Arnold
Bakjwi (Thirst)- Park Chan-wook
Camera d'Or (ilk film):
Samson and Delilah - Warwick Thornton Samson
Best Leading Actor (En iyi Erkek Oyuncu):
Christoph Waltz -Inglourious Basterds
Best Leading Actress (En iyi Kadın Oyuncu):
Charlotte Gainsbourg -Antichrist
Un Certain Regard Prize:
Kynodntas - Yorgos Lanthimos
Jury Prize (Jüri Ödülü):
Intermediar - Corneliu Porumboiu
Special Jury Prize (Özel Jüri Ödülü):
Kasi Az Gorbehaye irani Khabar Nadareh (No One Knows About Persian Cats) - Bahman Ghobadi
Le Père de Mes Enfants (The Father of My Children ) - Mia Hansen
Filmleri izleme şansını nasıl elde ederiz bilmiyorum ama birçoğunun Türkiye'de gösterime girmeyeceğine girse de gecikmeli gireceğine eminim. Kurtar bizi rapidshare diyorum, ne diyeyim:)
“Her seven, sevilenin boy aynasıdır.
Sevmek, sevilenin o aynaya bakmasıdır.” (Özdemir Asaf)
Police: Why'd you do it, kid?
Robert: Because she asked me to.
Police: Obliging bastard. Is that the only reason you got, kid?
Robert: They shoot horses, don't they?
AVCILAR SİNEMA GÜNLERİ
Yer: İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü
İlk 2 haftasının geride kaldığı bir etkinliği bildireyim sizlere. Neden 2 hafta önce söylenmedi demeyin, Zeki Demirkubuz söyleşisi var, kaçırmayın !
Kalan Etkinlikler
21/05/09 12:30
Kertenkele ( ve yönetmenin katılımıyla )
25/05/09 12:15
Yeni Dalga'dan Avrupa'ya Sinema ( sunum )
26/05/09 12:15
2000'ler Türk Sineması ( sunum 1 )
27/05/09 12:30
Masumiyet ( Yönetmen Zeki Demirkubuz ile de söyleşi )
28/05/09 12:30
Nazım'ın Küba Seyahati ( Yönetmen Çağrı Kınıkoğlu il söyleşi )
29/05/09 12:15
2000'ler Türk Sineması ( sunum 2 )
" Birini öldürmek zorundaysanız, hepsini öldürdüğünüzden emin olun."
Beni filmle tanıştıran özelliği, senaryosunun Nick Cave tarafından yazılmış oluşuydu. Tek nedenim buydu filmi izlemek için. Ve bir de son dönemlerde zaten az bulunan western tarzı filmlere nedense daha fazla bir sıcaklıkla yaklaşıyor olmam. ( Aynı yakınlığı Appaloosa 'ya da duymuştum).
Hazır Nick Cave gibi asi bir insanın şiddetinin dozunu arttırabileceği bir fırsatı olmuş, o zaman kesin fazla mikarda kan-şiddet görecez diye tahminlerde bulundum ki yanıltmadı da. Bu konuda piştikçe daha fazla kan görebileceğimizi düşünüyorum ama yönetmenliğinin de daha iyi ellerde olmasının gerekliliğini de es geçmiyorum. Çünkü filme bakıldığından ,az önce de dediğim gibi, zaten az sayıda olan western filmlerinin içinden sıyrılabilecek kalitede bir yapıya sahip. İyi çekilmemiş mi? Güzel, ama kanımca daha iyi olabilirdi. Yönetmenin çekmiş olduğu 6 filmin 3 ünün senaryosunun Nick Cave tarafından çıkması ve tüm filmlerinin müzikleri de Nick Cave tarafından hazırlanması sanırım aralarının zor yıkılacağı anlamına geliyor ve benim bu dileğimin gerçekleşmeyeceğini kabullendiriyor bana ne yazık ki.
Fazla spoiler içermeden filmin sinopsisini sunayım azıcıktan. Asayişten sorumlu bir yüzbaşının geçmişte bir suç örgütü olan 3 kardeşten, en büyüğünü yakalamak için ortancayla yaptığı anlaşmadır. Bu anlaşma gereği ortanca kardeş büyüğü ölü getirecek ve bu sayede idam ile yargılanan küçük kardeşini de kurtarmış olacak. Başta para-çokomel eğrisi gibi basit duran, ver onu -al bunu takası son derece işlevsel gözükse de kişilerin kendi penceresinden baktıgımızda hiç de öyle olmadığını farkedebiliyoruz. Aynı olaya farklı kişilerce bakıp ahlak yargısının kişilerce değişebileceğini, iyi-kötü ayırımını yapmanın her zaman kolay olmadığını görüyoruz.
Sonuçta The Proposition filmi doğu çekimli bir western filmi. Bu yüzden kendine has eklentiler de bulundurmakta. Avusturalya’nın yerlisi aborijinlere uygulanan politikaya, bu toprakları medeniyetleştirecez diyerek kendilerince medeni olmayan kişilerin sırf bu yüzden öldürüldüğüne de ufaktan da olsa sahit oluyoruz filmde. "Medeni insanlar kavga etmezler" tembihleri ile büyümüş bizlere göre (bizlerle kastımın kim olduğunu ben de bilmiyorum) medenileştirmek için savaş açmak, demokrasileştirmek için savaş açmaktan da absürd kaçan bir neden. İngilizlerin anlayışıyla medeni olmak aborijinler için sanırım fazlaca zor ve kabul edilemez. Bunu bir yerlinin yüzbaşının yanından ayrılırken ayakkabısını da bırakmasında görebiliyoruz.
Filmdeki fısıldamalar, ara ara Nick Cave müzikleri ve sinek vızıldamaları.. Bunlar da hoş:)
İzleme nedenim kısmında da dediğim gibi filmin senaristi Nick Cave, yönetmeni ise John Hillcoat. Başrolünde ise çoğumuzun Memento filminden bildiği Guy Pearce , Nil by Mouth filminin küfürbazı Ray Winstone ve Danny Huston var.
Blogdaki Gölgesizler yazısı için tıklayınız lütfen.
Siyah - beyaz görüntülerle başlıyor film. Başrollerimizden birinin -Roy- neden Los Angeles'taki o hastanede olduğunu gösteriyor bize. Roy dublörlük yapan ama son filminde köprüden atına atlarken düşen ve sakatlanan bir adam. Diğer başrolümüz ise portakal toplarken düşüp kolunu kıran tatlı mı tatlı Alexandria. Birgün, Roy'a göre manasızca, Alexandria'ya göre ingilizce yazılmış not, hemşire Evelyn'e gitmesi gerekirken , Roy'un kucağına düşer. Aleandria'nın notunu aramaya çıkmasıyla birlikte tanışmış olur bu ikili. Roy'un Alexandria'ya isminin nerden geldiği hakkında bir masal anlatmaya koyulmasıyla başlıyor aslında her şey. Bir sonraki buluşmalarında ise daha geniş bir masal anlatmaya başlıyor Roy, epik bir masal. Anlatmasının tek nedeni Alexandira'yı sevmesi değil sadece, onun ayaklarından yararlanmak istiyor ayrıca. Anlattığı masalla bu ikilinin hayatları iç içe geçmeye başlıor tabiki. Buz taşıyıcı, hintli adam, tek bacaklı adam... hepsi masalın birer kahramanı oluyor. Bu ikilinin sevdikleri iyi adam, sevmedikleri/ korktukları kötü adam oluyor. Anlatıcı Roy olunca onun ruh haline göre seyri değişiyor masalın ama Alexanria her şeyi yapıyor (mutlu sonla) bitmesi için masalın, gerekirse yalan söylüyor, gerekirse hırsızlık yapıyor ve amacına ulaşıyor.
Biraz klişe olacak ama tam anlamıyla bir görsel şölen sunmuş bize Tarsem. Mükemmeliyetçilik bu olsa gerek. Çekim yapılan mekanları bize sunma tarzı, geçiş sahneleri büyük bir yaratıcılık eseri. Her bir saniyesi fotoğraf niteliğinde. Görselliğe sırtını dayayıp, diğer şeyleri unutmamış yönetmen. Senaryo, müzikler... her şeyiyle tam bir film olmuş. İki ayrı dünya anlatmaya başlayıp yavaş yavaş bu ikisini bir yapmak zor ve tehlikeli bir iş ama doğru yapılıncada tadından yenmiyor örnekte görüldüğü gibi. Her şeyin bu kadar kusursuz olduğu bir dünyada oyuncularda hiç sorun çıkarmamaış Tarsem'e. Lee Pace (Roy) ve özellikle Catinca Untaru (Alexandria) inanılmaz doğal oynamışlar. Yarım yamalak ingilizcesi, aksanı, tombiş yanakları ve o güzelim gülüşünün onu sevmemize yeteceği aşikar ama duruşuyla, bakışıyla kısacası her şeyiyle onu oyuncu olarakta sevmemek elde değil. Zaten güzel olan filmi bambaşka bir seviyeye çıkarmış. Lee Pace'inde hakkını yememek lazım tabi, sonuçta karşısındaki küçüçük bir kız ve onu bu kadar rahat ettirmese onunda bu kadar başarılı olacağını sanmıyorum. Kameralar yokmuş gibi sohbet ettikleri sahneler, filmin unutulmazları arasına girdi bence. Filmler vardır canın sıkıldıkça açar izlersin, birisi film önermeni istediğinde ilk olarak onları söylersin ve birisi o filmi beğenince, dünyalar senin olur, işte 'The Fall' benim için o filmlerden birisi.
