Farzedin ki Tv, radyo ve internetin son dakika haberlerinde çocuğunuzun okuduğu okulda yaşanan olaylar sonucu ölülerin olduğunu söylüyorlar. Telefonunuza düşen kayıtsız onlarca aramalara cevap vermeyip, kendisinden sağlıklı bilgi alabileceğinizi düşündüğünüz kişiyle şöyle bir konuşma geçiyor. 

A: Okulda olaylar yaşanmış. Bir saldırı olayı.
B: Evet, sekiz öğrenci öldürüldü
A: Oğlum? Peki o..?
B: Hayır, o hayatta.
A: Ohh şükür
B: Onları öldüren kişi... oğlundu.
A: ...

Filmde geçmeyen bir diyalogtu bu ama gerçekte geçtiği yerler elbet olmuştur. Mass filmi, buna benzer bir olayda çocuklarını kaybeden ebeveynler ile çocuklarını katleden çocuğun ebeveynlerini bir odada birbirleriyle yüzleştiriyor. Maktul tarafından olayların gelişimi zor olsa da basitti. Çocuk o gün her zamanki gibi okula gider ver ve ölür. Peki katil cephesinde de olay bu kadar kısa bir sürecin sonucunda mı cereyan etmişti, yoksa tüm bu olayın başlangıcı birkaç gün öncesine, aylar öncesine veya yıllar öncesine mi uzanıyordu? Filmde bu yüzden maktulun ailesinin vereceği cevaplardan öte, katilin ailesinin vereceği cevapları daha önemli kılıyor. O da diğer çocuk gibi ailesinin kuzusu, bir tanesi iken, hangi evrede ve nasıl bir ölüm canavarına dönüştü, o kısmı irdeliyor ve öğrenmek istiyor film. Yer yer katilin ailesiyle empati kurmamızı sağlayarak, olayın tek mağduru öldürülen kişi ve ailelerin değil, katilin kendi ailesinin de mağdur olabildiğini düşünmeye itiyor. Maktulun annesi/babası olmak mı yoksa katilin annesi/babası olmak mı? Sizce daha zor olan hangisi?

Mass filmi, uluslararası birçok film festivalinde aday olarak yarıştı ve aday olduğu bazı ödüllerin de sahibi oldu. Tek mekan filmi diye tabir edebileceğimiz bu filmde oyuncular arasında ,ki asıl filmi oynayan kısım 4 kişiden ibaret, tanıdık sinemalar bulunuyor. Harry Potter serilerinin Lucius Malfoy'u, The OA dizisinin Dr. HunterJason Isaacs, son dönemde Hereditary filminde ve The Handmaid's Tale dizisinde gördüğümüz Emmy ödüllü aktris Ann Dowd ve House of Cards dizisindeki rolünde Başkan Yardımcılığına yükselen Reed Birney var. Asıl tanıdık olmayan kişi yönetmenin kendisi, Fran Kranz.


Mass filmi, yönetmeni olan Fran Kranz'ın yazdığı, yönettiği ilk ve tek filmi. Daha önce sinema filmlerinde ve dizilerde yan karakter olarak oyunculuk yapan Fran Kranz artık kameranın arkasına geçiş yapma akımına üye olmuş ve bunu başarıyla da ilk filmiyle icra etmiş genç yönetmenlerden biri. Bu başarıyı yakalamış bir diğer genç yönetmen Philip Barantini'nin Boiling Point filmine blogumuzda yer vermiştik. Bu iki yeni yönetmenin yakından takip edilmesini, sinemaya yönetmen olarak dahil olmak isteyen gençlere fazlasıyla öneriyorum. Usta ve veteran yönetmenlerin ilk aşamada örnek alınması başlangıç aşaması için pek doğru değil. En zoru olan ilk adımı yıllar önce mecranın dar olduğu bir zamanda atmış olan Usta yönetmenlerin bu konuda yeni yetme yönetmen adaylarına güncel sunabileceği bir şey yok. Önceden olsa "eline bir kamera al ve ilgini çeken her şeyi çek" derlerdi. Bugün bunu 12 yaşındaki bir çocuk tiktok sayfası için fazlasıyla yapıyor. Bu yüzden miadını doldurmuş bir tavsiye olarak rafa kaldıralım bu fikri. Boiling Point ve Mass filmine bakıp bu ilk adım için bir fikir çıkarmam gerekecek olursa o da iyi oyuncularla, ama dar prodüksiyonla ilk adımı atmak daha kolay olacaktır fikrini ediniyorum. 

Üzerine tezler yazılan, simülasyon teorisini güzel ve en popüler şekliyle anlatan ve ortamlarda konuştukça derinleşen The Matrix üçlemesinin devam filminin neden çekildiğinin bir dedikodusu vardı. Ve bu dedikoduyu yine filmin içersinde kendisi doğrulamış oldu. Peki buna değdi mi? Buna hem iki kelimelik, hem de tek kelimelik cevabım var. Önce tek kelimelik olanıyla başlayayım; hayır!


Tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olan The Matrix'in çok beklenen devam filmi The Matrix Ressurrections 22 Aralık çarşamba günü online platformda, 24 Aralık itibariyle de sinema salonlarında gösterime girdi. The Matrix 1999 yılında vizyona girdiğinde hem sinema dünyasında hem de bilimkurgu alanında çığır açmıştı. Kullandığı efektler kendisinden sonra yapılan tüm filmleri ve hatta oyun platformlarını etkilemişti. Son dönem Hollywood sinemasında trend olan ve 'nostalji madenciliği' diye adlandırılan geçmişi yeniden deşmeye The Matrix de dahil edildi. Peki bunu isteyen orijinal üçlemenin senaristliğini ve yönetmenliğini yapan Wachoswki Kardeşler miydi? Hayır! İsteyen Warner Bros'tu.

Bilindiği üzere bir filmin sahibi, ne o filmin yönetmeni, ne de senaristidir. Filmlerin sahibi ve telif hakkı onların yapımcılarına aittir. The Matrix'in yapımcısını olan Warner Bros'un, Hollywood'daki nostalji madenciliği akımına elindeki en iyi malzemelerinden birini süreceği 2017 yılında konuşulmaya başlanmıştı. Aslında bunun için 2017ye kadar beklememişti, devam filminden yana olmayan Wachoswki kardeşleri yıllarca ikna etmeye çalışmış ve bunda başarılı olamamıştı. 2017'de değişen isen Warner Bros'un Wachowski Kardeşlere verdiği ültimatomdu ve bunu filmin başında bir karakterin ağzından öğrenmiş olduk: "Sizli veya sizsiz Matrix'in devam filmi kesin çekilecek". Hatta bunun için Marvel filmlerinin senaristlerinden olan Zak Penn ile de anlaşılmıştı. Wachovski'ler tam da bu noktada devreye girdi ve filmi kardeşini ikna edemeyen Lana Wachowski tek başına üstlendi, zorla da olsa. Kardeşinin yerini de Sense8'te beraber çalıştığı David Mitchell ve Aleksander Hemon'ı aldı. Peki ortaya nasıl bir şey çıktı?


Öncelikle söyleyeyim, bu yazı The Matrix Ressurrection filminin ayrıntılı bir okuması değil. Bunu yapmam demek, ilk üçlemedeki birçok teorimi kaldırıp çöpe atmak demek oluyor ki buna kalemimden öte, bünyem müsade etmez. O yüzden daha yüzeysel şekilde bir yazı olacak. Filmin neden olmadığı ve yukarıdaki "hayır" cevabını neden verdiğim kısmına değineceğim bir yazı olacak.

