Bu sene 10.su düzenlenecek olan !f İstanbul Film Festivali izleyicilerle 17 Şubat’ta buluşuyor. 27 Şubat’a kadar devam edecek olan film festivali her sene olduğu gibi onbinlerce İstanbullu sinemasevere ulaşmayı hedefliyor.

!f İstanbul Film Festivali’nin en önemli özelliği her sene üzerine bir şeyler katarak devam etmesidir. Büyümeyi hedef alan ve böylelikle daha çok izleyiciye nitelikli eserleri ulaştırmak isteyen ekibin bu seneki yeniliklerinin başında hiç şüphesiz Sundance Film Festivali ile yapılan iş birliği vardır. Kısaca belirtmek gerekirse Sundance tarafından farklı ülkelerden çıkma 10 film işbirliği yapılan diğer şehir festivallerinde gösterime girecek ve filmlerin yönetmenleri ile birlikte Sundance heyeti bu şehirlerde söyleişlere katılacaklar.

Diğer bir yenilik ise geçtiğimiz sene sinema sitesi Mubi ile yapılan ortaklığın giderek büyümesi. Geçtiğimiz sene !f2 adı altında hizmetin az olduğu Doğu ve Ortadoğu şehirlerine dijital platformda !f İstanbul ile eş zamanlı olarak sinema gösterimleri yapıldı. Bu sene daha çok şehre ulaşıcak olan !f2 projesi 25-27 Şubat tarihleri arasında İstanbul ile eş zamanlı gösterimi yapılacak olan 5 filmin bitiminde yapılacak olan yönetmen söyleşilerine dijital platform üzerinden diğer şehirlerdeki izleyiciler de katılabilecekler.

(Konu ile ilgili detaylı bilgi : http://2011.ifistanbul.com/tr/If2/About )

Festivalin benim açımdan en ilgi çekici yanı ise yapımların belirli başlıklar altında sıralanmasıdır. Böylece konu dahilinde nitelikli eserleri izleme şansı edinirken bağımsız sinemanın stüdyolarla ortak platformda buluşmasına tanık oluyoruz. Başlıklar altında konuları sıralamanın önemini geçtiğimiz sene oluşturulan ‘açılım’ kategorisine varolan ilgiden anlayabiliriz. Ülkemizde ötekileştirme sorununun en fazla yaşandığı mevzu olan kimlik sorununa eğilmiş ve Kürt yönetmenlerin yapımlarıyla birlikte,Kürt sorununa değinen yapımların gösterimi yapılmıştır. Bu sene bu sorunun sonuçlarına göz atılacak ve ‘Dağdakiler’ konusunu mercek altına alınacak. Bir sorunu çözmek için soruna dahil olan tüm etkenleri göz önünde bulundurup konuya hakim olmak gerekir ve bu açıdan !f İstanbul ‘açılım’ kategorisi ile güzel bir işe imza atıyor. Gelecek yıllarda ötekileştirmenin yaşandığı diğer mevzularda da yapımlara yer verileceğinden şüphem yok.

Bu yenilikler dışında festival dahilinde çeşitli yönetmenlerin katılacağı söyleşiler de yapılacak. Festivalin biletleri geçtiğimiz hafta satışa çıktı ve mybilet üzerinden indirimli olarak satışa devam etmektedir.


Alejandro González Iñárritu ile ilk kez "Amores Perros" isimli filmi ile tanışmıştım. Ardından "21 Gram" ve "Babel" geldi. Son olarak "Biutiful" filmini izledim. Film eleştirisi yazacak değilim. Hayatta kalmış bir keyfim sinema, onu da profesyonel bir içselleştirme ile kesip biçecek halim yok. Merak ettiğim şey, bu Meksikalı adamın, fena halde can sıkıcı, huzursuz ve umutsuz hikayelerinin, nasıl olup da insanı bir girdap misali içine çekebildiği...


Esasen film atmosferlerinde yaratılan dünya fena halde çirkin. Pislik, şiddet, günah dolu bir dünya... Ancak tüm bunlar daha çok kokuşmuş birer dekor gibi. Kadim bir tiyatro sahnesini izler gibi izliyorsun. Bu ibretlik gösterilerde asıl olansa hep insan. Zaman ve mekan algısı insanın duruşuna göre çok daha eğreti konumlanıyor. Karakterler çoğunlukla tekinsiz bir sıradanlığın arkasına saklanan katmanlı ve girift insanlar. Varlığının hatırlatılmasından hoşlanmayacağımız anti-sinematografik tipler: Dayak yiyen mutsuz çocuklar, uyuşturucu kullanan çocuklarını terk eden çirkin anneler, başarısız babalar, ihanet eden dostlar, kardeşler, sevgililer...


Bütün filmlerin iç dinamikleri birbirleri ile müthiş uyumlu. Gerçi yönetmen tarafından yapıbozumcu bir anlayışla tepetaklak edilerek bize sunuluyorlar ve olay örgüsü neredeyse bir puzzle halini alıyor. Ama bu sayede, o uzun sürelerine rağmen filmlerin sonuna kadar merak duygusu canlılığını koruyor. Senaryolar oldukça sağlam. Hiçbir hikayenin eksik ya da fazla bir tarafı yok. Diğer taraftan da ışık, kamera ve müzik tercihleri olgun bir artistik kaygının izlerini taşıyor.


Ben "İnsan gözenekli bir bedenin içinde gezinen karanlık sulardan, tekinsiz seslerden, yankılardan ibarettir ve cevherini göstermekte aceleci olmayan hayat, tortusunu bırakmayı ise asla ihmal etmez."[1]diyen biriyim. Iñárritu filmlerinde tam da bahsettiğim hayatı izliyorum. Meksikalı yönetmenin sinemasına beni çeken şeyin ne olduğu çok açık: Hayatın kusursuz kusurluluğu...

[1] Otobüs Notları, Özgür Ceren Can,

KONUK YAZAR: Özgür Ceren Can


Film arşivimden uzaklarda, torrentle dolu pc’me hasret, rüzgar ile karın harmanlandığı ayazın bol olduğu yerledim. E burada ne var? Bir kere söyleyeyim bol miktarda Şok Gazetesi var. Artarsa Posta gazetesi var. Tv de var tabi ki. Peki tv’de ne var. Ekseriyetle Arka Sokaklar dizisi, ondan kalan zamanlarda Play Tv adında arabesk müzik kanalı. Müzik kanalı dediğime de bakılmasın, klip olarak şarkı söyleyen sanatçının(!) albüm kapak resmi var sadece. Ama yine de herkesin gözlerini ayırmadan o ekrana baktığı bir yer burası.


- “E başka bir şey yok mu?”
- Var.


Biraz da film var, türk filmi. Arabesk filmler. Eldeki malzeme bunlardan ibaret olunca benden sakın kimse Oscar Ödülleri yazısı beklemesin.

Aynı gün içerisinde 1 adet İbrahim Tatlıses filmi ve 1 adet de Ferdi Tayfur filmi izledim (halimi varın siz düşünün). Önceki hafta da Orhan ve Müslüm’lü filmler izlemiştim. 4 filmi ve filmle bağlantılı olarak bu 4 şahsiyeti karşılaştırdım (inanın bunları bile karşılaştıracak kadar vaktiniz oluyor). Kişileri ve filmlerin mizansenleri kıyaslandığında her birinin ayrı bir kültürü ve bu kültürle bağdaştırılmış filmleri olduğu ortaya çıkıyor. Sürem dar olduğundan ufakça geçeyim.

Ferdi Tayfur: Romantik Komedi. 4ü içinde en yumuşağı bu. Ferdi’yi koşturabilir, süründürebilir, şaklabanlık yaptırabilirsiniz. Pek de ince olmayan esprileri vardır. Bazen sinirlenir, bazen duygusala bağlar. İntikam gücü vardır. Kör taklidi bile yapabilmektedir.

İbrahim Tatlıses: Bu da 4ü içerindeki en romantik takılanı veya bunun için çabalayanı veyahut da çabalamaya çabalayanı. Evden çıkmak için kapınızı açtığınızda elinde bir demet gül ile sizin karşınızda dikili bulabileceğiniz bir cinsten (ki bunu kesinlikle istemem). Anlamlı bakışlar atar ve ya çabalar veyahut da çabalamaya çabalar. Kafasını bir sağa bir de sola yatırarak sempatik olduğunu düşünür veya çabalayan veyahut…(devamını biliyorsunuz artık). Bir de öpüşmesi vardır ki o dudaklardaki çekim gücü ile kadının midesindekiler vakumlayabilecek güçtedir.

Müslüm Gürses: Ferdi ile birazdan bahsedilecek olan Orhan’ın ortası bir yerdedir. Espri de katmaya çabalar. Bazen kahkaha atar, bazen ise dövüşür. Ama hiç jilet çekmez (onu dinleyip jilet çekenlere bir mesajdır bu, müslüm bu hareketi sevmez). Hep perişandır, diğerleri kadar film sonlarında şöhrete ulaşmış bir ünlü rolü pek bulunmamıştır. Fabrikalardan çıkar.Ki zaten diğerleri kadar da izlenmez.