KONUK YAZAR: ÖzbeÖz
http://ozbeoz.blogspot.com/
# Diğer Konuk Yazarlar #
Filmde Mahsun adlı karakterin yaşama tutunma çabası anlatılır. Hisar civarlarında dolaşır, kimi kimsesi-evi olmadıgından tak başına yeme/içme-barınma ihtiyaclarını kendince karşılamaya çalışır. Belki de hiçbirimizin hiç ihtiyaç duymadığı bu iki yokluğunu gidermektir onun tek amacı. Her yeni günün başlangıcında bu amacı tekrar yükler ve çırpınır. Büfeden aldığı çıkma ekmeklerle beslenir ki bunu gördüğümüz de içimiz de cız eder, bir nevi tornovida yemişe döneriz Bekir’in tabiriyle. Çoğumuz için bir hiç olan o kırıntılar onun asıl menüsüdür. Barınma ihtiyacını ise kimi zaman inşaatlarda kimi zaman ise sabah yerine koymak şartı ile çaldığı arabalarla giderir. Tüm bunlara rağmen bir kadını da sevebilmektedir Mahsun. Her şeyi varmış edasıyla üzerini şöyle bir sirkeler, saçlarına dokunup düzelttiğini sanaraktan gözükür sevdiği kadına. Hala da tutunma çabasındadır.Mahsun’u izler üzülürüz, Mahsun içer biz sarhoş oluruz, Mahsun dayak yer biz acırız. Böyle yaşayanlar da var deriz. Çıkarız caddeye, bir bankta sabahlayan birini görürüz ama ondaki Mahsunluğu göremeyiz. Görmek istemeyiz. Oysa etraf Mahsunlarla doludur, farkedemeyiz. Sorumuzun cevabı da bu kanımca. Bize bunu 1 bucuk saatliğine de olsa farkettirebildiği için Tabutta Rövaşata.
Size bir de filmin kendi tanıtımını sunayım:
Mahsun, falakadan şişmiş ayaklarıyla yeraltından çıkıp yeryüzü dünyasına karışır her sabah. BMW'i o çalmamıştır. Otomobil çalmaz Mahsun, sizin yaşamınızdan bir gecelik rahatlık çalar. Otomobilinizin rahat koltuğunu çalar, geceleri dolaştığınız şehrin aydınlığını çalar. Bir kadın sever Mahsun. Bir şilep geçer kadının gözlerinden. Eroin dolaşır damarlarında. Kadının saçları dolaşır Mahsun'un aklına. Bir tekne batar sevdiğinin yüzüne dokununca. Her gün bir düş batar Mahsun'un denizinde, her gün yeni bir düşe inanır Mahsun inatla. Yaşama inandığı için.
Bu arada filmde Mahsun’u Ahmet Uğurlu, Reis’i Tuncel Kurtiz ve kadını da Ayşen Aydemir oynamıştır. Müzikleri ise Baba Zula ’ya ait olup aynı zamanda ilk albüm çalışmalarıdır.
---------------------
Polis : Ben dayak atmaktan sıkıldım, o yemekten sıkılmadı. Ben hapse tıkmaktan sıkıldım, o hapiste yatmaktan sıkılmadı. Gardiyanlar sıkıldı. Savcılar sıkıldı. Hakimler sıkıldı. Memleket sıkıldı. Bu hayta sıkılmadı!Çaldığı araba kimin arabasıymış biliyor musun? Büyük bir Koç'un?Araba, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı'nın. Marifetmiş gibi, bir de getirip çaldığı yere park etmiş.
Reis : Bana yeni bir şey söyle!
---------
Mahsun : Seni diğerlerinden ayırdığım için özür dilerim. Hepinizi birden götürmek isterdim; ama izin vermiyorlar. Artık hiçbir şeye izin vermiyorlar.
---------
Reis : Babam taksiciydi. Bir gece, saat üç ya da dörtte bir sokaktan geçmek zorunda kalmış. Sokağın ortasında bir masa varmış. Masanın başında da bir adam. Ne yapıyormuş biliyor musun? Çorba içiyormuş. İşkembe ya da kellepaça; sarımsaklar, sirkeler...Tam bir masa. Her neyse. Babam taksiden inmiş,adama, "Ne yapıyorsun?" demiş.Adam hiç cevap vermemiş.Çekmiş tabancayı...Bang! O yüzden, ne zamandar bir yola girsem...o yolda bir masa,masada da çorba içen birini görsem...geri vites nallıyorum.
---------
Polis : İsmi ne kızın?
Mahsun :Bilmiyorum.
Polis : Tanımıyor muydun?
Mahsun :Hayır, tanıyordum.
(bu sahnedeki Polis yönetmen Derviş Zaim'dir)
--------
Mahsun : Senin yatacakyerin yok mu?
Kadın : Hem var, hem yok.Arkadaşlarda kalıyorum.
Mahsun : Ben de. Ama arkadaşlar iyidir.
