Virgin Suicides'ı izlerken bir hüzün kaplamalı insanın içini. Filmi izleyen veya kitabı okuyan varsa aynı hüzünle ve acıyla dayanır kapıya muhakkak. Halbuki bizi içine alan bir konusu da yoktur: çok ilgili değilseniz ne 70’lerdeki liberal akım, ne katolik ailelerinin katılığı ne de yine o dönemin gençlerinin düşünceleri ile ilgilenirsiniz. Önce 70’lerde ne vardı diye sorgularız, belki birkaç küçük beyin fırtınasıyla uzaktan ilgilenmeye başlarız. Bir bakıma başta burun kıvırdığımız ve ya “banane”lediğimiz o zamanlar ironinin ailelere nasıl yansıdığının bir aynasıdır. Konu ilginçleşir elbette. Amerikan Rüyası’nın yaşanacağı, o özgürlük dolu ülkenin muntazaman nasıl katı ailelere ve din baskısının nüfuz ettiğini görürsünüz. Etraf yeşilliktir, çiçekler açmıştır ama içerde istavroz dolu günahlar işlenmektedir.

Bu kısmından sonra bol bol “bozucu” olacak.

Virgin Suicides tam tarih vermese de ortalama bu döneme işaret eder. 5 kız kardeşinin ölümünün ardındaki sır perdesini kaldırmak istenir ve burjuva aileleri de içine alan geniş bir alana yayılır sorun. İçine televiyon haberlerini de alarak “intahar yılı” ilan edilir ve Lizbon ailesi sürekli olarak rahatsız edilir. Muhtemel gerçekliği bu olayda, 13-14-15-16-17 yaşlarındaki Lizbon kızlarından 13 olanının ölümüyle başlar. O ölmeden önceki teşebbüsünün dikkat çekme olduğuna karar verildiğinde yeniden ölümün eşiğinde bulur kendini. Elinde Meryem Ana’nın kartı bu ölümde büyük bir rol oynar aslında. Doktorun neden kendini öldürmek istedin dediğinde, 13’ün “Doktor, siz hiç 13 yaşında bir kız olmamışsınız” sözü ile düşündürür film.

Karaağaçların sararan yapraklarının ardından kesilme kararı hızla yayılır banliyö evlerinin bahçelerinde. Kırmızı kağıtlar üzerine kesilme emri vardır ve sırayla kesilmektedir. Aslında sararan kızların güzelliği ve iç dünyalarının kararmasıdır belki de. Hikaye karşı evde oturan bir grup erkek çoğu tarafından sürdürülür. Onların dünyalarına, renklerine, düşüncelerine girmek isteyen ve onları anlamak isteyen ergenlik çağında dört erkek çocuğu. Aslında birinin konuşmaları ile onları algılamaya çalışırız fakat, Lizbon kızları hep karışık, hep güzel ama gariptir.

Gittikleri lisede dikkat çektikleri ve flört ettikleri zaman ise önce aile gözetimi, sonra da bir başı boşluklukla ilk deneyimler yaşanır. Belki dudakların teması ile bütünleşen vücutlar, belki daha da korkunç bir genç kızdaki karadelik belirir filmde. Solan kızların, özellikle 17 yaşında Kristen Dunst tarafından icra edilen o genç kız hep gözünüze sokulur yönetmen tarafından. Garip tutumları, masum ve ya vahşilik arasında gidip gelen bakışları ile.

Ardından gelen korkunç ayrılık ve aile baskısı kızları yaşamdan tek tek koparır. Baba figürünün gittikçe zayıfladığını ve akli dengesizlikler yaşarken, anne figürü sertleştikçe ddaha da zorba tutumlara götürür. Psikolojikman çöküntünün toplu olarak yaşandığı evde tek yaşam belirtisini belki çiçekler verir. Plaklar yakılır, dışarı yasaklanır ve kızlar artık okul yüzü göremez.
Ardından gelen toplu inteharları ise ardında bırakan insanların sürekli olarak konuşmasına, anlam karmaşasına ve elitist yaklaşımlarında son bulur. Kızlar ölür, aile taşınır, ardında kalanlarda derin pişmanlıklar bırakır ve gerisi… tabii ki unutur.
-
Sofia Coppola, meşhur Lost in Translation filminden tanıdığımız ve şaşkınlığa yenik düştüysem de bir dönem Spike Jones ile evli yönetmen. Lost in Translation kadar ses getirmediyse de Virgin Suicides bir grup insan için oldukça başarılı ve en yakın gözlemleri yansıttığı düşünülürken, filmin durağanlığı ve sıkıcılığından yakınan bir grup insan tarafından da çevirili. Hani derler ya, ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz: bu o air melankoliyi içinize çekmeden izlenecek türden bir film olamaz sanırım.

Film, öte yandan başarılı soundtrackleri ile de tanınıyor, ki bu başarı muazzam Fransız grup Air’a aittir. Belki hatırlanır ki, Sofia Coppola Air’ın Playground Love videosunun yönetmenidir de. Dikkat çekici olması, sahnelerdeki melodileri ile hatırlanacaktır izleyiciler için.

Son olarak aslında The Virgin Suicides, Jeffrey Eugenides isimli Amerikalı bir adamın romanıdır ki, romandan bazı diyaloglar zaten bire bire alınsa da değiştirildiği düşünülen pek çok sahne de mevcuttur. Bize ağır veya anlaşılmaz gelen tarih bilgisi veya nedenselliğini de öne çıkarabileceğini düşündüğüm bu kitabın Solmaz Kamuran çevirisi ve Bakir İntiharlar ismi ile de ülkemizde de mevcut.



Dünyanın en önemli bağımsız filmler festivallerinden biri olan Sundance Film Festivali’ni düzenleyen kurum Sundance Institute ile !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 2011 yılında önemli bir işbirliğine imza atıyor.

ABD Başkanı Barack Obama’nın inisiyatifinde başlatılan ve dünya çapında kültürler arası diyaloğun geliştirilmesini hedefleyen Film Forward adlı programda ortak olmak üzere seçilen 10 şehirden biri İstanbul, işbirliği yapılacak festival ise !f İstanbul oldu.

Program kapsamında Sundance tarafından dünyanın farklı ülkelerinden 10 tane film seçildi. Bu filmler hem bu 10 şehirde gösterilecek, hem de yönetmenleri ve Sundance Film Festivali ekibi o sehirlerde tartışma ve söyleşilere katılacak. Program, 2010 yılının Aralık ayında New York’ta başlayacak ve 2011 yılının Eylül ayında Washington D.C.’de yapılacak toplu film gösterimi ile son bulacak.

ABD’deki gösterimlerden sonra programın ilk uluslararası ayağı Amerikan Büyükelçiliği’nin desteği ve işbirliğiyle, 17-27 Şubat tarihlerinde İstanbul’da, 10. !f Istanbul festivali sırasında gerçekleştirilecek.

1981 yılında Robert Redford tarafından kurulan Sundance Institute ile 2011 yılında 10. yaşını kutlayacak olan Türkiye’nin tek bağımsız filmler festivali !f İstanbul, bu işbirliği sayesinde Türkiye’li sinema tutkunları ile bağımsız hikaye tekniklerini farklı bakış açıları ile destekleyen önemli yönetmenleri bir araya getirerek sinema üzerinden kültürel bir köprü kurmayı umuyor.




Sinema dalında böylesine önemli ödülleri geride bıraktıkça zamanın geçiş hızı daha bir belirginleşiyor ve blog arşivine baktığımda geçen sene yaptığımız mini yarışmanın üzerinden çok geçmemiş gibi geliyor.Altın Küre ödüllerinde yarışacak adaylar da geçtiğimiz gün açıklandı.Açıkcası kendi adıma Hollywood sinemasına uzak kaldığım bir yıl oldu.Festivallere katılan ve büyük prodüksiyonlu yapımlar dışında Hollywood işi filmler izlemedim desem doğru olur.Bu nedenle ödül için seçilen adaylar hakkında fazla bilgiye sahip değilim.

