Yazıma çocukluk çağı geleneksel sorusuyla başlıyorum: Büyüyünce ne olacaksın?

Bu soruya verilen cevaplar genelde dönemin popüler meslekleri olur. Misal şu an bu soruya bir çok çocuk 'basketbolcu' cevabı verir. Ali Ağaoğlu olmak istiyorum diyenler de çıkacaktır. Doktor öğretmen pilot klasik gereksiz-şuursuz cevaplardır. Şuna eminimki 1 milyon çocuktan 1i belki yönetmen olmak istiyorum diyecektir.

Manasız gözüken bir girişten sonra konuyu Xavier Dolan isimli şahısa bağlamak istiyorum(ve bağladım.) İş bu şahıs bu hafta vizyona giren 'Annemi Öldürdüm' filminin;
-Yönetmeni,
-Başrol oyuncusu,
-Senaristi.

Bir insanın bu noktaya gelebilmesi için ortalama bir yaşta olması gerekir normal şartlarda. En az 30-40 arasında olması şart. Ancak gelin görün ve duyup da inanmayın ama bu şahıs daha 21 yaşında. 1989 yılında dünyaya teşrif etmiş. Muhtemel odur ki çocukken şu başlıkta ki soruya yönetmen cevabını vermiştir. Üstüne senaryo yazıp başrolde olması da cilası olmuştur.

Ulan ben daha okulumu bitirememişim. Yıllardır tek kişi de değil grup olarak bir kısa film çekememişiz. Henüz bir baltaya sap olmak şöyle dursun sapın madeni odun olamamışız. Sen gitmişsin bir filmin en önemli 3 görevini üstlenmişsin. İnsan değilsin. Adamın dibisin.

Bu yorumları filmini izlemeden yapıyor olsam da Cannes film festivalinde ilk filmiyle(yaşının 21 olduğunu unutmayalım) aldığı 3 ödül kendisi hakkında olumlu fikirler yürütmeye imkan ve şerait sağlıyor. Üstelik kendisi bir tabuyu da yıkmıştır. Bir şey olmak için illa da büyümenin gerekmediğini göstermiştir. Kendisi büyümeden bir şeyler olmuştur. Helalinden bi helal olsunu haketti.

Sevdim bu Xavier'i. İsimden kazanıyor zaten. Xavier Bardem ismi ne kadar seksi geliyorsa kulağa Xavier Dolan'da o kadar seksi...

Xavier'i sevdim sevmesine de şu Justin Bieber'i bi gıdım sevemedim. Seni orataya çıkarana, ortaya çıktığın güne, senle düet yapana lanet ediyorum. Ulan 13 14 yaşında bi çocuksun. Sikici ergen sesin vardır şarkı falan okursun anlarım. Ulan kitap yazmak nedir. Bi de hayatını anlattığın bir kitap yazmak nedir! Kimi kandırıyosun olum sen. Ne yaşadın da ne yazıyorsun lan! Tipinden belli zengin çocuğusun. Dram da yoktur kesin hayatında. Şuna eminim ki o kitabı bu çocuk yazmadı. Bunların bir yazar kadrosu var onlar yazıyor her şeyi. Amerika işte. Bu yazarların arkasında da İsrail var. Soysuz herifler. Bizi Justin'le kandırmaya çalışıyorlar. Dostum sen daha yenisin. Biz de Küçük İbolar- Küçük Onurlar vardır. Onların da senin gibi kitabı olmasa da dizileri oldu. Ama bi sikim olamadılar. Sen de o-la-ma-ya-cak-sın. Fuck you deve...(Eminem sıtayla) Bu yazıyı yazarak seni ne kadar önemsediğimi düşün. Yolun başındayken çek git bebeğim buralardan. Yazık etme kendine. Zaten Kanada'lıymışsın. Robin teyzenin hayatını örnek al(HIMY'den Robin). Aslında kız olsaydın sorunum olmazdı senle. Uyuzluğumun sebebi erkek olman. İstersen bi ameliyatla kız olabilir, ki kızımsı bi tavrın var, yoluna bakabilirsin. Böylece aramızdaki mesele hallolur. Are we clear?

Gıcıklığımın asıl sebebini buldum. Mesele çocuğa büyük muamelesi yaptırmek yeğen. Çocuk lan bu. Parka gitsin, kaydıraktan kaysın, bisikletten düşsün... Ama böyle ağır abi kıyafetleri ile sevgilisnden büyük darbe yemiş ayaklarıyla gelmesin karşıma. Anladın di mi meseleyi yeğen.

Gündem Dışı:
Yeğen demişken Ramiz Dayı bıçaklandı bu hafta. Geçen 'thanks god' la bi kafede takılıyoduk. Söylediğine göre Ramiz ölecekler arasında yokmuş. Rahat olun. Ezelden söz etmişken Ufuk Bayraktar'ı es geçmeyelim. Adam döktürüyo resmen. Bundan önce bir dizide başroldeydi Showtv de. Ama tutmamıştı. Üzülmüştüm. Bu sefer sağlam yerden sağlam rolle oyuna dahil oldu. Reklamını çok iyi şekilde yapıyor. Ezel'den sonra yeni bir diziyle karşımıza çıkacaktır. Muhtemeldir ki bu tarz bir role bürünecektir yine. Bekliyoruz...

The Office hayranları... Yeni sezon başladı. Aldığım bilgilere göre Steve Carrol dizide daha fazla durmaktan imtina ediyormuş. Son sezonu veya son 2 sezonu izliyor olabiliriz. Ona göre daha bi oturaklı izleyin. Adam olun lan.

Son olarak bu yazıyı bi mahalle bakkalından yazdığımı belirtmek isterim: Ok-Ay Gıda Paz. Oto İnş. San. Tic. Ltd. Şti. Tam karşımızda Pınar Hipermarket var. Mahelleli olarak bu caddede 'Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı' konseptini oluşturduk. Çok eğleniyoruz...!

İstanbul Modern tarafından düzenlenen Transit Hayatlar: Almanya’dan Yepyeni Filmler etkinliği için düzenlemiş olduğumuz ödüllü yarışmamız sona ermiş bulunuyor.Yarışmamız biraz aceleye geldiği için katılımı tek gün ile sınırlı tuttuk ve sorduğumuz kareler diğer yarışmalarımıza oranla kolay oldu.Katılan arkadaşlara teşekkür ediyor ve kazananları bildirmeden önce doğru cevapları verelim.

1-Gegen die Wand/Duvara Karşı

2-Das Leben der Anderen/Başkalarının Hayatı

3-The Usual Suspects/Olağan Şüpheliler

Soruları doğru cevaplayan 11 arkadaşımız arasından Random.org üzerinde yaptığımız çekilişle biletleri İzlandik ve Pruebelle kazandı.En yakın sürsede mail adresimiz üzerinden bizimle irtibata geçerlerse seviniriz.

Herkese merhaba! Bu seferki ödülümüz İstanbul Modern tarafından gerçekleştirilen Transit Hayatlar: Almanya’dan Yepyeni Filmler etkinliğinden. Etkinlik için iki adet çift kişilik bilet ödülümüz var. Yani doğru bilenler arasından yapacağımız çekilişte iki kişiye çift kişilik bilet vereceğiz. Yalnız şöyle bi durum var: Biletler sadece 29 Eylül Çarşamba günü için geçerli. Bu yüzden doğru cevabı verdiğine inananlar yarın akşam muhakkak bloga bir göz atsın.