Üçlemenin takipçileri duyurunun yapılmasından sonra yıllarca bu filmi bekledi ve inanıyorum ki ekseriyeti benim gibi büyük ama çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Filmin ilk yarısı Saturday Night Live parodisi kıvamındaydı. Bol miktarda orijinal filmden sahne alıntıları ve göndermeleri bu bölümün en güzel tarafıydı, yani hala üçlemenin ekmeği yenmeye çalışılmıştı. Ve bunu yaparken dördüncü filme bağlantı yapmak ya da konuyu biraz ısıtıp ortamı ve seyirciyi alıştırmak için değil, skeçler halinde gösterir gibi önümüze konmuştu. Sanki bir film değil, üçlemenin kötü yapılmış bir belgeselini izliyor gibiydi. 

Filmin ikinci yarısına gelindiğinde alışılagelmiş aksiyon sahnelerine kısmen de olsa kavuşulmuştu. Fikri oturtamadık, işi aksiyona vuralım bari demişlerse de onu da pek becerememişler. Uçan-kaçan, kungfusuyla dillere destan "Chosen One Neo" gitmiş, geriye sadece ellerini öne doğu açıp mermi durduran "Kalkan Neo" gelmiş. Bu noktada film içersinde yine bir parodilik sahne var. Filmin ilk yarısında 'sözde Matrix oyununun' yapımcılarından birinin sarfettiği "Matrix denince insanların aklına tek bir şey geliyor, Bullet Time. Bizim yeni bir Bullet Time'a ihtiyacımız var" sözü. Bu söz kısmen çok doğru. Fikirsel altyapısını bir yana bırakacak olursak, kullandığı Bullet Time efekti ile sinemada çığır açmıştı The Matrix ve yine böyle çığır açabilecek bir efekt ile yeni filmi taçlandırmak istemişler. Bunun için de seçilen methodun filmin ikinci yarısında Bullet Time ile gerçek zamanın harmanlanmış olduğu sahnedeki efekt seçilmiş, ama yok dostum, defalarca kullanılan bir efekt o. Ve bu filmde kullanımı da oldukça kötü şekilde olmuş. Sinemada değil de, tüplü bir televizyonda sinema çekimi bir kasetten izliyormuşum hissi verdi. Orada da çuvallıyor film. 

Nihayet ikinci yarısında, serinin üçüncü filminin final sahnesine atıf ve devamında olayların nasıl geliştiğinin anlatıldığı bağlama kısmı var. Zion'a ne olduğu ve yeni yerleşim yerleri olan IO'ya nasıl geçildiği üstün körü de olsa anlatılmış. Serinin ilk filmindeki Neo'yu arayış ve sistemden çıkarmaya çalışma uğraşısı bu kez Trinity'i için sarfediliyor ve ta-tam yeni bir chosen one'ımız oluyor. Üçleme çekilirken erkek olan Wachowski'lerin cinsiyet değiştirmeleri, seçilmiş kişinin cinsiyetini de değiştirmeye mi itti, yoksa Matrix'i bir Marvel dünyasına çevirmek mi istemişler onu henüz idrak edemedim.

Yazının başında bahsettiğim iki kelimelik cevabım ise "bekleyip göreceğiz". Evet, Warner Bros şimdiden Matrix 5 hazırlıklarına başladı. Serinin 5.filminde Wachowski'lerden biri ya da her ikisi mi olacak, yoksa Marvel'dan kiralık senaristler mi tutulacak, o kısım şimdilik muamma. Tüm bu anlattıklarım içersinde belki de en büyük hayal kırıklığım Merovingian oldu. Cast'ta onu görünce heyecanım ve beklentim daha da yükselmişti ama filmdeki rolü Gora filmindeki Garavel'den öteye gidememiş.

New York Ünivesitesi (NYU)'nde, Starwars'un yapımcı/yönetmeni George Lucas ve eşi Mellody Hobson'un yaptığı bağışla, eski öğrencisi Martin Scorsese adına Film Enstitüsü kuruluyor. Enstitü ile geleneksel sanat kavramı muhafaza edilip, yeni kurulacak olan Virtual Production Center (Sanal Üretim Merkezi) ile de sanatın geleceğinde önemli rol oynamak isteniyor. 

