Eğer blogumuzu sık sık takip ediyorsanız farkettiğiniz ilk şey blogda eskiye nazaran çok daha az yazı çıktığıdır. Hayatın öncelikleri blogun önüne geçince son dönemde blogdan fazlasıyla uzakta kaldık. Genelde film incelemeleriyle blogun varlığını sürdürdüğümüz için okuyucuların sadece bazı filmlere ilişkin bilgilere ulaştığı bir blog hüviyetindeyiz. Bundan sonra da okuyucularla daha içiçe bir blog olabilmek adına zaman zaman hem eskiden düzenlediğimiz küçük çaplı yarışmalara hem de okuyucu kitlesinin genel olarak film zevkini daha yakından tanıyacağımız anketlere yer vermeye çalışacağız. Bu bağlamda geride bırakıyor olduğumuz 2011 senesinin en çok göz önünde olan filmlerini Sigara Yanıkları takipçilerinin oylamasına sunuyoruz. Liste çok kısa ve muhakkak listede olmayan bir çok iyi film var ama anketi sadece sekiz filmle sınırladık. Eğer bu filmler dışında bir film sizin için sinema adına 2011 senesinin hatırlanmasına vesile oluyorsa yorum olarak belirtmenizi bekliyoruz.

Dip Not: Blog Ödüllerinde geçtiğimiz sene olduğu gibi bu sene de bizlere oy vererek yarışmanın ilk etabını geçmemizi sağlayanlara ayrıca teşekkürler.

16 Eylül 2011 – 22 Ocak 2012


İstanbul Modern, “Hayal ve Hakikat - Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar” sergisi kapsamında düzenlediği etkinlikleri aralık ayında da sanatçı konuşmaları, söyleşiler ve atölyeler ile sürüyor. Burcu Pelvanoğlu, Zeynep İnankur ve Evrim Altuğ’un moderatörlüğünde gerçekleşecek sanatçı konuşmalarına bu ay sergide yer alan Azade Köker, Şükran Moral, Gülay Semercioğlu, Bilge Alkor, Tomur Atagök, Handan Börüteçene, Selda Asal, Seda Hepsev ve Mürüvvet Türkyılmaz katılacaklar. Gülden Arsal, A. Senem Donatan, Suzan Karaibrahimoğlu ve Dilara Kızıldağ, “Amargi Deneyimleriyle Geçmiş 10 Yılın Hayal ve Hakikatleri” başlıklı söyleşiye katılarak, 10 yıl önce bir grup kadının bir araya gelerek kurduğu Amargi’nin, içinde yaşamak istediği dünyaya dair kurduğu hayali anlatacak. Kadınlara özel Biz Bize Buluşmalar başlıklı atölyede ise bu ay AtılKunst yer alacak. Gözde İlkin, Gülçin Aksoy ve Yasemin Nur’un oluşturduğu AtılKunst sanatçı kolektifi, “Hayal ve Hakikat” sergisi kapsamında, İstanbul Modern koleksiyonunda yer alan kadın sanatçılar üzerine bugüne kadar yapılmış okumaları ironik bir biçimde bir araya getirip, bir sesli tur hazırladı. Atölyede katılımcılar, bu yaratım sürecinin bir benzerini deneme olanağı bulacak. Sergi etkinliklerine katılım ücretsiz. “Hayal ve Hakikat” sergisinin tüm etkinlikleri Tamara Mansimov’un katkılarıyla gerçekleştiriliyor.


İnsan,silah ve tekrar insan. Kadraj üçünü kaldıramaz venamlunun ucundaki insan mutlaka kadrajdan çıkmak zorunda kalır. Ölüm kazanır.

Peki bu sefer namlunun ucunda kim var Vinz? Silahımızı kimedoğrultuyoruz? Her sinirlendiğimizde hıncımızı alacak birilerini bulmamız mıgerekiyor? Polisler,ırkçılar ve sistemin yanlışları. Her zaman sorun halinegetireceğimiz birileri vardır. Polisler evin etrafındadır,dazlaklar için iki sokak ötesi yeterlidir ve anlaşamadığımız bir dolu insan var. Peki esas sıkıntı dolu silahla adam olunuyormu Vinz? Öldürmeye yakın olan ölüme de bir o kadar yakındır. O silahın belindeolmasının bir nedeni de bu değil midir? Eğer eğitim alsaydın silahı belinetakanın sen değil her gün küfrettiğin dünya düzeni olduğunu da fark ederdin Vinz.Bu düzen senden hem ölmeni hem de öldürmeni bekliyor. Sen de bu düzenden her sıkıldığında silahınasarılıyorsun bir nevi oyunu bozmak istiyorsun ama bir gün içinde düzeni silahlakim değiştirebilmiş ki Vinz?


Özgüven önemlidir,saygınlık önemlidir ve belinde SmithWesson var ise her ikisine de kolay yoldan ulaşırsın. Bilirim Taxi Driver filmini de çokseversin. Her sabah aynanın karşısında Traviscilik oynayarak meşhur repliği hayatına kazıdığını dabilirim. Belki de günün birinde repliği kullanmayı da düşünüyorsundur. Mermileriyle kötüleri yenen anti-kahraman Bickle. Toplumun dışlanmışı olduğu için mi Travis'i kendine yakın buluyorsun yoksa banliyöde yaşayan her çocuğun rol idolü Travis midir? Silahlar böyle filmlerde çok işe yarar da Paris de başına sadece dert açar bunun farkında değil misin Vinz? Silah ölümün kokusunu alır ve sen bugün olduğundan farklısın.


Her zora sıkıştığında belinde silah taşıyor olmanın özgüvenivar Vinz. Peki bir silahla kaç kişiyi öldürebilirsin? Polisleri yok edebilirmisin? Peki ya ırkçıları? Geçinemediğin insanları bile yok edemezsin Vinz. Ayrıcaiyi polisleri ne yapıcaksın? İntikam silahla mı alınır? Değişmesi gerekenininsanlar değil de olgular olduğunun farkına ne zaman varıcaksın? İnsanlarıöldüren silah değil gene insanlardır ve karamsarlığı da insanlar getirir.Dünyanın kötülükleri de biziz Vinz. Dünyanın bizim olduğunu zannediyorsun değilmi? Oysaki dünya sahipsiz ve biz sadeceişgalcileriz. İyi ve kötü huylarımızla. Keşke elindeki silah kötülülüklere ateşedebilseydi. Şiddeti silahla yok edebilmek ironik geliyor değil mi? Peki ırkçılığıyok edebilsek Vinz? Gecenin bir yarısı sırf renginden dolayı arkadaşlarınasaldırılması seni silahına yöneltiyor değil mi? Haksız olmadığın gerçekler varama ölüm haklılığı korur mu? Paris banliyölerindeki polislerle lüks semtlerinpolisleri bile aynı değil Vinz. Bunun sen de farkındasın. O silahla keşke toplumsalsınıfları da yok edebilsek. Lafı açılmışken kapitalizme de silahınla ateşedebilir misin? Zira bilirsin eşitsizliğin ucu oraya kadar gidiyor ve onu dabizler yarattık ve ancak bizler öldürebiliriz. Şimdiye kadar her şey yolundadediğimiz her olgunun önüne geçmen gerekiyor.


Elinde Smith Wesson’ı tutuyorsun ve gördüğün gibi ateşedilebilecek bir çok olgu var. Mermilerin hepsine yetmeyebilir ama insanlığıöldürmekten daha değerli değil midir Vinz? Ama gerçek şu ki olguları yokedemedikçe birbirimize daha çok saldırıyoruz. Düzeni kıramadıkça çarpıştığımızrenklerimiz,dillerimiz ve sınıflarımız oluyor. En sonunda ise küfürler saçarak silahı birbirimize doğrultuyoruz. Oyunun sonunda yeri geliyor senölüyorsun, yeri geliyor ben ölüyorum ve mutlaka o mermiyi insanlık yiyor.

Türk usülü olsun diye şöyle başlayalım:



Her ne kadar Mclaren's Irish Pub veya New York sınırlarında çekilen herhangi bir filmi ortaya atıp üzerinden yazıp turatma ihtimalim olsa da eskilerde kalmaya başlayan bir seriyle, gezi yazılarıyla devam edeyim istiyorum.

Dört aydır Amerika'da olmanın gözlemiyle bir yazı yazmak elbette efradını cami ağyarını mani cihetinden her türlü inceliği anlattırmasa da bize, Central Park adlı güzide yerden başlayabiliriz herhalde ufak tespit ve yol işaretçilerimize. Barcelona'dakı Güell Park kadar artistik detaylarla dolu olmasa da büyüklüğü ve konumuyla sürümden kazanıyor bu park puanları. Yemyeşıl çimlerinde havanın güneşli olduğu bir günü yakalarsanız eğer, bir köşesinde koskoca bir müzik grubu kadar müzik aletleri olan bir grubun şarkıları ile dersini çalışan bir doktora öğrencisini flu yapıp ön tarafa da net bir biçimde bir çift frizbi oynayan adamı ve sizin gibi normallikten göze batmayan birini koyabilirsiniz. İçindeki yapay göllerde facebook profil fotoğrafı çektirip, gökdelenler arasındaki bu kapitalist köyde yetmiş iki milletten yetmiş iki çeşit pedicapçiden biriyle muhabbet dolu bir gezintiye çıkabilirsiniz. Ben kültür insanıyım uleayn/ayol diyen varsa da onlar da New York Metropolitan Museum öncesi hayvanat bahçesi ile geçiştirebilirler Central Parkı. Gitmişken Madagaskar filminin ilk sahnesinin ve şimdi yazıyı yazarken direk düşünemediğim bin tane daha filmin sahnelerinde yürüyebilirsiniz.

Bizim koskoca New York diye bildiğimiz yerin aslında Manhattan adlı bir ada olduğunu öğrenmek üzücüydü. Sadece bu Manhattan adlı gecekondu mahallesı yapar gibi gökdelen yapmış insanların her tarafa böyle binalar yapsalar bir deprem anında gerginlikten ne güleriz diye düşündüm burada. Özellikle kendinden bahsedilmesi gereken bir gökdelen var ki adı koskoca New York eyaletıyle aynı namı taşıyor: Empire State Building.


Bir gün yolunuz düşer de bu binaya çıkacak olursanız saatli maarif takvimi yahut gül desenli fazilet takviminden akşam ezanının New York saatine bakıp çıkmanızı salık veririim. Zira, her tarafı koylarla, okyanuslaarla, kendini çok yüksek zanneden binalarla ve küçük küçük milyonlarca insanla dolu bu şehri bir de her biri sanki ben de buradayım dercesine titreyen ışıklarla da görün gündüz gözüyle gördükten sonra. Alternatif akımın bu güzelliğini izlerken Nikola Tesla ve Thomas Edison'un hikayelerinin iki sokak -tövbe:blok- arkada geçtiğini düşünüp, aşağıda yürüyen çiftin Ashton Küçüker ve Dimi Moore olma ihtimallerinin ilk defa bu kadar yüksek olduğunu hayal edebilirsiniz. Belki yanınızdaki amcalardan biri işi ileri götürüp zırt pırt ayrılan bu insanların biriyle bir cafede barda karşılaşsa onunla çıkabileceğini bile düşünüyordur; bedava değil mi bu işler arkadaşım!
İşte böyle güzel bir bina bu 1929 yapımı hala buraların en yükseği arkadaş!

New York'un mutfağıyla ilgili yüz tane yer tavsiyesi verebilir durumdayım ama öyle egzantirik tatlardan bıkmam sanan beni bile iki haftada ah ananmın çorbası seviyesine getiren bu mekanla ilgili size Türk mekanları sayayım güzel güzel. Times Meydanına en yakın restoranlardan olan, lion King'i geçince hemen sağda olan bir yer var, adı Dervish, ondan daha iyi olduğunu düşündüğüm ama Brooklyn gibi Beşiktaş'a nazaran Kadıköy gibi uzaklıkta kalan Taci Restaurant ki Türklerin çoğu bilir, yine Manhattan'da Turkısh Kebab House ilk üç tavsiyem olsun. Helal et noktasında bunlarla ilgili sıkıntı da yok, helallikle ilgili sıkıntısı olmayanlara zaten her yer Trabzon, her yerde çok süper yemekler var-mış. Genelde salatalarının iştah açıcılığından ne süper yermiş la bura diye not verdiğim İtalyan yerleri var ilk aklıma gelen.

Amerikan kültür ve gündelik hayatına çok girmeyeceğim ama yine de Amerikalı bir "oturan boğa" yahut ilk yerleşen İngiliz Fransız gruplarından bir kişi bile yok burada birebir muhabbet ettiğim aşağı yukarı bin tane insandan. Dünyanın her yerinden bir sürü insanı toplayıp yeni bir millet oluşturmuşlar advanced toplum mühendisliği dersi verir gibi. Burada yetmişiki milletten yetmişiki farklı hayat tarzı o belirlenmiş sınırların içerisinde yaşanılıyor velhasılı kelam. Konuştuğum insanların en eskisi buraya 70 sene önce dedesi yerleşmiş olan bir yaşlı adamdı. Diğerleri Amerika var dediler geldik kabilinden toplanmış insancıklar işte. Metroda her durakta civarların kime ait olduğunu zamanla çıkarabiliyorsunuz misal. Bir yer var, insanların esmerlik ortalaması Fedon ve üzeriyken belli bir muhite Little Italy, bir başka yere Chinatown denmiş. Yahudiler ise o kadar her yerdeler ki iehre gayriresmi Jew York diyenler var oldukça.

Müzeler kısmına pek girmeyeceğim zira kültür sanat aktivitelerine kız tavlama ekosistemi olarak bakan bir insan grubuyla tanıştıktan sonra oradaki herkesle ilgili evhamlıyım arkadaş. Ama New York'ta bir sürü müze var. Sadece şu girişte tamam bana bir şey olursa ben sorumluyum, naparsanız yapın kabul ediyorum yazısına imza attırılan süprizlerin müzesini anlatasım var. Girişte size verilen bir kat elbise ile ve müzikler kokular ile noluyor olduğunuz bu müzede zaman zaman sizi bir kaydıraktan ki 8-10 metre uzunluğunda ve oldukça dik, kaydırıp aşağıda olan şeyi her gün değiştirdikleri bir aksiyona yolluyorlar, zaman zaman ise ıslatıyorlar, boks ringine çıkarıyorlar vs. Şaşırtmak için düşünülmüş ve şaşırtmasına şaşırılmayan bir müze son raddede. Hem de sadece 12 dolar.

New Jersey farklı bir eyalet olmasına rağmen New York'a o kadar yakın ki siz de inanamıyorsunuz. Bu eyalet dedikleri şey aslında bayağı büyük, mesela Teksas eyaleti Türkiye'den büyük ama özellikle etliekmek ve lahmacunun feriştahını yiyecem lan illa diyenlerin yolunun düştüğü New Jersey bir dolmuşla yarım saat mesafede. Denizin üstüne kurdukları onlarca Boğaz Köprüsü yetmiyor ki bu insanlara, altından da tüneller açmışlar ve bir tünel sonrası hemen New Jersey. Eminönü'den girdiniz, Üsküdar'dan çıktınız gibi düşünün. Ben New Jersey'i daha çok sevdim çünkü lakabı Garden State olan bu şirin yer yemyeşil ve park sorunu gibi bir tezahürü olan kalabalıklıktan uzak. Arkadaşımın evine geceyarısı gittiğimiz bir günde çöpleri karıştıran rakunlar manzarasına bakarak çerezimizi yedik misal. Sabah kalkış da kolay oluyor hava temizliğine bağlı olarak. Türk nüfusunun toplandığı yerlerden birisi olması da cabası. Caba ne demekse :)

Macera dolu fırsatlar ülkesi ile son olarak da sixflags çakması adlı koccaa lunapark anımızı anlatayım hazır gözümde canlanmışken. Artificial Intelligence filminde de görülen bir dönmedolap var, Coney Island'da, orası olması lazım, gittiğimiz bir lunaparkta misafirimiz olarak gelen çocuklardan birisinin ısrarı üzerine bir araca bindik. Koltuk az bir şey ıslaktı ve ben cebimden mendilimle onu kuruladım, görevlinin bıyıkaltından gülmesini farkederek. Biz kemerleri bağladık ve oyuncağın hareket etmesiyle lunaparkta hayat durdu, herkes bizi izlemeye başladı. Araç bir yüksekliği çıktı ve aşağıdaki su birikintisini görünce ben bir taraftan karşıdan yüzlerimizin aldığı komik halleri çeken fotoğraf makinesini, bir taraftan az önce bıyık altından gülen elemanın şimdiki kahkahalarını bir taraftan da lunaparkın dışında bile toplanmış olanların bizi izlediğini düşüneyim dedin ki daha bitiremeden o suya cumburlop girdik. Gökyüzünden kova kova sular atıldı üzerimize, son altı ayda duş alırken falan harcamış olduğum toplam su kadar suya maruz kaldık herhalde. İnerken alkışlar eşliğinde inmek herhalde bu ıslak günün tek tebessüm ettiren tarafıydı.