Yarışma kuralları:
-
Ödüle hak kazanmak için sorulan 3 sorunun da doğru bilinmesi gerekmektedir.
- Ödül; soruyu ilk bilen kişiye değil, hak kazanan
lar arasında yapılacak çekilişte çıkan 2 kişiye verilecektir. (çekiliş random.org üzerinden gerçekleştirilecektir)
-
Sonuçlar açıklanana kadar yorumların gösterimi kap
alı olup süre bittiği zaman yayınlanacaktır. O andan itibaren gelen cevaplar geçersizdir.
- Süre 1 gündür. Salı (yani yarın) akşamı saat 20:00'ye kadar s
oruları cevaplama hakkınız var.
- Blogger kullanıcıları profilinde kendilerine ulaşabileceğimiz bir mail adresi bulundurursa iyi olacaktır. Aksi halde iletişime geçmekte zorluk yaşanmakta.
- Blogger hesabı olmayan adsızların da cevapla birlikte kendilerine ulaşabileceğimiz bir mail adresi yazmaları kendileri adına güzellik, bizim adımıza kolaylık sağlayacaktır.
Bol Şans.


Sorumuz aynı: Bu kareler hangi filmlerden?



1-?



2-?


3-?



Herkese iyi şanslar!!

İstanbullu bir sinemasever için yazın geride kaldığı günler Film Ekimi programının açıklanmasıyla paralel doğrultudadır.Sonbaharın rüzgarını günden güne daha çok hissettirdiği günlerde Sonbahahar Film Haftası İstanbullu sinemaseverler için bulunmaz bir nimettir.

Her yıl olduğu gibi Cannes,Venedik,Sundance ve Toronto film festivallerinde gösterimleri yapılmış ve ödüller kazanmış olan filmlerin sunumunun yapılacağı Sonbahar Film haftasının bu seneki tarihleri 8-14 Ekim 2010.Atlas ve Beyoğlu sinemaları dışında Maçka G-Mall'da da gösterimlerin yapılacağı festivalin gala filmlerine kısaca bakacak olursak;

Somewhere-Başka Bir Yerde/Sofia Coppola

Sofia Coppola babasından yadigar yönetmenlik yeteneğinin olduğunu Lost In Translation filminde bizlere göstermişti.Uzun metrajlı 3.filmi olan Somewhere ile de Venedik'te Altın Ayıyı kazanan Sofia,Somewhere filminde çocukluk anılarından esinlenmiş.Hollywood eşrafından bir yıldızın alkol,uyuşturucu ve kızlarla çevrili bir hayatını ve 11 yaşındaki kızın bu hayata birşekilde dahil olması ve Hollywood yıldızının hayatını değiştirmesini konu alıyor.

New York I Love You/11 Farklı Yönetmen

Paris Jet'aime filminden aşina olduğumuz fikrin New York uygulaması olan yapımda 11 ayrı yönetmenin uyumayan şehir New York'ta çeşitli hikayeleri ele alışına tanıklık ediyoruz.Aşkların her türlüsünün yaşandığı şehirde birden çok yönetmenin kullanılması da onların gözünde Ne York'un ne demek olduğunu bizlere hissettiriyor.Yönetmen kadrosunda bizden diyebileceğimiz Fatih Akın ve oyuncu kadrosunda da Uğur Yücel bulunmaktadır.



Lung Boonmee Raluek Chat-Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor/Apitchanpong Weerasethakul


Bu yıl Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazanan bu Tayland yapımında böbrek yetmezliği yüzünden her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşan Boonmee'nin bir gece yemek masasında vefat etmiş olan karısını ve oğlunu görmesiyle sohbete koyulması ve zaman içinde diğer akrabalarını da görmesini konu alır.Metafizik ve ilkel inançlarla bezeli filmin esas değindiği mevzu ise 'şefkat'.

Route Irish-Tehlikeli Yol/Ken Loach

Geçtiğimiz yıl "Looking For Eric" yapımıyla festivale katılan Ken Loach genel olarak işçi sınıfından manzaralar sunduğu yapımlarla adını duyurmuştur. Bu sefer ise dümeni farklı bir istikamete doğru çevirmiş.Route Irish'te Liverpoollu iki arkadaşın 2004teki terhislerinden sonra yüksek maaşı gözardı edemeyip Irak'ta güvenlik görevlisi olarak çalışmalarıyla başlayan süreç sonunda iki arkadaştan Frankie yeşil bölge olarak adlandırılan yolda öldürülür.Tesadüften öte bir cinayet olduğunu düşünen Fergus ise araştırmalara başlar.Ken Loach eleştirdiği konulara öfkesini saçmaya Route Irish devam eder.

The Town-Hırsızlar Şehri/Ben Affleck

Kameranın karşısında defalarca izlediğimiz Ben Affleck yönetmenlik deneyiminin 2.filminde başrolü de kendisine vermiş.Banka soygunu yapan bir çetenin başı olan Doug MacRay son soygunlarından sonra bankanın müdüresiyle aynı mahallede yaşadığını öğrenir ve Claire'a aşık olur.Bunun neticesinde hem Claire'a hem de kardeşi kadar yakın gördüğü Jem'e ihanet etmek istemeyen Doug'un bir seçim yapması gerekiyor.


Galalarda gösterimi yapılacak olan bu 5 yapım dışında Film Ekimi'nin programında birbirinden değerli birçok yönetmenin filmi bulunuyor.Toplamda 31 filmin gösterminin yapılacağı festivalde gösterimi yapılacak olan diğer filmler ise aşağıda yer alıyor.Filmlerin üzerina tıklayarak Imdb sayfalarından yapımlarla ilgili daha detaylı bilgi alabilirsiniz.

Flicke Som Lekte Med Elden-Ateşle Oynayan Kız/Daniel Alfredson

Tournée-Turne/Mathiu Amalric (2010 Cannes En iyi Yönetmen Ödülü)

Kaboom-Gümm/Gregg Araki (2010 Cannes Eşcinsel Palmiye Ödülü)

Carlos/Olivier Assayas

Des Hommes Et Des Dieux-İnsanlar ve Tanrılar/Xavier Beauvois(2010 Cannes Büyük Ödül)

Revolución-Devrim

The Tree-Ağaç/Julie Bertucelli

Alting Bliver Godt Igen-Her şey Güzel Olacak/Christoffer Boe

L'illusionniste-Sihirbaz/Sylvain Chomet

Mammoth-Mamut/Benoít Delépine & Gustave Kervern

Cyrus-Anneme Dokunma/ Jay Duplass & Mark Duplass

Film Socialisme-Sosyalizm/Jean Luc Godard

Der Räuber-Hırsız/Benjamin Heisenberg

My Son My Son What Have Ye Done-Benim Güzel Oğlum Ne Yaptın?/Werner Herzog

Certified Copy-Aslı Gibidir/Abbas Kiarostami

Akmareul Boattda-Şeytanı Gördüm/Kim Ji-Woon

Inhale-Nefes Nefese/Balthasar Kormákur

Room In Rome-Ateşli Oda/Julia Medem

Szelid Teremtes-A Frankestein Terv-Duyarlı Evlat-Frankestein Projesi/Kornél Mundruczó

Chatroom-Hideo Nakata

HappyThankYouMorePlease-Mutluyum Devam Et/Josh Radnor

L'âge De Raison-Aşka Fırsat Ver/Yann Samuel

Get Low-Mezara Kadar/Aaron Schneider

Jack Goes Boating-Jack'in Kayık Gezintisi/Philip Seymour Hoffman

Cirkus Colombia-Güzel Bir Hayat Düşlerken/Danis Tanovic

La Princesse De Montpensier-Montpensier Prensesi/Bertrand Tavernier


Program ve yapımlarla ilgili daha detaylı bilgiye organizasyonun resmi sitesi olan Film Ekimi'nden ulaşabilirsiniz.Ayrıca festival dahilindeki yapımlarla ilgili yazılarınızı festival süresince bekliyoruz.