Martin Scorsese Virtual Production Center, doğu yakasındaki ilk akademik sanal prodüksiyon tesislerinden biri olacak ve NYU Tisch'i sinema sanatları eğitiminde küresel bir lider haline getirecek. NYU Tisch öğrencilerinin bu yeni teknolojinin öncüleri olmalarını sağlayarak, onları film ve televizyon endüstrisindeki en iyi kariyerlere hazırlarken, aynı zamanda sahne sanatları, tasarım ve dans alanlarında eğitim ve işbirliği fırsatlarını genişletecek.

SANAL PRODÜKSİYON ve FİLM YAPIMININ GELECEĞİ

Lucas Film'in The Mandalorian ve Scorsese'nin The Irıshman filmlerinde de kullanılan bu teknolojinin öğretilip yaygınlaştırılmasıyla film yapım sanatının değiştirileceği tahmin ediliyor. 


Peki bu sanal üretim neyi ifade ediyor?

Sanal prodüksiyon, fiziksel ve dijital dünyalarda geçen sahneler oluşturmak için oyun motoru yazılımı, grafik kartları, AR ve VR kullanıyor. Oyuncular ve yönetmenler, post prodüksiyon yerine gerçek zamanlı olarak görsel efektler yaratan sanal bir ortamda çalışacaklar. Oyuncular, çevrelerine doğal bir şekilde tepki verebilir ve yönetmenler sahneleri, çekimleri hassas bir şekilde planlayabilir, son ürünü kamerada görselleştirebilir ve öğeleri kolayca manipüle edebilecekler. Post prodüksiyon maliyetlerini ve yerinde çekim yapma ihtiyacını azaltmak için manzaraları yeniden şekillendire bilecekler.

 Örneğin, The Mandalorian , yüksek çözünürlüklü bir LED ekran kullanarak yapım sırasında oyuncuları canlı görüntülere çekerek gerçek zamanlı olarak tüm dünyaları yaratırken, Scorsese'nin The Irishman'i başrol oyuncularının daha genç göstermek için hareket yakalama da dahil olmak üzere bir dizi son teknolojiyi kullandı.

Martin Scorsese: "Bu benim için çok özel ve dikkate değer bir onur. Sevgili arkadaşım George Lucas'a, karısı Mellody Hobson'a ve bu onur için onların olağanüstü kuruluşuna teşekkür ediyorum. Bu son teknoloji Enstitü, mezun olduğum NYU'nun Tisch Sanat Okulu'nda olacağından iki kat daha fazla mutluyum."

“Sinemanın teknolojik gelişiminin bu aşamasında, her yönelime ve takıntıya sahip film yapımcıları her türlü nedenle dijital değişimi kullandığında, sanal üretim ileriye doğru bir kuantum sıçramasını temsil ediyor. Çalışırken görselleştirmemizi sağlar. İster hayali bir dünya yaratıyor olun, ister geçmiş bir dünyayı yeniden yaratıyor olun, sanal üretimin hızı, yarattığımız şeyi gerçek zamanlı olarak görmemizi sağlar. Onunla düşünebiliriz. The Irishman'de , gelecekte sinema yapan herkes için çok önemli olacak bu değerli yeni araç olmasaydı ne yapardım bilmiyorum." 

(The Irishman)

Oyuncu olarak Harry Potter (Gilderoy Lockhart) ve Tenet (Sator) filmlerinden de tanıdığımız Kenneth Branagh'in yönettiği Belfast filmi, yönetmenin otobiyografik eseri niteliğinde. 1969 yılında (9 yaşında iken) başına gelen olayları kendi gözüyle ve de siyah-beyaz olarak aktarıyor. 


