Yönetmen: Andrea Arnold
Yazar: Andrea Arnold
Oyuncular: Katie Jarvis, Michael Fassbender, Kierston Wareing
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 123 dk.
Ülke: İngiltere













Fish Tank, Wasp isimli kısa filmiyle Oscar almış Andrea Arnold'ın, bir hayli ses getiren Red Road'dan sonra çektiği ilk film. Cannes'da Jüri Ödülü almış film, sosyal konutlarda annesi ve kız kardeşiyle yaşayan 15 yaşındaki Mia'yı anlatıyor. Açılış sahnelerinde kamera, görüş alanına giren hemen herkese bağıran, küfreden, taş atan ya da saldıran Mia'yı sokaklarda takip eder, yani daha ilk dakikalarda Mia'nın nasıl bir çevrede, nasıl koşullarda yaşadığı seyircinin yüzüne çarpar, tokat misali. Sürekli eşofman giyer Mia, para aşırır, içer, okulu asar, tanımadığı insanlarla kavga çıkarır. Arkadaşı yoktur, annesine, kardeşine, yabancılara, kısaca herkese karşı öfke doludur.

Apartmanlarının her tarafından binalarla, dairelerinin de her tarafından diğer evlerle kuşatılmasıyla, ayrıca içindeki sıkış tıkış eşyalarla bir sandviçe benzeyen evinde, kızlarına bok muamelesi yapan, 30'undan fazla göstermeyen, alkolik ve hoppa (!) annesi Joanne (Kierston Wareing) ve en fazla 12 yaşında olan, ama şimdiden sigara ve içki içen, şımarık kızkardeşi Tyler (Rebecca Griffiths) ile yaşar.

Bir gün odasının penceresinden dışarı bakarken bir kayaya zincirlenmiş sıska, yaşlı bir at görür Mia, ve bu atta kendisini görür bir anlamda. Atın yanına gider, bir taşla zincirini kırarak onu "özgürleştirmeye" çalışır, başarılı olamaz ama. Bir çekiç alıp tekrar dener şansını, bu kez de atın sahibi olduğunu iddia eden kabadayı tipli oğlanlar tarafından saldırıya uğrar.

Bütün gün televizyonun açık olduğu, o televizyonun da mutlaka bir müzik kanalında durduğu evlerden birinde yaşayan kahramanımız, video kliplerden dans etmeyi öğrenmiştir, terk edilmiş bir binada hip-hop dansı çalışır ve dansı, hapsihanesinden bir kurtuluş olarak görür. Bu hiçbir şeyi sallamayan, hiçbir şeye değer vermiyor görünen kaba kızın, içten içe bir dansçı olma hayali kurması klişe gelebilir belki, ama yönetmenin derdi "yaşamının anlamını bulup hayatını düzene sokan genç kız"ı merkeze alan, ucuz ilham veren bir film çekmek değil. Mia'nın dansçı olma hayali hiçbir şeyin odak noktasında değil. Kaybolmuş, kızgın, mutsuz bir kızın hikayesi bu, hepsi bu.

Tanımadığı bir kızın burnunu kırmaktan tut kendisini özdeşleştirdiği zincirlenmiş bir atı serbest bırakmaya çalışmaya kadar her türlü belaya açıktır Mia, hatta kolları açık karşılar belayı. Okulundan atılması, evine kadar gelen sosyal görevli, kendisine saldıran oğlanlar, hiçbiri korkutmaz Mia'yı. Ama annesinin hem kibar, hem de seksi yeni erkek arkadaşı Connor (Hex'in Azazeal'ı, Hunger'ın Bobby Sands'i, Eden Lake'in Steve'i, Inglourious Basterds'ın Hicox'u Michael Fassbender!), korkutucudur doğrusu. Bir sabah mutfakta bir Ashanti klibine eşlik ederek kıçını sallarken bir yabancının onu izlediğini fark eder, pantolonu kıçından düşmekten olan annesinin sevgilisiyle böyle tanışır.