BİLET FİYATLARI
Hafta içi 11.00, 13.30 ve 16.00 seansları (tek fiyat): 4,00 TL. Hafta içi 19.00 seansı ve hafta sonu tüm seanslar: 12,00 TL tam, 8 TL indirimli (öğrenci ve 65 yaşını geçmiş sinemaseverler) Galalar (tek fiyat): 15 TL.

Blog içinde düzenlemiş olduğumuz son yarışmayı da tamamlamış bulunuyoruz.Gene arşivimizde ismi geçmiş olan 2 Avrupa,1 Hollywood yapımını sorduğumuz yarışmada doğru cevabı veren dokuz arkadaşımız var.Onlar dışında sadece birer kare hatırlayabilen iki arkadaşımız var.Onları da ayrıca tebrik ediyoruz. :)Öncelikle gene doğru cevapları verelim.

1-Match Point

2-Soul Kitchen

3-Entre Les Murs

Doğru cevabı veren arkadaşlar arasında Random.org üzerinden yaptığımız çekilişte ise bilet ödülünü kazanan kişi gürültü nickli arkadaşımız oldu.Kendisini tebrik ediyor,blogun mail adresinden bize ulaşmasını bekliyoruz.


Transit Hayatlar: Almanya’dan Yepyeni Filmler
23-30 Eylül


Film gösterileri müze ziyaretçilerine ücretsiz. Sadece müze giriş ücretiyle filmleri izleyebileceksiniz anlamına gelir bu. Perşembe günleri müze girişleri de ücretsiz. Müze ve filmler bedava demektir bu da.

Etkinlik yorumlarınızı Konuk Yazar olarak paylaşabilirsiniz.


İstanbul Modern Sinema, Goethe-Institut İstanbul işbirliğiyle, ilk gösterimi son bir yıl içerisinde gerçekleşmiş Alman filmlerinden bir seçki sunuyor. İzleyici ve eleştirmenlerin karşısına ilk kez Berlin, Cannes, Venedik, Toronto, Sundance gibi festivallerde çıkan filmlerden oluşan programın açılışını Almanya’nın ünlü genç aktörü Daniel Brühl’ün başrolde oynadığı, gerçekle... kurmacanın iç içe geçtiği keyifli bir romantik komedi olan Lila Lila filmi yapıyor.

Seçkide yer alan diğer filmler arasında geçtiğimiz yıl Bulutların Üstünde (Wolke 9) ile başarı kazanan Andreas Dresen’in gerçekle kurmacanın birbirine karıştığı senaryosuyla keyifli bir ‘film içinde film’ örneği olan melankolik komedi filmi Votka ile Viski, Max Ophuls Film Festivali’nden ödüllerle dönen, şiddeti ve mizahı yerinde bir psikolojik dram,Yerçekimi (Schwerkraft) ve bu yıl Berlin Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biri olan Thomas Arslan’ın gerilim yüklü cinayet filmi Gölgede (Im Schatten) ve Paris Orly Havalimanı’nın bekleme salonunda iki saat içinde gelişen aktarmalı hayatlar ve ilişkiler üzerine yenilikçi bir deneme olan Orly ve Koş Lola Koş, Parfüm gibi filmlerle tanıdığımız yönetmen, Tom Tykwer’ın yeni filmi Soul Boy yer alıyor.
(İstanbul Modern, Kendi tanıtımından)

Film Seansları

Filmin kamera kaydı bize okuma yazma bilmeyen küçük Baktay'ın arkadaşı Abbas tarafından okuma yazma bilmediği için aşağılanması ve Baktay'ın bundan utanç duymasıyla başlar.Abbas küçük bir çocuktur ve arkadaşının okuma-yazma bilmiyor olmasının dalga geçilebilecek bir konu olmadığını henüz öğrenememiştir.Özellikle de Afganistan'da yaşıyorsanız,söz konusu bile olmamalıdır.

Filmin esas konusu utançtır.Utanç çerçevesinde gelişir herşey ve böylelikle ilk utancı Baktay yaşar.Abbas'ın okuduğu hikayeden sonra okumayı ve yazmayı öğrenmek Baktay için okumayı öğrenmek, bilmediği dünyalardan hikayeleri öğrenebilmek demektir.Annesi evden uzakta çalışmaktadır ve bakmakla hükümlü olduğu küçük bir kardeşi vardır.Defter lazımdır,kalem lazımdır ve bunları elde etmek için en önemlisi para lazımdır ve bunları sağladıktan sonra mühim olan önyargıları aşabilmektir.

Bazı hikayeleri sinemaya aktarırken basit anlatmak gerekir ve Yönetmen Hana Makhmalbaf Afganistan'da günlük hayatta var olan önyargılar eşliğinde okul hayatına atılmaya çalışan Baktay'ın ilk okul gününü yalın bir anlatım kullanarak bizlere sunar.Afganistan son 30 yılda 'iki süper gücün' işgaline uğramış ve Taliban rejiminin katı kurallarına göre yönetilen bir ülke.Afganistan ile ilgili hepimizin bildiği kabul gören en doğru bilgi budur sanırım.Bilmediğimiz ise bu rejimin ve süper güçlerin baskıları ülkeyi ve insanlarını ne hale getirdiğidir.Okula başlamak Baktay için Taliban rejimiyle tanışmak anlamına gelir ve önyargıların toplumun her kesimine nasıl işlediğine Baktayla birlikte seyirci oluruz.


Filmin isminin Buddha Collapsed Out of Shame olmasının nedeni Taliban rejiminin 2001 yılında ülkedeki Buda heykellerini yıkması ve filmin yıkılan heykellerin olduğu köyde geçiyor olmasıdır.Bu heykellerin yıkılması Afganistan adına bir utançtır.İdelojinin çocuklarda yarattığı tesir oyunların Taliban-Amerikan savaşı ekseninde şekillenmesi ve kız çocuklarına verilen değerle ölçülebilir.İçlerindeki nefretle ülke geleceğinin hangi doğrultuda şekilleneceğini tahmin etmek pekte zor değil.Uygulamaları oyun olarak çocukluğa yerleştirmek büyüyünce mücahit olmalarının en temel eğitimidir.Burada suçlanması gereken tek olgu Taliban rejimi değildir elbette.Sovyet işgali ve sonrasında Amerikan destekli Talibana emanet edilen bir ülke ve bu rejime uymak zorunda bırakılan halk ve son olarak Amerikan işgali.İşgaller arası kökten dinci bir zihniyete bırakılmak halkın bakış açısını da etkiler ve kurtuluşun burada olduğu düşüncesi halk içinde de yaygınlaşabilir.Bu nedenle son 30 yıldır Afganistan'ın kaderine itilen bir ülke olması tüm dünyanın suçudu,utancıdır.

İmgelemeler filmde çok önemli yer tutuyor ve Buda heykelinin önünde başına kese kağıdı geçirilmiş Baktay ve çocukların Talibancılık oyunu filmin konu anlatımının en yoğun olduğu sahnelerdir.Gökyüzünde her cisim Amerikayı temsil eder.Kağıttan yapılmış uçaklar veya uçurtma.Çocukların gözünde yere düşen herşey Amerikaya vurulan birer darbedir.Bazı şeyleri basit anlatmakta fayda var demiştik ve bu sahnede yönetmen bunu fazlasıyla basitleştiriyor.Taliban için Amerikanın ne demek olduğu,kız çocuklarının okumasına bakış açısı ve kadının toplumdaki yeri.Baktay'ın ilk okul gününde eğitimin sağlandığı mekanlardan bağımsız olan şeyler bunlar.Çünkü eğitim sistemi ve eğitim alanları işin içine dahil olduğunda eğitim sadece kadınlar için değil erkek çocukları için de gereksiz bir hâl almaktadır.


Filmin yönetmeni Hana Makhmalbaf İranlı bir yönetmen.Makhmalbaf ailesini İran sinemasını yakından takip edenler bilir.Muhsin Makhmalbaf'ın kızı olan Hana 19 yaşında iken bu filmi çekmiştir.Filmde hem Taliban rejimine,hem de Amerika'ya eleştiriler getirerek yaşanılan olaylara dıştan bir göz olarak bakmayı seçmiştir.Çocuklar Talibancılık oynarken ellerine birer ağaç dalı tutuşturduğu gibi,aynı çocuklar Amerikancılık oynamaya başladığında ağaç dalından daha detaylandırılmış silahlar tutuşturmuştur.Bu da Afganistan'daki Amerikan ordularına bir bakış açısıdır.

Yapımda Baktay'ın ve Afganistan'ın utançları dışında en önemli utanç son sahneye saklanmıştır.Kamera kaydını bitirirken beynimize dank eden tek düşünce;özgür olmak için başka yolların olması gerektiğidir.

Imdb ile açılan, daha doğrusu popülerleşen sitema sitelerine her gün yenileri eklenirken beğeneceğinizi düşündüğümüz bir kaç öneriyi alıp, ealtürk ile bir liste hazırladık.




Criticker:Criticker'a esasında fazla uzatmadan sinemanın lastfm versiyonu dersek yeterli olur sanırım.Çalışma mantığı bir bakıma lastfm ile örtüşüyor.Sinema tabanlı film sitelerinin en önemli sorunu databaselerinde yeterli sayıda film olmamasıdır.Criticker üyelerin eklenmemiş olan filmleri ekleyebilmesine olanak sağlaması ve her filmin hemen hemen trailer'ı olması sonucunda oldukça gelişmiş bir site.Criticker'ı film database'i tutan sinema sitelerinden ayıran en önemli etken ise kullanıcıların filmleri oylamasına müsade etmesi ve böylece kendi log'unuzu tutuyor olmanız.Özellikle son dönemde birçok site bu ve benzeri hizmetleri sunuyor lakin basit arayüzü ve kullanışlı olması nedeniyle Criticker onlardan bir adım önde.İzlediğiniz filmlere anında ulaşabiliyor ve izlemek istediğiniz filmleri de bir bakıma elinizin altında tutuyorsunuz.Kumpel mantığıyla sitenin diğer kullanıcılarını arkadaş olarak ekleyebiliyor ve site içierisindeki üyelerden sizin film zevkinize en uygun kişileri görebiliyorsunuz(TCI).Böylece diğer kullanıcıların listelerinden film tavsiyesi de alıyorsunuz.Belirli düzeyde film oyladıktan sonra size tutarlı film önerileri yapan veya izlemediğiniz filmleri eğer izlemiş olsaydınız muhtemelen kaç puan vericeğinizi de hesaplıyan sistemleri oldukça yararlı(PSI).Film ve arkadaş tavsiyelerini son derece tutarlı yapıyor olması ve sizin puanlarınızı baz aldığı için yanılma payının az olması siteyi popüler hale getirmiş durumda.Zira son dönemlerde merak ettiğim bir filmin Imdb linkine bakmadan önce Criticker linkine bakmakta yarar görüyorum.Kullanıcıların kişisel olarak hazırladıkları listelerle de beğendiiğiniz bir filmin benzerlerine bu koleksiyonlar sayesinde olaşabiliyorsunuz.Örneğin bu başlık altında küçük bir oyuncu ekibine sahip filmlerin listelenmiş halini görüyorsunuz.Bunun gibi kullanıcılar tarafından hazırlanan yüzlerce başlık var.Basit arayüzü ve kullanışlı olması nedeniyle sizlere önerebiliceğim en iyi sinema sitesidir.Hesabınız varsa veya açmayı düşünürseniz beni de ekleyebilirsiniz.
Criticker hesap: ealturk
Benzer siteler : www.flixter.com www.icheckmovies.com www.filmaster.com 



Metacritic:Metacritic sinemadan bağımsız olarak oyun,tv programları,müzik gibi konularda da kullanıcılarına bilgi vermeyi amaçlayan bir site.Sinema köşesinde fragmanlardan,film kritiklerine,yeni çıkıcak yapımlarla ilgili bilgilere kadar oldukça geniş bir database'e sahip.Takipçilerine Kullanıcıların verdiği oylar ve sitenin verdiği oylar olmak üzere ayrı puanlama sistemleri var.Çoğu kullanıcı için puanlama şekilleri tatmin edici olmasa da sinema database'leri arasında önemli bir yere sahiptir.


Trailerfreaks:Özellikle gösterime girmesini beklediğimiz filmi beklerken veya bir yapımla ilgili fikir sahibi olmak adına  filmlerin fragmanları bizlere çok yardımcı olur.Film fragmanlarını indirebilme kolaylığı da sağlayan Trailerfreaks sahip olduğu arşiv ile bu işi en iyi yapan sinema sitelerinden.Bunu HD formatında sunuyor olması da onu diğer fragman sitelerinden ayırıyor.
Benzer site:www.trailerspy.com

Yazar: ealtürk
 
-


MUBI: Mubi nedir diye düşünüyorum sitesine merakla girerken. İnternette surf yaparken rastladığım bir sinema sitesi sadece. Güzel ve açık bir ara yüz, “Her zaman, her yerden izleyebileceğiniz, keşfedeceğiniz, tartışacağınız online sinema” diye de tanıtıyor kendini. Memnuniyetimi hemen Facebook hesabımı kullanarak içeriye giriyorum ve acilen Mubi nedir diyorum yine. Tanıttığı kadarının dışında Nijerya’da da bir şehir olduğunu öğreniyorum ve yaşasın dünya bilgisi diyerek fonetik okunuşunu da öğretiyor: mōō'bē
Mubi kendini tanıttığı kadar açık bir site çıkıyor gerçekten. Site önemli sinema isimleri ile çalışıyor, rahat olun. Beğendiğiniz filmleri sevdikleriniz arasına alıp, puanlıyorsunuz. Kritiklerini okuyabiliyor, hangi listeye dahil olduğunu (örneğin o yılın Cannes adayı olup olmadığı, kişisel favoriler)  görebiliyorsunuz. Bunu yaparken hangi bölgede neler oynuyor görüyorsunuz. Ayrıca ayda belli bir miktarla bağımsız filmleri izleyebiliyorsunuz- ki zaten Mubi bağımsız filmler üzerine kurulmuş bir site. Örneğin ülkemize ne kadar bağımsız yapım giriyor? Bunlara nasıl ulaşabileceğiz? Mubi işi çözüyor! Ancak bu başyapıtları hiç bulamayacağınız anlamına gelmez! İnternette izlediğiniz düşük çözünürlüklü filmleri çöpe de attırıyor hani, kaliteyi doyasıya yaşayabiliyorsunuz.  Elinizde bir fincan kahve, siyah çerçeveli gözlüklerinizle bağımsız filmin kralı oluveriyorsunuz.
Bu şahane fikrin mucidi ise Efe Çakarel’miş. Kimin aklına gelirdi? Son dönemde adını duymaya başladığımız bu isme şükran hissediyorum ve Mubi’nin kuruluşunu, sayısal değerlerini ve Martin Scorsese ile olan ilişkisini merak ediyorsanız Kanat Atkaya güzel bir muhabbet paylaşmış bize.
Güzel bir film arşivi oluşturmak istiyorsanız hemen bir hesap açın derim.


Rotten Tomatoes, bir üyelik karşılığında oluşturduğunuz profille istediğiniz filmlere oy vermenizi, pek çok makaleye ulaşmanızı ve eleştirmenler tarafından yapılan kimi zaman gerçekten iyi eleştirileri okumanızı sağlıyor. Bugüne kadar popülerliğini veri tabanındaki pek çok tarzda filmi barındırması, vizyon sineması ile ilgilenmesi ve tartışma, eleştirme ve forum bölümlerine bağlıyor. Ayrıca en çok satılan DVD’ler, ünlüler, film görselleri, haberler ve fragmanı da alt yapısında hizmete sunuyor.
Sitede filmler “Rotten” –Çürük ve  ya “Fresh”-Taze şeklinde kullanıcıların karşısına çıkıyor. E tabi havadan almadığı bu vasıfları ilkin eleştirmenlerce oylanıyor ve sonra kullanıcı oyları ile destekleniyor. Bir film 60’tan aşağıdaysa Rotten, bunun üzerinedeyse Fresh’leniyor. Pek çok kullanıcı için Imdb’den daha güvenilir olduğu söyleniyor. ‘Çok fazla şey’in içerdiği bu site çoğu zaman da haklı çıkıyor esasen.
Kendinize ait blog  ve ya liste yapabileceğiniz Rotten Tomatoes’a şuradan ulaşabilirsiniz.
 Yazar: mtat



Canlandıranlar Nedir?

Türkiye’de canlandırma sinemasının ihtiyaçlarını ve mevcut üretim ortamını göz önüne alarak, 2008 yılında Berat İlk tarafından geliştirilen “Canlandıranlar” başlıklı projeler; animasyon için çalışan, emek veren, üretim yapan ya da yapmak isteyen kişilere odaklanıyor. Kar amacı gütmeyen ve teknik ayrım gözetmeyen bu oluşum dahilinde, canlandırma sineması yapmak isteyenler hem eğitim hem üretim olanaklarına sahip oluyorlar. “Canlandıranlar” projesinin bir amacı da bu alanda bellek oluşturmak. Canlandıranlar’ın sürdürülebilir olması ve her sene tekrarlanması planlanıyor.

“Canlandıranlar” için, Berat İlk tarafından, 2008 yılından beri Bilgi Üniversitesi’nde ücretsiz film atölyeleri düzenleniyor. Aynı sıralarda şekillenen “Canlandıranlar Yetenek Kampı” projesi ise İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı etkinlikleri çerçevesinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi VCD Bölümü ortaklığıyla, 2009 ve 2010 yılında hayata geçirildi. “Canlandıranlar Yetenek Kampı”nı; Bahçeşehir Üniversitesi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi ve Maltepe Üniversitesi ile Sinefekt, Anima, Canlandırma Servisi ve Dirty Cheap Creative yapım şirketleri de destekliyor.




Canlandıranlar Yetenek Kampı, 2010 yılı boyunca süren, animasyon eğitimini- üretimini kapsayan 2010 ajansının desteklediği tek animasyon projesi olma özelliğini taşıyor. Berat İlk tarafından 2008 yılından beri yürütülen proje kar amacı gütmeyen, canlandırma sineması ile uğraşanların donanım kazanmasını, teknik açıdan daha kaliteli üretimler yapılmasını ve Türkiye’de yapılan çalışmaların arşivlenmesini hedeflemektedir.

2010-2011 döneminde de devam etmesi planlanan projenin destek bulması ve atölyelere animasyonla ilgilenenlerin katılımının sağlanması için tanıtımının yapılması üzerinde durulan noktalardan biri. Bu sebeple biz de 2010 AKB Ajansı Gönüllü Programı olarak Canlandıranlar Yetenek Kampı (CYK)’nın çeşitli iletişim ağları kullanılarak tanıtımlarının yapılması ve kamuoyuna duyurulması için çalışmaktayız.

Projenin en önemli özelliklerinden biri tüm atölyelerin ücretsiz olarak verilmiş olması ve www.canlandiranlar.com adresinin arşiv bölümünde kayıtlı olarak tutulup herkesin yararlanmasını sağlamasıdır. Atölyeler sonunda katılımcıların ürettiği projeler arasından seçici kurul tarafından 3 proje seçildi. Haziran ayında toplam 6 projenin çekim hazırlıkları başladı. Aralık ayında ise çekimi yapılan filmlerin gösteriminin yapılması ve çeşitli uluslar arası film festivallerine gönderilmesi planlanmakta.

İlk iki yarışmanın aksine bu yarışmamızda daha az katılımcı ve doğru cevap çıktı.Soruların çok fazla zor olduğunu düşünmüyorum.Soruları cevaplayanlar arasında yanlış cevabın çıkmamış olması da filmlerin hepsini bilen veya bulanların yarışmaya katıldığını gösteriyor.

Cevapları teyit amaçlı yazacak olursak;

1-The Royal Tenenbaums

2-I'm a Cyborg,But That's OK!

3-Kaç Para Kaç


Random.org üzerinden yaptığımız çekilişle de doğru cevabı bilen 8 kişi arasından bileti kazanan arkadaşımız Serpil Yıldız oldu.Kendisini tebrik ediyor iletişim adresimizden bizimle irtibata geçmesini bekliyoruz.

AFM sinemalarından bilet ödüllü soru yarışmamızın üçüncüsü:


İlk yarışmamız Avrupa sineması,2.yarışmamız ise Hollywood'un bilinilirliği yüksek yapımları üzerine olmuştu.Kolay-zor dengesini orta düzeyde tutmak için bu sefer hem Hollywood,hem Türk, hem de Uzakdoğu sinemasından kareler var.Kuralları okumakta fayda var.


Yarışma kuralları:
-
Ödüle hak kazanmak için sorulan 3 sorunun da doğru bilinmesi gerekmektedir.
- 3 soruyu da bilen olmazsa ödül hakkı 2 soruyu bilenlere verilecektir.- 2 bilen de çıkmazsa, 1 soru bilenler sevinmesin boşuna, bilet
bir sonraki haftaya devreder.
- Ödül; soruyu ilk bilen kişiye değil, hak kazanan
lar arasında yapılacak çekilişte çıkan kişiye verilecektir. (çekiliş random.org üzerinden gerçekleştirilecektir)
-
Sonuçlar açıklanana kadar yorumların gösterimi kapalı olup süre bittiği zaman
yayınlanacaktır. O andan itibaren gelen cevaplar geçersizdir.
- Süre 2 gündür. Salı akşamı saat 20:00'ye kadar soruları cevaplama hakkınız var.
- Blogger kullanıcıları profilinde kendilerine ulaşabileceğimiz bir mail adresi bulundurursa iyi olacaktır. Aksi halde iletişime geçmekte zorluk yaşanmakta.
- Blogger hesabı olmayan adsızların da cevapla birlikte kendilerine ulaşabileceğimiz bir mail adresi yazmaları kendileri adına güzellik, bizim adımıza kolaylık sağlayacaktır.
Bol Şans.

Soru yine aynı; bu kareler hangi filmlere ait?



1:?




2:?



3:?



*size yine tanıdık bir tüyo; bahsi geçen filmlerin adları blogta daha önceden geçmişti.



(bence bu "beğen" linkine tıklayıp bunu facebookta arkadaşlarınla paylaşmalısın ki onlar da katılsın:)



Verdiğimiz bir karar yahut birinin bizim adımıza verdiği bir karar bütün hayatımızı etkileyebilir. Bir bina içerisinde ya da dışarısında bulunmak. Bir sokaktan geçmek ya da geçmemek. Yaptığınız işe göre de uyarlayabiliriz bunu. Misal bir eğitimci olarak bir okulun iş teklifini kabul etmemiş olmam muhtemelen mesleki hayatımı ve genel olarak yaşamımı etkileyecek bir şey olabilir. Geçtiğimiz yaz üç özel okuldan iş teklifi alan ve bunları bir şekilde reddetmek zorunda kalan biri olarak yazıyorum bunları. Dediğim gibi muhtemelen bir şekilde hayatımızın seyrine müdahalesi olmuştur bu olayların.

Futbolcu bazında gidersek, Rıdvan Dilmen'in Ergün Gürsoy'la önceden konuşmasına rağmen, Fenerbahçe'li olmasından dolayı sarı-lacivert renkleri tercih etmesi muhtemelen bütün hayatını etkilemiş olmalı. Galatasaray'a gitseydi herhangi bir sebepten dolayı hiç oynayamasaydı ve unutulsaydı, bugün Rıdvan Dilmen ismi bambaşka çağırışımlar yapabilirdi. Yine benzer bir örnek Hakan Şükür için verilebilir. Fenerbahçe onu transfer edecekken, bir yöneticinin ortaya attığı "Tanju'ya ayıp olmasın" fikri nedeniyle transferinden vazgeçilmişti. Daha sonra o Hakan Galatasaray'a gitti, ve Türk futbolunun unutulmaz golcüleri arasında yer almayı başardı. Fenerbahçe'ye gelse şu an adı sanı hatırlanmayacaktı belki de..E tabii yine bir ihtimal Fenerbahçe tarihinin unutulmaz oyuncularından biri olma durumu da yaşanabilirdi.

Neyse, fazla laf salatası oldu. Bir de bir dizide, filmde oynayanları, dublörlük yapanları düşünelim. Misal, Lost dizisinde Jack karakterini canlandıran Matthew Fox. Lost dizisinden önceki kariyerine bakın, öyle pek ahım şahım işler çıkardığı söylenemez. Lakin Lost'taki rolü sayesinde bugün dünya'nın pek çok noktasında tanınan bir simadır.

Her kişinin hayatında kırılma noktaları vardır. Yine aynı dizide Kate karakterini canlandıran Evangeline Lilly misal... Kelowna sokaklarında yürürken keşfedilmiştir. Gerçi onu keşfetmek için illa Kelowna sokaklarında arz-ı endam etmesini beklemeye gerek yokmuş aslında. Evinin önünde yürürken de görülse, yine birileri keşfederdi. Ne bileyim yani, ben bir şekilde görüp, herkesten önce keşfetmeyi isterdim aslında. Ama hayat işte... Lost'taki Sawyer abimizi de örnek verebiliriz. Josh Holloway de Lost dizisi öncesinde öyle pek ilgi çekmeyecek işler yapmıştır. Kariyerinde Lost dizisindeki rolü büyüktür.

Daha böyle çok isim sayılabilir. Bugün Josh Holloway misal, Türkiye'ye kadar gelmiş, reklam filmerinde oynamış, hatta Beyaz Şov'a katılmıştır. Düşünün, hayat işte. Nereden nereye? Sokaktaki adam, bakkal, manav, terzi, evinin kızı modundaki Fatma dahil herkes biliyor adamı. İşte "ya Sawyer" falan diyor belki ama tanınıyor sonuçta.

Aynı dizide olan, sadece ilk bölümde çok kısa bir şekilde görünen biri daha var. Aslında hayli zor bir sahnede görev almış biri bu kişi. Ama nedense adı sanı zikredilmiyor hiç. İşinin de ustaları arasında aslında. Kendisi bir dublör. İsmi de Frank Torres. 46 yaşındaki Frank Torres, muhtemelen hatırlayacaklar olacaktır aranızda, Lost'un ilk bölümünde kendisi bir elektrik süpürgesi gibi çeken uçak pervanesi tarafından paramparça edilen biri vardı. O sahnede oynayan dublördü.

Yukarıdaki karede olayı görüyorsunuz. Bu adam ne zaman aklıma gelse, aynı zaman da aklıma ekşi sözlük'ten moloztash'ın Frank Torres'le ilgili eğlenceli yorumu da geliyor. Şöyle yazmış,

"lost denilen dizinin daha beşinci dakikasında ortalığı elektrikli süpürge gibi kendine çeken uçak motorunun önünd jack’in uyarılarına rağmen mal gibi dikilip, pervaneye uçmasıyla pervaneyle birlikte patlayan zenci adamdır bu. seyirci daha diziye ısınmamışken olayın vehametini anlatacak bir figür olarak kullanılmıştır bu adam senaristlerce. diğer bütün karakterlerin geçmişleri vardır da sanki bu adamın yaşamı bu uçak kazasıyla başlayıp bu salak ölümle bitmiş gibidir. diziyi izleyenlerce hep “salak” olarak hatırlanacaktır.

bu rolü canlandıran aktör de dizinin alıp başını gittiğini görüp kafasını ne kadar duvara vurmuştur kimbilir “ah ulan neden öldüm hemen, neden neden nedeeeeen” diye."


Senaristler Frank Torres'i bir şekilde kullandılar. Bizleri de etkiledir tabii sağolsunlar. Kendimizden geçtik ilk izlediğimizde mesela. Ama daha sonra kendimizi diziye öyle bir kaptırdık ki, Frank'i hiç sallamadık. Biz erkekler dizideki bütün güzel hatun kişilerin adını, soyadını, vücutlarındaki her bir noktayı biliyoruz belki, keza dizinin müptelası kadınlar da Jack'ti, Sawyer'dı, belki de Said'di derken hepsinin her bir şeylerini biliyorlar. Hatta belki oradaki köpek var ya hani, Vincent, onun bile hayranı var. Yahut ne bileyim Artz diye bir adam vardı. Sadece tek bölümlük görünmüştü. Patladı gitti o da, ama en azından adını öğrendik, repliklerini duyduk filan. Peki ya Frank Torres? Adam dizinin en etkileyici sahnelerinin birinde oynadı ama bugün yolda birinin karşısına çıkıp, "Ben Lost'un ilk bölümünde patlayan adamım" dese, kimse sallamaz onu. İnanmazlar zaten. İnanan çıksa da, çok da umrunda olmaz sanırım.

Kendisine gerçi tamamen saygısızlık yapmamış Lost ekibi. Halen dizideki dublörlerin koordinatörlüğünü yapıyor ama bir gerçeği değiştirmez bu. Nedir bu bizdeki yönlendirilene meyletme sevdası? Nedir bu bizdeki başrol ya da onun yanındakilere duyulan sevda? Neden Kaygısızlar dizisinde sokaktan geçen tiplemeleri önemsemedik de; gittik Kültigin, Memnun Kaygısız peşinde koştuk misal?

Artık bu yazı bir devrin başlangıcı olsun. Figüranlara, dublörlere de önem verilsin. Onlara da sevgi gösterilerinde bulunalım. Aynı zaman da filmlerde yıllarca oynadığı halde, ismi bilinmeyen tüm oyunculara benzer yaklaşımı gösterelim. Yanlış anlaşılmasın. Bu kadere isyan etmek değildir. Sadece bizi yönlendirenlere başkaldırıdır. Uyuma değerli okur, sen de isyan et!

Yıllarca Hulusi Kentmen'in mutfağında takılan, kimi zaman uşak, kimi zaman da saf sevgili rollerinde oynayan Cevat Kurtuluş gibilerin hakkını verelim. Göksel Arsoy, Ayhan Işık vb. isimleri herkes beğenir, ama Cevat Kurtuluş gibi daha çok yan roller ya da küçük rollerde oynayanlar kıymetini bilenler çok azdı. Dediğim gibi bir devir bitsin, yenisi başlasın.

Figüran, dublör, küçük rollerde oynayanlar el ele...
Hep birlikte sinema devrimi yapma zamandır.


not: iş bu yazı, 3 Aralık 2009 tarihinde Ariel Ortega Blog'da yayımlanmıştır.