1960 Belfast / Kuzey Irlanda doğumlu olan yönetmen Kenneth Branagh, 
tarihe 1969 Kuzey İrlanda Sorunları ( The Troubles ) olarak geçen Katolik - Protestan çatışmalarının ortasında buluyor kendisini. Yönetmenin 9 yaşındaki halini Buddy ismiyle canlandırıyor. Buddy'nin ailesi her ne kadar Protestan olsa da, bulundukları muhitte azınlık kalan Katoliklere karşı oldukça ılımlı, inancın sadece bireysel bir durum olduğunu içerlemiş ve kişileri insan ölçeğiyle değerlendiren yapıdadır. Bu yüzden ne kendilerini bu kavgaya taraf kılmış, ne de çocuklarının taraf olmasına müsade etmektedir. Ailenin bu sebeple vermesi gereken bir karar var, kalmak ya da göç etmek.

Tüm bu mezhep ayrılıklarının yaşandığı ve buna aile içi sorunların da eklendiği filmde, yine de yüzümüzü güldürmeyi başarıyor Buddy. Ailesiyle olan ilişkisi ve içinin tomurcuklanmasına sebep olan platonik aşkına olan sevgisi hala yaşam umudunu serpiştiriyor bizlere. Bir yağma olayında elinde kalan çamaşır deterjanını annesine götürüp azar işittiğinde bile bize gülümseme bırakıyor "ama biyolojik bu" diyerek.
C serisi Panavision kamera ile siyah-beyaz çekilmesi, bu filmi renksiz olarak tanımlamamız için değil, olayların ve olaya konu olanların aslında siyah-beyaz kadar ayırt edici taraflarda oluşunu görmemiz için diye düşünüyorum. Çünkü film boyunca 1969 yılı Balfast'ı siyah beyaz gösterilirken, filmin yegane renkli kesimlerinin o dönemi anlatmayan tiyatro ve sinema sahnelerinin olmasının başka bir izahını bulamıyorum. Şimdiden birçok ödül alan ve Oscar'ın öncüsü olan Altın Küre'de de 6 dalda aday olan Balfast filminin müziği de yine Balfast'lı olan bir diğer efsane Van Morrison'a ait. 


Kuzey İrlanda Olayları

Kuzey İrlanda'dan göçlerin arttığı bu dönemde, göç edenler yalnızca bulunduğu yörede azınlık kalmış ve zulüm görmüş kesimden kişilerden ibaret değil. Baskın mezhepten olup bu kavgayı anlamsız görenler de göç etmeyi bir seçenek olarak değerlendirmiş. 1969da başlayıp 30 sene süren bu iç karışıklıkta 4000 e yakın insan hayatını kaybetmiş, yüz binlerce kişi ise göç etmek zorunda kalmış. Nüfusunun yarısını oluşturan Katoliklerin arkasında, nüfusunun ekseriyeti Katolik olan ve bağımsızlığını 1916 yılında kazanmış olan İrlanda Cumhuriyeti var. Nüfusun diğer yarısını oluşturan Protestanların arkasında ise İngiltere. Ve bu çatışmaya diğer ülkelerden, özellikle Amerika Birleşik Devleti'nden gelen dış yardımların da körükleyici etkisi önemli rol oynuyor. Çatışmalarda büyük destekçi rolünde olan Amerika'nın ikna edilmesinden sonra nihayet bu kanlı olaylar son buluyor. Konu ile alakalı 3 farklı youtube videosu da bırakıyorum aşağıya.

Stephen Graham'ın başrolde olduğu ve hem kendisinin hem de diğer oyuncuların oldukça başarılı iş çıkardıkları tek çekimle yapılan Boiling Point filmi, tek çekimli filmlerin şu ana kadarki zirvesi olan Victoria filmine başarı anlamında en yakın olanı olmuş. 

