Oscar'da 10 dalda adaylığı olan, Bafta'da En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan The Brutalist filmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Amerika'ya göç eden Macar mimar Laszlo Toth'u merkezine alıp, göçmenlik, sanat, kapitalizm ve kimlik temalarını inceliyor. 3 buçuk saatlik bu yapım bize başka neler anlatıyor bir bakalım.


Baştan söylemekte fayda var, bu film gerçek bir kişinin hayatını anlatmıyor, tamamen kurgusal. Her ne kadar gerçek hayatta Macar asıllı Laszlo Toth isminde biri var ise bu filmdeki o değil. Gerçek Laszlo Toth bir mimar değil, bir jeolog. Mimari ve sanat ile tek ilgisi, 1972 yılında Vatikan'daki San Pietro Katedralinde bulunan Michelangelo'nun Pieta heykeline yaptığı saldırıdır. Ve bu saldırıda Meryem Ana'nın sol kolunu ve burnunu kırmış. Kendisini İsa Mesih olarak da gören bu şahıs, akıl sağlığı gerekçe gösterilerek ceza almamış. Bir nevi Hasan Mezarcı. 

Filmin ismi olan Brutalist ile ilk olarak 1950'lerde moda olan mimari bir dönem kastediliyor. 1950'lerde moda olan bu akımda betonlar sıva veya boya ile kapatılmayarak tamamen çıplak bırakılıyor. Ve böylece yapımlar daha vahşi, doğal ve ilkel bir görünüme sahip oluyor. (Bir dönem Topkapı Cevizlibağ'daki Vatan Computer'ın bulunduğu eski Tercüman Gazetesi binası bu yapımlara örnek. Ne yazık ki yıkıldı.) Ancak kelimenin önüne 'The' gelip isim 'The Brutalist' olunca sanırım kastedilen şey mimariden fazlası oluyor. 

Bu ön bilgilerden sonra gelelim filme. Film, Laszlo'nun (Adrien Brody) Amerika'ya varışı ile başlıyor. Filmin posterlerinde görmüş olduğumuz ters dönmüş Özgürlük Heykeli, filmin başında karşımıza çıkıyor. Bu görsel metafor, filmin sanat ve kapitalizm arasındaki gerilimi irdeleyen ana temasına işaret ediyor ve Amerika'ya göç etmiş kişilerin bazı beklentilerin ters tepebileceği mesajını en başta veriyor. Göçmen kimliği ve savaşın bıraktığı travmalar, Laszlo'nun kişisel mücadelesinin temelini oluştururken, kimliğini ifade etmek için tek araç olarak mimarlığı görüyor ki tasarladığı mimari ile verdiği mesajları filmin sonunda dinliyoruz. 

Amerika'daki kuzeni Attila'nın yanında marangoz olarak çalışırken zengin bir iş adamı olan Harrison Van Burren (Guy Pearce) için bir kütüphane tasarlar ancak hem işiyle, hem de kuzeni Attila ile ilişkisi bozulur. Taa ki o kütüphane bir dergide övülene kadar. Harrison Van Buren, Laszlo'yu tekrar bulur ve kendisi için çalışmasını ister. Laszlo ile onu entelektüel açıdan, fiziki açıdan ve hatta bedensel olarak sömüren zengin bir iş adamı ilişkili filmimiz de burada başlıyor. 


Filmin ikinci yarısında, zengin iş adamı Harrison Lee Van Buren ile Laszlo'nun ilişkisi, sanat ve güç arasındaki çatışmayı daha da belirginleştiriyor. Van Buren'in toplum için inşa ettirmek istediği anıtsal yapı, aslında kendi mirasını ölümsüzleştirme arzusunun yansımasıdır. Laszlo'nun yaratıcılığı, patronunun finansal desteği karşısında giderek kısıtlanır. Film, bu dinamiği ele alırken, bu gibi yüksek bütçeli mimari sanat eserlerinde eserin gerçek sahibinin kim olacağı konusu çelişkili şekilde irdelenir. Yapıyı tasarlayan ve imarı yöneten mimar mı, yoksa yapımı finanse eden banisi mi? 