This is England filmini blog takipçilerinin çoğunun izlediğini varsayıyorum ve kült haline gelmeye aday bu filmi tanıtmaya gerek olmadığını düşünüyorum.1983 yılında Falkland savaşının ertesinde 15 yaşındaki Shaun'un çevresinde gelişen faşist,şovenist hareketlere sessiz kalmayıp faşist bir grup olan Skinhead'e katılmasını ve sonrasında gelişen olayları anlatıyordu.Dönem faşizmini üstünkörü kötülemekten öte bunu tetikleyen motivasyonların derinine inip,sorunların kimlik sorunundan öte toplumsal bir boyutunun olduğuna dikkat çekmiştir.Göçmenlere yapılan baskıların ve halkın yozlaşmasının esaslı nedeni ekonomik açıdan varolan sıkıntılar ve başarısızlıklarına neden aramaktır.Böylece grup şovenistlikten faşizme doğru bir yol izler.Dönem içinde yaşanılan sorunları işsizler üzerinden sadece göçmenlere bağlamak en basit çözümdür ve bunun farkına varan Shaun'un filmin sonunda 'kutsal olanı' denize atabilmesi bu yüzden mühimdir.

Filmin yönetmeni Shaun Meadows ilk olarak adını Dead Man's Shoes ile duyurmuştur.Film kardeşinin intikamını almaya çalışan bir anti-kahraman üzerinden ilerlemekteydi.Sonrasında This is England ile beklediği çıkışı yapmıştır.Ken Loach'tan sonra ada sinemasının en iyi yönetmeni olarak nitelendirilen Meadows This is England filmiyle 2008 Bafta ödüllerinde 'en iyi ingiliz film' ödülünü almıştır.Filmin kendisi kadar ses getiren bir başka ismi ise Shaun karakterini canlandıran Thomas Turgoose'dir.Shaun Meadows yönetmindeki Somers Town filminde de oynayan Turgoose'nin This is England filmindeki performansı 400 Blows yapımının çocuk karakteri Jean Pierre Laud'un gösterdiği performansa yakındır.Özellikle filmin sonunda Antoine Doinel gibi deniz kenarında yalnızlığa doğru gidişi 400 Blows filminden esintiler verir.

Hal böyle iken aldığı olumlu tepkiler sayesinde devam ettirilebilir sonu olan filmin devamı gündeme geldi ve geçen sene Shaune Meadows Channel 4 için 4 bölümlük dizi haline getirilecek devam senaryosu yazmaya başladı.Senaryo yazımında Skins dizisinin ekibiyle çalışan Jack Thorne,Meadows'a yardım etti.

This is England '86 3.4 milyon işsizin olduğu ve ekonomik açıdan zor olan dönemde,milli takımında Tanrının eliyle Dünya Kupasına veda edişinin gölgesinde başlıyor.Shaun'un okuldan ayrılışı ve varolan ekonomik zorluklarda kendi yolunu bulmaya çalışırken dizinin senaryosu diğer yandan Woody ile Lol'un evliliklerini iptal etmeleri üzerinden ilerleyecekmiş.Meadow dizi ile ilgili ilk kez bir kadın karater üzerinden ilerleyen bir senaryo yazdığını ve konunun devamı için farklı fikirlerinin de olduğunu açıklamış.Film kadrosonu bir arada tutup diziye monte etmiş olması Meadows'un filmdeki başarıyı tekrardan yakalaması adına oldukça önemli.Geçen ay trailer'ı yayınlanan dizinin ilk bölümü 7 Eylül tarihinde yayınlanacak.Beklentimiz Shaune Meadows'un bizleri hayalkırıklığına uğratmayacağı yönünde.


Wes Anderson, bu dördüncü uzun metraj filminde kara mizahın doruklarında yaşayan enteresan karakterlerle tanıştırıyor bizi. Kendi tarzını yine gösteren (ki bu çoğu tanım estetik tarzının üzerinde duruyor – tek renk, metodik sinemacılığı ve planlanmışlığı.) bu şahane yapım fantastik, macera ve drama türüne giriyor ve anında 50 milyon dolarlık bir bütçeye varıyor. Suda Yaşam çevirisi ile de ülkemizde bazı televiyon kanallarının da yayınladığı film, 2004 Amerika yapımı. Çekimlerinin çoğunluğunu Napoli, Ponza ve İtalya’daki Rivyera’da gerçekleştirilmiş. Ayrıca yazımında hem Anderson hem de Noah Baumbach parmağı görüyoruz ki, çaktırmadan bu ikilinin gerçek kardeş çıkmasından korkuyorum.

Bu şahane teknik detaylardan sonra filmin içinde işlenen konulardan ziyade en çok ekranın içine çeken etmenden bahsetmek istiyorum. Bill Murray: Anderson’ın biricik yıldızı. Elimden gelse bütün ödülleri ona vereceğim. Filmdeki “Steve Zissou” kısmını dolduran Murray’in karakteri başlı başına filmin konusu olduğu için bu kadar şişiriyorum, bakmayın. Denizbilimci Zissou karakteri -Jacques-Yves Cousteau’nun saygı çerçevesinde yapılan bir parodisidir- dünyaca tanınan belgesellere imza atmış, ekibi ve filmleri ile sevilen bir adammış vakti zamanında. Gel gelelim zamanla azalan şöhretinin üzerine bir de en iyi arkadaşı Esteban çekimler sırasında Jaguar Köpekbalığı tarafından yenmesi ile çöküş onun başlamıştır. Zaten egoist Zissou kendinden ödün vermeden kara draması içine girer ve filmin güzel tarafı burada başlar. Zengin karısı, henüz bilmediğimiz oğlu, röpotajcısı, kıskanç Alman’ı ve tüm ekibi ile bizi de belgeseline alarak “film içinde film”ine dahil eder.


Burada hikayenin geri kalanını anlatmamak için çok acılar çeksem de, izleyip görmeniz gerektiğini düşünüyorum. Garip bir masal tadında ilerleyen hikaye oradan oraya alakasızca sürerken bir saniye bile sıkılma payı bırakmaması göze, kulağa (ki Anderson müzikleri başlı başına bir fenomendir. Folk ve Brit pop karışımını çoğu filminde kullanır) hitap etmesi pek de şahanedir. Karakterlerinden birinin de film içinde her fırsatta David Bowie çalması ise kanıtlar sanki durumu.

Bunun dışında o kadar nefes kesmeyen performansı ile yine Owen Wilson’ı Ned karakterinde canlı olarak görüyoruz. Yardımcı pilot olan Ned, annesinin ölümünden sonra tası tarağı toplayıp olası babası Zissou’nun yanına gelerek hayatının macerasına atılır. Yönetmenin torpili ile oynadığını düşündüğüm Wilson’ın oyunculuğunu “muhteşem” bulmasam da, düşününce bir yap-bozun parçası gibi geliyor. Yerine koyamadığım bu adam oldukça sinir bozucu. Burnu da kırılmış bence (meşhur Royal Tennenbaums’tan ve diğer tüm Anderson filmlerinde oynamışlığı vardır).



Cast’ta bir Cate Blanchett ismi görüyoruz, hatta sanırım film posterinde de kanguru gibi görünüyor. Jane Winslett-Richardson isminde bir gazeteciyi canlandıran Blanchett ağzında sakızı ile ve hamilelik hormonlarıyla kimi zaman sudaki yaşamları gerse de, kahkahalarla gülmemizi sağlayan şahane bir karakter. Zaten yeteneği ile son dönemlerde iyi yapımlarla da anılması çok da şaşırılacak bir şey değil.

Aslında pek çok orijinal karakteri bünyesinde bulunduran film, hepsi bir yana aslında çoğu karede esinlenme, parodisini de ironikçe çıkarıyor. Sessizlik sonrası gelen dolu cümlelerden kolayca çıkabiliyor ki, Jules and Jim’den, Fellini’nin 8½’una atıfta bulunurken, açık açık Emanuele Crialese’den esinlenmeler görüyoruz. Hatta yakalayamadığım pek çok sahne’yi -sağolsunlar- Wikipedia’da açık açık vermişler. Filmi ikinci defa izlerden alakasız gelen sahnelere “kime atıftı acaba” paranoyasına da dahil olduğum açıktır. Bunun için atıflama tarzını kimi zaman yorucu bulsam da, mizaha mizah kattığı doğrudur şimdi!