Yakışıklı, eğlenceli, arkadaş canlısı Connor, bu sağlıksız ailenin bireyleri arasındaki gerilimi yatıştırır, huzur ve umut getirir evlerine. Kızlarını baş ağrısı olarak gören Joanne'in yanında, kızları destekleyen, sakin, ilgili, ideal bir ebeveyn figürü olarak görünür başta. Bir pazar gezmesine kızları da davet eder, Tyler'la güreşme/gıdıklama oyunu oynar, Mia'nın bileği kanadığında yarayı temizler ve sarar, Mia'ya dans tutkusunun üzerine gitmesi için cesaret verir, hatta bir dans kulübündeki seçmelere katılabilmesi için kamerasını ödünç verir. Bunlar olurken gözlerini Mia'nın üzerinden ayırmaz, bolca yürek ısıtıcı bir abi şefkatiyle hafif mide bulandırıcı bir şehvetin karışımı görülür bu bakışlarda.



Film boyunca Mia'nın ne söyleyeceği ya da bir sonraki sahnede neler olacağını asla tahmin edemiyoruz, her sahnede şaşırtıcı -ama son derece mantıklı görünen- bir şey oluyor. Üstelik hikaye aşırı şiddet, uyuşturucu, hamilelik, bağıra çağıra gözyaşlarıyla yapılan anne-kız yüzleşmeleri gibi klişelerden dikkatle uzak durmayı da biliyor. Gerçekçi, sert, neredeyse gaddar bir film Fish Tank. Türünden beklenen yapmacık, süslü iniş/çıkışlara bir an bile teslim olmuyor.

Andrea Arnold, hem olağanüstü etkileyici ve samimi, yumuşatılması adına köşeleri yuvarlatılmamış, gerçek hayata inanılmaz yakın duran bir senaryo yazmış, hem de filmi yönetirken hepsi birbirinden yetenekli oyuncularının performanslarındaki doğallık ve yoğunluğa ters düşecek özel çekim teknikleri kullanmamayı bilmiş. Sosyal yaralara parmak basmaya çalışmak yerine, tek tek insanların karakterlerine, arzularına ve zaaflarına odaklanmış. Bu karakterlerin yaşam koşulları elbette hareketlerindeki motivasyonlarında önemli bir yer oynamış, ama bu koşullar salt altmetinde var; asla seyircinin gözüne sokulmamış ya da daha etkileyici olması için abartılarak gösterilmemiş.

Fish Tank'le ilgili iki ilginç trivia var. Yönetmen, oyuncuların senaryonun tamamını okumasına izin vermemiş. Oyuncuların ellerine sahneleri, çekimden sadece birkaç gün önce geçiyormuş çekimler boyunca, ve filmin sonunda, hatta bir sonraki sahnede ne olacağına dair hiçbir fikirleri yokmuş. Bir de başroldeki kız, Katie Jarvis, hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan, bir tren istasyonunda erkek arkadaşıyla yüksek telden kavga ederken yönetmen tarafından keşfedilmiş bir hatun. Çok doğal bir oyunculuk sergilemiş, her ne kadar kolay bir rol gibi görünse de Mia rolü, bu kadar incelikli ve gerçekçi rol yapabilmek, küçümsenecek bir başarı değil. Yine de Fish Tank'in asıl yıldızı Michael Fassbender bana kalırsa. Kendisine ta Hex zamanından beri bir zaafım olduğu doğru, ama iki saat gibi bir sürede bize en az üç farklı kişilik gösteren, bunu da feci inandırıcı bir şekilde yapabilen çok da fazla aktör yoktur herhalde.

Uzun zamandır görmek istediğim bir filmdi Fish Tank. Gerçek hayattan bir kesit gibi duran karamsar filmleri seviyorum, Michael Fassbender'ı seviyorum, isyan eden dışlanmış hatun filmlerini seviyorum, genelde Ken Loach ya da Mike Leigh filmlerinde rastladığımız İngiliz alt-sınıf aksanını seviyorum, bu filmi çok, pek çok sevmem için gerekli her şey varmış sonuç olarak. Çok üzücü, ama çok güzel anlatılmış bir öykü Fish Tank.


Stefan Zweig  “Begegnungen mit Menschen, Büchern, Stadten”
(S. Fischer Verlag, 1955, Berlin)

Ahmet Arpad çevirisi ile bilinen ismi “Buluşmalar – insanlar, kentler, kitaplar” (Yordam Kitap).

Zweig, 1881 Viyana doğumlu, ünü günümüze kadar gelen bir romancı, oyun, biyografi deneme yazarı ve gazeteci. Çeşitli, dolu geçen eğitim hayatının ve savaşların ardından Yahudi kökeni yüzünden bulunduğu yerden gitmeye zorlanmış, Avrupa’da çeşitli illerde yaşamıştır. Hayatının hemen her anında kalemi elinden düşmeyen yazar çeşitli türlerde eser vermişse de, ölümsüzlüğü adına gerçekten çalışmıştır.

Yazar sadece kendi mesleğinde ilerlememiş; bugünkü Avrupa’nın düşünsel temellerinde yer alan taşları zaman zaman metinlerden taşırsa da, Salzburg’da yaşadığı süre içinde çeşitli yollarla dönemin aydınlarına ve diplomasisine fikir alışverişlerinde bulunduğu söylenir. Ki, örneğin adı geçen kitapta adım adım izlenen “Avrupa Öğrenciler Arası Eğitim Birliği” ile LL Erasmus programını çok öncesinde anlatırken, İsrail oluşumu sırasında antisemitist ve ya semitist düşünceler eşliğinde fikirlerini çok rahat bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak, idareten edindiğim ironisi ise kitabın içinde gerçekleşmektedir:

Zweig, Londra’da 1937 yılında kitabın ön sözünü kaleme aldığında şu cümleleri okurları ile buluşturur: “(…)Bu yazılar, gençliğinde beni yüreklendirmiş olan olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. Onlar, insanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise aklını başına getiren anlardır. Belki bazı okurlar bu yazılarda, günümüzde çoğu insan için (ne yazık ki) pek önemli sayılan bir konuyu, politikayı bulamayacaklardır. Eğer kitap bir anlamda bir bütün oluşturabiliyorsa, ancak yaşamım boyunca inandığım her zaman tarafsız kalma ilkem sayesinde mümkün olmuştur bu. (…)”

Politik anlamda, kitapta –hatırladığım ve dikkatimden kaçırmadığım kadarıyla- elbette direk olan söz edilen bir parti, eleştirilen bir hükümet veya sağ-sol ikilemesinin yarattığı seçme zorunluluğu gibi belirlenmiş bir kimlikte yazılmadığı doğru. Oldukça. Ama gelin görün ki tarafsızlık konusunda yanılgılara düşmüş olması, böyle büyük bir yazarın ilk cümlelerinden duymak benim için üzücüdür. Tarafsızlık derken pasif bir akıl çizmemekle birlikte, tarafını kitabın ince detaylarında bulmak mümkündür de aynı zamanda. Şimdi sizlere sorarım: Ne zaman, ne ile tarafsız kaldığınızı düşündünüz? Zweig’ı düşündüren geçmişteki acıları mıydı? Yaşanan acılar tarafsızlığı da öldürür mü? Veya sizce tarafsızlık hiç var oldu mu?

-
Kitabın ismine aksi dört bölüme ayrılmış olması ile ilkin “İnsanlar” bölümü bizi kapılarını açarken yaptığı konuşmaları-konferansları, dönemin büyük insanları ile yaşadıkları anıları, doğum günü ve ya hayranlık mektupları, saygı, sanatsal kaygı ve vedalarını dile getirir. İçtenliği ve akıcı dili ile gözler önüne gelen imgelerle Zweig’ın anılarına bir eş oluşturursunuz bu bölümde. Sevdikleri ve yorumlarıyla fikir birliği ve ayrılığına gider, birden bire kendiniz ile tartışmaya gidersiniz.

İkinci bölüm ise Zamanlar’dır. Zamanlarla Buluşmalar. Savaş dönemlerini, tarihte yaşanan burjuvazi çelişkilerini ve çekişmelerini, Avusturya’dan çıkan Neue Freie Presse (Yeni Özgür Basın) isimli gazeteden alınan I. Dünya Savaşı zamanı yazılan metinleri, umursamazlıklar, felaketler, Avrupa sorunları ve Kadın Haklarının ateşlenmesi zamanlarından gelen düşünce ve konuşma metinlerini konu edinir.

Üçüncü bölüm Kentler’e ayrılmıştır: gezi yazılarının toplamalarıdır, ancak Paris, Brüksel, Roma’yı gezmek yerine dünyada belki bildiğiniz, belki ilk defa duyacağınız yerlere götürmeye karar verir. Panama Kanalı, Ypern, yaşadığı bazı illeri ve hayran olduğu o Rusya’yı ve niceleri anlatmaya başlar. O yazdıkça görmek yerine kıskançlığa bırakırsınız kendinizi. En azından naçizane “gezi-kıskançlığı” kavramını kitap yüzünden veya sayesinden bilime armağan edebilirim.

Dördüncü ve en son bölüm “Kitaplar” Buluşmalar’ın bitmesine yakın güzel bir gerçekle başlar: “(…) Günümüzde düşün hareketinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu zaman farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızda ciğerlerimiz hava doluyor, görünmeyen bu besinle damarlarımızdaki kanı besliyorsak; okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ve onları yoruyoruz. (…)”

Bu kadar övgü, bir yazara normal ve gerçekçi gelmesi onun Goethe’ye, çoğu Rus yazarına, Rimbaud’a ve nice yazarlara duyduğu hayranlık ve yine yaptığı konuşmalarla oluşturur. Yazarın besin kaynağı kitaplara teşekkürünü etmeden önce, bu kitabı başucu yaparak, zaman zaman rehber gibi kullanılmasını sağlayan Zweig’a, 2011 yılından teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum.


Sevgili Travis’in ardından benim de Rock’n’coke festivalinde destek çıkmam ve muhakkak söz etmem gereken gruplar vardır deyip, sözü müsaadesiyle devralıyorum.

Travis


Her zamanki Travis, kendini korurken popüler şarkılarıyla herkese eşlik ettirdiler. Ve yeniden gelmekten keyif almış duruyorlardı. Sadece iyi ki “Sing” diye şarkıları varmış, dedim, binlik koro Hazerfan’î çınlatırken. Kapanışı “Why does it always rain on me?” ile yaparken, merakla beklediğim, yaşlanan Travis tam olarak değişimi şurada yaşamıştı: hiç değişmeyerek.





Moby

Biraz gecikmeli çıkmaları hafiften şüphe uyandırdı ilkin Moby. Biraz da etrafta kel ve gözlüklü hatta biraz da kısa boylu olanlara yapılan “Aha Moby!” esprisine epey maruz bırakıldı. Sonra da Joy Malcolm denen vokalist, konserin çoğunu almaya başlayınca iyice gözleri kısıp izlemeye başlamıştık.  Ancak, millet zıplamaktan, dans etmekten, alkışlamaktan, senk you denmekten bir hal olmuştu birden bire. Moby kaç bin kişiyi büyüleşmişti adeta. Tüm yorgunluğa X2 bir hızla gecenin kapanışını mükemmel bir şekilde bitirmeyi başardı. Bildiğimiz Natural Blues, Porcelain, Why Does My Heart Feel So Bad? Ve de kötü bir In This World yorumuyla “best of”unu çalmış bulunuyorlardı.

1,5 saatlik konserin sonunda alkışlarla yeniden gelip, son kez daha gönül fethetmeyi başarmıştı… Kimisi kızmış, kimisi sevmiş ama Festival’in en iyisi Moby’di denebilir, tarz ayrımı yapmaksızın.


Beach House


Tokyo Witch’siz ve yetişemediysem Gila’sız bir konser düşünemezdim, kendileri bunu ortaya koymuşlardı bile. Sıkıcı, yoğun ve karanlık melodiler eşliğinde süren Beach House konseri, çılgın sıcaklığın altında deri ceketli V. LeGrand ve çetesi Türkiye’den memnun olduklarını söyleseler de, ışıklı veya filli bir gösteriyi kimse beklemediği için yeterli miktarda hayranını memnun etmişti. Ancak tabi bazı şarkıları atlamasalardı daha harika olurdu. Akabinde dumanın ve yoğunluğun verdiği sarhoşluğu bira kuyruğunda ve ya birden gelen soğuk rüzgârla hissetmek zor olmadı.