--------
Filmin bitişinde ki reklam da yapmış olduğum kıyaslamalara uygun nitelikte sanırım:
"Seni yerim sosis, şişman sosis, uzun sosis. "
Boş Ev belki de Kim Ki Duk’un üzerine en çok söz söylenebilecek filmi. Bu biraz da filme nasıl bir okuma yaptığınıza bağlı ama önemli olan bir gerçek var ki yönetmen bu filminde kendi ülkesinden, çevresindeki nesnellikten beslenerek bütün insanlığı ilgilendiren konuları tartışmaya açıyor. Modern dünyanın yarattığı otorite ve mülkiyet arzularına biraz daha yakından bakınca bu sosyo-politik koşulların insanı nasıl kendine bile yabancılaştırdığını görüyor, eğer farklı olanın üzerinde düşünme cesaretiniz varsa artık çok kanıksadığınız yalnızlığınız ve duyarsızlığınıza hayret ediyorsunuz…
Filmin başında genç adamı BMW motosikletiyle Seul şehrinin sokaklarında dolaşıyor ve ilk bakışta evlere servis yemeklerinin ilanlarını dağıttığını görüyoruz. Sonradan anlıyoruz ki aslında 21. yüzyılın okumuş evsizlerinden biri o da. Evsizliği zoraki bir durum değil, kendi tercihi; bir ikamete sahip olmamayı seçiyor bu gizemli genç, aynı konuşmamayı seçtiği gibi. Başkalarının evlerinin boş hallerini seviyor bu sessiz adam. Böylece başkalarının yaşamlarının izlerine dokunabiliyor onların yokluklarında, neleri unutup neleri biriktirdiklerini görebiliyor. Gündüzleri sokak gezip tespit ettiği boş evlere geceleri giriyor bu tuhaf yabancı. Amacı hırsızlık değil, tanımadığı hayatların izlerini sürmek. Girdiği bu evlerin yataklarında yatıyor, onların dolaplarından karnını doyuruyor, koltuklarında oturuyor ve resim albümlerine bakıyor. Evi terk etmeden önce de ev sahiplerinin kirli çamaşırlarını yıkıyor, asıyor, evlerindeki bozuk aletleri tamir ediyor. Unuttuğumuz nesnelerin şiddete yol açabileceğini, onları öyle bırakmamız gerektiğini anlıyoruz ilerleyen dakikalarda. Zira bu delikanlının düzelttiği bir oyuncak tabanca sahiplerine zarar veriyor. Sonra bu tuhaf gencin günün birinde girdiği evin boş olmadığını fark etmesiyle evlerde yalnızca nesneleri değil insanları unuttuğumuzu da görüyoruz. Sessiz genç, kocası tarafından şiddete maruz bırakılan bu eski modelin varlığını bir süre sonra fark ediyor, tabi genç kadın da onu. Sonra bu unutulmuş, hırpalanmış kadını da tamir etmeye başlıyor. Yönetmenin bu gizemli yaklaşımıyla genç kadının da konuğunu bekleyen ihmal edilmiş bir boş ev olduğunu anlıyoruz: “Bütün yalnız ve kayıp ruhlar birer boş evdir, sahibini, konuğunu bekler” diyen yönetmen bu yalnız ruhları buluşturduğu kavşakta bizi de sözcüklere gerek olmayan bir yolculuğa dahil ediyor.
Bu yolculuk sayesinde insanların mülkiyet arzularıyla daha yakından tanışma imkânı bulmuş oluyoruz. İnsanların otoritelerini sadece nesneler üzerinde değil, insanlar üzerinde de kurmaya çalıştığını, bunu sağladığı zaman da o kişiyi mülkiyeti altına aldığına tanık oluyoruz. Otoritesinin sarsıldığı zaman “meşru” şiddete başvurabildiğini, “meşru” şiddetin yetmediği yerde kendi ihmal ettikleriyle ilgileneni kendi yöntemleriyle cezalandırma hakkını kendinde bulduğunu görüyoruz. Bu tuhaf gencin otorite gözünde her anlamda suçlu olduğunu da… Hem mülksüzlüğü, iletişimsizliği seçerek “normal” v e “makul” olanı reddetmedeki ısrarı hem de otoritenin mülkiyet sınırlarını ihlal ettiği için. Otorite; hırpalanmış kadının gayri meşru şiddete başvuran zorba kocası olabildiği gibi unutulmuş olan yaşlı bir adamın babalarını birdenbire hatırlayan çocukları da olabiliyor.
Ayrıca güç ve şiddetin simgesi golf topları çocuğun elinde kimi zaman pasif kimi zaman ise birebir şiddetin simgesi haline geliyor. Topa bir delik açan tuhaf genç topu metal bir iple sıkıca ağaca bağlayıp lüks binalara doğru fırlatıyor. Ağaca bağlıyor çünkü golf topu o kadar serttir ki birini öldürebilir. Zaten sert vuruşlara dayanamayan kablo sonunda kopuyor ve top serbest kalarak birisine zarar veriyor Genç adam golf toplarını birilerini incitmede kullandığında ise (zorba kocaya yaptığındaki gibi) sanki adalet dağıtmaktadır, ama kendi sıra dışı ve garip yöntemiyle…
Bu iki aşık boş evlere girmeye beraber devam ederlerken otorite ve uzantıları bu tılsımlı rüyayı sarsıyor. Genç adam hapishaneye, yaralı kadın ise kocasının yanına gönderiliyor. Filmde Uzakdoğu felsefesine özgü bir pasif direniş burada gösteriyor kendisini. Zira kahramanlarımız şiddete karşı koyacak güçleri olmadığı için bir yandan düşmanlarının yılmasını beklerken diğer yandan da sabırla ruhlarını eğitiyorlar. Genç adam bedenini ve zihnini tanıyıp onları eğiterek insanların göremediği noktalarda dolaşmayı öğreniyor sonunda ve sonuç olarak evlere girmeye devam ediyor, üstelik bu sefer hayalet gibi dolu olanlarına. Dünyaya eline çizdiği gözle bakmaya başladığında bedeninin sınırlarından kurtulup hareket alanını genişletiyor. Bu sefer tartının üzerinde buluştuğu genç kadınla beraber varolmanın hafifliği aşkın dayanılmaz hafifliğine dönüşüveriyor.
Kim Ki Duk sinemasının minimalist anlatım dilinin derinliklerinde yatan güç belki de bu 3. göz anlayışıdır. Yönetmenin filmleri de dünyaya bakmak ve onu dönüştürmek için 3. bir göz gerektiğini devamlı hatırlatmaya çalışır gibidir sanki. Tabii üçüncü göz yetmez; yalnızlığı ve dışlanmayı ama diğer yandan özgürleşmeyi göze alacak cesaret de gerekir.
Hali hazırda onu tanıyanınız pek yoktur belki de. Ama yakında herkesin en azından bir kez de olsa bir şarkısını dinleyeceğini ve seveceğini sanıyorum. Şimdilik Myspace üzerinden paylaşsa da yakın gelecekte onu daha farklı ortamlarda da görebiliriz. Lastfm'de de görün diye grup da açtım, bi bakın, beğenin, takibe alın. Pişman olmayacaksınız.
Myspace Adresi
Lastfm Grubu
ilgililer için etkinlik programı** :
07 / 05 / 2009 - Perşembe
UMUT - 17:00
1970, Yönetmen: Yılmaz Güney / Oyuncular: Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz, Osman Alyanak
BİTMEYEN YOL - 19:00
1965, Yönetmen: Duygu Sağıroğlu / Oyuncular: Fikret Hakan, Selma Güneri, Erol Taş, Tuncel Kurtiz
08 / 05 / 2009 - Cuma
VESİKALI YÂRİM - 16:30
1968, Yönetmen: Ö. Lütfi Akad / Oyuncular: Türkan Şoray, İzzet Günay, Ayfer Feray, Semih Sezerli
AH GÜZEL İSTANBUL - 18:00
1966, Yönetmen: Atıf Yılmaz / Oyuncular: Sadri Alışık, Ayla Algan, Feridun Çölgeçen
09 / 05 / 2009 - Cumartesi
Bir Günlük Festival - Medyanın Marifetleri
Medyanın günlük olaylara olan etkisini anlatan 4 yabancı film gösterilecek.
BAŞKANIN ADAMLARI - 12:00 ( Wag the Dog )
Yönetmen: Barry Levinson / Oyuncular: Dustin Hoffman, Robert De Niro, Anne Heche
KÖPEKLERİN GÜNÜ - 14:00 ( Dog Day Afternoon )
Yönetmen: Sidney Lumet / Oyuncular: Al Pacino, John Cazale, Charles Durning
KATİL DOĞANLAR - 16:00 ( Natural Born Killers )
Yönetmen: Oliver Stone / Oyuncular: O-Lan Jones, Woody Harrelson, Juliette Lewis
ÇILGIN ŞEHİR - 18:00 ( Mad City )
Yönetmen: Costa Gavras / Oyuncular: John Travolta, Dustin Hoffman, Mia Kirshner
10 / 05 / 2009 - Pazar
AH GÜZEL İSTANBUL - 13:00
1966, Yönetmen: Atıf Yılmaz / Oyuncular: Sadri Alışık, Ayla Algan, Feridun Çölgeçen
KARANLIKTA UYANANLAR - 15:00
1964, Yönetmen: Ertem Göreç / Oyuncular: Ayla Algan, Beklan Algan, Fikret Hakan, Kenan Pars
Gösterim Konukları : Ertem Göreç
VESİKALI YÂRİM - 18:00
12 / 05 / 2009 - Salı
ŞEHİRDEKİ YABANCI - 13:00
1962, Yönetmen: Halit Refiğ / Oyuncular: Göksel Arsoy, Nilüfer Aydan, Talat Gözbak
KIRIK ÇANAKLAR - 15:00
1961, Yönetmen: Memduh Ün / Oyuncular: Lale Oraloğlu, Rüya Gümüşata, Mualla Kaynak, Turgut Özatay
VESİKALI YÂRİM - 17:00
1968, Yönetmen: Ö. Lütfi Akad / Oyuncular: Türkan Şoray, İzzet Günay, Ayfer Feray, Semih Sezerli
13 / 05 / 2009 - Çarşamba
KIRIK ÇANAKLAR - 13:00
ŞEHİRDEKİ YABANCI - 15:00
Gösterim Konukları: Halit Refiğ, Göksel Arsoy, Nilüfer Aydan
KARANLIKTA UYANANLAR - 17:00
14 / 05 / 2009 - Perşembe
UMUT - 13:00
BİTMEYEN YOL - 15:00
Gösterim Konukları : Duygu Sağıroğlu, Selma Güneri
LİNÇ - 18:00
-------------------------------------
**İstanbul Modern
Yazıdan daha fazla istifade için önce ilk bölümü okumalısın genç:)
1. Finestra Di Fronte
2. Sezen Aksu- ‘Karşı Pencere’
3. Pensiero Di Te
4. Guadalupe Pineda, Los Tres Ases- ‘Historia De Un Amor’
5. Scelta
6. Confronto
7. Ma Che Freddo Fa
8. Torte E I Ricordi
9. Panchina Sul Prato
10. Amore Perduto
11. Mina- ‘Chihuahua’
12. Una Lettera Mai Letta
13. Sezen Aksu- ‘Şarkı Söylemek Lazım’
14. Giorgia- ‘Gocce Di Memoria’
Filmde Serra Yılmaz ile Giovanna Mezzogiorno’nun olduğu işyeri sahnelerinde ve sonrasında çalan Sezen Aksu’nun Şarkı Söylemek Lazım tempoyu yükseltirken; Davide’nin Giovanna ile olan dansı sonucu geçmişe döndüğü sahnede çalan yılların klasik parçası Historia De Un Amor’la aşkın ve tutkunun hakim olduğu tango yapmak geliyor içimizden ve tam bu anda Mina’nın Chihuahua şarkısı ile tempo yine yükseliyor ve yerimizde durmamız imkansızlaşıyor. Filmin sonuna geldiğimizde ise Ferzan Özpetek’in filmlerinde işlediği insan ilişkilerini özetleyen Giorgia’nın seslendirdiği Gocce Di Memoria ile Karşı Pencere ve filmin müzikleri beynimize kazınıyor ve artık tutkunun, aşkın, üzüntünün ve geçmişin sarı yaprakları, sembolü haline geliyor.
Your Secret Heart Is A Sacred Heart: ‘GİZLİ YÜREĞİN, SENİN KUTSAL YÜREĞİNDİR.’ 2005 yılına geldiğimizde bu temadan yola çıkarak Ferzan Özpetek bizi genç bir kadının iç yolculuğunda ona eşlik etmemize davet eder. Başrollerini Barbara Bobulova ve Andrea DiStefano’nun paylaştığı Cuore Sacro (Kutsal Yürek) filminde başarılı bir iş kadını olan Irene tarihi bir bina olan eski aile evini satmaya karar verir ve evin boşaltım işlemleri sırasında, küçük yaşta kaybettiği annesine ait odanın, 30 yıldır hiç bozulmadan korunduğunu görür ve bundan çok etkilenir. Annesi ve çocukluğu ile ilgili anılarını hatırlayan Irene, hem bu durumun, hem de burada tanıştığı Benny adlı küçük kızla olan ilişkisinin etkisiyle hem iç dünyasında hem de geçmişinde bir yolculuğa çıkar. Önceki filmlerinde olduğu gibi karakter analizinden ilerleyen Ferzan Özpetek’in bu filminin müzikleri yine Andrea Guerra’ya ait. Ferzan Özpetek’in filmografisinde görülen mekan değişimi ve bu son üç filminde Andrea Guerra ile çalışması filmin müziklerinde de büyük ölçüde bir değişme yaratıyor. Cahil Periler ve Karşı Pencere filmlerinde olduğu gibi bu filmde de doğunun egzotik ritm tınıları yerini sağlam bir orkestra temeli üzerine oturan ve perküsyondan çok ağırlığın piyano ve kemanlarda olduğu insanı geçmişine ya da geleceğine, bulunduğu zaman diliminin dışarısına çıkaran parçalar hakim. Parçaların bu özelliği de filmdeki Irene’nin iç ve geçmiş yolculuğuna bizi de taşıyor. Biz de onun yanında Ferzan Özpetek’in yarattığı büyük dünya içindeki kendi küçük dünyalarımızda yolculuğa çıkmış oluyoruz.