Proust, Jane ve 12 yıl sonra 11.5 yaşında olacak çocuk



Bir sahnede, sesli olarak kitap okuyan Jane bebeğine 6 ciltlik bir takım okumaktadır. Aslında elindeki ile 7 eder, bunu ifade etmese de. Kişisel merakım üzere ufak bir araştırmaya tabi etse de, mükemmel arama motorları doğru bilgiye elini hop diyerek attı.

İşte o kitaplar:

1. Swann'ların Tarafı
2. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
3. Guermantes Tarafı
4. Sodom ve Gomorra
5. Mahpus
6. Albertine Kayıp
7. Yakalanan Zaman

Proust’un bu yedi citlik dev serisi, modern dünya edebiyatının önemli eserlerini oluşturuyor. Filmde de önemli bir şeyler çağrıştırıyor olmalı ki, önem verilmiş. İlk kitaplı sahnede ise Jane elinde “Swann’ların Tarafı”nı tutuyor. Ama ne kitabın konusu ile, ne de sahne ile bir şey bağdaştırabildim. Anderson muhakkak, “zamanında ben de okudum” mentalitesinden yola çıkmıştır, yoksa yüksek sosyetede geçen bir aşk romanının Suda Yaşam ilene ilgisi olurdu? Ya da şu an en sığ sularda yüzen biziz. Bunu açıklığa kavuşturalım bir ara.

-

Eğer kara mizah seviyorsanız bana hatırlatın da kırmızı bir bere ve speedo yollayayım size.


Bildiğiniz gibi ülkemizde bu sene Japonya Yılı olarak kutlanıyor.Bu vesileyle Japonya'da 1997'den beri düzenlenen Japonya Medya Sanatları Festivali ülkemizde ilk kez sergileniyor.Japonya dışında 5.kez sergilenmekte olan festival medya sanatlarının iki yönüne Yaratıcı Akıl ve Anlatıcı Akıl'a odaklanıyor.Festivalde bu iki başlığın anlatımında geçmişten günümüze ödüllü yapıtlar ve son dönemden yapıtlar kullanılarak bir nevi Japon özgün anlatımı ile ileri teknolojinin birleştirilmesi sonucu aktarılmaya çalışılıyor.Festivalin blogla birleştiği ortak payda ise Pera Müzesi'nde 3 Eylül- 3 Ekim tarihleri arasında gösterilicek olan anime filmler.



Anime Film günlerinde Hayao Miyazaki'nin Ruhların Kaçışı ve Howl'un Yürüyen Şatosu filmleri,Anno Hidekai'ye ait olan Evangelion serisinin ilk filmi Evangelion 1.0 Yalnız Değilsin,geçtiğimiz hafta vefat eden ünlü Kawamato Kihachiro'ya ait olan Ölülerin Kitabi ve Kış Günleri ve Tomino Yushiyuki'ya ait olan efsane Gundam serisi festival kapsamında Pera Müzesinde gösterimi yapılacak olan animelerin sadece birkaçı.Toplamda 18 uzun metrajlı,8 tane de kısa metajlı filmin gösteriminin yapılacağı etkinliklerin seans ücretleri ise 5 lira.Etkinlikle ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Yazıya başlamadan önce itinayla belirtmek istediğim üç şey var: Birincisi imdb takipçilerine; inception, the good the bad and the ugly’den daha güzel ya da özel bir film değil. İkincisi bu yazı muhakkak ağır spoiler içerecektir, ama bu öyle bir filmdir ki spoilerlar hiçbir şey kaybettirmez. Üçüncüsü western-aksiyon sevmeyenlere: bu filmi kesinlikle seversiniz.

Filmin adı, iyi kötü ve çirkin. For a fistful dollars ve for a few dollars more bu üçlemenin güzel olan ilk iki filmi, fakat harika olan budur. Sergio Leone'nin yönettiği bu filmden daha güzel olabilecek tek western filmi ise yine Leone'nin yönettiği Once Upon a Time in America'dır, ki bence değildir de.

İşe Clint Eastwood’un canlandırdığı iyiden başlayalım. İyi kesinlikle iyi bir adam değildir. Maddi-manevi hiçbir değeri umursamaz. Kaba, küstah ve vahşidir aynı zamanda. Süregelmekte olan sistemden iğrenç bir şekilde faydalanmaktadır. Para için insan öldürür, idama terk eder. Vicdansız bir şekilde çölde bırakıp gider ortağını, çünkü onun artık daha fazla para etmeyeceğine inanır. "The Ugly"nin filmin sonunda söylediği gibi, tam bir o. çocuğudur. Onu iyi yapan tek şey, ona her zaman kazık atmaktan çekinmeyen "the ugly"yi astığı ipten kurtarması belki de.

The Bad: Lee Van Cliff abimiz canlandırır bu mükemmel tiplemeyi. Kendisi kötüdür, ama iyiden daha kötü değildir. Prensiplidir, başladığı ve para aldığı işi asla bitirmeden gitmez. Fakat onun da para için yapmayacağı şey yoktur. Hayatın sillesini yemiş bir adamdır ve kaybedecek bir şeyi yoktur artık. Takım elbiseyle dolaşır ortalıkta, her zaman güzel gözükür. Gelmiş geçmiş en kral kötüdür. Onurludur çünkü. Yalan söylemez ihtiyaç da duymaz, her türlü rajonu kesebilir.

The Ugly: Köylü ve fakir olduğu için dışlanmış bir karakterdir. Eli Wallach tarafından canlandırılan "the ugly"nin altınlar için yapmayacağı şey yok. Kendisinin dediğine göre, onun geldiği yerde hayatta kalmak için ya rahip olmak gerek ya da haydut, erkek kardeşi rahip olmak için onları terketti çünkü o haydut olamayacak kadar ödlekti. Filmde en enine boyuna bu karakter işlenir. İyi ve kötü filmde bir tipleme, çirkin ise karakterdir. Siyah ve beyaza griyi katan en eski filmdir benim bildiğim kadarıyla. Western filmi olduğundan aksiyona doyuyorsunuz tabi ki, ama ne aman bu bi şey mi denilecek aksiyonlar var ne de böyle bi şey olmaz diyebileceğiniz.

Film bir yandan amerikan iç savaşına da değiniyor, fakat bunu gözümüze sokmuyor. Savaşın aptallığını ise şu güzel replikle özetliyor:
çirkin : altınlara ulaşmak için karşıya geçmemiz şart. ama bunlar savaşırken dünyada geçemeyiz.
iyi : ya köprüyü havaya uçurursak?
çirkin: o zaman bu aptallar savaşmak icin başka yere giderler!

Filmde elbet daha çok şey var. Ama ben sadece soundtrack'e de değinip bırakacağım. Ennio Morricone tarafından yapılan bu müzikler filme cuk diye oturmuş, her dinlendiğinde de tüylerin diken diken olmasına sebebiyet vermiştir.

Bitirecektim ama finali söylemezsem olmaz. 7 dakika sürer bu final iyi, kötü ve çirkin arasında bir düellodur. İçiniz hop eder, heyecanlı bir bekleyiştir. Filmin gidişinden kimin hayatta kalacağını bilirsiniz ama orada bir heyecan sarar işte. Ennio oradan verir müziği adı da "The Trio"dur hatta. Ölümdür ölüm.

3 saatlik bir film, ama sıkıcı diyenlere inanmayın.

İki tür insan vardır, bu filmi izleyen ve izlemeyen. O kadar diyorum.

KONUK YAZAR: Çağla Tabak
http://blogtoplumlarinafyonudur.blogspot.com/