Gencecik, 40 yaşında İsveçli bir adam Lukas Moodysson. 40 yıla bir çok dönüm noktası sığdırmış bir adam. Daha genç yaşlarında şair olup şiir kitapları yayınladıktan sonra, film çekmeye başlamış. Bu dönüm noktasından sonra ise "Lilja 4-ever" ile bir dönüşüm daha yaşamış, yönetmenin bu üçüncü filmi ve ilk iki neşeli, umut dolu filminden sonra bu zalim, dürüst, çırılçıplak ve kanata kanata her şeyi apaçık sergileyen filmi çekmiş.
"Eski bir sovyet ülkesi"nde başlıyor hikaye, nerede olduğunu bilmiyoruz. Merak edip araştırırsak eğer, filmin Estonya'da çekildiğini öğreniyoruz. Yıkılmış, terkedilmiş, yaşlanmış, bir ayağı çukurda binaları ve yozlaşmış, çökmüş hayatları iç acıtıyor. Lilja 16 yaşında, genç, yüzündeki duruluktan tüm saflığını, temizliğini, masum çocukluğunu, aynı zamanda ise bu kahır dolu evinde yaşlılığını görmek mümkün. Hayalleri var Lilja'nın, annesinin erkek arkadaşı annesi gibi onu da götürecek Amerika'ya. Orada hayatı kurtulacak. Bu yapacak hiç bir şey olmayan, fakirlikten, sefaletten ağlayan şehirden kurtulacak.
Hayallerinin peşinden koşan insanları suçlamak ne kadar mübah? Sevgilisi ile kaçıp, "sadece sen ve ben" hayatı yaşamak isteyen, 16 yaşındaki kızını tüm bu çamurun içinde umarsızca tek başına terketmeyi göze alan anneyi suçlamak ne kadar mümkün? Hayalinin peşinden koşmak istiyor, bütün bu kiri arkasında bırakmak istiyor, hiç bir zaman istemediği kızını bile. Öyle mutlu olacağına inanıyor, suçlamalı mıyız? Küfürler edebilirsin, lanetler okuyabilirsin belki böyle bir anneye. Mevcut hayatını o mu seçti diye sorgulamadan. Mutlu olmak onun hakkı mı diye sorgulamadan. Sorgulamazsın çünkü o bir anne. Hiç bir anne yapmaz bunu dersin, her annenin sorumlulukları var dersin. O istedi mi acaba o sorumlulukları? Masum ama hiç istenmeyen kızı Lilja gibi belki de onun da umutları var. Son sarılışta hıçkırıklara boğuluşu belki bir nebze içini ferahlatır. Biraz vicdanı varmış aslında dersin. Yine de sana kalmış o anneyi istediğin gibi yargılamak.
Şehrin çamuru her zaman kirletir. Şehir neresi? Şehir hayatın. Yaşadığın yer, yaşadığın şehir senin hayatın. Bu yüzden taşınmıyor mu insanlar başka şehirlere? Lilja niye kaçmak istiyor bu şehirden, bu harabeden? Bulduğu her dala niye tutunuyor, herkese her şeye niye güveniyor? Her kişinin hayalleri ve o hayallerin peşinden gerekirse sürünmek ama gitmek her kişinin yaşam ümidi, başka hiç bir şey değil. Hayallerin peşinden gidilir. Her şeyi geride bırakmak pahasına. Mevcut sahip olduklarınla yetinmelisin derler, gitme, elindekileri de kaybedersin derler. Değmez, riske girmeye değmez derler. Değmez mi gerçekten? Belki değer, belki değmez. Ama hiç bir zaman yetmez. İnsan doyumsuzdur, ezelden beri öyledir ve ebediyete kadar da öyle kalacaktır. Her zaman hayalleri vardır. O hayallere sahip olursa da, başka hayaller edinir kendine. Her bir adımda bir önceki adımı geride bırakır, bıraktığı ayak izinde harcayıp geçtiği onlarca ruh can çekişirken. O ruhlar tükenmez, her zaman harcanacak, ve çok derinden ve gerilerden iniltileri duyulsa bile, ayakkabı izinin kıvrımlarında sıkışıp kalacaktır o ruhlar.
Natasha'nın hayatı özenilecek cinsten belki. Bazen öyle ya da bazen değil. Onun değer yargıları farklı. Eleştirsen de, kızsan, küfür de etsen satabilir o ruhunu kolaylıkla. Bir tuvaletin pis fayanslarına dayar ellerini gerekirse ve kazandığı o pis fayansta bıraktıklarını unutturur. Acıyarak bakarsın onun gözlerine. Onun geride bıraktığı bir el izidir buharda ama o istediği elbiseyi alır. Sevgilisi de vardır, özendiği şeyi giyebilecek ve alacak parası da. O bu harabe şehrin kaymaklı tarafında yaşayabilmeyi başarabilir bir şekilde. Ayakları hala o cıvık cıvık çamura basıyor olsa da. Sense hissedersin ki o çamur bataklıktır, seni nereye tutunsan da bitmez tükenmez kuvvetiyle boğarcasına kendine çeken. İsyan ettiğin kadar merak da edersin o tatlı kremayı. Nasıl diye sorarsın, nasıl orası, o kremaya kaşığını batırmak ve hatta açgözlülükle kaşıkta kalan tüm parçaları bile gözlerin kapalı doyumla yalamak, nasıl dersin.
Hayal edersin, merak ettiğin gibi. Merak hayali uyandırır, hayalin seni çeker tatlı uyku gibi. Rüyaya dalmak istersin, el yordamıyla sandalyeler kurduğun çocuk çadırının içinde. İçine girdiğinde, kendini tabutta hissettirip bir an korkutsa bile seni o senin çadırın, bir gün öyle derin bir arzuyla özlersin ki onu. Çıktığında üşüyeceğini, parmaklarından kanın çekileceğini, yalnızlığın ve ölümün tüylerini ürperteceğini bilirsin ve sığınırsın çocuk çadırına, tabut gibi olsa da. Ama artık bir gün dar gelir sana o tabut, makyajınla ve göbeğinin üstünde kavuşturulmuş ama ruhsuz yatan vücuduna bir yeter demek istersin. Kaldırırsın çadırının eteğini, ufukta kaybolan bir ova bekler seni. Pencereleri kırık olmayan binalarıyla, sokaklarında serseri yangınları olmayan ve küflenmemiş potalarında basketbol oynayan sokağın çocukları olan, sadece sokak çocukları olmayan.
Çadırından çıktığın gündür yaşama yeniden bel bağladığın. Çadırında neleri bıraktığını unutursun. Volodya kalır geride, ergenlik öncesi duru aşkıyla seni seven. İşte bu şehirdir senin hayatın olması gereken, bu şehri, bu ovayı seçersin kendine hayat diye. Çadırından olabildiğince uzağa koşmaya başlarsın. Volodya'nın basket topunun sesleri ulaşamaz sana artık. Tertemizdir hayatın, gökyüzün bulutsuz, mutfağın bulaşıksız, yastık kılıfın lekesiz, sözlerin tereddütsüz, insancıkların yargısız, bakışların cesur, dudakların tebessümlü, fayansların tertemiz, kariyerin yıldızlı, bahtın şanlı, adın namlı. Heyecanından durmak istemezsin, daha çok koşarsın, daha hızlı, bacakların yana yana, damarlarındaki kan derini kavura kavura, daha hızlı, en hızlı koşarsın. Kaçabildiğin kadar ve yeni şehrini yaratabildiğin kadar koşarsın. Açarsın ellerini iki yana ki vücudunun her yerine dokunsun bu rüzgar. Ayakkabıların parçalanana kadar koşarsın, kolaydır bu şehirde yenilerini almak, üstün başın yırtılsın, ucuzdur yenisini almak, daha güzellerini, daha parlaklarını almak mümkündür orda. Kolların iki yana açık koşarsın, başını arkaya atıp, gözlerini kapatıp, tebessümlerin en büyüğünü yüzüne iliştirip. Gözünü kapattığın anda, ayağın bir taşa takılır birden. Birden düşersin, Lilja'nın annesinin onu terkedip gittiği gün, arabanın peşinden koşarken düştüğü çamur birikintisidir o. Yüzü koyun kapaklanırsın oraya birden. Korkarsın belki, yenilerini alabilirim ama ya bu çamur lekesi çıkmazsa?
Sonra farkedersin ki, o şehrin muazzamlıklarının bir kısmını aslında sen yaratmışsın. Üzülür müsün? Hayır. Sahip olduğun ve hayatın olan şey, yaşadığın şehir olduğu kadar, o şehir de senin yarattığın şehirdir aynı zamanda. Sen ne yarattıysan onu yaşamışsındır ve gerçek olan odur. Ne yaratırsan onu yaşarsın, bununla mutlu olmak da bir erdemdir. Yaratabilmek ve o yaratabildiğini yaşamak en tatminkar erdemdir.
Hayır, bıraktıkların üzülmeye değmez. Ya çadırda kalsaydım desen de koştun ya o çukura kadar, o çukura kadar koşarken aldığın nefesi o tabutta alamazsın. Şimdi nasıl bir arzuyla yanarsın, çadırımda olsaydım ya şimdi ben diye, huzur içinde yatsaydım orda, içeri soğuk girmeden, dışarda ne var diye endişe etmeden, Volodya yanımda bana hayranlıkla bakarken. Ama dışına çıkmadan bilemezdin o çadırın içini, iyi ki çıktın. O çadırı da kurarsın yeniden, Volodya da bulur seni. Volodya'nın hayali gibi, içinde her şeyi yapabildiğiniz, belki bilgisayar oyunları oynayabileceğiniz, güleceğiniz, eğleneceğiniz, üşemeyeceğiniz, sizi mutlu eden her şeyi yapabileceğiniz, hatta isterseniz sabahtan akşama kadar basketbol oynayabileceğiniz bir yerde buluşursunuz tekrar. İyi ki koştun o çukura kadar, Lale Müldür'e selam olsun, "Masumiyet kaybedilen değil, kazanılan bir şeydir!" Volodya üzülmez artık, o da mutlu öyle koşabildiğin için. Çadırda ya da basket potasının orda bekler o seni.
Şefkati can suyu gibi vermek lazım her tohumun köküne Volodya gibi, yeniden doğuşunda aldığı her nefesi ciğerlerini yakana kadar derine çeksin diye.