Orhan Gencebay: “Ya sev, ya terk et” çidir. Serttir, sinirlidir, diğerlerinden daha bi gururludur. Kadının peşinden pek koşmaz, yanlışı varsa siler, affı da kolay olmaz. Ki zaten onun hesabı kadın ile değil o kadını yaratanı iledir ( satış danışmanı ile değil de direkt müdür ile görüşmeyi yeğleyenlerden). Elinde eve götürdüğü ekmeği vardır hep. Alın teri ile kazanılmış. Tere saygısı vardır ama o ter alından gelmemişse Orhan için anlamı yoktur. Müjde Ar’a da bu yüzden kızar.

Hepsinde bulunan ortak özellik ise oyuna hiç zengin başlamamalarıdır. Önce fakirlik, beraberinde aldatılma, sonra bulursa para hemen intikam fakat bu sefer de gurur yapıp reddetme. Para bulamadan kızı kapmışlarsa alırlar atarlar hemen cebe.

Neyse, ben soğuğa geri döneyim, sürem dolmakta. Malum, sürelerle yaşanılan bir yer burası. Bu arada “Neresi” mi bura?

-Çorlu
“Ne işim mi var”
-Boş versene arkadaş..

Hem var mı Çorlu’da olan, olanı tanıyan veya tanımaya çabalayan veyahut da çabalamayı çabalayan?

Film posterinin altına tebeşirle iliştirilmiş “Valentine”-Sevgili yazısının ve V harflerinin kalp içine alınıp sergilendiği bir film bu, gördüğünüz üzere. "Gerçek bir aşk hikayesi" izlemek üzeresiniz ifadesiyle can bulmaya çalışıyor hem de. Korkunçlaştırmanın ya da buram buram aşk kokacak, ağlamaktan öleceksiniz demesinin bir nevi imzası gibi bir şey bu ilk görsel materyal. Yine de bir adım ileriye gidip fragman, belki filmi de izleyebilirsiniz, ne kadar ön yargıyla dolsanız da. Hem ayrıca Ryan Gosling etmeni var, pek aşık madur son filmlerinde. Belki de yeni bir Sil Baştan gelmektedir.

Şu satırlara devam ediyorsanız, yine muhtemelen Amerikan-aşk filmi-bağımsız yapım üçlemesinden çok fazla sıkılmamışsınız demek. Sıkılmanız için binlerce film çekmelerine rağmen hem de. Ne zaman birilerine önerilse, “ya aşk filmi bu” sözlerine maruz bırakılmak vardır ucunda. Üzülürsünüz, romantizme yanarak hem de. Amerikan filmi nasıl mıhlanmışsa dünyaya Hollywood yüzünden,  bu bağımsız piyasasının ne derece başarılı olabileceğine kimileri burun kıvırıp binlerce bahane bulabilecek veya ihtimal verilmeyecektir nasılsa. Hakları da vardır, onların geçmiş tecrübesi, bilgi insana ağırlık verir nihayetinde, bazen bulamazsınız aradığınız şeyi. 

Ancak gelin görün ki Tom Waits’i sevmemek işten bile değil, onun bir şarkısı vardı bu isimde, bir aralık da şunları söyler şarkı: “ …To send me blue valentines/ Like half forgotten dreams/ Like a pebble in my shoe…” Sadece şarkının hassasiyeti “izlemek için bir neden.” Alakası olmasa da filmle.

Aşk-meşk karışık işler. İçten duygular ve nedense dürüst bir doğa olayı adeta. İçinde kadın-erkek ilişkileri de ayrı boyut. Bunlara bir de evliliği eklediğinizde insanların çözemediği o nicedir tartışılan şeyler seriliyor pat diye. Film de bunu konu ediniyor. Ama pek çoğundan farklı olarak: en brütal haliyle, kısmi nedenselliğine dokunmadan hem de. Sudan beton etkisi gibi bir film çıkıyor karşınıza.

Yönetmen, bütün güzelliği gitmiş bir evliliğin evini gösteriyor, baba sevgisiyle dolup taşan 5 yaşındaki çocuk ve kayıp bir köpekle. Köpek metoforu  oldukça yerinde; uzaklaşıyor huzursuz evden otoyola bırakıyor kendini. İlk etapta edinemediği özgürlük bilinci, birden vurunca bambaşka bir dünyayla karşılaşıyor. Bu da biraz o evliliği çağrıştırıyor ister istemez. Küçük kız onun yokluğunda telaşlanıyor, anne biraz daha rahat ama gene de üzülüyor, baba ise anneyi suçluyor içinden ve ağlamaklı.  Ancak evliliği kurtarmak isteyen ve boyutsal farklılığı taşıyan çift taraf var film boyu. En azından başlangıçta çift görünen bu mesele  kafamızda beklerken, flashback’lerle geçmişe dönülüyor sık sık. O ilk görüş anını, karın kelebeklenmesini, duygusal ve hormonel yoğunluğu, arama isteği öte yandan biten bir ilişkiyi, biraz huzuru, aileden kopukluğu ve kariyer istekleri odaklanıyor.

İlk zamanların güzelliği her aşkın içinden çıkılabilecek bir düzeyde. Cindy, doktor olma yolunda kararlarıyla, sevmediği bir aile düzeni içinde ve arasıra kavga ettiği bir erkek arkadaşı var. Pek sevgi dolu olduğu büyükannesiyle ilgileniyor. Bu arada adam, Dean çıkageliyor birden. İlk görüşte aşk sadece ona  vuruyor. Böylece günlerce Cindy’yi arıyor, iş arkadaşlarıyla aşk’ı tartışyor:


Yüzyılın tartışmasını yukarıdaki paragrafı destekleyerek yapacağımı düşünmenizi istemem. Enteresan bir durum, kendi anlarını özetliyor ve hem Cindy hem de Dean konusunda o kadar isabetli olmuş. Herkes için değil bu tabi ki. Film baştan sona karşılıklı aşkı anlatmadığı için, bir dönem Dean’in Cindy’ye olan sonsuz aşkını ve onu her haliyle kabullenip, hayallerinde bile olmamasına karşın evlenmesi, onunun için dayak yemesi ve sürekli fedakarlık yapmasıdır bahsedilen. Cindy ise, bunalımlı aile ortamından kaçmak, kavgalı olduğu erkek arkadaşını hayatından uzak tutmak için ve hamileliği yüzünden evlenir Dean ile. Başta belki Cindy’nin de aşık olduğunu düşünürüz, ama onunki bambaşka bir aşktır, adını ne koyarsanız koyun Dean’inki ile aynı kefeye koyulmayacak cinsten. Cindy belki de Dean’in aşkının hayranıdır ve karşılıksız sevildiği için bırakmamıştır onu. Çoğu zaman da olan budur sanırım.

Yıllar geçtikçe hayallerine ulaşamayan, sıkı aile bağlarına sahip olamayan bir aile çıkar ortaya. Sadece çocuk ve babanın sevgisi evi çınlatır, belki annenin biraz kıskançlığı örter durumu. Kavgalar yaşanır ve başta seyirci için anlamsız kavgalardır, çünkü biraz anlaşılmaz bir üslubu vardır. Cindy’nin kavgalarında kendini savunması bile son ana kadar soru işareti bırakır, çünkü film hiçbir zaman birbirlerine dayanma seviyesini doldurmaya kalkmamıştır. Özellikle Dean’i sadece seven biri olarak göstermiştir, en azından bunu Cindy’nin diğer erkek arkadaşının davranışlarından çıkarılabilir iki erkek  kıyaslandığında. Dean’in geri dönüşleri kendiyle değil, sadece aşkına olan dönüşlerdir. Burada biraz eksiklik hissedebilir izleyici. Dean’in iç dünyası sadece aşkı bulan yabancıdır.

Karşılıksız sevgi biraz da arabesk anlamıyla parayı getirmeyecektir elbette. Kadın tıp fakültesini tam olarak bitiremediği için hemşirelikte kalmıştır, adam ise günlük işler peşindedir eskiden olduğu  gibi. Bir süre sonra maddiyatın gerilimi ve yetersizliğin hissi yaşanmaya başlar. Kadın başka bir hayat beklentisine girer çünkü, adam ise hala bitmek bilmeyen o aşktan bahseder, fedakarlıklarını anlatır. Ama kadın zaten bitirdiği evliliğine bencilce üzülmektedir. Eski erkek arkadaşını markette gördüğü ve konuştuklarını bile yalanla anlatır adama. Adamsa attığı alyansını dakikasında aramaya başlar, kadının ona olan hislerini ve yaptıklarını bildiği halde.

Ryan Gosling ve Michelle Williams’ın başrolü paylaştıkları filmde, flashbacklerle renklenen ancak çoğu zaman depresif moddaki filme gidebilecek daha iyi bir ikili bulmak olanaksız olabilirmiş. Oyunculuklar o kadar taktire şayan ki, filmin nice eksikliğini unutturup neredeyse anın içine onların yüzünden binbir üzüntü ve sinirle girebiliyor insan. Geçmişteki ve şimdiki görüntüleri de, muhtemelen çoğu makyaj olsa da dikkat çekici nitelikte. Cindy’nin yıllar içinde kilo alması ve çökmesi, Dean’in saçlarının açılması filmi yıllara  yaymanın önemli bir ölçütü. 

Bu film anlatınca komik olmuyor ama aslında komik bir film olmuş.