Burada insanlar memleketlerinin hasretine düşmüş bunca hayalgerçekleştiren etmene rağmen. Hayallere doymayan insanoğlu burada memleketinin toprağına çıplak ayakla basmayı, ezan sesinin Burası Türkiye demesini, çocuğunun mevcut kültürde bir türlü öğrenemdiği kendi kültürünü öğrenmesini diliyor. Yaşlıların birçoğu, Türk olsun yabancı olsun, memleketlerine gömülmek istiyorlar. Farelerin cirit attığı, insanın beş kuruş değerinin gökdelen tepelerinden daha net görüldüğü bu yerde durmak istemiyorlar pek. Özgürlüğü bu altın kafeste yaşamak istemiyor insanların çoğu. Sessizlikleri bir şey düşünmediklerinden değil, anlatılması güç şeyler düşündüklerinden böyle umarsız umarsız bakıyorlar herhal.


Önce bir özet vardır. Dünyanın vazgeçilmezleri,yüklerimiz,geridebırakılanlar ve Melankoli. Sonrasında yıkım. Bir de bu saydıklarımızın detaylarıvardır. İnsanı melankoliye götüren ve sonunda yıkımın nedeni olan detaylar.Detaylar Justine’de saklıdır, yıkım Claire’a saklanır. Sonsuzluk ise aklınmağarasında gizlidir.

Bol miktarda spoiler içerir.

Justine

Açılış sekansında düğünlerine limuzin ile giden Michael veJustine çiftinin mutluluklarına tanık oluruz. Herşey olması gerektiği gibidirve yaşadıkları aksaklık dahi onların moralini bozmayacak cinstendir. Fakatgökyüzündeki değişimin evreleri aynı gece Justine üzerinde de etki yaratmıştırve babasının dediği gibi hayatındaki en mutlu geceyi geçiren Justine bir andayalnızlığın ve yıkımın pençesine düşmüştür. Melankoli gezegeni yaklaştıkcaJustine’in melankoli hastalığı artmaktadır.

Herşey Justine'da açığa çıkan melankoli hastalığı ile başlamıştır. Düğün gecesi ve gece boyunca yaşanılanlar insanın her daimkendi emelleri uğruna hareket ettiğini açığa çıkarır. Örneğin; ajans patronudüğüne ve çifte ilişkin konuşma yaparken reklam sloganını aramaktadır. Diğeryandan Justine’in anne ve babası kızlarının mutluluğu üzerinden bitmiş olanevliliklerinin kavgasına devam etmektedir. İlgi odağı olma sorunsalı geceboyunca ön planda olan her bireyde zaman zaman belirir. Keza düğününorganizatörü olan Claire gecenin mahvedildiğini düşünür ve bunu bir hakaretolarak algılarken eşi düğün masraflarını karşılayarak cömertliğini gözler önünesürmektedir. Kurtarılamayacak burjuva ahlakının örnekleri gece boyunca gerilimeneden olmaktadır. Gecenin belli normlara göre ilerlemesi ise tamamen duygudanyoksundur. Zira burjuva kanadı duygudan ziyade zarafetin ve ihtişamınpençesindedir. Ayrıca kadın karakterler tekrar tekrarkötülüğün başlangıcı olarak sunulur. Zira Justine ve annesi gerilimin anakaynaklarıdır. Diğer yandan Michael ilk bölümün tek iyi olgusudur. İyiliği vesaflığı ilk bölümde sembolize eden tek kişidir.


Clarie

İnsanlar yardım etmenin verdiği huzurun yanı sıra başkainsanların kendilerine muhtaç olmasından da güç alırlar. Clarie böyle birkarakterdir. Kardeşi Justine’in ruhsal ve fiziksel yönden düştüğü çöküntüesnasında ona yardım ederek kendi ruhunu tatmin etmektedir. Kibiri elden bırakmadan,modernizmin başrolünü oynadığı bir hayatta kişisel buhranların içine düşmüştür.Melankoli gezegeninin yaklaşmasındandolayı hayatından endişe etmektedir lakin görüyoruz ki endişe ettiği hayatınelle tutulur bi yanı bulunmamaktadır. Baskıcı bir karakterin eşine ve çevresinedayatmaları çerçevesinde geçen birhayatın izleri vardır.
İkinci bölümde Claire; yapay modern yaşamın aklın vedoğaüstü olaylar karşısındaki çaresizliğini simgeler. Justine insanınyalnızlığını hiçbirşeyin kurtaramıyacağını düşünür ve yokoluşa kendini hazırlamıştırzira hepimiz öleceğiz ve yalnızlığınpençesine takılmış durumdayız. Bu nedenledir ki Justine düğün gecesi estetikyaşamdan kendini soyutlamış, aklın ve mantığın doğrultusunda melankolihastalığına tutulmuştur. Tüm insanlığın melankolisini Justine yaşar. Claire isesadece kaçınılmaz sondan kaçmaya çalışarak sonsuzluğa ulaşmaya çalışmaktadır.


Mutlak Son

Melankoli gezegeninin yaklaşıyor olması bir metafordur.Mutlak sona insanlık gene kendi elleriyle ve düşünceleriyle ulaşacaktır.Metaforun kullanılması insanın kendi hayatı adına yapacağı endişeyi gözlerönüne sunmak amacıyla planlanmıştır. Böylece son sekans insanın yalnızlığından soyutlanıpsonsuzluğa ulaşmasını hedef alır. Claire; Justin ve oğluyla birliktemalikanenin bahçesinde tahta parçalarından mağara kurarak bir nevi Platon'unmağarasına giriş yapmıştır. Bu son sahnede de sembolize anlatımı tercih edenTrier böylece insan yalnızlığının soyut yaşamdan ayrıştırılarak ancak aklın vemantığın mağarasında sonsuzluğa ulaşabileceğini bunun dışında insan soyunun yokolmaya mecbur olduğunu anlatmaya çalışmıştır.




Icíar Bollaín'in yönetmenliğini yaptığı Yağmuru Bile, Bolivya'ya belgesel çekmek için giden bir film ekibinin başından geçenleri anlatıyor. Yönetmen Sebastian (G.G. Bernal) ve yapımcısı Costa (Luis Tosar) Bolivya'ya vardıklarında, Kristof Kolomb'un keşfettiği Cochabamba'da sömürgeciliğe ve köleliğe ilk karşı çıkan rahipler Bartolome de las Casas ve Antonio Montestinos'un hayatını çekip bir an önce ülkelerine dönmek isterler. Bütçeleri çok kısıtlı olduğu için Costa normalde ekipman yardımı ile yapması gereken işleri yerlilere yaptırır, figüranlara çok düşük ücretler öder ve bundan gururla arkadaşlarına bahseder.

Kızıyla beraber belgeselde rol alan Daniel, aynı zamanda bölgede su sıkıntısı yaşayan halka gösterilerde liderlik etmektedir. Daniel, bu gösterilerden birinde tutuklanınca Costa rüşvet karşılığında onu hapisten çıkartır ve bir miktar para vererek film bitene kadar olaylardan uzak durmasını ister. Film bitiminde tekrar hapse döneceği üzerine de hapishane müdürüne söz verir. Çekimler bitince Daniel kaçar ve gösterilerde yaralanan kızını kurtarmak için karısı gelip Costa'dan yardım ister. Filmin başında yerlilere karşı daha duyarlı olan Sebastian, yükselen gerilim yüzünden bölgeden ayrılıp başka bir yerde kalan çekimleri tamamlamak için ısrar ederken, başlarda duyarsız olan ve paradan başka bir şeyi önemsemeyen Costa, Daniel'in kızını kurtarmak için isyancı halk tarafından kapatılan ve polisle çatışmaların yaşandığı mahallelere gider. Eşzamanlı olarak anlatılan iki hikâye de aslında 500 yıl önce olanlar yine tekrarlanmaktadır. Bir zamanlar altın için sömürülen insanlar şimdi su için sömürülmektedir.

Daniel elinde megafon yaptığı bir konuşmada sorar:
-Bundan sonra neyi alacaklar? Nefesimizdeki buharı mı, alnımızdaki teri mi?

Filmin sonunda Daniel Costa'ya kızının hayatını kurtardığı için teşekkür ederken tekrar gelip gelmeyeceklerini sorar. Costa "Hayır" der. Artık emperyalizmin her çeşidi bölgeden çekilmelidir.

Konuk Yazar : Burcu Polat Çam




Yaşamı varoluşumuz üzerinden tanımlayacak olursak esas mesele kader olgusunu istekler varolduğu noktaya eğebilmektir. Güzel bir eş , zevk alınan bir iş ve kaliteli yaşam standardı muhakkak ki birçoğumuzun hayalini kurduğu yaşamın belirgin yönleridir. Midnight in Paris filminde bu özelliklere sahip olan Gil’in hayatını farklı bir yöne kaydırmaya başlamasını konu alır. Bu konuda Gil’in yardımcıları aşık olunacak bir şehir ve rol model olarak gördüğü sanatçılardır.

Bazı ilişkileri yaşanılabilir kılan en büyük özelliklerden biri şehir ve zaman olgularıdır. Şehirlerin insan duyguları üzerinde farklı tesirleri vardır ve muhakkak birine yaşanılabilir gelen bir şehir, bir başkası için her dönem anlamsızlığını korur. Gil ve Inez çifti için de Paris şehri her iki kalıba örnek teşkil eder.