1. Neffa- ‘Passione’
2. Ad Un Passo Dal Mare
3. Sofia Loren- ‘Zoo Be Zoo Be Zoo’
4. Le Rose E La Pietra
5. Işın Karaca- ‘Bitmemiş Tango’
6. Il Quadro
7. Gabriella Ferri- ‘Remedios’
8. Tema Dei Pianeti Parte-1
9. Attesa
10. Nil Karaibrahimgil- ‘Pırlanta’
11. Tema Dei Pianetti Parte-2
12. Carmen Consoli- ‘Je Suis Venue Te Dire Que Je M’en Vais’
13. Neffa- ‘Passione (Tango) Beguine’
Ferzan Özpetek Filmleri ve Müzikleri... Yazarken başlığın altında ezilip kalacağımı çok düşündüm; fakat bu yazıyı yazarken Ferzan Özpetek ’in filmlerinde kullandığı yoldan gittim ben de. ‘Dışavurum’. Hayata hep zor deriz, karmakarışık deriz. Fakat bu zorluğu, karmaşıklığı ve kaosu yaratan esasında bizleriz. Ferzan Özpetek sürekli bazı eleştirmenlerce ‘Hep aynı konuyu, temayı işliyor’ şeklinde olumsuz eleştiri alıyor. Esasında cümleye bakıldığında ve yapılan reklam ve haberlerle bu eleştiri olumsuz olarak betimleniyor. 1998-2007 yılları arasına sığdırdığı bu altı filme baktığımızda iyi ki de hep aynı konuyu işlemiş diyorum. Çünkü O’nun sayesinde içimizdeki ve çevremizdeki çığlıkları duyabiliyoruz, O’nun sayesinde korkularımızın karşısında kalkanlaşıp, heyecanlarımız karşısında saydamlaşıyoruz ve O’nun sayesinde ‘karmaşık’ dediğimiz bu dünyada karmaşıklığı yaratan milyonlarca insandan biri olarak kendimizi görüyor ve duygularımızı; daha önemlisi iç dünyamızı özgürce dışavurabiliyoruz. Umarım daha nice Ferzan Özpetek filmleriyle bu karmaşıklaşan büyük dünya içinde kendi küçük dünyamızın farkına varır ve çevremizdeki insanlar karşısında bu küçük dünyamızı saydamlaştırmayı başarabiliriz. Herkese iyi seyirler!
KONUK YAZAR: CAPOUPASCAP
http://tchikitchiki.blogspot.com/
Ferzan Özpetek Filmleri Ve Müzikleri (Bölüm 1)
Kemikleşmiş bir ekibi var Uçan Süpürge'nin. Aldıkları maddi destekler var elbet; ama ülke şartlarında yetmiyor bu zaman zaman. Buna rağmen ellerinden gelen her şeyi sonuna kadar yapıyor onlar. Sadece senede bir haftalık olan film festivali ile sınırlı da değil üstelik yaptıkları. Çeşitli projeler dahilinde 81 il gezilip, söyleşiler, seminerler düzenleniyor. Çünkü yapılan her şeyin ana temasında 'bilinçlendirme' yatıyor.
Bu yıl 12.'si düzenlenen film festivalinin teması ise 80'ler. 80'li yıllar tüm dünyaya damgasını vurmuş yıllar olarak bilinir. Dünyanın unutmak istemediği, ülkemizde ise unutulması için bütün çabaların sarfedildiği yıllar 80'ler. Yaşanan tüm kötü olaylar anlatılmaz, saklanır adeta. Uçan Süpürge ise bir nevi tarihimizle yüzleştirecek bizi. Bilinçlendirecek, bilmediklerimizi anlatacak, izletecek. Sadece film gösterimleriyle de değil üstelik. Bu konu üzerine festival boyunca söyleşiler düzenlenecek ve 12 Eylül temalı bir mektup sergisi açılacak.
Seçtiği tema ve söyleşileri ses getirdiği kadar, ağırlayacağı konuklarla da bu sene adından sıkça bahsettiriyor festival. Ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodovar'ın oscar ödüllü Annem Hakkında Her Şey filminin oyuncularından Antonia San Juan, festivalin önemli konuklarından. Alman sinemasının ses getiren yönetmeni Ulrike Ottinger ve Mısır Sineması'nın divası sayılan Magda ise festivalin ses getiren bir diğer konukları. Ayrıca bu yıl Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI ödülü de festival dahilinde verilecek. Ülkemizden de Pandora'nın Kutusu filmi yarışacak ve filmin yönetmeni Yeşim Ustaoğlu'nun tüm filmleri festival boyunca gösterilecek.
Tüm dünyada kadın olmak başka bir boyutmuş gibi algılanırken, ülkemizde bu durum daha da zor aslında. Kadın kavramına karşı maksimum ön yargı varken, bir şeyleri icraate dökmek her şeyden daha zor. Ve tüm bu zorluklara rağmen verilen onca emek var ortada. Asıl önemli olan fikirlerin çatışması değil, dayanışma içerisinde olmasıyken, bunun öneminin vurgulandığı tüm oluşumlara destek vermeliyiz gibi geliyor bana. Uçan Süpürge ise bu dayanışmanın vurgulandığı nadir oluşumlardan biri.
7 Mayıs'ta Büyük Tiyatro'daki açılış gecesi ile başlayacak festivalde, 26 ülkeden 81 kadın yönetmenin 90 filmi sinemaseverlerle buluşacak. Festivalin programına buradan ulaşabilirsiniz.