2 MANY DJS

Çok ama çok enteresan bir girişle başlayan Dj ikilisi, Selda Bağcan’dan MGMT’ye, oradan Nirvana’ya ve hatta Justice ayrıca Daft Punk’a kadar uzanan yelpazesi, alanda bulunan veya geçen canlıyı zıplatmadan bırakmamış olabilir. 

-Fotoğraflar kişisel albümdendir.


Sayılarla Rock'n Coke 2011


  • 24 yabancı, 36 yerli grup olmak üzere 350’den fazla müzisyen katıldı.
  • İki gün boyunca 45 bin kişi katıldı, toplam 7256 adet çadır kuruldu.
  • 400 dönümlük festival alanında sahne ve çeşitli çadırlar için 12 bin metrekarelik toplam alan ayrıldı ve 9 bin 800 metrekarelik taban kuruldu.
  • Festivalin gerçekleşmesi için yaklaşık 10 bin kişi çalıştı.
  • 17 bin noktadan serinletme yapıldı.
  • 7500 metrelik çit kullanıldı.
  • Festivalin telefon, internet ve bankacılık hizmetleri için 30 km kablo döşendi.
  • 600 kişilik Jandarma ekibi çalışmalara destek verdi.
  • 200 bin litre içecek tüketildi, 80 ton buz kullanıldı.


The Kooks
Festival öncesi pek reklamı yapılmasa da grup için gelen özel dinleyiciler vardı. Bu konuda kendilerine haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Canlı performansının stüdyoya oranla daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.

Duman
Hepimizin bildiği Duman işte. Biraz durgunlardı sanki.

Motörhead - " we are motörhead, we play rock n roll"
1998 yılında Türkiye'de konser vermek istemiş fakat ancak 50 bileti satıldığından konser iptal edilmişti. O zamanlar gruba pek ilginin olmamasından mıydı yoksa dönemin sıkıntısından mıydı bilinmez ama bu konserde dinleyicisi vardı. Motörhead tshirtlü ergenleri de es geçmemek gerek, Motörhead'in bu konseri de iptal edilmemişse bunu onlara borçluyuz. Kendilerinin dinleyicisi olmadığımdan bu yorumu yapmak pek doğru olmaz ama sanırım pek de iyi değillerdi konserde. Seyirciyle pek reaksiyona girişemediler. Bateristin uzun solusunu sıkılarak dinlerken tınının birden darbuka ritmine dönüşmesi seyircinin tempo tutmasına neden oldu. Sanırım bu ağır işler bize göre değil, biz hala darbuka milletiyiz.


Limp Bizkit
Cumartesi gününün hatta kanımca tüm festivalin en iyi performans gösteren grubuydu. En çok seyirci toplayanıydı da denebilir. Fred'in konseri showa dönüşütürmesindeki üstün başarısı seyirci ile olan karşılıklı etkileşimi arttırdı ve bu da konserin her daim canlı geçmesini sağladı. Seyirciyle bol konuşmaları kimilerince "zamana oynuyor" gibi yorumlar alsa da, bu iletişim sonucunda dinleyicilerin sıkılmamasını sağladı. Bir ara sahneden atlayarak seyircinin arasında şarkı söylemesiyle, kızların omuzlara alınmasını istemesiyle, mikrofonu alıp sallamasıyla (!) , "you are craazzy maaann!" leriyle , dansıyla, müziğiyle, piçliğiyle....


Bu arada Radyo Eksen' e de teşekkürlerimi iletirim.


Taraf olmanın neredeyse zorunlu olacağı dönemlere doğru gittiğimizi düşünürken, neden taraf olmamak gerektiği üzerine bir film öneriyorum size. Tabi konu savaşsa... Taraf olmayıp ne yapacağız diyorsanız Alexander Kirkov'un yaptıklarına bakmak yeterli. Milcho Manchevski'nin yazıp yönettiği 1994 yapımı Yağmurdan Önce, "Sözcükler, Yüzler ve Fotoğraflar" adındaki üç hikâyeden oluşuyor. Makedonya ve İngiltere'de geçen üç hikâye filmin sonunda birbirine bağlanıyor. Alejandro González Iñárritu'nun çoklukla uyguladığı, olayların birbirine bağlandığı ve bir çember oluşturduğu, yapboz (puzzle) filmlerden. Filmde sürekli söylenen "Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir" sözü de buna bir gönderme, çünkü filmdeki bölümler zamansal olarak birbirinin içine geçiyor, doğrusal bir anlatı ile sunulmuyor. 1991-1994 yılları arasında yaşanan Yugoslavya iç savaşının, Yugoslavya gibi farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanların bir arada yaşadığı Makedonya'da yarattığı savaş korkusu ve ister istemez taraf olmanın getirdiği sonuçları görüyoruz. I. Dünya Savaşı'nın da başladığı bu coğrafyada aslında, savaş çıkması istendiğinde, bütün olayların başlaması minik bir kıvılcıma bakar hale gelir. Filmde savaşa dışarıdan bakan ve sadece fotoğrafını çeken bir fotoğrafçının şahsında, tüm seyirci kalanlar eleştirilmektedir. Ünlü yönetmen Theodoros Angelopuolos'un Ulysses Gaze'de yaptığı gibi aydın, sanatçı camiasına bu savaşa karşı aktif rol almadıkları için bir kızgınlık ve eleştiri de var. Filmin sonunda taraf olmanın değil, eski kardeşlik zamanlarındaki gibi davranmanın ne kadar zor olsa da yapılması gereken olduğunu, eninde sonunda ölecek olanın "Kendi çocuğu" olma ihtimalini düşündürtmüş ve öyle davranmalarını istemiştir.

Buradan sonra okuyacaklarınız film hakkında detaylı bilgi içerir, izledikten sonra okumanızı öneririm.

1- Sözcükler:
Makedonya Üsküp'te ilahi güzelliğe sahip bir köyde, tarlada ekinleri ile uğraşan rahip adayı Kiril'in yanına gelen peder, "Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor" der. Biraz ileriyi işaret edip "Hatta orada başladı bile" diye ekler. Film boyunca beklenen yağmur, hem gelecek olayların habercisi hem de sıkıntılı havayı rahatlatacak bir kurtarıcı gibi düşünülebilir. Ayinden sonra manastırdaki odasına dönen Kiril bir yabancı ile karşılaşır. Saçları erkek çocukları gibi kesilmiş olan Zamira isimli bir müslüman kızı ile. Kiril sessizlik yemini ettiği için konuşamaz ve Zamira konuştuğunda da anlamaz çünkü ikisi farklı dilleri konuşmaktadır. Konuşamayan, konuşsa da anlaşamayan iki farklı millete aitlerdir, biri Makedon diğeri Arnavut. Ertesi gün Zamira'nın yerini, akrabalarını öldürdüğü gerekçesi ile manastıra aramaya gelen Makedonlara da söylemez Kiril. Manastır rahipleri ertesi sabah kızı bulunca Kiril'i manastırdan kovarlar. Gece olunca yola çıkan Kiril'in yanına peder Zamira'yı verir ve ayrılırken önce yalan söylediği için tokat atar, sonra da kızı koruduğu için sarılır ve iyi şanslar diler. Kiril ve Zamira manastırdan uzaklaşırlar, Kiril önce Üsküp'e kardeşinin yanına, oradan da Londra'ya ünlü bir fotoğrafçı olan amcasına gitmeyi düşündüğünü söyler. Tam "Hiç kimse seni bulamayacak" dediği anda, Zamira'nın dedesi onları ayırır ve kızı döver. Zamira'nın çobanı öldürüp öldürmediğini sorar. Bu yüzden savaş başlamasından korkmaktadırlar. Sonra Kiril'i kovarlar, kız da peşinden gider. O sırada dedesinin adamlarından biri (sonra abisi olduğunu öğreneceğimiz Ali) Zamira'yı vurur.

2- Yüzler:
Londra'da insanların en büyük derdi trafik ve hava şartlarıdır. Oysa kimse savaştan uzak ve medeni bir ülkede yaşadığı için güvende değildir. Bir restoranda yemek yerken de çıkan bir kavganın çatışmaya dönmesi sonucunda insanların yüzleri dağılabilir. Anne savaş resimlerine bakmaktadır. Açlık ve sefalet içindeki insanlara, çoklukla çocuklara ve Madonna'nın kapak resmi olacak fotoğrafına. O sırada gelen telefon ile ayrılmak istediği kocasından hamile olduğunu öğrenir. Öğlen dışarı çıktığında da ağlayan çocukların sesleri kulağındadır. Pulitzer Ödülü sahibi fotoğrafçı Alex'le bir ilişkisi vardır ve Alex Bosna'dan yeni gelmiştir, işinden istifa edip Makedonya'ya dönmek istemektedir. Anne'i de kendisiyle gelmesi konusunda iknaya çalışır. Anne Londra'da kalıp bu savaşta bir taraf tutması gerektiğini söyler.
Alex, "Barış bir istisnadır, kural değil." der. Anne Alex'teki değişikliğin sebebini sorar.
- Öğrendim ve yaşlandım.
- İki haftada mı?
- Birini öldürdüm.

3-Fotoğraflar :
Üsküp'e dönen Alexander, Mitre'nin yeğeni tarafından elinde silahla karşılanır. Eski sevgilisi Hana'yı görmek ister ama bu kolay olmaz çünkü Arnavutlar da hristiyanların kasabalarına girmesine izin vermemektedirler, birbirlerine selam vermek şöyle dursun düşmanca davranmaktadırlar. Hana'nın evine ziyarete gittiğinde Zamira'nın Hana'nın kızı olduğunu öğreniriz. Zamira'nın abisi, Ali hediyeleri verince kabul etmez, çünkü Alex onlardan biri değildir. Eve geldiğinde Anne'e bir mektup yazar. Alex Bosna'da milislerden biriyle dost olmuştur. Ona heyecan olmadığından söz edince adam esirlerden birini çıkartır ve gözlerinin önünde öldürür. Alex bunu fotoğraflar. Bu fotoğraflarla bir insanı öldürmüştür. İstifa edip memleketine dönmesinin sebebi de budur. Ertesi gün, kuzeni Bojan'ın ağılında iki kuzu doğurtan doktor kuzeni ile halklar arasındaki hüsumetten bahsederken "Burada kavga için bir neden yok." diyen Alex'e karşılık doktor "Bir neden bulurlar, savaş bir virüstür" der. Ertesi gün Bojan ölü bulunur ve doktor kuzen Alex'e şöyle der:
-İyi savaşlar dilerim. Bol fotoğraf çek.

O gece Hana Alex'ten kızı Zamira için yardım ister. Kadınlara düşkün kuzen Bojan'ı öldürdüğü iddiasıyla yakalanmıştır (ilk bölümde dedesi ile Zamira arasında geçen konuşmalarından Bojan'ın Zamira'ya saldırdığı iması çıkmaktadır) ve ağılda tutulmaktadır. "Kendi kızınmış gibi ona yardım et" der. Alex ağıldan Zamira'yı kurtardığında, kuzenleri durmasını ve kızı bırakmasını isterler. Alex onları dinlemez ve vurulur. Zamira kaçar ve manastıra saklanır. Alex yattığı yerde, son nefesini verirken, "Gökyüzüne bak yağmur yağacak!"der, belki de savaşın başlayacağını söylemek ister.


Konuk Yazar : Burcu Polat Çam

http://yasamingenisozeti.blogspot.com

Bu yıl 63.sü düzenlenecek olan Emmy'nin (Televizyon Oscar'larının) adayları açıklandı.
Emmy Ödül Töreni CNBC-e ve e2’den yayınlanacak.




EN İYİ DRAMA DİZİSİ


  • Boardwalk Empire • HBO
  • Dexter • Showtime
  • Friday Night Lights • DirecTV
  • Game of Thrones • HBO
  • The Good Wife • CBS
  • Mad Men • AMC


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK OYUNCU


  • Steve Buscemi (Boardwalk Empire)
  • Michael C. Hall (Dexter)
  • Kyle Chandler (Friday Night Lights)
  • Hugh Laurie (House MD)
  • Timothy Olyphant (Justified)
  • Jon Hamm (Mad Men – Don Draper)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN OYUNCU


  • Kathy Bates (Harry’s Law)
  • Mireille Enos (The Killing)
  • Connie Britton (Friday Night Lights)
  • Julianna Margulies (The Good Wife )
  • Mariska Hargitay (Law & Order: Special Victims Unit)
  • Elisabeth Moss (Mad Men)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU


  • Peter Dinklage (Game of Thrones)
  • Josh Charles (The Good Wife)
  • Alan Cumming (The Good Wife)
  • Walton Goggins (Justified)
  • John Slattery (Mad Men)
  • Andre Braugher (Men Of A Certain Age)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU


  • Kelly Macdonald (Boardwalk Empire)
  • Margo Martindale (Justified)
  • Archie Panjabi (The Good Wife)
  • Christine Baranski (The Good Wife)
  • Christina Hendricks (Mad Men)
  • Michelle Forbes (The Killing)


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK KONUK OYUNCU


  • Bruce Dern (Big Love)
  • Beau Bridges (Brothers & Sisters)
  • Michael J. Fox (The Good Wife)
  • Paul McCrane (Harry’s Law)
  • Jeremy Davies (Justified)
  • Robert Morse (Mad Men)


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN KONUK OYUNCU


  • Mary McDonnell (The Closer)
  • Julia Stiles (Dexter)
  • Loretta Devine (Grey’s Anatomy)
  • Joan Cusack (Shameless)
  • Cara Buono (Mad Men)
  • Randee Heller (Mad Men)
  • Alfre Woodard (True Blood)


EN İYİ KOMEDİ DİZİSİ


  • The Big Bang Theory • CBS
  • Glee • FOX
  • Modern Family • ABC
  • Parks and Recreation • NBC
  • The Office • NBC
  • 30 Rock • NBC

KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK OYUNCU


  • Jim Parsons (The Big Bang Theory)
  • Louis C.K. (Louie)
  • Johnny Galecki (The Big Bang Theory)
  • Matt LeBlanc (Episodes)
  • Steve Carell (The Offiice)
  • Alec Baldwin (30 Rock)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN OYUNCU


  • Laura Linney (The Big C)
  • Melissa McCarthy (Mike & Molly)
  • Edie Falco (Nurse Jackie)
  • Amy Poehler (Parks And Recreation)
  • Tina Fey (30 Rock)
  • Martha Plimpton (Raising Hope)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU


  • Chris Colfer (Glee)
  • Ty Burrell (Modern Family)
  • Jesse Tyler Ferguson (Modern Family)
  • Eric Stonestreet (Modern Family)
  • Ed O’Neill (Modern Family)
  • Jon Cryer (Two And A Half Men)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU


  • Jane Lynch (Glee)
  • Julie Bowen (Modern Family)
  • Sofia Vergara (Modern Family)
  • Kristen Wiig (Saturday Night Live)
  • Jane Krakowski (30 Rock)
  • Betty White (Hot in Cleveland)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK KONUK OYUNCU


  • Idris Elba (The Big C)
  • Nathan Lane (Modern Family)
  • Zach Galifianakis(Saturday Night Live)
  • Justin Timberlake (Saturday Night Live)
  • Matt Damon(30 Rock)
  • Will Arnett (30 Rock)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN KONUK OYUNCU


  • Kristin Chenoweth (Glee)
  • Dot-Marie Jones (Glee)
  • Gwyneth Paltrow (Glee)
  • Cloris Leachman (Raising Hope)
  • Tina Fey (Saturday Night Live)
  • Elizabeth Banks (30 Rock)


EN İYİ MİNİ-DİZİ VEYA TELEVİZYON FİLMİ


  • Cinema Verite • HBO
  • Downton Abbey • PBS
  • The Kennedys • ReelzChannel
  • Mildred Pierce • HBO
  • The Pillars of the Earth • Starz
  • Too Big To Fail • HBO