Vinette Robinson (Carly)  - Stephen Graham (Andy Jones)

Philip Barantini'nin yazıp yönettiği "Boiling Point (Kaynama Noktası)", yükselen bir Londralı bir şef olan Andy(Stephen Graham)'nin  en kötü gecesinin hikayesini anlatıyor. Filmin başında ailevi sorunlar ile baş ettiği anlaşılan Andy için kötü gün tanımı bununla da bitmiyor. Christmas dönemi sosyal medya influencer'ları için fazladan yapılmış rezervasyonlar, yükselmekte olan bu gözde mekana göz dikmiş eski bir ahbabın yanında getirdiği yemek yorumcusu ve tüm bunlara fındığa alerjisi olan bir müşteriye sunulan fındık soslu yemek... Tüm bunlar Andy'de kaynama noktasını oluşturan olaylar bütününe dönüşüyor. Ailesinin ve işinin yavaşça elinden kayıp gidişine çaresiz kalan Andy, bu kötü gidişatın sebebini ise kendisi olarak görür. İçki ve uyuşturucu onu bu hale getirmiştir. İşte tam bu noktada taze yönetmene not düşmeliyim.

Philip Barantini, yıllarca küçük roller ile sinema ve tv sektöründe bulunmuş, ama bu figüranlık maaşıyla geçinemediği için ek iş olarak lokantalarda çalışmış biri. Ve uzun süre içki sorunu çekmiş, nihayetinde tedavi görüp kendisine temiz bir sayfa açmış. Son 6 senesini ayık geçiren yönetmenin kişisel hayatının yükselişi de aldığı bu karar sonrasında başlıyor. 20 senelik figüranlık ve yan rollerin ardından kameranın arkasına geçme kararı alıyor. Çektiği 3 kısa filmin içerisinden bir filmi diğerlerine göre tutunca onu uzun metraj olarak çekmeye karar veriyor ve işte o film Boiling Point.

Yönetmenliğe geçiş yapan herkesin bütçeyi minimize etmek için tek mekan fikirlere yatkınlığı vardır. Filmin çekildiği yer Londra'nın kuzey doğusunda, Hackney civarında bulunan Jones & Sons mekanı. Yönetmen Philip Barantini, aktörlük zamanlarından arda kalan zamanlarda burada garsonluk yaptığı için mekan sahiplerinden izin koparma kısmını da kolayından halletmiş.
 
Barantini tek mekan film türünü seçiyor ama çekim olarak en zorunu kendisine challange yapıyor; tek çekim. Başta söyleyeceği "action! (motor!)"  sözünden sonra ağzından çıkacak olan bir sonraki kelime "cut! (kestik!)" ile arasına bir film sığdırmak için senaryonun uygunluğu, çekim öncesi provaların sıklığı ve bunu zorluğu kotarabilecek oyunculuk gerekiyor. Oyuncu kısmını ilk önce hallediyor Barantini ve o konuda da (mekan bulma gibi) şansı yaver gidiyor. Daha önceden tanışıklığı olduğu Liverpool'lu hemşehrisi Stephen Graham'a gidiyor. Kabul ediyor ve ondan bir şey daha istiyor. Filmde kendisine eküri olacak olan sos şefini (Carly) de Stephen'ın bulmasını istiyor. Filmdeki karakterlerin birbirine olan yakın kimyasını gerçek hayatta da yakalayabilmiş olduğu kadın bir oyuncu arkadaşını bu filme ikna etmesini istiyor ve o da Vinette Robinson'la anlaşıyor. Ve her ikisi de gerçekten mükemmel iş çıkarıyor. 


Stephen Graham & Philip Barantini



Her gün 2 kez olmak üzere 4 gün baştan sonra tüm filmin 8 kez çekilmesi planlansa da ilk gün yapılan 2 çekimin ardında oluşan stresin daha fazla kaldırılamayacağını anlaşılmış. Ve ertesi gün de 2 çekim yaparak toplamda 4 çekim yapılmış. Her ne kadar teknik açıdan 4. çekim yönetmenin hoşuna gitse de, 3. çekimdeki oyunculuğu daha çok beğenmiş ve 3.çekimi kullanmaya karar vermişler. 90 dakika süren filmin çekimi Sony Venice kamera ile yapılmış ve filmde oyuncuların koordinasyonu sağlanması için 37 adet kulaklık kullanılmış. 

Son bir haber; filmin hazırlık ve çekim sürecini de kayda alan yönetmen yakında bu görüntüleri 30 dakikalık bir belgesel olarak izleyiciye sunmayı planlıyor.