Hollywood’un şaşalı gösterişinden ve onun samimiyetsiz gerçekliğinden nefret eden Gil’in gişe amacı güden film senaryosu yazmak yerine roman yazarı olmak istemesi ve yazdığı romanın bir çıkmaza girmesi onun duygularının evrimleşmesine neden olmuştur. Böyle bir dönemde Paris’e gelmiş olması kitabının devamı için önem teşkil etmektedir. Aşık olunabilecek şehirler listesinde bir çok kişinin tepeden sayacağı şehirlerden biri olan Paris, Gil üzerinde de olumlu duyguların açığa çıkmasına vesile olmuştur. Diğer yandan tatiller dışında Malibu’dan ayrılmayı düşünmeyen ve duyguardan ziyade mantık ilişkisi yaşayan Inez’in Gil ile ilişkilerin anlamsızlığı beyazperdeye çarpar. İlişkilerinde sevgiden ziyade güzellik ve kariyer odaklı bir birlikteliğe sahip oldukları ilk sahneden son sahneye kadar kendini hissettirir. Bu nedenle farklı bir şehirde ilişkilerini tartmış olmaları esas duyguların açığa çıkmasına vesile olmuştur.



Filmin göze çarpan en önemli iki detayı; kültürel egonun hissiyata karşı yenik düşmesi ve altın çağ üzerine yapılan tartışmalardır. Film boyunca kültürlü bir profesörün bilgisiyle insanları etkisi altına almaya çalışması ve alkış aldıkça yüzündeki mutluluğun beyazperdeye çarpışına tanıklık ederiz. Nitekim çoğunlukla bilginin esas amacı gösteri peygamberliği yapmaktır. Bilgiyi kendisinden ziyade başkaları için kullanan insanların bir örneğini teşkil eden Profesörün, Inez’i etkisi altına alması bilginin gücünü gösterir. Bir tablonun hangi ressam tarafından hangi yılda çizildiğine önem verenler kadar Gil gibi o tablonun yarattığı hissiyata ve resmin sahibi için ne önem teşkil ettiğini düşünenler de vardır. Profesör, Paris’i görülecek müzeler, tadılacak şaraplar olarak görürken ; Gil yağmurda yürünecek ve sokaklarında kaybolabileceği bir şehir olarak görmektedir. Bu hususta hissiyatın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim Gil sokaklarında kaybolduğu şehirde gerçeküstü bir zaman diliminin içerisinde kendini bulur.

Filmin ikinci çıkış noktası ise “Altın çağ” üzerine yapılan tartışmalardır. Geçmişe duyulan özlemin esas kaynağı yaşamın tıkanıklığı ve tekdüzeliğidir. bu nedenle geçmiş her zaman daha cezbedici ve huzur dolu gelmektedir. Karmaşadan yoksun bir geçmişin muhakkak ilgi çekici yönleri vardır. Gil’in de özlemini duyduğu ve Altın çağ olarak nitelendirdiği zaman dilimi 1920li yıllardır. Zira geçmişe duyduğu özlemin belki de en göze çarpan detayı , romanının esas karakterinin sahip olduğu nostaljik eşyalar satan dükkandır. Burada Gil’in işinde varolan mutsuzluk ve romanına bir çıkış bulamaması geçmişe dair özlem kurmasını tetiklemektedir. Geçmişle ilgili düşüncelerin çoğu subjektif yargılardır zira yaşanılan zaman diliminde oluşan mutsuzluk insanı bu düşünceye itmektedir. Filmde Gil dışında bu konuyu tartışan karakterlerden E.Hemingway için Rönesans , Adriana için ise 1890lı yıllar Altın Çağın varolduğu yıllardır. Muhakkak ki yaşadığımız zaman dilimi de bir asır sonra bir çok kişi için altın çağ olarak tanımlanacaktır. Altın çağ’ı tetikleyen bir diğer olgu da rol modellerdir. Gil'in hayatında S.Fitzgerald ve E.Hemingway'in yeri çok büyüktür. Bu nedenle bu ikilinin ve daha bir çok sanatçının yaşadığı 1920li yıllar Gil’i cezbetmektedir. Altın çağ ile ilgili tartışmaları da gene Adriana ile yaptığı bir tartışmayla bitirir ve hissiyatın,duygunun altın çağ seçimindeki önemini de zamanla kavramaya başlar.



Woody Allen, Midnight in Paris filminde gerçeüstücülük ve altın çağ tartışmalarına yer vererek yapımın ilişkiden bağımsız evrimleşmesine odak noktası oluşturmuştur. Filmde Gil karakterini yaratırken kendine uygun bir karakter yaratıp, oyunculuğu Owen Wilson’a vermiş olması üstadın film karakteri olarak kendi oyunculuğunu devam ettirecek birini bulduğunu göstermektedir. Zira Owen Wilson mimikleri, şaşkınlığı, naif kişiliği ve hızlı konuşmasıyla tam olarak Woody Allen’ı canlandırmıştır. (bir tek gözlüğü eksiktir!) Filme ivedilikle monte edilen sanatçılar da yer yer hızlı bilgi akışına neden olsa da izlediğimiz bir sinema filmi olduğu için yönetmenin kısıtlı sürede buna başvurması kaçınılmazdır diyebiliriz. Adrien Brody’nin yarattığı S.Dali karakteri umarım bu filmle sınırlı kalmaz ve farklı bir yapımda daha uzun sürelerle kendisini bu rolde izleyebiliriz. Diğer yandan Hemingway karakteri ve M. Cotillard'ın oynadığı Adriana karakteri bizlere sinema perdesinden de olsa 1920li yılların havasını yaşatmıştır. Woody Allen’ın uzun süre New York üzerinden anlattığı hikayelere Avrupa’nın önemli şehirlerinde devam ediyor olması hiç kuşkusuz izleyicide farklı bir merak konusu oluşturuyor.Geçtiğimiz senelerde Londra ve Barcelona’ya bizleri aşık eden yönetmen Paris’in büyülü dokusunu da filme monte ederek izleyicinin filme bağlılığı arttırmıştır.Yeni filminin çekimleri için Roma’da olan yönetmen hiç şüphesiz bizleri yepyeni şehirlere aşık edecektir.



"Hayat yağmurda yürümeye benzer.Saklanıp korunabilirsin,ya da ıslanırsın."

Tercihler üzerinden gidecek olursak; Hesher yaşama boyun eğmenin ve olanları kabullenmenın, yaşama olan öfke ile çekişmesini beyazperdeye yansıtır.Bu çekişmenin yan faktörü de Hesher karakteridir ve mutlak sonuca olumlu etki etmektedir.

Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler adlı öykü kitabınıokuyanlar bilirler.Ebeveynlerini erken yaşta kaybeden çocukların hayat yolundayedikleri ilk tekmeye olan hınçlarını ele alır.Hesher filminde de anakarakterimiz erken kaybeden çocuklardan biri olan TJ. İntikam yüklü bir bombagibi bir şeylerden hıncını almak istemektedir,kaybı büyüktür ve bununlayüzleşmesini bilmektedir. Kendisine saldıranlara karşı da geri adım atmayarakbabasının acıyla yüzleşmede olan başarısızlığını gölgelemeyeçalışmaktadır.Belki de kendi acısını yaşayamamaktan daha zor olanı aynı acıyıçeken birine yardım etmek zorunda kalmaktır. Bu acı kendisiyle külüstüre dönmüşarabaları ile bir bağ oluşturur. O araba ki geçmişe olan tek bağlantısıdır.Ziraher şey o arabaya binmekten ibaretti.En son orada çocuk olmuştu ve çocukluğu daarabanın içinde yitip gitmiştir.

TJ ve babasının hayatlarına etki eden insan rolünde iseHesher karakterini görüyoruz. Hesher her insanın bir dönem olmayı arzuladığıbir karakterdir. Vurdumduymazlık,başıboşluk ve özgürlük. Hesher içinden geleniyaşamanın ete kemiğe bürünmüş halidir.Filmin başında Nicole (Natalie Portman) karakteri TJ’e yardım ettikten sonra "sana yardım etmeseydim bütün gün kendimi kötü hissederdim.Haberlerde otoparkta senin ölü bulunduğun haberini aldığımı düşünsen.Bunu kendimi için yaptım.Çünkü bencilim.Özür dileri,ben böyleyim." demektedir. İyiliğin kişiselrahatlığa yardımcı olması amacıyla yapılması rahatsız edicidir. Fakat Nicolebunu gayet doğal bir şekilde söylemekten gocunmamaktadır. Hesher’in ise iyilikkavramı yoktur. Kendi doğruları anlıktır ve iyiliğin içinde kötülükte barınıyorolabilir. Hesher karakteri anlam olarak sadece yaşamaktadır ve yeri geldiğinde insanla yardımcıolmaktır.Bu nedenle nefret edilebilecek hatta nefret edilen bir karakter olsadahi bir sahne sonra sevilebilecek bir karaktere dönüşebilmektedir.Zıtlıklarınvaroluşunu simgeleyen Hesher her insanın zor zamanında yanında olmasınıdileyeceği bir karakter zira zorlukları aşmak için rutinliği ve acıyı geridebırakmamız gerekir.


"Sen anneni kaybettin,sen eşini kaybettin ve ben taşağımı kaybettim.Hayatta sevdiğiniz birini kaybetmek,bir taşşağınızı kaybetmek kadar acıdır ama hayat tek taşşakla da devam eder."


Hesher filminin konudan bağımsız detaylarına girecek olursakfilmin senaryo yazarının büyük bir metallica hayranı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Film boyunca dört adet Metallica şarkısı Hesher’in diline dolanır ve filme eşlik eder.Keza filmin logosuda Metallica’nın logosundan esinlenmiştir.Geçtiğimiz seneninen flaş iki filmi olan Inception ve Black Swan’ın başrol oyuncularınınsırtladığı ve TJ rolünde Devin Brochu’nun üstün performans sergilediği Hesherçoğu yönden dramatize edilmiş bir öykünün en pozitif ve yalın anlatımıdır.


Yaşamın en dramatik anlarından biri hiç kuşkusuz 'bir gülüşe aldanmak' olmuştur. Sıradan bir gülüşe 'Kader' çizilir,bir yalnızlık armağan edilir.O gülüşü her an görebilmek için bir ömür harcanır ve o gülüşün içinde 'Masumiyet' kaybedilir.Bekir olmak kolay değildir.Harcadığı ömür her yalnızlıktan arda kalanlardır.

Velhasıl Hasan Ali Toptaş Yalnızlıklar adlı eserinde "Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım her keresinde." der.Kaderinin peşinde Bekir de bu söze itaat etmeye başlamıştır.Her seferinde düşerdi Uğur'un peşine şehir şehir bucak bucak.Ümidini yitirse bile Uğur'u bırakamazdı.Çünkü korkardı yalnızlıklardan.Yalnızlığın Uğur'dan ayrı kalmak olmadığını anladığında da hiç düşünmeden tetiği çekmiştir.Bekir dediğin yalnız gelip,yalnız gidenlerden.



“Yalnızlık alıp karşına kendini,
öteki kendinlerle konuşmaktır.
Bakışmaktır,öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
Kimi zaman da öldürmektir
içlerinden sana en çok benzeyeni,
benzemiyor diye.
Yalnızlık,öldürmektir.”

Hasan Ali Toptaş-Yalnızlıklar

Yönetmen: Andrea Arnold
Yazar: Andrea Arnold
Oyuncular: Katie Jarvis, Michael Fassbender, Kierston Wareing
Tür: Dram
Yapım yılı: 2009
Süre: 123 dk.
Ülke: İngiltere













Fish Tank, Wasp isimli kısa filmiyle Oscar almış Andrea Arnold'ın, bir hayli ses getiren Red Road'dan sonra çektiği ilk film. Cannes'da Jüri Ödülü almış film, sosyal konutlarda annesi ve kız kardeşiyle yaşayan 15 yaşındaki Mia'yı anlatıyor. Açılış sahnelerinde kamera, görüş alanına giren hemen herkese bağıran, küfreden, taş atan ya da saldıran Mia'yı sokaklarda takip eder, yani daha ilk dakikalarda Mia'nın nasıl bir çevrede, nasıl koşullarda yaşadığı seyircinin yüzüne çarpar, tokat misali. Sürekli eşofman giyer Mia, para aşırır, içer, okulu asar, tanımadığı insanlarla kavga çıkarır. Arkadaşı yoktur, annesine, kardeşine, yabancılara, kısaca herkese karşı öfke doludur.

Apartmanlarının her tarafından binalarla, dairelerinin de her tarafından diğer evlerle kuşatılmasıyla, ayrıca içindeki sıkış tıkış eşyalarla bir sandviçe benzeyen evinde, kızlarına bok muamelesi yapan, 30'undan fazla göstermeyen, alkolik ve hoppa (!) annesi Joanne (Kierston Wareing) ve en fazla 12 yaşında olan, ama şimdiden sigara ve içki içen, şımarık kızkardeşi Tyler (Rebecca Griffiths) ile yaşar.

Bir gün odasının penceresinden dışarı bakarken bir kayaya zincirlenmiş sıska, yaşlı bir at görür Mia, ve bu atta kendisini görür bir anlamda. Atın yanına gider, bir taşla zincirini kırarak onu "özgürleştirmeye" çalışır, başarılı olamaz ama. Bir çekiç alıp tekrar dener şansını, bu kez de atın sahibi olduğunu iddia eden kabadayı tipli oğlanlar tarafından saldırıya uğrar.

Bütün gün televizyonun açık olduğu, o televizyonun da mutlaka bir müzik kanalında durduğu evlerden birinde yaşayan kahramanımız, video kliplerden dans etmeyi öğrenmiştir, terk edilmiş bir binada hip-hop dansı çalışır ve dansı, hapsihanesinden bir kurtuluş olarak görür. Bu hiçbir şeyi sallamayan, hiçbir şeye değer vermiyor görünen kaba kızın, içten içe bir dansçı olma hayali kurması klişe gelebilir belki, ama yönetmenin derdi "yaşamının anlamını bulup hayatını düzene sokan genç kız"ı merkeze alan, ucuz ilham veren bir film çekmek değil. Mia'nın dansçı olma hayali hiçbir şeyin odak noktasında değil. Kaybolmuş, kızgın, mutsuz bir kızın hikayesi bu, hepsi bu.

Tanımadığı bir kızın burnunu kırmaktan tut kendisini özdeşleştirdiği zincirlenmiş bir atı serbest bırakmaya çalışmaya kadar her türlü belaya açıktır Mia, hatta kolları açık karşılar belayı. Okulundan atılması, evine kadar gelen sosyal görevli, kendisine saldıran oğlanlar, hiçbiri korkutmaz Mia'yı. Ama annesinin hem kibar, hem de seksi yeni erkek arkadaşı Connor (Hex'in Azazeal'ı, Hunger'ın Bobby Sands'i, Eden Lake'in Steve'i, Inglourious Basterds'ın Hicox'u Michael Fassbender!), korkutucudur doğrusu. Bir sabah mutfakta bir Ashanti klibine eşlik ederek kıçını sallarken bir yabancının onu izlediğini fark eder, pantolonu kıçından düşmekten olan annesinin sevgilisiyle böyle tanışır.

Yakışıklı, eğlenceli, arkadaş canlısı Connor, bu sağlıksız ailenin bireyleri arasındaki gerilimi yatıştırır, huzur ve umut getirir evlerine. Kızlarını baş ağrısı olarak gören Joanne'in yanında, kızları destekleyen, sakin, ilgili, ideal bir ebeveyn figürü olarak görünür başta. Bir pazar gezmesine kızları da davet eder, Tyler'la güreşme/gıdıklama oyunu oynar, Mia'nın bileği kanadığında yarayı temizler ve sarar, Mia'ya dans tutkusunun üzerine gitmesi için cesaret verir, hatta bir dans kulübündeki seçmelere katılabilmesi için kamerasını ödünç verir. Bunlar olurken gözlerini Mia'nın üzerinden ayırmaz, bolca yürek ısıtıcı bir abi şefkatiyle hafif mide bulandırıcı bir şehvetin karışımı görülür bu bakışlarda.



Film boyunca Mia'nın ne söyleyeceği ya da bir sonraki sahnede neler olacağını asla tahmin edemiyoruz, her sahnede şaşırtıcı -ama son derece mantıklı görünen- bir şey oluyor. Üstelik hikaye aşırı şiddet, uyuşturucu, hamilelik, bağıra çağıra gözyaşlarıyla yapılan anne-kız yüzleşmeleri gibi klişelerden dikkatle uzak durmayı da biliyor. Gerçekçi, sert, neredeyse gaddar bir film Fish Tank. Türünden beklenen yapmacık, süslü iniş/çıkışlara bir an bile teslim olmuyor.

Andrea Arnold, hem olağanüstü etkileyici ve samimi, yumuşatılması adına köşeleri yuvarlatılmamış, gerçek hayata inanılmaz yakın duran bir senaryo yazmış, hem de filmi yönetirken hepsi birbirinden yetenekli oyuncularının performanslarındaki doğallık ve yoğunluğa ters düşecek özel çekim teknikleri kullanmamayı bilmiş. Sosyal yaralara parmak basmaya çalışmak yerine, tek tek insanların karakterlerine, arzularına ve zaaflarına odaklanmış. Bu karakterlerin yaşam koşulları elbette hareketlerindeki motivasyonlarında önemli bir yer oynamış, ama bu koşullar salt altmetinde var; asla seyircinin gözüne sokulmamış ya da daha etkileyici olması için abartılarak gösterilmemiş.

Fish Tank'le ilgili iki ilginç trivia var. Yönetmen, oyuncuların senaryonun tamamını okumasına izin vermemiş. Oyuncuların ellerine sahneleri, çekimden sadece birkaç gün önce geçiyormuş çekimler boyunca, ve filmin sonunda, hatta bir sonraki sahnede ne olacağına dair hiçbir fikirleri yokmuş. Bir de başroldeki kız, Katie Jarvis, hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan, bir tren istasyonunda erkek arkadaşıyla yüksek telden kavga ederken yönetmen tarafından keşfedilmiş bir hatun. Çok doğal bir oyunculuk sergilemiş, her ne kadar kolay bir rol gibi görünse de Mia rolü, bu kadar incelikli ve gerçekçi rol yapabilmek, küçümsenecek bir başarı değil. Yine de Fish Tank'in asıl yıldızı Michael Fassbender bana kalırsa. Kendisine ta Hex zamanından beri bir zaafım olduğu doğru, ama iki saat gibi bir sürede bize en az üç farklı kişilik gösteren, bunu da feci inandırıcı bir şekilde yapabilen çok da fazla aktör yoktur herhalde.

Uzun zamandır görmek istediğim bir filmdi Fish Tank. Gerçek hayattan bir kesit gibi duran karamsar filmleri seviyorum, Michael Fassbender'ı seviyorum, isyan eden dışlanmış hatun filmlerini seviyorum, genelde Ken Loach ya da Mike Leigh filmlerinde rastladığımız İngiliz alt-sınıf aksanını seviyorum, bu filmi çok, pek çok sevmem için gerekli her şey varmış sonuç olarak. Çok üzücü, ama çok güzel anlatılmış bir öykü Fish Tank.


Stefan Zweig  “Begegnungen mit Menschen, Büchern, Stadten”
(S. Fischer Verlag, 1955, Berlin)

Ahmet Arpad çevirisi ile bilinen ismi “Buluşmalar – insanlar, kentler, kitaplar” (Yordam Kitap).

Zweig, 1881 Viyana doğumlu, ünü günümüze kadar gelen bir romancı, oyun, biyografi deneme yazarı ve gazeteci. Çeşitli, dolu geçen eğitim hayatının ve savaşların ardından Yahudi kökeni yüzünden bulunduğu yerden gitmeye zorlanmış, Avrupa’da çeşitli illerde yaşamıştır. Hayatının hemen her anında kalemi elinden düşmeyen yazar çeşitli türlerde eser vermişse de, ölümsüzlüğü adına gerçekten çalışmıştır.

Yazar sadece kendi mesleğinde ilerlememiş; bugünkü Avrupa’nın düşünsel temellerinde yer alan taşları zaman zaman metinlerden taşırsa da, Salzburg’da yaşadığı süre içinde çeşitli yollarla dönemin aydınlarına ve diplomasisine fikir alışverişlerinde bulunduğu söylenir. Ki, örneğin adı geçen kitapta adım adım izlenen “Avrupa Öğrenciler Arası Eğitim Birliği” ile LL Erasmus programını çok öncesinde anlatırken, İsrail oluşumu sırasında antisemitist ve ya semitist düşünceler eşliğinde fikirlerini çok rahat bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak, idareten edindiğim ironisi ise kitabın içinde gerçekleşmektedir:

Zweig, Londra’da 1937 yılında kitabın ön sözünü kaleme aldığında şu cümleleri okurları ile buluşturur: “(…)Bu yazılar, gençliğinde beni yüreklendirmiş olan olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. Onlar, insanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise aklını başına getiren anlardır. Belki bazı okurlar bu yazılarda, günümüzde çoğu insan için (ne yazık ki) pek önemli sayılan bir konuyu, politikayı bulamayacaklardır. Eğer kitap bir anlamda bir bütün oluşturabiliyorsa, ancak yaşamım boyunca inandığım her zaman tarafsız kalma ilkem sayesinde mümkün olmuştur bu. (…)”

Politik anlamda, kitapta –hatırladığım ve dikkatimden kaçırmadığım kadarıyla- elbette direk olan söz edilen bir parti, eleştirilen bir hükümet veya sağ-sol ikilemesinin yarattığı seçme zorunluluğu gibi belirlenmiş bir kimlikte yazılmadığı doğru. Oldukça. Ama gelin görün ki tarafsızlık konusunda yanılgılara düşmüş olması, böyle büyük bir yazarın ilk cümlelerinden duymak benim için üzücüdür. Tarafsızlık derken pasif bir akıl çizmemekle birlikte, tarafını kitabın ince detaylarında bulmak mümkündür de aynı zamanda. Şimdi sizlere sorarım: Ne zaman, ne ile tarafsız kaldığınızı düşündünüz? Zweig’ı düşündüren geçmişteki acıları mıydı? Yaşanan acılar tarafsızlığı da öldürür mü? Veya sizce tarafsızlık hiç var oldu mu?

-
Kitabın ismine aksi dört bölüme ayrılmış olması ile ilkin “İnsanlar” bölümü bizi kapılarını açarken yaptığı konuşmaları-konferansları, dönemin büyük insanları ile yaşadıkları anıları, doğum günü ve ya hayranlık mektupları, saygı, sanatsal kaygı ve vedalarını dile getirir. İçtenliği ve akıcı dili ile gözler önüne gelen imgelerle Zweig’ın anılarına bir eş oluşturursunuz bu bölümde. Sevdikleri ve yorumlarıyla fikir birliği ve ayrılığına gider, birden bire kendiniz ile tartışmaya gidersiniz.

İkinci bölüm ise Zamanlar’dır. Zamanlarla Buluşmalar. Savaş dönemlerini, tarihte yaşanan burjuvazi çelişkilerini ve çekişmelerini, Avusturya’dan çıkan Neue Freie Presse (Yeni Özgür Basın) isimli gazeteden alınan I. Dünya Savaşı zamanı yazılan metinleri, umursamazlıklar, felaketler, Avrupa sorunları ve Kadın Haklarının ateşlenmesi zamanlarından gelen düşünce ve konuşma metinlerini konu edinir.

Üçüncü bölüm Kentler’e ayrılmıştır: gezi yazılarının toplamalarıdır, ancak Paris, Brüksel, Roma’yı gezmek yerine dünyada belki bildiğiniz, belki ilk defa duyacağınız yerlere götürmeye karar verir. Panama Kanalı, Ypern, yaşadığı bazı illeri ve hayran olduğu o Rusya’yı ve niceleri anlatmaya başlar. O yazdıkça görmek yerine kıskançlığa bırakırsınız kendinizi. En azından naçizane “gezi-kıskançlığı” kavramını kitap yüzünden veya sayesinden bilime armağan edebilirim.

Dördüncü ve en son bölüm “Kitaplar” Buluşmalar’ın bitmesine yakın güzel bir gerçekle başlar: “(…) Günümüzde düşün hareketinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu zaman farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızda ciğerlerimiz hava doluyor, görünmeyen bu besinle damarlarımızdaki kanı besliyorsak; okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ve onları yoruyoruz. (…)”

Bu kadar övgü, bir yazara normal ve gerçekçi gelmesi onun Goethe’ye, çoğu Rus yazarına, Rimbaud’a ve nice yazarlara duyduğu hayranlık ve yine yaptığı konuşmalarla oluşturur. Yazarın besin kaynağı kitaplara teşekkürünü etmeden önce, bu kitabı başucu yaparak, zaman zaman rehber gibi kullanılmasını sağlayan Zweig’a, 2011 yılından teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum.


Sevgili Travis’in ardından benim de Rock’n’coke festivalinde destek çıkmam ve muhakkak söz etmem gereken gruplar vardır deyip, sözü müsaadesiyle devralıyorum.

Travis


Her zamanki Travis, kendini korurken popüler şarkılarıyla herkese eşlik ettirdiler. Ve yeniden gelmekten keyif almış duruyorlardı. Sadece iyi ki “Sing” diye şarkıları varmış, dedim, binlik koro Hazerfan’î çınlatırken. Kapanışı “Why does it always rain on me?” ile yaparken, merakla beklediğim, yaşlanan Travis tam olarak değişimi şurada yaşamıştı: hiç değişmeyerek.