Drama dalındaki filmlere göz atacak olursak,malum Inception ve The Social Network geride bırakacağımız yılın en fazla beklenen yapımlarıydı.Inception izlenilirliği yüksek olsa da bir yerden sonra baydığını düşündüğüm sonuyla da klişe olarak nitelendirilebilicek bir yapımdı.The Social Network ise Facebook'un isminin geçtiği her yerde bir heyecan dalgası yaratıldığı için daha fazla kişiye hitap ediyordu.Aslında ortaya çıkan sonuç ortalama seyirlik bir film idi.Lakin artık sinema dilinde klişe sayılabilicek üzere filmin yönetmenliğine David Fincher'ı getiriyorsanız insanlarda özel bir beklentiye yol açarsınız.Beklentilerin yüksek olması yapım açısından ters tepti.Diğer yandan bir başka deha Darren Aronofsky'nin Black Swan filmini henüz izleyemedim ve The King's Speech ise festivallerden aldığı olumlu not ve ödüllerle adından fazlasıyla söz ettirdi.Ödüllere de zaten The King's Speech 7 adaylıkla damga vurmuş durumda.Beklentilerin aksine süpriz çıkacağını ve Inception'ın ödül alamıyacağını düşünüyorum.


Sinema ve diziler söz konusu olduğunda sahip olduğum bilgiler genel anlamda drama dalında olduğu için Komedi ve Müzikal dalında yarışacak adaylarla ilgili fazla bilgi veremiyeceğim.Tv serilerinde yarışacak olan adaylara baktığımızda belirli adayların gene ödülü almaya yakın olduklarını görüyoruz.Mad Men geçtiğimiz senelerde drama dalında ödülleri kimseye bırakmamıştı.Bazı sinemaseverler yapımların üstüste kazandığı ödüllere aşırı tepki veriyor.Örneğin Mad Men sevildiği kadar nefret edilen bir yapımdır.Lakin bu onun efsane bir dizi olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.Ben Mad Men'in aldığı ödülleri sonuna kadar hakettiğini düşünenlerdenim zira Psikolojik Drama yapmak kurgunun çeşitli oyunlar oynadığı yapımlardan çok daha zordur.Mad Men yer yer sıkıcıdır ve izleyiciyi bunlatır lakin Draper'ın ruh halini anlayabilmek için bunun olağan olduğunu düşünüyorum o nedenle günümüz dizileri içinde Mad Men farklı bir yere sahiptir.İyi kurgulanmış diziler her zaman çıkar lakin Mad Men,Sopranos gibi diziler daha nadir ve daha değerlidir.Diğer adaylar arasında The Walking Dead ile Boardwalk Empire Mad Men'in saltanatını kırmaya en yakın adaylar olarak göze çarpıyor.Drama dalı ile ilgili tek temennim Steve Buscemi'nin En İyi Performans ödülünü almasıdır.

Belli başlı adaylıkların listesi hemen aşağıda.Eğer daha fazla bilgi almak isterseniz sizi Golden Globe'un resmi sitesine alalım.

Best Picture / Dram Dalında En İyi Film (Drama)
Black Swan
The Fighter
Inception
The King's Speech
The Social Network

Best Picture / Müzikalyada Komedi Dalında En İyi Film (Musical or Comedy)
Alice in Wonderland
Burlesque
The Kids Are All Right
Red
The Tourist

Best Director / En İyi Yönetmen
Darren Aronofsky (Black Swan)
David Fincher (The Social Network)
Tom Hooper (The King's Speech)
Christopher Nolan (Inception)
David O. Russell (The Fighter)

Best Screenplay / En İyi Senaryo
Danny Boyle, Simon Beaufoy (127 Hours)
Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg (The Kids Are All Right)
Christopher Nolan (Inception)
David Seidler (The King's Speech)
Aaron Sorkin (The Social Network)

Best Animated Film / En İyi Animasyon
Despicable Me
How to Train Your Dragon
The Illusionist
Tangled
Toy Story 3

Best Foreign Film / En İyi Yabancı Film
Biutiful (Spain)
The Concert (France)
The Edge (Russia)
I Am Love (Italy)
In a Better World (Denmark)

Best TV Series, Drama / Drama Dalında En İyi TV Dizisi
Boardwalk Empire
Dexter
The Good Wife
Mad Men
The Walking Dead

Best TV Series, Comedy / Komedi Dalında En İyi TV Dizisi
30 Rock
The Big Bang Theory
The Big C
Glee
Modern Family
Nurse Jackie

Best Mini-Series or TV Movie / En İyi Mini-Dizi veya TV Filmi
Carlos
The Pacific
Pillars of the Earth
Temple Grandin
You Don't Know Jack

The Sopranos’un MadMen’den sonra ikinci çocuğu da doğdu; Boardwalk Empire.




Son yıllarda Amerikan dizi piyasasında zirvede tek başına oturan MadMen’ e bu sene rakip geliyor gibi. “gibi” diyorum, çünkü ilk sezonu henüz yeni tamamlandı, ama çekilen 12 bölümü göz önünde bulundurursak bu gerçekleşecek gibi.

Fazla geç olmadan siz de izlemeye başlayın derim ben.

Aşağıda okuyacaklarınız biraz sinema, biraz televizyon, biraz da haftalık olaylarla ilgilidir.

  • Johnny Depp hayranlarına müjde: The Tourist vizyonda. Filmin arka planında venedik var. Ön planında biraz Johnny biraz da Angelina var. 'Frank bir gün yolda giderken Elise ile karşılaşır. Bu noktadan sonra olaylar gelişir...' Güzel olur bu tarz filmler. Bir yerde turist olan kişi için bilgi kaynağı olur ki en sevdiğim özelliği de budur. Bir şehre gitmeden önce filmine bakarsınız. Daha da büyülenir, gidince daha daha büyülenirsiniz. Misal Before Sunrise-Before Sunset'in hatrına Viyana daha güzel olur sizin için, her ne kadar o kadar da güzel yer olmamasına rağmen:)
  • Narnia Günlükleri'nin 3. bölümü bugün girmiş sinemalara. İlk film, küçük veletin koca prensesten Turkish Delight istemesiyle beni tav etmişti film. Gerçek şu ki, çok da tav olunacak bir film değildi. Görsel efektlerin bayağılığı, izleyicinin sahnenin kurmaca olduğunu direk anlaması filmin en kötü yanlarıydı. Büyülemiyordu en basitiyle. Yeni film nasıldır sanırım bunu bilemeyeceğim. İzlemem yok bu filmi. Beni ilk filmleriyle kaybettiler. Asıl mesele Yüzüklerin Efendisi. Adamlar çok da örneğin olmadığı bu fantastik sinemada çıtayı öyle bir noktaya koydular ki başka bir filmin o noktayı çıkması çok ama çok zor.
  • Prensesin Uykusu Çağan Irmak'ın en son filmi ve en iyi filmi. Çağan Irmak filminin reklamını yapmamız için bizi galaya davet etmişti. Çıkışta elimize rüşvet babında bir de günlük tutturmuştu. Görünen o ki işimizi iyi yapamamış. İşimiz neydi bizim: Kulaktan kulağa filmin reklamını yapmak. Bu Çağan Irmak'ın kullandığı bir yöntem haline geldi. Babam ve Oğlum'da olsun Issız Adam'da olsun ilk haftasında 30bin dolaylarında kişiyi sinemaya çekmişlerdi, son gişe rakamlarıysa milyonlarla ifade ediliyordu. Ancak bu yöntem Prensesin Uykusunda tutmadı. Sebep olarak bu sefer güldürmesini gösterebiliriz. İnsanlar Çağan Irmak'tan güldürmesini beklemiyor demekki. Bu işi zaten Cem, Şahan, Ata yapıyor, Çağan da bizi ağlatsın istiyor seyirci. Ne zaman ağlatırsa bizi, bu adamın gişe başarısı iyi oluyor zira.
  • Av Mevsimi: Şener Şen'in oynadığı veya Yavuz Turgul'un yönettiği film olarak değil; Cem Yılmaz'ın oynadığı film olarak hatırlanacaktır. Şener Şen çok pasif oyunculuk sergilerken Yavuz Turgul'un da en iyi filmi değil. En iyisi Cem Yılmaz olan bir filmdir. Bu da filmi iyi yapıyor tek başına.
  • Yeni taşımız hayırlı olsun gençler: Molotof Kokteyli. Geçen yıl iett otobüsüne molotof kokteyli atarak içindeki bir genç kızın ölmesine sebep olan genç, taş atan çocuklar yasasından yararlanarak ceza almaktan kurtulmuş. Yine Ogün Samast efendi de bu yasadan yararlanıyormuş galiba. Zaten olayı 18 yaşından önce işlediği için en fazla 3 yılla cezalandırılacakmış. Galiba bu noktada Samast için en iyi ceza bu olayın zaman aşımından düşmesidir. Böylece 30 yıl tutuklu kalabilir. En temizi!
  • İngiliz Öğrencilerin polisle çatışmasına, protestolarına anlam veremiyordum. Piç herifler daha neyiniz eksik diyordum. Ta ki 9 bin sterlini duyana kadar. Nedir bu 9bin sterlin? Üniversite harç paralarının yeni fiyatı. Yani üniversitede okumak istiyorsan, 9bin sterlini vereceksin. Yuh ki ne yuh! 9bin sterlin nere, 260 lira nere...
  • Öncelikle belirteyim: Kesinlikle polis şiddetini mazur görmüyorum. Ama şunları da görmek lazım: Ordaki öğrenci profilinin halihazırda devletle çatışmayı hayat tarzı haline getirmiş insanlar olduğu açıktır. Yaşam alanları devletle çatışmaktır. Her ne kadar çıkıp yaygara yapsalar da devleti ortadan kaldırmadıkları sürece çatışmaya devam edeceklerdir. Bu sefer yanlarına önemli medya kuruluşlarını da almışlar. Kardeş havasına büründüler. Bunun çok ironik olduğu kanaatindeyim. O medya kuruluşları düzenin sömürücülerinin sahip olduğu medya kuruluşları. Bu yaşanan olaylar o medya kuruluşları için daha çok sattıracak gündemden başka bir şey değildir. 1-2 hafta sonra yeni bir daha çok sattıracak gündem malzemesi çıkacak bu olaylar da çözülmeden sonuçlanacaktır. Ekranlar 1-2 hafta profesörler doçentler fikirlerini çarpıştıracak. Olay bir nokta da yeni gündemle şak diye kesilecek. Hocalarımız bu sefer yeni gündemle ilgili konuşmaya başlayacak...
  • Bir de ironik olan diğer bir konu var: Üniversitede çatışan öğrenci profilindeki öğrencilerin yüzde 1-2 kayıpla sisteme kaydolması. İşin içine para girince her şey değişiyor. Paranın satın alamayacağı şey cidden yok!
  • Televizyona çıkıp iyi aile çocuğu numarası yapanlara çok pis uyuz oluyorum. Özellikle Beyaz ve Acun'a. Acun'un foyası ortaya çıktı. Beyaz'dan da bir pislik bekliyorum.

"Herkes 1 dakikalığına da olsa bir gün yönetmen olacak"

'60 saniyelik' film çekecek yeni yönetmenler aranıyor!

Dünyanın en çok satan İrlanda Viskisi Jameson’ın Empire ortaklığıyla gerçekleştirdiği “60 Saniye Yarışması”, 2011 versiyonu ile geri dönüyor... Hem de ne geri dönüş!

Geçen sene kazanan '60 saniyelik' filmler 'Amelie' ve 'Matriks'in yaratıcıları Londra'da gerçekleşen Jameson Empire Awards Ödül Töreni'ne katılıp, dünyaca ünlü yönetmenlerle aynı masada oturdu. Bu sene de sıra sende!

Dünyaca ünlü yönetmenlerle Londra’da buluşma şansını yakalamak için tek yapman gereken, bilinen bir film seçip, bu filmi 60 saniyede yeniden çekmek. Espri yeteneğine, yaratıcılığına, oyuncularına ve senaryona güveniyorsan, bu senenin başyapıtı neden seninki olmasın?

Detayları www.hayatafarklibakanlar.com adresinde yazan yarışmaya katıl, 'paranın satın alamayacağı' ödülü kucaklamaya hazırlan.

25 Mart'ta Londra'da gerçekleşecek olan Jameson Empire Awards'ta filmle yer alma şansını yakalamak için izlenecek yol işte bu kadar basit:

- Dünyaca ünlü sevdiğin bir filmi seç.

- Filmi 60 saniyeye sığacak şekilde yeniden uyarla.

- Filmde oynayacak arkadaşlarının rızasını al.

- Filmini istediğin formatta çek.

- İstersen bilgisayar efektleriyle işi zenginleştir.

- Filmini yaparken 30 saniyeden uzun hiç bir telif haklı müzik kullanma.

- Bütün işler bittikten sonra başına 60 Saniye logosunu ekle.

- Filmi ingilizce hazırlamadıysan uygun bir altyazı yerleştir.

- www.hayatafarklibakanlar.com adresindeki başvuru formunu doldur ve filmini yükle!


Son Başvuru Tarihi: 14 Şubat 2011

Şimdi siz şu fotoğraflara bakıp da sanmayın ki ifistanbul ekibi paso eğleniyor, hasretimize son vermiyor. Ama bu giriş cümlemi okuyup da yine sanmayın ki bu adamlar hiç eğlenmiyor. ve bir de..



Siz seçin, hep birlikte izleyelim

!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nin ilk gösteriminden bu yana 10 yıl geçti. Bu vesile ile Retrospekt!f adlı bölümümüzde, önceki yıllarda gösterdiğimiz ve kalbimizde yer eden 41 film arasından sizlerin oyları ile belirlenecek 5 filmi hep birlikte izleyeceğiz. Böylece Türkiye'de ilk defa bir film festivali izleyenlerinin seçtikleri filmleri gösterecek. Anketin son günü 3 Aralık 2010 Cuma, yani bugün. Sevdiğiniz filmleri bir kere daha izlemek için buradan oylamaya mutlaka katılın!
Ne kadar gerçek o kadar kurgu
Gerçek hayat hikayesi mi, drama mı? Belgesel mi, kurmaca mı? Bütün belgesellerde kurgu olduğu gibi bütün filmler çekildikleri zamanı yansıtan birer belgesel niteliğinde değil midir? Bizim zaten hiçbir zaman ısınamadığımız bu kategorik ayrımlar artık yavaş yavaş sinema dilinden de silinmeye başlıyor. İzlediklerimiz ne kadar otantik, ne kadar hileli artık bilmemize imkan yok ve aslında buna gerek de yok. Tam da böyle kafa karıştıracak filmlerden biri Casey Affleck'in yönettiği ve Joaquin Phoenix'in aktörlük kariyerini bırakıp rap yıldızı olmaya çalışmasını anlatan filmi I'm Still Here. Gerçek olan ve film icabı olayların birbirine girdiği filmlere ayrılan bu özel bölümü kaçırmayın!
!f2 : İstanbul'dan Canlı şehrinize gelebilir
Geçtiğimiz sene dünyada ilk defa gerçekleştirilen !f2 sayesinde Türkiye'den ve dünyadan 12 şanslı şehir festivalin en gözde 5 filmini İstanbul ile eşzamanlı izleme fırsatını yakalamıştı. Bu sene işi büyütüyor ve şehir sayısını arttırıyoruz. Adana ve Mardin de bu sene !f2 'ye katılıyor. Türkçe altyazı, yüksek ses ve görüntü kalitesi ile sizlere dijital olarak ulaştırılacak filmleri kendi şehrinizde görmek istiyorsanız bizimle iletişime geçin.
Keş!f Türkiyeli adayını bekliyor
Programımızı kapatmadık hala. En ilham veren filmin ödül aldığı uluslararası Keş!f yarışmamızın Türkiyeli adaylarını aramaya devam ediyoruz. Bu yıl ilk ya da ikinci uzun metrajınızı çektiyseniz, izlemeyi çok isteriz.

Henkel Art Award 2010 Ödülü’nü Polonyalı Maksymilian Cieslak kazandı.

Henkel Orta ve Doğu Avrupa'nın (Henkel CEE) dokuz yıldır aralıksız gerçekleştirdiği ve 7.000 euro ödüllü Henkel Art Award sanat yarışmasını bu yıl Polonyalı Sanatçı Maksymilian Cieslak kazandı. Avusturya Genç Sanatçı Ödülü'nü ise Susanna Flock alırken, Hırvatistanlı Sanatçı Nina Kurtela da CEE Genç Sanatçı Ödülü'ne layık görüldü. İki sanatçı, Stiftung Ludwig Viyana Modern Sanat Müzesi'nde takdim edilen bu prestijli ödülün yanı sıra, 2.000 euro’luk ikramiyenin de sahibi oldu.


Henkel CEE Başkanı Günter Thumser, Henkel'in bu yarışma ve ödülle Orta ve Doğu Avrupa bölgesinin Avrupa'ya entegrasyonu ve kültürel yakınlaşmanın gerçekleşmesine katkıda bulunmayı amaçladığını söylerken ve şunları ekledi: Bu ödül böylesine prestijli bir konuma geldiği için mutluyuz ve bundan da çok gurur duyuyoruz. Dokuz yıl önce yarışmamıza 180 çalışma ile katılım gerçekleşmişken bugün bu sayı 1.000 rakamının üzerine çıkmış durumda.


1.060 eser katıldı, ödülü Polonyalı sanatçı aldı...

Henkel Art Award uluslararası sanat yarışmasında bu yıl, rekor düzeyde bir katılım ile 1.060 birbirinden değerli eser genç sanatçılar tarafından jürinin değerlendirmesine sunuldu. Uzmanlardan oluşan jüri, finale kalan beş sanatçı arasından Tomaszow Lubelski doğumlu Polonyalı Sanatçı Maksymilian Cieslak'ı kazanan olarak duyurdu.

Ödülün ardından Viyana Modern Sanatlar Müzesi Müdürü ve Jüri Başkanı Karola Kraus genç sanatçıyı seçme nedenlerini şöyle açıkladı: Maksymilian Cieslak bu yılki Henkel Art Award’ı yeni nesil bir sunum ile kazandı. Dolayısıyla önümüzdeki yıl müzemizde sergilenecek olan Maksymilian Cieslak'ın çalışmalarından oluşan kişisel sergisini dört gözle bekliyorum.

Maksymilian Cieslak sanata sıra dışı bir yorum getiriyor.

Maksymilian Cieslak'ın sinematik çalışmalarında, yüksek düzeyde bir anlatı yoğunluğu ve orijinallik göze çarpıyor. Cieslak çalışmalarında, sessiz filmleri, YouTube üzerindeki estetik yönü olan amatör videolar gibi görüntü unsurlarını araç olarak kullanmayı tercih ediyor. Bu bağlamda sanatçı, filme tamamen dogmatik olmayan bir araç ve bazen de esprili bir biçimde yaklaşıyor.

Sanatçı, uzayda Yuri Gagarin'in uçuşu ya da Doors konseri gibi sinema ve medya tarihine ait efsaneleri oldukça sıra dışı bir sinema dili oluşturmada araç olarak kullanıyor.

Doctor Faustus or Cloud Nine gibi bazı çalışmaları, sanat sahnesinin son derece öfkeli bir hiciv örneği olarak biliniyor.

Henkel Art Award Teşvik Ödülleri de sahiplerini buldu...

Henkel Art Award çerçevesinde genç ve en iyi çıkış yapan sanatçılara verilen ödülü Susanna Flock kazandı. Diğer yandan, KulturKontokt Avusturya'nın Artists-in-Residence programı dahilinde verilen Henkel Genç Sanatçı CEE Ödülü'ne Hırvat Sanatçı Nina Kurtela layık görüldü.

Henkel Art Award 2010'da birinci olan eserin yanı sıra tüm mansiyon ve diğer ödül kazanan sanatçılar ile adayların eserleri, 26-28 Kasım 2010 tarihleri arasında Viyana Modern Sanat Müzesi'nde sergilendi.


Travis Bickle: I got some bad ideas in my head.


Tabi Travis Bickle gibi kötü fikirler içerisinde değildim blog oluşturmaya başladığımda. işin doğrusu iyi fikirlerim de yoktu. Ne izlendiyse o film afişe edilecek ve üzerinde bir de filmden replikler konulacaktı. Kişisel sinema-günlüğü tadında boş zaman öldürgeci olarak kullanılacaktı. Replikleri filmin cast tanıtımları takip etti. Onları da film üzerine birkaç anektod ve peşisıra film üzerine kişisel görüşler, haddimiz olmayacak eleştiriler. Sonra bloga bir-iki izleyici takıldı, 5-10 kişilik samimi okuyuculardı. Cem , Spicoli , Lepermessiah , Her Boku Bilen Adam , fakeangel ...

Sonra "blogta ben de yazayım bir şeyler" diyen bir-iki kişi daha çıktı. O cümlenin altında " ben de çok sıkılıyorum, yar bana bi meşgale" anlamı olduğunu kendimden biliyordum. Kim yazmak istediyse blogun kapısı ona açıldı. Yazarların yanında yazılar ve dolayısıyla farklı görüşler fazlalaştı. Ardından da izleyicler. 10lar 100ler ve hatta 1000. Güzeldi, ama samimi gelemedi bir türlü. Okuyucusunu tanımayan birileri yaptı bu bizi. . . . .

Paragrafım devam ediyordu ama oluşan isyan sonucu kendimi fazlasıyla duygusal bulduğumdan sildim. Pek yaramıyor bize duygusal olmak. Düz insanız, çıkarılabilecek en düz anlamı çıkarırız. Burdan da çıkarılacak sonuç; blog 2 yaşına girdi. Ama çocuğununun büyüme evresine pek tanık olmayan baba misali 1 yaşına girdiğinde terk ettiğim blogu şimdi sanırım bu yaşında da terk ediyorum.

Okuyucuları ile, yorumları ile, yazarları ile nice senelere diyorum Sigara Yanıkları.


bir zamanlar 1 yaşındaydık.

Kadınlar ve hakları beyazperdede

8-11 Aralık 2010
Dutch Chapel, Cezayir, Tütün Deposu


DOCUMENTARIST'in 8-11 Aralık'ta düzenleyeceği 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde kadına yönelik şiddete dikkat çeken belgeseller başta olmak üzere pek çok önemli film yer alıyor. Bunlar içinde Burmalı kadın lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgesel de var.

(Erkeklerin sevgisi her gün, 3 kadını öldürüyor)


DOCUMENTARIST tarafından ilk kez geçen yıl gerçekleştirilen 'Hangi İnsan Hakları?' başlıklı etkinliğin ikincisi 8-11 Aralık 2010 tarihlerinde düzenleniyor. İnsan hakları konulu ödüllü belgesellerin gösterildiği, panel, forum ve söyleşilerin de yer alacağı etkinliğin bu seneki teması “kadına yönelik şiddet”.

DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri'nin yan etkinliği olarak düzenlenen 'Hangi İnsan Hakları?' bu sene çerçevesini daha da genişletiyor. Etkinlik kapsamında, Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi ile ilgili çok yeni bir belgeselin de aralarından olduğu uzunlu kısalı 30'a yakın film gösteriliyor. Son 15 yılını ev hapsinde geçirdikten sonra geçtiğimiz günlerde özgürlüğüne kavuşan liderin hayatının konu edildiği “Aung San Suu Kyi: Burma'nın Korkusuz Leydisi” ( Aung San Suu Kyi: Lady of No Fear) filminin yönetmeni de DOCUMENTARIST'in konuğu olarak İstanbul'a gelecek. Etkinlikte sunulacak çarpıcı filmlerden bir diğeri, Filistin'de bir İsrail buldozerinin altında kalarak can veren Rachel Corrie'nin dokunaklı hikayesinin anlatıldığı “Rachel”.

DOCUMENTARIST'in konuğu olarak Haziran'da İstanbul'a gelen Eyal Sivan'ın son filmi “Yafa, Portakalın Otomatiği”, İran'da şiddete maruz kalan kadınların konu edildiği “Kefene Sarılı Kadınlar” (Women in Shroud), Berlin'de yaşayan Özlem Sulak'ın İstanbul'da ilk kez seyirciyle buluşacak “12 Eylül” adlı filmi, tanınmış video sanatçısı Hito Steyerl'in Türkiye'de hiç gösterilmemiş “Kasım” (November) adlı sarsıcı çalışması, 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinde yer alan filmlerden bazıları...

