Vizyonda iki büyük bütçeli film var. Biri Barbie, diğeri ise Oppenheimer. Bir nevi 'tarafını seç' tadında rekabet halindeler. Bir taraf rengarenk bir hayatın içinde karanlığı sunarken, diğer taraf bütünüyle karanlık. Sonuç aynıya çıksa da giriş kısmı için seçimini Oppenheimer'dan yana yapanlardanım. Tabi ki bunun başlıca nedeni yönetmeninin Christopher Nolan oluşu. 

Christopher Nolan'ın Oppenheimer filmi, ilk atom bombasının yapım sürecini anlatıyor. Beklentiler daha çok Nolan'ın bu patlamayı nasıl görselleştireceği olsa da bambaşka bir portre çıkıyor karşımıza. Atom bombasının yarattığı görsel dehşetten çok, insanların yüzünde biriken duyguların izini süren bir film olmuş. Oppenheimer'ı canlandıran Cillian Murphy'nin donuk, içe çöken bakışları bu sebeple filmin en çok kullanılan görselleri arasında. Bir bomba kadar içi boşaltan bu bakışlar belki de kendisine bir oscar da kazandırabilir. 

Film, yalnızca tarihsel bir biyografi değil, kararların birbirine çarpıp yeni bir patlama yarattığı zincirleme bir metafor. Flashback'ler, ani görüntüler, hayal ile gerçek arasında gidip gelmeler, hem atomun parçalanmasını hem de Oppenheimer'ın ruhundaki çatlamaları yansıtıyor. Suya düşen bir su damlasının büyüyen halkaları gibi, Oppenheimer'ın her hamlesi, her ilişkisi ve her duruşu bir yıkımı tetikliyor. Matt Damon'ın canlandırdığı General Groves'un askeri pragmatizmi, Emily Blunt'ın hayat verdiği Kitty Oppenheimer'ın kadın zekası, Robert Downey Jr'ın müthiş dönüşümüyle hayat bulan Lewis Strauss'un ezikliği, kıskançlığı ve bitmeyen intikam arzusu. Filmin belki de en acımasız yüzleşmesi Strauss'un hikayesinde gizli: ortalama bir adamın, gahinin gölgesinde kalmasının yarattığı küçük ama yıkıcı bir öfke.

Tüm bu yapı içinde Oppenheimer, belki de Nolan'ın en olgun filmi. Yönetmenin önceki filmlerindeki zamansal kurgu oyunları, bu kez matematiksel kurgu ile gerçek bir insanın karmaşık yapısına ayna tutmak için kullanılıyor. Film kimi zaman çok katmanlı klasik filmlerin ruhunu taşısa da en nihayetinde kendine has bir ritmi, kendine has bir ağırlığı var. Belki de bu yüzden bu film, bir biyografiden çok, insanlık hali üzerine bir sorgulama getiriyor. Hepimiz, görünmeyen bir mahkeme huzurunda kendi kararlarımızla yargılıyoruz Oppenheimer'ı. 

İzlanda'lı yazar-yönetmen Hlynur Palmasun'un filmi Godland, 19. yüzyılın sonlarında Danimarka'dan İzlanda'nın ücra bir kasabasına yeni bir kilise kurması için gönderilen genç bir papazın hikayesini anlatıyor. 



Filmin hikayesi, piskoposu tarafından İzlanda'da (o zamanlar Danimarka'ya bağlı) yeni bir cemaat kurması ve papar olarak görev yapması için gönderilen genç din adamı Lucas'ın (Elliot Crosset Hove) etrafında dönüyor. Lucas, coğrafi olarak oldukça zorlu bu yolculuğa Hristiyan misyonuyla birlikte, sırtında dolaştırdığı fotoğraf makinesiyle de hem manzaranın hem de yeni tanıdığı insanların fotoğraflarını çekiyor. Lucas'ın İzlanda'da karşılaştığı en güçlü figür, ona rehberlik eden rehbr Ragnar (Ingvar Sigurosson). Kolonici gördüğü Danimarka'ya ve onun getirdiği inancı temsil eden Lucas'a hiç güvenmiyor. Ve bunu için bazı gerekçeleri var elbet.

Çetin bir yolculuğun ardından Lucas, sonunda Carl (Jacob Lohmann) ve kızları Anna (Vic Carmen Sonne) ile küçük kardeşi Ida (Ida Mekkin Hlynsdottir) yaşadığı evlerine bir kırık adam olarak ulaşıyor. Lucas'ın kolonyal kibrinin ve Ragnar'ın bastırılmış duygularının ortaya çıktığı şüphe, bağımlılık ve ayrıcalık gibi temalar etrafında çevrelenen bir ana gövdesi var filmin. Lucas'ın kilisenin tamamlanmasından sonra verdiği ilk hizmet ve Ragnar'ın fotoğraf çekilme talebini geri çevirmesiyle başlayan çatışma, filmin finaline doğru yolu açıyor.

Filmden beklentim hep yüksekti nedense, ama beklentimin karşılanmasını geçtim, yaklaşmadı bile. Belki de bir Corpus Cristi tadı umdum, aradım. Aradığımı da bulamayınca gerisi fuzuli kaldı.