Sözcükler kısıtlar insanı… Sözcükleri mülkümüze aldıkça onların belirlediği sınırlar içinde dolaşmak zorunda kalırız. Ezeli yalnızlığımızı konuşarak aşmak ister, çoğu zaman, aksine modern dünyanın mülküne hapsolmuş yalnız bireyi gibi kendimizi ebediyen yalnızlığa iletişimsizliğe mahkum ederiz. Zira sözcüklerin anlatmada yetersiz kaldığı, bazen de anlamı, anlaşılmayı daha çok ertelediği, kimi zaman da imkansız kıldığı durumlar, duygular vardır. O zaman davranışlar, bakışlarla sözcüklerin yarattığı kalıpları kırar, uçsuz bucaksız bir duygu evreninde hakikat arayışına çıkarız, ona tam dokunamasak da yaklaştığımızı hissederiz. Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk da sanki filmlerini bu duygu evreninde çekiyor ve burada sözcükler kimi zaman gereksizliği gösterilmek kimi zaman da görsel gerilimin altını çizmek için kullanılan bir araç sadece ama kesinlikle yarattığı büyülü dünyanın olmazsa olmazlarından değil. Kahramanları da, her şeyi olduğu gibi sözcükleri de mülküne alıp kendilerini onlara hapsedenlerin yadırgayacağı, antipatik bulacağı cinsten; farklı, sıradışı ama yönetmeninin minimalist stilinin yarattığı heybetli karakterler ama yalnızca gören gözlere… Yönetmenin sineması da oyuncu odaklı, diyaloglar arasında kaybolan Hollywood sinemasına bir o kadar uzak ve yabancı. Zamanı eğlenerek, insanı bunaltan gerçekliği bir süre de olsa unutarak geçirtmek vaadiyle değil sanki zamanı yavaşlatmak, acı da olsa varoluşumuzu hatırlatmak ve üzerine düşündürmek için kamerayı eline alıyor Kim Ki Duk. Karakterleri konuşmamayı seçmişler. Ya sözcüklere olan güvenlerini yitirdiklerinden ya da kendi yarattıkları uçsuz bucaksız evreninin hakikat soslu büyüsünü bozmamak için. Konuşmadan daha derin anlamları paylaştıkları gibi aştıkları sınırların kenarlarında yani insanların görebildiği alanın dışında dolaşmayı da öğrenebiliyorlar kimi zaman. Tercihen toplum dışı kalmış, dinginlik içinde doğayı ve kendilerini dinleyen yalnız bireyler onlar ama görece değil, zira yalnız olduğunu keşfetmek insanı daha yalnız değil daha farkında kılar çoğu zaman.
Türkiye izleyicisinin Kim Ki Duk ile ilk karşılaşması “ İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” ile olmuştu. Ancak yönetmenin en can alıcı filmleri “Fedakar Kız” ve Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü aldığı “Boş Ev” filmiydi. Zira Kim Ki Duk, bu filmleriyle farklılığını ortaya koymuş, sinemanın anlatım olanaklarını kendine has üslubuyla kullanarak özenli ve duyarlı bir sinemayı gözler önüne sermişti. Yönetmen, filmografisinin erken tarihlerinde birebir şiddet içeren filmler çekse de son dönem yapıtlarında psikolojik şiddete yönelmiş, pasif direniş gösteren karakterleriyle insan ilişkilerinin içerdiği çatışmaları betimlerken bir yandan da insan ruhunun derinliğini anlatmak mümkün olmasa da hissettirmiştir. Bu durum Kim Ki Duk’un “Yay” filminde de çok belirgindir. Film sade ama etkileyici görselliği ve müziğiyle sizi de insan ruhunun derinliklerinde sessiz bir yolculuğa çıkarır. Bir yandan insan doğasını ve insanın en temel zaaflarını sorgularken diğer yandan aslında insanın kendisinin de pek öyle sözcüklere dökülemeyecek bir varlık olduğunu anlarsınız, kimi ilişkilerin sözcüklere dökülemediği gibi…
"Dil ne gericidir, ne de ilerici; yalnızca faşisttir” der Roland Barthes. Ürünü olduğu iktidar ilişkileriyle belirlenmiş gerçekliği yeniden yaratan ve yine ona hapsolan dil de hem hükmetmeye yarar hem de sahibini köleleştirmeye çoğu zaman. Bu kirlenmiş dilin içinde özgürlük yoktur, ama ne yazık ki insan için dilin dışı diye bir şey de yoktur. Peki ama bu durumda anlatmak için dile mahkum bireyin özgürleşmesinin hiç mi yolu yoktur? Bu yolun, dile çelme takan oyunbaz bir edebiyattan ve bu edebiyatla yaratılmış yeni bir dilden geçtiğine inanır Barthes. Kim Ki Duk’u izledikten sonra bu seçeneğe özenli ellerle çekilmiş ve farklı bir dil arayışındaki sinemayı da ekleyebiliriz sanırım. Farklı bir dil arayışı diyorum, çünkü verili gerçeklik ona nasıl bakılması, nasıl yorumlanması gerektiğini de beraberinde getiriyorsa ve verili dil de o gerçekliğin bir parçasıysa, statükoyu eleştiren bakışı ifade etmek de ancak farklı bir dille mümkündür; öbür türlü eleştirdiğiniz sistemi yeniden üretmekten ve güçlendirmekten başka bir şey yapmazsınız. Arka cepheyi de görmek ve anlatmak istiyorsanız yalnızca ön cepheye bakan pencereyi kullanamazsınız. Kim Ki Duk arka pencereyi keşfetmişe benziyor ve oradan beraber bakmaya davet ediyor izleyicilerini. Tabi “yükseklik korkusu” olmayanlar çatıya da çıkabilir…