Ülkemizde kadın cinayetlerinin doruğa ulaştığı bir dönemde, konuya dikkat çekerek şiddete karşı mücadele yöntemlerinin tartışılacağı bir de panel düzenlenecek. Ayrıca, gündelikçi kadınların katılımıyla bir forum tiyatro etkinliği de hayata geçirilecek.

Türkiye'de aktivist filmlere imza atan kolektifler ise, üç gün boyunca Tütün Depo'sunda kendilerini tanıtıp son ürünlerini paylaşma şansı bulacak.

Hollanda Başkonsolosluğu'nun desteği, İsveç Başkonsolosluğu ve Friedrich Ebert Vakfı'nın katkılarıyla gerçekleşen 'Hangi İnsan Hakları?'nda Dutch Chapel, Cezayir ve Tütün Deposu'nda yapılacak tüm gösterimler ve yan etkinlikler ücretsiz olarak izlenebilir.

Detaylı program ve bilgi için:

http://www.documentarist.org/2010/fest/home.html


Abdullah Tarık ÇAKIR
http://thelepermessiah.blogspot.com/



2010 Mart’ında dinleyicilerin büyük beğeniyle ödüllendirdiği ‘'Fotoğraflarda...’’nın ardından Vera, yeni şarkısı ‘’Yaz Rüyası’’yla karşınızda!

2004 yılında Denizli’de üyeleri henüz birer lise öğrencisiyken kurulan Vera, bugüne dek 3 demo albüm, 2 EP ve pek çok single yayınladı. 2009 Şubat’ında yayınlanan ‘’Kürk Mantolu Madonna’’ ve 2010 Mart’ına denk gelen ikinci EP’leri ‘’Fotoğraflarda’’yı takiben Dream TV’de yayınlanan Yüxexes programının AR-GE bölümünde yer alan Vera, dinleyici kitlesini ciddi manada genişletmeyi başardı.

Sahne aldığı organizasyonların ilgiyle takip edilen gruplarından biri olan ve Boğaziçi Üniversitesi Taşoda Konserleri, Bronx Pi, Peyote, Dogzstar başta olmak üzere alternatif müzik için önemli mekanlarda sahne alan Vera, gördüğü rüyaların en güzelini sizinle paylaşmaktan gurur duyuyor.

Vera’nın yeni şarkısı Yaz Rüyası, sizin için.


Ücretsiz download için;
www.yazruyasi.com


If İstanbul;bağımsız sinemaya ilgi duyan İstanbul'lu sinemaseverlerin her yıl başlamasını beklediği festivallerdendir.Uzun ve kısa metrajlı filmlerin gösteriminin yapıldığı festivalde hem bağımsız sinema emekçilerinin yapımlarını sunabilmeleri ,hem de izleyicilerin talep nedeniyle vizyonlara uğraması beklenmeyen yapımları izleyebilme fırsatı sağlayabilmesi adına oldukça önemlidir.Önümüzdeki sene 10.yılını kutlayacak olması nedeniyle de İstanbul Bağımsız Sinema Festivali bünyesinde gösterilmiş olan seçkin 41 yapımı oylamaya sunmuş durumdalar.Oylama sonucunda da ilk 5e girecek olan filmleri önümüzdeki festival programına almayı planlıyorlar.Eğer izlediğiniz ve sinema perdesinde tekrardan izlemeyi istediğiniz bir yapım varsa sizi daha detaylı bilgi için anketin yapıldığı sayfaya alalım.

If Istanbul Oylama


Ayrıca haberi vermişken anket dahilindeki yapımlardan geçen sene izlediğim Metropia'yı çok beğendiğimi belirteyim.Eğer oylama dahilindeki yapımlardan özellikle beğeninizi kazanan yapımlar varsa sizi de yorum kısmına alalım.




"If my film makes one more person miserable, I'll feel I've done my job."
Woody Allen

Bahçelievler'de bir ev.Evin içinde orta-üst sınıfı temsilen çekirdek bir aile.Kazançları iyidir,buna bağlı olarak yaşayış biçimleri iyidir lakin ailede babadan oğula geçen bir hastalık vardır.Bilgisiz olmak,kendi safından olmayanları ötekileştirme hastalığı.Sorun bu hastalığın çaresinin olmaması ve toplumun büyük bir kesiminde hasıl olması.Yönetmen Seren Yüce bu ailenin hayatına geniş bir portreden bizleri tanık ederek çoğunluğu tanımamıza vesile oluyor.

Erkek egemen toplumun babadan oğula geçen güç yönetimi filmin başından itibaren bizi kendine esiri eder.10lu yaşlarındaki Mertkan'ın evin hizmetçisine hiç bir tepki görmeksizin salladığı tekme ailenin sosyal sınıf normlarına sıkı sıkıya bağlı olmasının ürünüdür.Alt sınıfı ezmek ve onları ötekiler olarak görmek Mertkan için babadan oğula geçen bir davranış biçimidir.Muhtemelen müteahhit Kemal Beyin babası da aynı yetiştirme yöntemlerini kullanmış ve aynı bilgileri oğluna aktarmıştır.Baba boyunduruğu altında alınan kararlara sadece onay verilerek sürdürülen bir yaşamın insanı içten içe hayata karşı düşman edeceği gerçeği önümüzde durmaktadır.Mertkan'ın 20li yaşlarında edindiği karakter ve silik bir kişiliğinin olması o tekmeye verilmeyen tepkinin ürünüdür.Şu bir gerçek ki bireyin sadece para odaklı bir yaşam sürdürmesi ve istediğini elde edebilmesi onu hayata karşı amaçsız yapar.Karakter dediğimiz şeyin insanın çektiği zorluklarla harmanlandığı ve kişinin dünya görüşünü etkilediğini gözönüne alırsak Mertkan'ın baba boyunduruğu altındaki yaşamı onu pasifize etmiştir.Mertkan 20li yaşlarına gelmesine rağmen bilgi birikim ve fikir olarak küçük bir çocuktur.Çevresinden ve babasından öğrendiği bilgiler onun doğrularıdır.Araştırmanın veya olaylara bakış açısı getirmenin çok uzağında klişelerle örülü yaşamına tutunmaya çalışır.Hediye edilen bir kitabı nezaketen kabul ederken hiç kitap okumadığını pişkinlikle söyleyebilmektedir.Arkadaş çevresi de aynı normlara sahip insanlarla çevrilidir.Hepsi aslında birer Mertkan'dır.Kimi daha acımasız,kimi daha çakal,kimi daha saf ama hepsi aynı fikirsizliğin sahibi çoğunluğun üyeleridir.Patenle kayan insanlara acayip gözlerle bakıp laf atan,arabalar ve kadınlar dışında konuşabilicekleri konu olmayan birbirlerinden dahi 5 dakikada sıkılan insanlardır.Bir nevi aynı amaçsızlık yolunda sosyal olmak bir ödevmiş gibi davranan bireylerdir.Bu noktada Mertkan'ın arkadaşlarının hayatlarına derinden dahil olmasak da kurdukları iki cümle onların hiçliğini ortaya koyuyor.Baba parasıyla kavrulan ve amaçsızca yetişen Mertkan bu yönüyle Hakan Günday'ın Piç romanından çıkmış bir karakter olarak görülebilir.Elinde bir hayat var ve tüm amaçsızlığıyla bunu harcamaktadır.



Gelelim evin diğer karakterlerine.Dediğimiz gibi baba oğlunun rol modeli olmaya çalışmaktadır.Bizlere yansıttığı karakter ötekilerden 'onlar' diye bahseder,alt sınıfın boynunu ezmenin gerekliliğini savunur,militarizmin ülke bütünlüğünü koruduğunu düşünür ve ev içinde sözünün dinlenmesi önemli bir husustur.Kemal Beyin ailesi ile konuşabiliceği fazla birşey yoktur.Karısının şefkatli yaklaşımlarını da huzuru bozduğu gerekçesiyle bertaraf eder.Toplumumuzun çoğunluğunda aynı davranış biçimine sahip olan baba karakterlerin olduğunu söylersek varolan erkek egemenliği üzerine çıkarımlar yapılabilir.Baba boyunduruğundan çıkan abi karakterinin de bir nevi babaya benzemiş olması bu hiyerarşik düzenin sağlamlığını ortaya koyar.Mertkanın küçük yeğeninin giysisindeki askeri renk motifleri ve elindeki oyuncak silah buna örnek olarak verilebilir.Silahın tetiğine her basışı ailede sevinçle karşılanır.Küçük çocuğun içinde bulunduğu militarist çevre askerliği yücelttikce o küçük çocuğun 15 yıl sonra hangi duyguları taşıyacağını kestirmek pek zor değildir.Zira ailenin uzak çevresinde var olan tanıdıkların da Mertkan ile yaptıkları tek muhabbet askerliktir.Vatani görevi yüceltip kutsal bir boyuta ulaştırmak ve askerliğini yapmayanları toplum içinde fişlemek bu çoğunluk için olağan bir davranıştır.