Konuşulan Mağara Sahnesi

Van Buren'in Laszlo'yu sömürüsü sadece finansal açıdan değildir. Mermer seçimi için gittikleri İtalya'da, Laszlo bağımlısı olduğu uyuşturucunun tribinde iken Van Buren'in kendisine tecavüz ettiği sahne sömürünün ne kadar genişletilebileceğini gösteriyor. Sahnenin gereksizliği ve anlatıda bir eğreti oluşturduğunu düşünenler olsa da Van Buren'in film boyunca Laszlo'ya hayranlık beslemesi bu sahneye biraz bağlam kazandırıyor açıkcası. Olay öncesi yaptığı konuşmada da adeta 'kendini haddinden fazla büyük gören göçmenlere gerçek patronun kim olduğunu gösterircesine' işliyor bu fiili. Ve bir diğer bağlam da Laszlo'nun eşi Erzsebet'in (Felicity Jones) Van Buren'i tecavüzcü olmakla suçladığı sahne. Van Buren'in oğlunun 'baba, baba, baba' diye dolanması akıllara yıllar önce yaşanmış aile için bir cinsel tacizin olabileceği ihtimalini de sokmuyor değil. 


Artılar ve Eksiler

Filmin en önemli artısı şüphesiz oyunculuklar. Adrien Brody ve özellikle Guy Pearce'in oyunculukları filmin en çok tutulan unsuru olmalı. Bunun yanında VistaVision formatında çekilen geniş açılı görüntüler, mimariyi ve doğa görüntülerini güzel çerçeveliyor. 

Eksileri için ilk olarak çok uzun oluşu. 3 buçuk saatlik bir film değil kesinlikle. Uzun tutulan filmde seyirciyi ekranda tutacak merak, gizem, polisiye, aksiyon gibi unsurlar olması gerekirken bu filmde izleyiciyi diri tutacak ne bir anlatım var ne de bir olay. Anlatımın giderek zayıflaması filme olan odağı zorlaştırıyor. Oscar için yarışan bu filmi, akademi üyelerinin birçoğu bitiremediğini açıklamıştı.


Filmin yapımında kullanılan yapay zeka: Respeecher

Ana karakterimiz Laszlo aslen bir Macar olduğu için kendisinden macarca konuşması da bekleniyor haliyle. Bunun için Adrien Brody'nin ve Felicity Jones'un Macarca konuşmayı öğrenmesi gerekiyordu. Fakat bunun hem uzun ve meşakkatli oluşu, hem de aksanın çok bozuk ve eğreti duracağı bilindiği için yönetmen yapay zekaya başvurmuş. Karakterleri, kendi sesiyle o dili konuşuyormuş gibi gösteren Kiev/Ukrayna merkezli yapay zeka uygulaması Respeecher'ı kullanmış. Bunu da bir gizlilik sözleşmesiyle gizlemek yerine, filmin sonundaki jeneriklerde belirtmiş.


Sonuç olarak The Brutalist, sadece bir mimarın hayatını anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda göçmenlik, sanatın özgürlüğü ve kapitalizmin birey üzerindeki baskısını sorgulayan bir anlatı sunuyor. Bunu 3 saat 35 dakikada yaptığı için sıkıyor. Yine de Adrien Brody'nin içsel çatışmaları ustalıkla yansıtan performansı ve Guy Pearce'in canlandırığı güç düşkünü patron karakteri filmi izlemeye bir nebze değer kılan unsurlar. 10 dalda aday olduğu Oscar töreninden oyunculuk kategorilerinden ödülle dönerse şaşırmam. Ancak En İyi Film dalında heykelciği kaldırırsa ağır kudururum. Gelecek nesillere bunu anlatamayız. Tek diyebileceğimiz Ricky Gervais in dediği olur ancak: "ödül almak istiyorsan, bir soykırım filmi yap."

0 serzeniş: