The Handmaid's Tale dizisi evreninde Gilead Cumhuriyeti, ABD'nin yerini alan radikal Hristiyan temelli totaliter bir rejimdir. Rejimin yegane amacı; kitlesel kısırlığın olduğu bir dünyada, doğurganlığa hala sahip olan kadınları üreme köleliğine zorlayarak nüfusu devam ettirmek. Ama içlerinden bir kadın çıktı ve şunu dedi: "Ben senin varoluş gerekçen değilim."


8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın hakları için verilen mücadelelerin anıldığı ve kadınların toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlardaki kazanımlarını kutladığı bir gündür. Sovyet ülkerinde resmi tatil olarak dahi kutlanıyor. Ancak bu gün, sadece kutlama değil, aynı zamanda dünya genelinde süren cinsiyet eşitsizliklerine ve baskılara dikkat çeken bir farkındalık günü. İşte bu noktada The Handmaid's Tale dizisi toplumsal farkındalığın önemini anlatan bir anlatısıyla kendisini öne çıkarıyor. 

Margaret Atwood'ın aynı isimli romanında uyarlanan dizi, kadın bedenin nasıl sistematik şekilde denetim altına alınabileceğini anlatan çok katmanlı bir hikayeye sahip. Gilead Cumhuriyetinin baskıcı rejiminde, hala üreyebilen kadınlar zorla "handmaid" olarak atanıyor ve sadece çocuk doğurmak için kullanılıyor. Bu basit bir düşünce ile distopik bir hikaye gibi duruyor. Yapımı izlerken 'bu biraz aşırı değil mi?' diye bir soru geliyor akıllara, ama hiçbir şeyin bu kadar aşırılıkla başlamayacağı, suyun zamanla ısıtılıp kaynatılacağını bilince de oluru var diyebiliyoruz bu hikayeye. 



Dizideki kırmızı handmaid kostümleri, bizim ülkemizde değilse de bazı yerlerde kadın protestolarında bir direniş sembolüne dönüştü. Kürtajı kısıtlayan yasaları protesto etmek amacıyla Teksas ve Washington'da düzenlenen eylemlerde bu kostümler kullanıldı. Aynı şekilde Polonya'daki benzer amaçlı eylemlerde de kullanılan ve simgeleşen kıyafetler yine The Handmaid's Tale dizisi kostümleriydi. Ancak ülkemizde bu akım pek benimsenmemiş gözüküyor. Bunun başlıca sebebi The Handmaid's Tale dizisinin, kıyafetleri ülkemizde popülerleşen Squid Game ve La Casa De Papel gibi Netflix platformunda yayınlanmıyor oluşu ve bu yüzden ülkemizde çok takip edilen bir yapım olmamayışıdır. Bir diğer sebebi de 8 Mart Kadınlar günü eylemlerinin, enleminden çıkıp kadın hakları yerine daha çok cinsiyet hakları rolüne dönüşmesi olabilir. 

Oysa dizi/kitap, kadın hakları özelinde oldukça güçlü mesajlar barındırıyor. Dizi, kadınların elde ettikleri hakların hiçbir zaman garantide olmadığını ve hakların korunması için mücadelenin sürekliliğini vurguluyor. Bunun yanında, baskıcı sistemlerin yavaş yavaş kurulduğunu ve insanlar sessiz kaldığında nasıl normalleşebileceğini gösteriyor. Sessiz kalınan küçük hak ihlalleri zamanla büyük toplumsal meselelere dönüşebilir. 

Dizi aynı zamanda kadın dayanışmasının önemi de vurguluyor. Kadınlar birbirlerini desteklediklerinde mevcut totaliter rejime karşı daha güçlü durabiliyor. İçlerindeki tek bir aykırılık bile, tüm kazanımların yok olmasına sebep olabilir ki günümüzde de kadın haklarına en çok zarar veren seslerin, yine kadın sesi olmasına şahit oluyoruz. 

2017 yılında Trump'ın ilk dönemi esnasında yayınlanmaya başlayan dizi 5 sezonu geride bıraktı ve 2025 Nisan'ında 6. sezonunu da yayınlayarak final yapmayı düşünüyor. Başladığı yere geri dönerek, yine bir Trump döneminde. Ve üstelik bu seferki Trump daha sert ve bu yüzden bu kostümleri en azından ABD'deki eylemlerde görmeye devam edeceğiz gibi duruyor. 

Yazıyı bağlamak gerekirse, The Handmaid's Tale, kadın haklarına dair güçlü bir uyarı niteliğinde bir dizi. Çoğumuzun İstanbul Sözleşmesini unuttuğu bir ortamda bu dizi bizlere, kazanılmış hakların bir anda hızla kaybedilebileceği, sessizliğin ve kayıtsızlığın baskıcı sistemleri güçlendirebileceği ve tüm bunlara yalnızca kadın dayanışmasının engel olabileceğini hatırlatıyor. 6 sezonluk diziye ya da ülkemizde Damızlık Kızın Öyküsü adıyla satılan 380 sayfalık kitaba göz atmakta fayda var.

Favorilerin durmadan değiştiği bir Oscar Ödül sezonu, ödüllerin dağıtılmasıyla nihayet son buldu. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu ödüllerinin sahibi olan Anora filmi gecenin kazanan filmi oldu. Bu 5 ödülün 4ünü şahsi olarak kazanan filmin yönetmeni Sean Baker ise hem gecenin, hem de tek bir gecede 4 Oscar alarak Oscar tarihinin en büyük kazananı oldu. 


Çok konuşulan yapımların başında olan The Brutalist'in ve BAFTA'da En İyi Film ödülünü alan Conclave'in büyük ödülleri Anora'ya kaptırmış olması biraz şaşkınlık yarattı. 5 dalda ödül kazanan Anora'nın 4 ödülü direkt filmin Yönetmeni, Senaristi, Kurgucusu ve Yapımcısı olan Sean Baker'a gitti. Bu da oscar tarihinde tek bir ödül gecesinde en fazla ödül kazanan isim olmasını sağladı. Bu başarıya en çok yaklaşan Parazit filmiyle Bong Joon-ho olmuştu. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Yabancı Film ödüllerini almış, ancak En İyi Yabancı film ödülü teknik olarak yapımcıya değil, ülkeye verildiği için kazandığı oscar sayısı 3 olarak sayılmıştı. Bir diğer üçleyen ise Titanic filmiyle James Cameron ( En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu).

Oyuncu kategorisinde En İyi Erkek Oyuncu oscarını, daha önce The Pianist filmindeki performansıyla da oscar kazanan Adrien Brody kazandı. The Brutalist filminde yahudi bir mimarı canlandıran Brody'i, The Pianist filminde de yahudi bir piyanist rolündeydi. Benzer karakter olması hasebiyle akademinin tekrara düşmeyip A Complete Uknown filmindeki Bob Dylan rolüyle Timothee Chalamet'e gideceğini ummuş idim ancak olmadı. En İyi Kadın Oyuncu ödülü ise beklenenin aksine The Substance'den Demi Moore'a değil, Anora filmindeki rolüyle Mikey Madison'a gitti. Yardımcı rollerde ise beklenenler oldu. Erkeklerde A Real Pain filminden Kieran Culkin'e, kadınlarda ise Emilia Perez filmindeki rolüyle Zoe Saldana'ya gitti heykelcik.

Gecenin en tatmin edilen ödüllerinden biri ise En İyi Belgesel dalında yarışan No Other Land yapımına verilen oldu. Filistin'in Batı Şeria bölgesinin dağlık ucunda 20 Filistin köyünden oluşan kırsalında, çoğunlukla tarımla uğraşan halkın günlük yaşamını ve nesiller boyu süren mücadelesini özet bir şekilde anlatan yapımın, İsrail lobisine rağmen kazanması büyük bir başarı ve sevinç kaynağı.

KAZANANLAR 

EN İYİ FİLM:  ANORA

EN İYİ YÖNETMEN : SEAN BAKER (Anora)

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM : I'M STILL HERE (Brezilya)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: ADRIEN BRODY (The Brutalist)

EN İYİ KADIN OYUNCU: MICKEY MADISON (Anora)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU: KIERAN CULKIN (A Real Pain)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU: ZOE SALDANA (Emilia Perez)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO: ANORA (Sean Baker)

EN İYİ UYARLAMA SENARYO: CONCLAVE

EN İYİ KURGU: ANORA (Sean Baker)
EN İYİ ANİMASYON:  FLOW

EN İYİ BELGESEL: NO OTHER LAND 
  • Black Box Diaries
  • Porcelain War
  • Soundtrack to a Coup d'Etat
  • Sugarcane

EN İYİ SES: DUNE: PART TWO
EN İYİ GÖRSEL EFEKT: DUNE: PART TWO

EN İYİ SİNEMATOGRAFİ : THE BRUTALIST
EN İYİ ÖZGÜN MÜZİKTHE BRUTALIST

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI: EL MAL - Emilia Perez
  • Like a Bird - Sing Sing
  • The Journey - The Six Triple Eight
  • Mi Camino - Emilia Perez
  • Never Too Late - Elton John: Never Too Late

EN İYİ KISA FİLM: I'M NOT A ROBOT
  • Anuja
  • A Lien
  • The Last Ranger
  • The Man Who Could Not Remain Silent

EN İYİ KISA BELGESEL: THE ONLY GIRL IN THE ORCHESTRA
  • Death by Numbers
  • I Am Ready, WArden
  • Incident
  • Instrıments of a Beating Heart

EN İYİ KISA ANİMASYON: IN THE SHADOW OF THE CYPRESS
  • Beautiful Men
  • Magic Candies
  • Wander to Wonder
  • Yuck !


31 Mayıs 2010'daki Harbiye konserinde Bob Dylan'ı canlı izlememin üzerinden 15 yıl geçmiş. A Complete Unknown filminde Timothee Chalamet, o gün sahnede olan Bob Dylan'dan daha fazla Bob Dylan. Ve tüm zamanlarda en çok dinlediği 3 sesten biri Bob Dylan olan benim için, güzel bir dinleti sundu. En İyi Film dahil toplamda 8 dalda Oscar'a aday olan bu film, Bob Dylan'ın 1961-1965 yılları arasındaki sanat yolculuğunu konu alıyor. 

James Mangold'un yönetmenliğini yaptığı A Complete Unknown filmi, Bob Dylan'ın sanat döneminin ilk evrelerine odaklanıyor. Bob Dylan'ı tüm boyutlarıyla anlamaya yönelik bir keşif olmaktan çok, onun bir fenomen olarak yükselişine ve dönemin kültürel atmosferine duyulan hayranlığı konu alıyor. 1961-1965 yılları arası gibi spesifik bir alana odaklanırken, Dylan'ın iç dünyasına erişmek yerine, onun bu yıllar arasındaki sahne personasını anlatıyor. O yüzden daha geniş tarihli bir biyografi filmi isteyenleri 2007 yapımı ve zengin oyuncu kadrolu I'm not There filmine buyur ediyorum. Ama Bob Dylan için yapılmış en iyi yapımlardan biri bence usta yönetmen Martin Scorsese'nin çektiği No Direction Home belgeseli diyebilirim. O belgesel de 1961-1966 yılları arasındaki müzik kariyerini ve folk müziği değiştirme evresini anlattığı için şu anki A Complete Unknown filmine daha yakın bir anlatıya sahip. Kısaca bu film, No Direction Home belgeselinin canlandırılmış versiyonu diyebilirim.

Filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Timothee Chalamet, Dylan'ın sahnedeki duruşunu, vücut dilini ve o kendine has vokal stilini büyük ölçüde başarıyla yansıtıyor. Özellikle Dylan'ın gitarı ve mızıkasıyla olan enstrümantal uyumu rahatlıkla performe edebilmiş. Bu rolün hakkını verebilmek için 5 yıl boyunca gitar ve müzik eğitimi aldığı söyleniyor ve evet, filmdeki seslendirilen şarkıların hepsi Timothee Chalamet'in kendi sesiyle söylenmiş. Dylan'ın müzik dna'sını bu önceden çalışmışlıkla başarılı şekilde izleyiciye aktarırken, gerçek kişiliğine dair pek bir şey açığa çıkarmıyor. Yani Bob Dylan'ın kafasında neler dönüyor, hangi konuda ne düşünüyor, bunu öğrenemiyoruz. Bu bilinçli bir tercih de olabilir, neticede filmin adı 'a complete uknown', yani 'tamamen bilinmez'


Filmin en büyük başarısı, dönemin müzik sahnesinin ruhunu yakalamakta yatıyor. 1960'ların başındaki Newport folk sahnesi, yeşil parkaları ve entelektüel sohbetleriyle yaşayan bir dünya olarak resmedilirken, Dylan'ın bu dünyayı nasıl şekillendirdiği ve kendisinin de nasıl şekillendiğini gösteriyor. Ama tüm bunlar olurken biz yine Dylan ne düşünüyor bilemiyoruz. Edward Norton'un hayat verdiği Pete Seeger ve Monica Barbaro'nun başarılı şekilde canlandırdığı Joan Baez gibi karakterler, Dylan'ın etrafındaki kültürel etkileşimleri görmek açısından önemli. Dylan'ın folk müzikten elektrik gitara geçişi de filmin ana eksenlerinden biri ve bu dönüşümün nasıl tepki yarattığını gördüğümüz sahne, filmin dramatik doruk noktalarından birini oluşturuyor.

Filmde seslendirilmek için tercih edilen şarkılar da dönemin politik ruhunu yansıtıyor. Ve aynı zamanda Dylan'ın sanatsal evrimini sıralıyor. Seslendirilen şarkılardan bazılarını not düşecek olursak;

Song to Woody - Bob Dylan'ın müzikal idolü Woody Guthrie'ye bir saygı duruşu niteliğinde olan bu şarkı, Dylan'ın ona olan hayranlığını temsil ediyor. Ki filmde Bob Dylan'ın saygı ve sevgi duyduğundan emin olduğumuz tek kişinin de Woody Guthrie olduğunu görüyoruz.

The Times They Are a-Changin' - Dönemin toplumsal eğilimini ve gençliğin yükselen sesini simgeleyen bu şarkı, eski kafalılara 'artık devir değişiyor' sesini yükselten ve bunu gençlere de marş yaptıran bir eser. Politik olarak zamanın artık değiştiğini vurguladığı gibi, kendisinin ve sanatının da değişeceğine çakılan bir işaret niteliğinde aynı zamanda.

Master of War - Soğuk savaş döneminin gerginlikleriyle birlikte Dylan'ın protest müziğe olan katkısını vurgulayan şarkılardan biri. Filmde, bu şarkının sözleriyle dönemin politik atmosferi arasında paralellik kuruluyor.

Don't Think Twite, It's All Right - Bob Dylan'ın duygusal dünyasına dair ipuçları veren bu parça, özellikle ilişkileri ve bireysel özgürlüğü ele alışıyla -veya vurdum duymazlığını- film anlatısı içerisinde önemli bir yer tutuyor. 

Maggie's Farm - Bob Dylan'ın geleneksel folk müziği terk ederek elektronik müziğe geçişinin simgesi olarak kullanılıyor bu şarkı.

Like a Rolling Stone -  Elektro müziğe geçişte halkı verdiği tepkinin tavan yaptığı bu şarkı sahnesi -ki benim en sevdiğim müzik anlarından biridir- filmin en top noktası oluyor. No Direction Home belgeselinde izlemeye doyamadığım Newport Folk Festival sahnesinde bu şarkının seslendirildiği kısmı bire bire yakın bir benzerlikle harika sahnelemiş Timothee. Sırtı seyirciye dönükken 'Play it fuckin loud' dedikten sonra seyirciye dönüp şarkıya başlaması benim 2 saati aşan film süresi boyunca en çok beklediğim sahneydi. 


2007 yapımı I'm Not There filminden bahsetmişken, o film (i'm not there) ile bu (a complete unknown) filmin karşılaştırmasını da yapayım bir ölçüde. O filmde Bob Dylan'nın çok yönlü karakteri ele alınırken, bu film daha kısıtlı bir dönemin sanatsal atmosferini yansıtıyor. O filmde Bob Dylan'ın müziğinden çok onun kimliği ile ilgileniliyor iken, bu filmde kişiliğine dair en ufak bir bilgi yok. O filmin izleyeci tarafından anlaşılması daha zor iken, bu film ise daha basit bir anlatım sunuyor. I'm Not There filmde Bob Dylan'ı canlandıran isimler listesi oldukça kabarıktı; Christian Bale, Heath Ledger, Ben Whislaw, Richard Gere ve Cate Blachett. Her biri Bob Dylan'ın farklı dönemini anlatıyor. En beğenilen performansı ise yine ne hikmetse 1961-1965 dönemine denk gelen kısmı canlandıran Cate Blachett idi. Bir kadının bir erkeği canlandırdığı en başarılı performanslardan biridir. Bu filmde ise tek bir Bob Dylan canlandırması var ve o da Timothee Chalamet'e ait. O da bu işin fazlasıyla hakkını vermiş gözüküyor.


Sonuç olarak, A Complete Unknown filmi Bob Dylan'ı anlamaya çalışan bir film olmaktan çok, onun etrafındaki mitolojiyi ve dönemin popüler kültüründeki yankısını ele alan bir yapım. Yönetmen James Mangold, kesinlikle Bob Dylan'ı çözmeye, onu anlamaya çalışmıyor. 1961-1965 arası dönemi belgesel olarak sunan No Direction Home belgeselinin canlandırmasını yapmış adeta. Bu sebeple biyografi türüne sıkı sıkıya bağlı kalıp sanatsal riskler alıp yorumlar katmaktan sakınmış. Timothee Chalamet'in etkileyici performansı, aday olduğu En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde iddialı bir konuma taşıyor bana göre. Alırsa şaşırmam, hatta tüm adayları izlemiş biri olarak bence en hak edeni. (Gelecekten not: aday olduğu 8 daldan da eli boş döndü. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü The Brutalist filmiyle Adrien Brody'e kaptırdı.)

Türkiye'de verdiği konserinden bahsetmişken o kısmı da açayım. Bob Dylan 1989, 2010 ve 2014 yılı olmak üzere İstanbul'da 3 kez konser verdi. 2010 tarihli konserine katılım sağladım ve beklentim çok yoktu yaşından ötürü. Ki beklendiği gibi de oldu. Amaç ustayı görmek, ona olan saygı duruşunu yapmaktı. Bu sebeple 2014 yılındaki konserine gitmedim. Ama 83 yaşında olmasına rağmen konserleri bırakmış değil. 2025 yılı konser takvimi de bir hayli kalabalık. Yolunuz düşerse göreceğiniz şey ne yazık ki piyano başında oturmuş, mırıldanan bir adam olacak. Ama yine de hayran hayran o azmine bakacaksınız. Biz baktık. 1989'daki konserine gidenler kadar şanslı değildik belki de. Aynı tarihte az ötede Gülhane parkında konser veren İbrahim Tatlıses'i tercih etmeyip, Harbiye'de Bob Dylan'ı seçen o 4000 koca yürekli insanı tebrik ediyorum.