Anne ise kendi deyimiyle duygusuz insanların arasında yaşayan ve yaşamından bıkan bir karakterdir.Evin temizliği ve yemekleri dışında evin erkekleri için bir anlam ifade etmemektedir.Silik bir karakter olması nedeniyle çırpınışları küçük çaplı olur ve isyanlarını sadece kendine duyurabilmektedir.Evdekilerin kendisini anlayamadığını düşünür lakin ne istediğini kendisi de bilmemektedir.Hayatı 3-5 kelimeyle yaşayan insanlardan biridir.Oğlunun odasının ışığının kapalı olması bir sorunu teşkil ettiğini düşünür ve surat asmaların kendisiyle alakalı olduğuna kanaat getirir.Oğluna sorunlarını kendisine anlatmadığını dile getirir lakin dile getirilen soruna babanın neden insan ayrımcılığı yaptığı yönünden yaklaşmadan pası oğluna atarak geçiştirir.Anne karakteri kendini dertli sayan lakin çoğunluğa uyan birisidir.

Gül'ün ve ötekilerin önemi ailenin hayatına dahil oldukları sürece önem kazanır.Anne dışında başka bir kadından ilgi görmeyen Mertkan'ın Gül'e gösterdiği ilgi cinsellikle sınırlıdır.Mertkan'ı ilişkinin sadece cinsel yönü ilgilendirmektedir.Babadan gördüğü ve arkadaşlarından edindiği bilgiler sonucu kadın onun için bir seks objesi olmuş durumdadır.Kendileri adına çabalamayan insanların başkalarını umursamaları beklenemez.Mertkan'ın duyarsızığı da buna örnektir.Aile içinse Gül ile tanıştıklarında gösterilen güleryüz nereli olduğunu öğrendiklerinde değersiz birine gösterilen bakışa dönüşür.Aile için Gül'ün kim olduğu,ne işle meşgul olduğu veya idealleri önemli değildir.İlk öğrenilmesi gereken şey nereli olduğudur.Eğer nereli olduğu 'mevzuata' uygunsa diğer sorulara formalite icabı geçilecektir.Esmer teninden ve Vanlı olmasından dolayı Mertkan'ın arkadaşları ve ailesi tarafından yaftalanır.Yeri gelir çingene denilir,esasında aile olarak insan bölücülüğü yapmalarına rağmen bölücü damgası yer ve kendilerince hakaret sayılan bir olgu olan komünistlik Gül’e yakıştırılan sıfattır.Çoğunluğun insanlara bakışında Vanlı olmak (doğulu olmak)yaftalanmaya maruz kalmak demektir.Burada Gül ile ilgili getirebiliceğimiz en önemli eleştiri hayallerinin küçüklüğüdür.Sosyoloji okuyan ve okumak için ailesinden kaçan,İstanbul’un ücra bir köşesinde ev tutup çalışan bir genç kızın en büyük hayali ‘zengin bir koca bulup evlenmek’ olmamalıdır.Çoğunluğa uygun insanların böyle hayalleri olmalı ve Gül bu yönüyle kendi sınıfının marjinalidir.



Karşı cinsten annesi dışında sadece Gül’den ilgi görüyor olması Mertkan’ın hayatında çelişkilere neden olur.Arkadaşlarına ve ailesine Gül ile ilgili konularda umursamaz olduğunu hissetirse de esasında Gül onun için sığınılacak bir limandır.Mertkan koşulsuz sevilmenin ne demek olduğunu bilmediği için Gül gün geçtikçe daha fazla önem taşır.Mertkan’ın Gül’e karşı bir duygu beslemediği gün gibi aşikardır ama yaşadığı hayattan her kaçışı Gül’ün yanında son bulur.20 yıldır şahit olduğu ve işine geldiğinde uyguladığı alt sınıfları ezme politikası olmasa Gül’ü belki de sevebilirdi.Aileye uygun olmayan Gül ile birlikteliği baba baskısıyla bertaraf edilir ve Gül bizler için de 3-5 satırlık bir karakter olarak kalır.Gül ile birlikte olmak dışında Mertkan’ın yaptığı her hata babanın hıncının artmasına neden olur.Mertkan’ın yaptığı hatalar küçük bir bebeğin ayakları üzerinde durmaya çalışırken düşmesi gibidir.Mertkan’ın her hatası onu baba boyunduruğuna daha çok iter ve Mertkan sanki bir Sims karakteriymiş gibi babası hayatıyla daha çok oynar.Mertkan’ın babasını her onaylayışı babanın zaferine delalettir ve bu zafer niteliksiz çoğunluğun zaferidir.

Alevilerin yaşamak zorunda bırakıldıkları “saklı hayatlar” ilk kez beyazperdeye taşınıyor. “Saklı Hayatlar” filminin yönetmeni ve senaristi A. Haluk Ünal “Türkiye’nin tüm saklı hayatlarını örnekleyen Alevi kimliğinin dramı, Sünni çoğunluğun da trajedisidir” diyor.

Çekimleri bugün başlayan ve “Birbirimizin acılarını hissedemezsek yaralarımızı saramaz, iyileşemeyiz” diye yola çıkan filmde; Ceren Hindistan, Yusuf Akgün, Lâçin Ceylan, Zerrin Sümer, Ahmet Mümtaz Taylan gibi güçlü ve seyircinin iyi tanıdığı oyuncular yer alıyor.

Kürt realitesinden” sonra Alevilerin maruz bırakıldığı toplumsal baskı ve önyargılar da artık Yeşilçam’ın senaryolarına giriyor. Beyazperdede Alevi kızla Sünni oğlanın imkânsız aşkına değinen filmler görmüştük. Ancak Alevi toplumunun yaşamak zorunda bırakıldığı ötekileştirmeyi, ayrımcılığı doğrudan konu edinen bir film yapılmamıştı şimdiye kadar. Kültür Bakanlığı Fonu’ndan da destek alan Saklı Hayatlar bu konuda bir ilk.

Çekimleri başlayan ve A. Haluk Ünal’ın yöneteceği ilk uzun metrajlı film olan Saklı Hayatlar’da Ceren Hindistan, Yusuf Akgün, Lâçin Ceylan, Zerrin Sümer, Ahmet Mümtaz Taylan gibi güçlü ve seyircinin iyi tanıdığı oyuncular yer alıyor. Filmin bir de çocuk oyuncusu var: 8 yaşındaki Irmak Öztürk. Yapımcılığını Drama İstanbul’dan Serpil Güler’in üstlendiği filmin görüntü yönetmenliğine Altın Koza’da iki kez ödül almış olan Gökhan Atılmış, müziklerine ise bir dönem “İmkansız Aşk” şarkısı dillerden düşmeyen Cem Yıldız imza atacak. Vizyona Mart 2011’de girmesi planlanan filmin dağıtımını ise Tiglon yapacak.

1980’de Çorum katliamı sonucu İstanbul’a göç eden bir Alevi ailenin hikâyesinden yola çıkan Saklı Hayatlar, sıradan insanların yaşadığı kimlik çatışmalarının yol açtığı gerçek bir trajediyi anlatıyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Ahmet Haluk Ünal Saklı Hayatlar’ı şöyle özetliyor:
Uzun yıllardır bu topraklarda yaşatılan ama şimdiye kadar sinemada yeterince konu edilmemiş bir ayrımcılıktan yola çıkıyoruz. Gündelik ve ulvi hayatın, aşkın ve evlat sevgisinin kesiştiği noktada, kimliksel önyargılar yumağının yol açtığı trajediyi görselleştirmeyi hedefliyoruz.”


Güçlü kadro, güçlü ekip, güçlü gişe beklentisi

Saklı Hayatlar’ın yapımcısı ve proje tasarımcısı, Dramaİstanbul’un kurucularından Serpil Güler sektörün de çok iyi tanıdığı bir isim. 20 yıl önce başladığı sinema yolculuğunu artık yapımcı olarak sürdüren Güler, son on yılda büyük bütçeli dramalarda uygulayıcı yapımcı olarak çalıştı.

Filmin görüntü yönetmeni “Sis ve Gece “ ve “ Beynelmilel” filmleri ile Altın Koza Film Festivali’nde iki ödül kazanan Gökhan Atılmış.

Filmin müziklerini ise Hırsız Polis dizisi için bestelediği “İmkansız Aşk” şarkısı dillerden düşmeyen, Zülfü Livaneli, Şükriye Tutkun, Yıldız Tilbe gibi birçok sanatçıya albüm çalışmalarında eşlik eden başarılı müzisyen Cem Yıldız yapacak.

Filmin iletişim danışmanlığını pointistanbul, fotoğraf danışmanlığını ise Galata Fotoğrafhanesi, Yücel Tunca ve Özcan Yurdalan üstlendi. Afişini ise reklam sektörünün tanınmış art direktörlerinden Barış Sarhan yaptı.

Kısıtlı mali imkanlara rağmen filmin senaryosuna inanan çok güçlü bir oyuncu kadrosu ve çok güçlü bir ekip kurduklarını” belirten yapımcı Serpil Güler, bir ilke imza atacak olan Saklı Hayatlar’ın hem sektörde hem seyirci tarafında beklenen ilgiyi uyandıracağına inanıyor.

ÖNEMLİ NOT:

Filmin çekim süreci, fotoğraf ve videolarıyla birlikte günü gününe www.dramaistanbul.com.tr/blog adresinden izlenebilecek.

19 Kasım Cuma günü vizyona girecek olan Prensesin Uykusu filminin galası Çarşamba günü (dün) yapıldı. Hazır her şey aklımdayken dün akşam bu yazıyı yazmak istedim ama nasip olmadı. Belki gala çıkışı verdikleri filmde tutulan günlük ve beraberindeki press kit cdsine bakınsaydım yine aklıma gelirdi birkaç şey ama üşendim. Neyse kaldığı kadarıyla artık.

Çağan Irmak, Redd grubunun şarkısından esinlenmiş ve bunun üzerine senaryosunu yazdığı bu filmde, Babam ve Oğlum filminde azıcık koklattığı masalsı anlatımını daha da arttırmış ve bunu animasyonlarla zenginleştirmiş. Evet, filmde anismasyon sahneleri de var. (Bu sahnelerin animasyon sinemasında bize biraz ön ayak olacağını da sezmekteyim. ) Masalsı anlatımı arttırıp animasyon sahnelerini de fazlalaştırması filmi daha eğlenceli kılardı kanımca. Ama sonuçta ortaya esprili, komik ve orijinal karakterlere sahip bir film çıkmış. “ne yani, Çağan Irmak filmi izleyeceğiz ve ağlamayacak mıyız?” diye soracaklar da üzülmesin. 2-3 sahne de var sizin için ağlatabilitesi olan (yanımda oturan kadının gözleri yalan söylemiyorsa ).

Filmin sinopsisinden kısaca bahsedecek olursam film, Seçil’in belalı sevgilisinden kaçıp yeni bir hayata, yeni bir yere taşınmak istemesiyle başlıyor. Taşındığı adresi öğrenen Ersin (belalı eş oluyor bu da) Seçil’in yeni evine gelip onunla tartıştığı sırada küçük prensesimize vurur ve bunun sonucu küçük kızımız Gizem bayılır. O baygın halde yata dursun, onun yolunu gözleyen yeni komşuları Aziz, Gizem’in tuttuğu günlüğü okur ve oradan çıkarımda bulunduğu 3 isteği yerine getirmek için kızın annesine danışır. Onayı da aldıktan sonra film başlar. O yokken de Gizem’in günlüğüne kendisi devam eder.

Kader değiştirilemez, değiştirilse de kader olmaz. Olmasın varsın.” diye başlıyor Aziz kendi günlüğüne ve devam ediyor ; “neden başımıza kötü bir şey geldiğinde ‘kader işte’ diyoruz da, güldüğümüz anlarda ‘gülüyoruz, kader işte’ demiyoruz”. Çünkü Aziz’in kaderinde gülmek vardır. Topal olsa da yüzü güler vaziyettedir. Güldüğünden de değildir bu, yüzü öyledir. ( Joker karakteri gelir mi hemen akla bilinmez ). Aziz karakterini oldukça ilginç buldum, hoşuma gitti açıkçası. Üzerine konuşmak da isterdim ama spoiler içerir diye de korkuyorum. Bir diğer komik karakter ise usta oyuncu Genco Erkal’ın eski bir rejisörü canlandırdığı Kahraman (bir isim olarak) karakteri. (Kahraman karakteri Zeki Öktem’i de canlandırıyor olabilir.) Genco Erkal’ın bu yaşında sergilediği usta oyunculuğu beğenmeyeniniz çıkmayacak diye umuyorum. Filmden replikler ve sahneler anlatarak ne demek istediğimi tam açıklamak ve bu savımı desteklemek isterdim ama sinemada gidip kendinizin görmesini daha uygun buluyorum.

Bir yönetmen için film sanat eseri olmasının yanında, kişisel görüşlerine yer verebileceği, bazen eleştirilerde bulunabileceği ve bazen de kendisine yapılan eleştirilere cevap verebileceği bir platformdur aynı zamanda. Çağan Irmak da bu fırsatı iyi kullanmış ve film içi sinema eleştirilerinde bulunmuş. Sinemalardaki klişelere değinen ve artık bunların aşılması gerektiği düşüncelerini izleyicileriyle paylaşmış. Bunu hem hayalet sahnesinde hem de “benim hiç babam olmadı” sahnesinde görebiliyoruz. Sadece eleştirmekle de kalmamış, kendisine yapılan “işi gücü ağlatıp-güldürmek” eleştirilerine de filmde eski resijör rolündeki Kahraman ( Genco Erkal ) üzerinden cevap vermiş. “Yok şuymuş, yok buymuş… Ben izleyicilerimi güldürdüm de ağlattım da. size ne benim filmlerinden. Ben sadece istediğimi çektim.” Tadında bir cevabı da ilgililere sunmuş. Kendisinin eleştirilmesini istemeyip klişecileri eleştirmesi biraz garip durmuş. Bazı kişiler de klişe sever. Unutulmamalı ki insanlar sonucunu bildiği şeyleri merak eder;)

Çağan Irmak’ın filmlerinin gişe oranlarının bir yüksek bir düşük olması gibisinden tesadüfi bir sıraya aldanacak olursak, Prensesin Uykusu filminden iyi bir hasılat beklenmeli. Issız Adam filmi ile iyi hasılat elde ederken, onun ardından çıkardığı Karanlıktakiler filmi hasılat bakımından pek de iyi bir sonuç çıkarmamıştı. Ve sıra yeniden yükselişte. Yoksa vizyon tarihinin bayram tatiline denk getirilmesinin başka bir güzelliği de olmazdı:)

Kısa ve öz tavsiyem; keyifli bir bayram için, gidilesi bir filmdir.

11



Kendinden giriş ne kadar mantıklı bilmiyorum. Ama ne zaman film izlesem içinde buluyorum kendimi. Saçma sapan bir empati, bir o yıllara geri dönme ve ya geleceği kestirme. Gereksiz sanırım. Belki geliştirici bir şey ki bunu tartışmak, istemeye istemeye geriye atılan büyük bir adım olur. Sebep itibariyle kendime açılan yollarda filmi görüyorum, azizim. Nasıl bir egoizm çöküyorsa o an, film beni izlemeye başlıyor adeta. O kıyafetler, o dönem, o ilişkiler. Bizi içine alsa da, götüremediği şeyler de oluyor hani. Hayal edemediğimiz şeyler de var, gözümüzü gönlümüzü açıyor. Buraya kadar güzel. Tartışmak istememe kısmım ise gereksizliği yönünde. Şimdi gereksiz bu, filmi estetik hazzın için, içinde bilmemne varolduğu için, güzel mesajı için kuru kuruya izleme, bencilleştirmeme kısmı. Filmi kendim yaşamak istediğim için yaşıyorum. Bunu içten söylediğinizde zaten oluşan şahane şeye muhteremler haz diyor. İşte onu demeye çalışıyorum baştan beri.