Moby

Biraz gecikmeli çıkmaları hafiften şüphe uyandırdı ilkin Moby. Biraz da etrafta kel ve gözlüklü hatta biraz da kısa boylu olanlara yapılan “Aha Moby!” esprisine epey maruz bırakıldı. Sonra da Joy Malcolm denen vokalist, konserin çoğunu almaya başlayınca iyice gözleri kısıp izlemeye başlamıştık.  Ancak, millet zıplamaktan, dans etmekten, alkışlamaktan, senk you denmekten bir hal olmuştu birden bire. Moby kaç bin kişiyi büyüleşmişti adeta. Tüm yorgunluğa X2 bir hızla gecenin kapanışını mükemmel bir şekilde bitirmeyi başardı. Bildiğimiz Natural Blues, Porcelain, Why Does My Heart Feel So Bad? Ve de kötü bir In This World yorumuyla “best of”unu çalmış bulunuyorlardı.

1,5 saatlik konserin sonunda alkışlarla yeniden gelip, son kez daha gönül fethetmeyi başarmıştı… Kimisi kızmış, kimisi sevmiş ama Festival’in en iyisi Moby’di denebilir, tarz ayrımı yapmaksızın.


Beach House


Tokyo Witch’siz ve yetişemediysem Gila’sız bir konser düşünemezdim, kendileri bunu ortaya koymuşlardı bile. Sıkıcı, yoğun ve karanlık melodiler eşliğinde süren Beach House konseri, çılgın sıcaklığın altında deri ceketli V. LeGrand ve çetesi Türkiye’den memnun olduklarını söyleseler de, ışıklı veya filli bir gösteriyi kimse beklemediği için yeterli miktarda hayranını memnun etmişti. Ancak tabi bazı şarkıları atlamasalardı daha harika olurdu. Akabinde dumanın ve yoğunluğun verdiği sarhoşluğu bira kuyruğunda ve ya birden gelen soğuk rüzgârla hissetmek zor olmadı.


2 MANY DJS

Çok ama çok enteresan bir girişle başlayan Dj ikilisi, Selda Bağcan’dan MGMT’ye, oradan Nirvana’ya ve hatta Justice ayrıca Daft Punk’a kadar uzanan yelpazesi, alanda bulunan veya geçen canlıyı zıplatmadan bırakmamış olabilir. 

-Fotoğraflar kişisel albümdendir.


Sayılarla Rock'n Coke 2011


  • 24 yabancı, 36 yerli grup olmak üzere 350’den fazla müzisyen katıldı.
  • İki gün boyunca 45 bin kişi katıldı, toplam 7256 adet çadır kuruldu.
  • 400 dönümlük festival alanında sahne ve çeşitli çadırlar için 12 bin metrekarelik toplam alan ayrıldı ve 9 bin 800 metrekarelik taban kuruldu.
  • Festivalin gerçekleşmesi için yaklaşık 10 bin kişi çalıştı.
  • 17 bin noktadan serinletme yapıldı.
  • 7500 metrelik çit kullanıldı.
  • Festivalin telefon, internet ve bankacılık hizmetleri için 30 km kablo döşendi.
  • 600 kişilik Jandarma ekibi çalışmalara destek verdi.
  • 200 bin litre içecek tüketildi, 80 ton buz kullanıldı.


The Kooks
Festival öncesi pek reklamı yapılmasa da grup için gelen özel dinleyiciler vardı. Bu konuda kendilerine haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Canlı performansının stüdyoya oranla daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.

Duman
Hepimizin bildiği Duman işte. Biraz durgunlardı sanki.

Motörhead - " we are motörhead, we play rock n roll"
1998 yılında Türkiye'de konser vermek istemiş fakat ancak 50 bileti satıldığından konser iptal edilmişti. O zamanlar gruba pek ilginin olmamasından mıydı yoksa dönemin sıkıntısından mıydı bilinmez ama bu konserde dinleyicisi vardı. Motörhead tshirtlü ergenleri de es geçmemek gerek, Motörhead'in bu konseri de iptal edilmemişse bunu onlara borçluyuz. Kendilerinin dinleyicisi olmadığımdan bu yorumu yapmak pek doğru olmaz ama sanırım pek de iyi değillerdi konserde. Seyirciyle pek reaksiyona girişemediler. Bateristin uzun solusunu sıkılarak dinlerken tınının birden darbuka ritmine dönüşmesi seyircinin tempo tutmasına neden oldu. Sanırım bu ağır işler bize göre değil, biz hala darbuka milletiyiz.


Limp Bizkit
Cumartesi gününün hatta kanımca tüm festivalin en iyi performans gösteren grubuydu. En çok seyirci toplayanıydı da denebilir. Fred'in konseri showa dönüşütürmesindeki üstün başarısı seyirci ile olan karşılıklı etkileşimi arttırdı ve bu da konserin her daim canlı geçmesini sağladı. Seyirciyle bol konuşmaları kimilerince "zamana oynuyor" gibi yorumlar alsa da, bu iletişim sonucunda dinleyicilerin sıkılmamasını sağladı. Bir ara sahneden atlayarak seyircinin arasında şarkı söylemesiyle, kızların omuzlara alınmasını istemesiyle, mikrofonu alıp sallamasıyla (!) , "you are craazzy maaann!" leriyle , dansıyla, müziğiyle, piçliğiyle....


Bu arada Radyo Eksen' e de teşekkürlerimi iletirim.


Taraf olmanın neredeyse zorunlu olacağı dönemlere doğru gittiğimizi düşünürken, neden taraf olmamak gerektiği üzerine bir film öneriyorum size. Tabi konu savaşsa... Taraf olmayıp ne yapacağız diyorsanız Alexander Kirkov'un yaptıklarına bakmak yeterli. Milcho Manchevski'nin yazıp yönettiği 1994 yapımı Yağmurdan Önce, "Sözcükler, Yüzler ve Fotoğraflar" adındaki üç hikâyeden oluşuyor. Makedonya ve İngiltere'de geçen üç hikâye filmin sonunda birbirine bağlanıyor. Alejandro González Iñárritu'nun çoklukla uyguladığı, olayların birbirine bağlandığı ve bir çember oluşturduğu, yapboz (puzzle) filmlerden. Filmde sürekli söylenen "Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir" sözü de buna bir gönderme, çünkü filmdeki bölümler zamansal olarak birbirinin içine geçiyor, doğrusal bir anlatı ile sunulmuyor. 1991-1994 yılları arasında yaşanan Yugoslavya iç savaşının, Yugoslavya gibi farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanların bir arada yaşadığı Makedonya'da yarattığı savaş korkusu ve ister istemez taraf olmanın getirdiği sonuçları görüyoruz. I. Dünya Savaşı'nın da başladığı bu coğrafyada aslında, savaş çıkması istendiğinde, bütün olayların başlaması minik bir kıvılcıma bakar hale gelir. Filmde savaşa dışarıdan bakan ve sadece fotoğrafını çeken bir fotoğrafçının şahsında, tüm seyirci kalanlar eleştirilmektedir. Ünlü yönetmen Theodoros Angelopuolos'un Ulysses Gaze'de yaptığı gibi aydın, sanatçı camiasına bu savaşa karşı aktif rol almadıkları için bir kızgınlık ve eleştiri de var. Filmin sonunda taraf olmanın değil, eski kardeşlik zamanlarındaki gibi davranmanın ne kadar zor olsa da yapılması gereken olduğunu, eninde sonunda ölecek olanın "Kendi çocuğu" olma ihtimalini düşündürtmüş ve öyle davranmalarını istemiştir.

Buradan sonra okuyacaklarınız film hakkında detaylı bilgi içerir, izledikten sonra okumanızı öneririm.

1- Sözcükler:
Makedonya Üsküp'te ilahi güzelliğe sahip bir köyde, tarlada ekinleri ile uğraşan rahip adayı Kiril'in yanına gelen peder, "Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor" der. Biraz ileriyi işaret edip "Hatta orada başladı bile" diye ekler. Film boyunca beklenen yağmur, hem gelecek olayların habercisi hem de sıkıntılı havayı rahatlatacak bir kurtarıcı gibi düşünülebilir. Ayinden sonra manastırdaki odasına dönen Kiril bir yabancı ile karşılaşır. Saçları erkek çocukları gibi kesilmiş olan Zamira isimli bir müslüman kızı ile. Kiril sessizlik yemini ettiği için konuşamaz ve Zamira konuştuğunda da anlamaz çünkü ikisi farklı dilleri konuşmaktadır. Konuşamayan, konuşsa da anlaşamayan iki farklı millete aitlerdir, biri Makedon diğeri Arnavut. Ertesi gün Zamira'nın yerini, akrabalarını öldürdüğü gerekçesi ile manastıra aramaya gelen Makedonlara da söylemez Kiril. Manastır rahipleri ertesi sabah kızı bulunca Kiril'i manastırdan kovarlar. Gece olunca yola çıkan Kiril'in yanına peder Zamira'yı verir ve ayrılırken önce yalan söylediği için tokat atar, sonra da kızı koruduğu için sarılır ve iyi şanslar diler. Kiril ve Zamira manastırdan uzaklaşırlar, Kiril önce Üsküp'e kardeşinin yanına, oradan da Londra'ya ünlü bir fotoğrafçı olan amcasına gitmeyi düşündüğünü söyler. Tam "Hiç kimse seni bulamayacak" dediği anda, Zamira'nın dedesi onları ayırır ve kızı döver. Zamira'nın çobanı öldürüp öldürmediğini sorar. Bu yüzden savaş başlamasından korkmaktadırlar. Sonra Kiril'i kovarlar, kız da peşinden gider. O sırada dedesinin adamlarından biri (sonra abisi olduğunu öğreneceğimiz Ali) Zamira'yı vurur.

2- Yüzler:
Londra'da insanların en büyük derdi trafik ve hava şartlarıdır. Oysa kimse savaştan uzak ve medeni bir ülkede yaşadığı için güvende değildir. Bir restoranda yemek yerken de çıkan bir kavganın çatışmaya dönmesi sonucunda insanların yüzleri dağılabilir. Anne savaş resimlerine bakmaktadır. Açlık ve sefalet içindeki insanlara, çoklukla çocuklara ve Madonna'nın kapak resmi olacak fotoğrafına. O sırada gelen telefon ile ayrılmak istediği kocasından hamile olduğunu öğrenir. Öğlen dışarı çıktığında da ağlayan çocukların sesleri kulağındadır. Pulitzer Ödülü sahibi fotoğrafçı Alex'le bir ilişkisi vardır ve Alex Bosna'dan yeni gelmiştir, işinden istifa edip Makedonya'ya dönmek istemektedir. Anne'i de kendisiyle gelmesi konusunda iknaya çalışır. Anne Londra'da kalıp bu savaşta bir taraf tutması gerektiğini söyler.
Alex, "Barış bir istisnadır, kural değil." der. Anne Alex'teki değişikliğin sebebini sorar.
- Öğrendim ve yaşlandım.
- İki haftada mı?
- Birini öldürdüm.

3-Fotoğraflar :
Üsküp'e dönen Alexander, Mitre'nin yeğeni tarafından elinde silahla karşılanır. Eski sevgilisi Hana'yı görmek ister ama bu kolay olmaz çünkü Arnavutlar da hristiyanların kasabalarına girmesine izin vermemektedirler, birbirlerine selam vermek şöyle dursun düşmanca davranmaktadırlar. Hana'nın evine ziyarete gittiğinde Zamira'nın Hana'nın kızı olduğunu öğreniriz. Zamira'nın abisi, Ali hediyeleri verince kabul etmez, çünkü Alex onlardan biri değildir. Eve geldiğinde Anne'e bir mektup yazar. Alex Bosna'da milislerden biriyle dost olmuştur. Ona heyecan olmadığından söz edince adam esirlerden birini çıkartır ve gözlerinin önünde öldürür. Alex bunu fotoğraflar. Bu fotoğraflarla bir insanı öldürmüştür. İstifa edip memleketine dönmesinin sebebi de budur. Ertesi gün, kuzeni Bojan'ın ağılında iki kuzu doğurtan doktor kuzeni ile halklar arasındaki hüsumetten bahsederken "Burada kavga için bir neden yok." diyen Alex'e karşılık doktor "Bir neden bulurlar, savaş bir virüstür" der. Ertesi gün Bojan ölü bulunur ve doktor kuzen Alex'e şöyle der:
-İyi savaşlar dilerim. Bol fotoğraf çek.

O gece Hana Alex'ten kızı Zamira için yardım ister. Kadınlara düşkün kuzen Bojan'ı öldürdüğü iddiasıyla yakalanmıştır (ilk bölümde dedesi ile Zamira arasında geçen konuşmalarından Bojan'ın Zamira'ya saldırdığı iması çıkmaktadır) ve ağılda tutulmaktadır. "Kendi kızınmış gibi ona yardım et" der. Alex ağıldan Zamira'yı kurtardığında, kuzenleri durmasını ve kızı bırakmasını isterler. Alex onları dinlemez ve vurulur. Zamira kaçar ve manastıra saklanır. Alex yattığı yerde, son nefesini verirken, "Gökyüzüne bak yağmur yağacak!"der, belki de savaşın başlayacağını söylemek ister.


Konuk Yazar : Burcu Polat Çam

http://yasamingenisozeti.blogspot.com

Bu yıl 63.sü düzenlenecek olan Emmy'nin (Televizyon Oscar'larının) adayları açıklandı.
Emmy Ödül Töreni CNBC-e ve e2’den yayınlanacak.




EN İYİ DRAMA DİZİSİ


  • Boardwalk Empire • HBO
  • Dexter • Showtime
  • Friday Night Lights • DirecTV
  • Game of Thrones • HBO
  • The Good Wife • CBS
  • Mad Men • AMC


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK OYUNCU


  • Steve Buscemi (Boardwalk Empire)
  • Michael C. Hall (Dexter)
  • Kyle Chandler (Friday Night Lights)
  • Hugh Laurie (House MD)
  • Timothy Olyphant (Justified)
  • Jon Hamm (Mad Men – Don Draper)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN OYUNCU


  • Kathy Bates (Harry’s Law)
  • Mireille Enos (The Killing)
  • Connie Britton (Friday Night Lights)
  • Julianna Margulies (The Good Wife )
  • Mariska Hargitay (Law & Order: Special Victims Unit)
  • Elisabeth Moss (Mad Men)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU


  • Peter Dinklage (Game of Thrones)
  • Josh Charles (The Good Wife)
  • Alan Cumming (The Good Wife)
  • Walton Goggins (Justified)
  • John Slattery (Mad Men)
  • Andre Braugher (Men Of A Certain Age)

DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU


  • Kelly Macdonald (Boardwalk Empire)
  • Margo Martindale (Justified)
  • Archie Panjabi (The Good Wife)
  • Christine Baranski (The Good Wife)
  • Christina Hendricks (Mad Men)
  • Michelle Forbes (The Killing)


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK KONUK OYUNCU


  • Bruce Dern (Big Love)
  • Beau Bridges (Brothers & Sisters)
  • Michael J. Fox (The Good Wife)
  • Paul McCrane (Harry’s Law)
  • Jeremy Davies (Justified)
  • Robert Morse (Mad Men)


DRAMA DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN KONUK OYUNCU


  • Mary McDonnell (The Closer)
  • Julia Stiles (Dexter)
  • Loretta Devine (Grey’s Anatomy)
  • Joan Cusack (Shameless)
  • Cara Buono (Mad Men)
  • Randee Heller (Mad Men)
  • Alfre Woodard (True Blood)


EN İYİ KOMEDİ DİZİSİ


  • The Big Bang Theory • CBS
  • Glee • FOX
  • Modern Family • ABC
  • Parks and Recreation • NBC
  • The Office • NBC
  • 30 Rock • NBC

KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK OYUNCU


  • Jim Parsons (The Big Bang Theory)
  • Louis C.K. (Louie)
  • Johnny Galecki (The Big Bang Theory)
  • Matt LeBlanc (Episodes)
  • Steve Carell (The Offiice)
  • Alec Baldwin (30 Rock)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN OYUNCU


  • Laura Linney (The Big C)
  • Melissa McCarthy (Mike & Molly)
  • Edie Falco (Nurse Jackie)
  • Amy Poehler (Parks And Recreation)
  • Tina Fey (30 Rock)
  • Martha Plimpton (Raising Hope)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU


  • Chris Colfer (Glee)
  • Ty Burrell (Modern Family)
  • Jesse Tyler Ferguson (Modern Family)
  • Eric Stonestreet (Modern Family)
  • Ed O’Neill (Modern Family)
  • Jon Cryer (Two And A Half Men)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU


  • Jane Lynch (Glee)
  • Julie Bowen (Modern Family)
  • Sofia Vergara (Modern Family)
  • Kristen Wiig (Saturday Night Live)
  • Jane Krakowski (30 Rock)
  • Betty White (Hot in Cleveland)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ ERKEK KONUK OYUNCU


  • Idris Elba (The Big C)
  • Nathan Lane (Modern Family)
  • Zach Galifianakis(Saturday Night Live)
  • Justin Timberlake (Saturday Night Live)
  • Matt Damon(30 Rock)
  • Will Arnett (30 Rock)


KOMEDİ DİZİLERİNDE EN İYİ KADIN KONUK OYUNCU


  • Kristin Chenoweth (Glee)
  • Dot-Marie Jones (Glee)
  • Gwyneth Paltrow (Glee)
  • Cloris Leachman (Raising Hope)
  • Tina Fey (Saturday Night Live)
  • Elizabeth Banks (30 Rock)


EN İYİ MİNİ-DİZİ VEYA TELEVİZYON FİLMİ


  • Cinema Verite • HBO
  • Downton Abbey • PBS
  • The Kennedys • ReelzChannel
  • Mildred Pierce • HBO
  • The Pillars of the Earth • Starz
  • Too Big To Fail • HBO