 

Kırsaldan kente göç, 1960lardan itibaren yoğunlaşmaya başlamış ve eski hızına ulaşamamış olsa da hala günümüze kadar devam eden bir olgudur. Bu göç serüveninin ekseri bir kısmı ekonomik neden çatısı altında toplansa da, bu nedeni oluşturan faktörler çeşitlidir. Kimisi köy hayatında miras yolu ile giderek ufalmış tarlaların yetersizliğinden, kimisi artan nufusun mevcut şartlar altında artık köy hayatının karşılayamamış olmasından, kimisi iyi durumda olsa da, ‘ama neden daha iyisi olmasın ki’ den. Ekonomik unsurun yanında, kırsalda yaygın olan kan davalarından kaçışların adresi de büyükşehirler oldu. Tüm bunların yanında başka bir unsur daha var ki, o da bu iki filme ( Ah Güzel İstanbul ve Muhsin Bey ) konu olmuş olandır; şöhret arzusu.


Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz , 1966 )

Ah Güzel İstanbul filmi 1966 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiş dönemin ve Türk sinema tarihinin önemli eserlerinden biridir. Siyah-Beyaz çekilmiş olan bu film, İstanbul'a göçün başladığı dönemi, tam da İstanbul'a göçün zirve yaptığı dönemde ve bu filme konu olan hayalin peşine düşeceklere bir uyarı mahiyetindedir. Film, ünlü olma hayali ile köyünden, ailesinden, geçmişinden, kimliğinden kaçmış bir genç kız olan Ayşe'nin (Ayla Algan) öyküsünü anlatıyor. Belki de kendi benliğini oluşturmak, içinde yatan kişiye ulaşmak için çıktığı bu yolda bedel ödemeyi de göze almış şekilde ihtiraslı ve azimli olan bu kız, yemeğin sonunda önüne konan hesabın külfetini kaldıramayacak oluşunu fark ettiğindeki yalnızlığı ve çaresizliğiyle başlangıç noktasının da gerisine düşmüş konumda buluyor kendini. Bu filmde Ayşe'nin hayat mentorlüğünü de tesadüf eseri tanıştığı eski İstanbullu, geçmişin varlıklı ama o anın varlıksızı olan Haşmet ( Sadri Alışık) üsteleniyor. Fotoğrafçılık yapan Haşmet, varlıklı bir aileden gelen ama dönemin çarklarında ezilmiş ve sıfırı bulmuş biri. Ayşe’ye olan tembihlerinde İstanbul'u hafife almamasını, bu şehrin içine aldığı insanı, bir asit kazanı misali erittiğini vurguluyor. İstanbul onun gözünde artık hayatı domine eden etkinin ta kendisidir. Ama yine de her şeye rağmen vazgeçilmez güzelliktedir.


Muhsin Bey ( Yavuz Turgul, 1987 )

Muhsin Bey filmi de 1987 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiştir. Bu filmde de hayalleri peşinde koşan bir genç vardır, Ali Nazik ( Uğur Yücel ). Film, İstanbul beyefendisi olan organizatör işiyle ilgilenen Muhsin bey ( Şener Şen) ile, Urfa’dan İstanbul’a türkücü olup kaset çıkarmak için göç eden Ali Nazik’in hikayesini ele alıyor. Ali Nazik’in mentorlüğünü üstlenen kişi olan Muhsin Bey aslında Ali Nazik’in karakterinin zıttı ve hatta Ali Nazik’in tabi olmak istediğini bu arabesk akımından nefret eden, İstanbul beyefendisi diye tanımlanmasında bir beis olmayacak birisidir. Muhsin Bey, doğudan İstanbul'a gelen ve oradan bu şehre getirilen her şeye karşı bir duruşta konumlandırıyor kendisini. Bu yüzden Ali Nazik'e karşı itici, hor görücü bir bakış açısını barındırıyor. Şehrin artık kebap kokmasından, şarkıcıların hızlı bir şekilde arabeske yönelmesinden rahatsız olan Muhsin Bey, hasbelkader kendisine ulaşmış Ali Nazik’i önce kendisinden itse de, çöküşte olan ekonomik durumunun belki de son kurtuluşunun bu çocukta olduğunu düşünmeye başlıyor. Ama kendisinden ve ilkesinden vazgeçmeden, arabeske bulaşılmadan bu iş yapılacaktı. Bir takım denemeler olsa da asla bir başarıya geçilemiyordu. Buna ne ekonomik durumu ne de dinleyici kitlesinin taleplerine karşı koyduğu tepkisi el veriyordu. Filmin kopma sahnesi ise bir gece vakti Ali Nazik’in apartman çatısında intihara girişme kısmı oluyor. İntihar sırasında Ali Nazik yüksekten korkar ve yanına gelen Muhsin Bey’den kendisini kurtarmasını ister. Muhsin Bey de yüksekten korkmaktadır, ucunda ölüm ve yok oluş var neticede. Ve gözü kapalı şekilde, aşağıya bakmadan Ali Nazik’in elini tutar ve “sakın gözünü açma, şimdi adımlarımız birbirine uymalı. Ben geri gidecem, sen de ileri. Tamam mı?” der ve bu şekilde o uçurumun, o yok oluşun kenarından kurtulurlar. Muhsin Bey’in kişiliğinden ve duruşundan feragat edeceği bu sahne ile simgelenir. Ali Nazik’in ileri adım atabilmesinin, kendisinin geri adım atabilmesiyle mümkün olacağı artık anlaşılmıştır. Karşılıklı karakter alaşımının başladığı ve filmin de, Ali Nazik’in de geri dönüşü bu simgesel sahne sonrasında yaşanmıştır.   

İstanbul’a gelmenin ya da orada iken tutunmanın artık bedellerinin para ile olmayacağının, bedelin kişilikten, hayat tarzından ve ilkelerinden feragat ile mümkün olabileceğinin anlatıldığı bu iki filmde, Ayşe bu bedeli kaldıramamış, Ali Nazik ise bedelini bildiği bu yolda rızasıyla ödemesini yapmış ve amacına ulaşmıştır. Hayalleri aynı olan her iki gencin tek farkı ise cinsiyet. Aynı ürünün bedeli, cinsiyetlere göre farklılıklar gösterebildiğini ve kadınlarda bu bedelin daha ağır olduğunu ya da aldatmacasının daha vahim sonuçlar doğurabileceğini de görebilmekteyiz. Bu demek değildir ki şöhret ürünü her zaman bu gibi bedeller ile alınır. Bunu diyemesek de bu ihtimallerin, özellikle geçmiş yıllarda oldukça yüksek olduğunu bilmekteyiz ne yazık ki. Mentorlerin kıyaslamasına bakacak olursak Ah Güzel İstanbul filmindeki Haşmet, İstanbul’a olan yenilgisini kabullenmiş ama bunu içerlemeden benimsemiş, hali vaktinden son derece tatmin bir kişilik. Muhsin Bey ise İstanbul’un bu dönüşüne dur demeye çalışmış, bunda başarılı olamayınca da kendi dönüşümünü gerçekleştirmiş birisi. Bu evrilişi kısa süreli olsa ve sonrasında yeniden eski Muhsin Bey’e geri dönmüş olsa da artık girişeceği yolun bedelinin ne olacağını çok iyi bilmektedir; feragat.

 

İstanbul’un şehir olarak dönüşümünün yanında, bireylerin de dönüşümlerine de tanık olduğumuz, kendinden vermeden şehirden bir şeyin asla alınamayacak oluşunu bu iki film bizlere gösteriyor. Önce radyo, sonra televizyon ile coğrafi kültür transferlerinin hızlanışıyla paralel şekilde artan bu hayal yolculuğunda ‘beni ne kadar meşhur yapabilirsin?’ diye sorana verilecek tek bir cevap vardı o dönem; “kendinden ne kadar feragat edebilirsen o kadar”.