Yine bu hisler içerisine girmeye hazırlanırken bir filmin konusunu yarım yamalak dilimle okumaya koyuldum. Üç sözlük açışından sonra, sinirlenerek sonuna kadar okumayı sürdürdüm. 11 yaşında bir derince bir çocuktan bahsediyordu. Bir çocuk 11 yaşında ne kadar derin olabilir ki, dedim. Sonra kafamda yankılanan 11 yaş oldu. 11, 11, 11… sonra tak etti ki, ben 11 yaşındayken diye başlamak istediğim cümlelerin sonunu getiremiyorum. Tamamen kendini silmeye odaklı geçen günler silsilesi. Bence çoğu kişi için de öyle. O kadar karanlık ki o zaman dilimi. Akla gelen ilk şey okul. Sosyal yaşama dair her şeyin sıfır olduğu zamanlar. Her şey aileye indekslenmiş veya kıskanç bir yakın arkadaşa, olmassa sınıf öğretmenine. Yine de şu an, o zamanların kararmasını sağlayan şey hafızanın yoksulluğu olsa gerek. Yoksa yaşamadık mı güzel günler? Yaşamışızdır elbette. Hayatta yenisin hala, kartlaşmamış sesin, pırıl pırıl bir kalbin var. Muhtemelen 5 ve ya 6. Sınıf. Kızlar erkekler çatışması, en yakın arkadaşlarım denen gruplaşma ve ruhsal fakirliğin doruk noktaları.

Şu okumaya başladığım metnin devamında aniden aklıma top, ip, tebeşirle çizilen seksek kutucukları beliriyor. Bunlar da hayatın bir döneminin hazzı değil mi? Ancak yaş 11. Oyun çağında bir çocuk değilsin, genç bir insan da. Nasıl bir aradasın biliyor musun; hiç kızma ama arafta’sın. Derken filmin konusunun sonuna geldiğini görüyorum, tek anladığım karakterin 11 yaşında olduğu.

Filmin enfes aynı zamanda sinir bozucu karakteri Paloma da öyle. O da 11 yaşında, Fransa’nın zengin apartman dairesinde yaşayan, klasik zengin ve alabildiğince sıkıcılıkla bulanmış bir aileden geliyor. Öyle ki, anne çiçekleri ile konuşan ve elitizmi simgelerken, baba figürü aileden gizli zevklere sahip (örneğin dış kapının önündeki paspasın altına atılmış izmaritler), abla ise günümüz sıradan zengin gencini çiziyor. Elbette film o ya, birileri enteresan olsun ki dünya dönmeye devam etsin. Bu Paloma her gün yolda karşılacağımız çocuklardan değil, zaten o yaştaki çocukların görünmezliği de var, bu aşikar. Birden varlık felsefesinden bahsederken muhabettinizin ilerleyen kısmında evrenin büyüklüğünden, iç dünyalarından ve ya yaşam-ölüm çizgisinden bahsetmeye hazır bir çocuk. Halbuki dış görünüşü akranlarıyla aynı. Kabarık saçlar, ergenliğe hazırlanan vücut, okul çantasından sallanan maskotlar. Tabi zeki ya, gözlük de takıyor. Bu zekilik tarifi yüzyıllardır edebiyat ve film dünyasının kıymetlisidir. Paloma da bunu bozacak değildir elbette.

Biz böyle değildik işte. Burası canımı sıkıyor. En azından gözlüğümü kulaklarımın ardına geçirdiğimde en az 14’tüm. Sartre’ı duyduğumda lisedeydim. Asla Paloma kadar güzel konuşamadım. Siz olsanız bir miktar kıskançlık etmez miydiniz?

Bu genç Paloma, 12 yaşına bastığı gün kendini öldürmek istiyor. Belli bir sebep sunsa da kafasının karışıklığı ve elbette olmayan ve hatta dolmayan yaşam bilinci ile absürdlüğe kapı açılıyor. Pek konuşmayan, sadece babasının ona verdiği high-8 ile çekimler sırasında bize içini açıyor yavrucak. 165 gün kaldığını söylüyor hayatının sonuna. Adım adım intahar gününe yaklaştırıyor bizi. Bunun için annesinin psikolojik tedavisinde kullandığı hapları her gün tek tek aşırarak ve ailesini üzmek için evi de ölüm gününde yakacağını itiraf ettikten sonra içimiz burkuluyor. Odalar arası yalnızlığı, hatta kalabalıkta fark edilmeyişi görüyoruz. Metaforumuz ise ‘kirpi’. Genç kızın, apartman görevlisi için söylediklerinde de bakılırsa filmdeki üç ana karakter iki farklı kirpide can bulmuş: "Bayan Michel’i bir kirpiye benzetiyorum. Dıştan bakınca dikenli, bir kale gibi korunaklı ama bana öyle geliyor ki içini görebilsek, aslında hiç de uyuşuk olmayan, nevi şahsına münhasır, sadece göze batmaktan sakınan, son derece zarif o yaratıklar gibi sanki." Paloma’nın monologlarında, daha doğrusu bizle konuşmasında yaşam ve ölüm bilincini tartışıyor bizimle, çeşitli alıntılar ve mecazlamalarla güzel kesitler yakalıyoruz.

Filmin güzel karakterleri, olay bütünlüğü, sonunu yazma şansını bize veriyorlar elbette. Enteresan mesajları da yakalıyoruz veya anlıyormuş gibi yapıp irdelemeden kabul ediyoruz. Düşününce 11 yaşımızı geçeli epey oldu ama kafamızın alamadığı dünyaların içinde az buçuk kirpiliği paylaşıyoruz.

---

Le Herrison (Yaşamaya Değer, 2009, Mona Achache) , aslında romandan uyarlama bir film. Kirpi’nin Zarafeti ismi ile Işık Ergüden tarafından çevrilmiş. Hatta baya popüler bir kitapmış ki o yıl Fransa’da epey satmış. Bir de buradan umuyorum ki Sevin Okyay kitabı okuyabilmiştir.

Yaşam bazıları için kısır bir döngüdür,monotonluğuyla sıkar insanı.Bazıları içinse rutine bağlamadan her daim başlangıçlar vardır.Her başlangıç ardında geçmişi tarihe gömmeyi,insanları unutmayı farz kılar.

Mesela Mommo olursun küçük bir çocuksundur annen vefat etmiştir,baban suratına dahi bakmamaktadır.Bir abin vardır ötesi yalan olur.Ceviz ağacı gölgesinde seslenebilirsin annene.Çocukluk dediğin mezar taşları arasında oynanan bir oyun değildir ve ölüm soğuk bir gerçektir.Anne özlemiyle ağlamaktır oyunların en hası.Gelecek uzun çetrefilli bir yol gibi görünür.Sen daha dünü anlayamamışken yarınlar kapına dizili bekler.Çocuksundur ve kitap yapraklarında bilmeceler çözmek yerine babanı çözmeye çalışırsın.Terkedilişi,ölümü anlamaya çalışırsın.Ölüme zor da olsa belki alışırsın ve anlam veremediğinde kader der geçersin.Peki ya terk edilişi anlamaya çalışabilir misin?Adın Mommo’dur çocuksundur ve baban seni geride bırakmıştır.

Mommo’nun dışında bir de Jin Hee olmak vardır.Yaşam yakın veya uzak tanımaz farklı dillerde aynı acıları tekrarlatır.Zaten yaşadıklarımızın bir benzeri farklı insanların yaşadıkları değil midir?Bizden farklı görünüp bizimle aynı hayatı yaşayan insanlar.İsyan aynı isyan,terk ediliş gibi.Anne vefat etmiştir ve baba tutar kolundan yolunu çizer.Yol uzadıkça geri dönüşü zordur ve güvenerek elinden tutmuşsundur.Bir anda kendini bilmediğin diyarlarda tanımadığın sen gibi insanların arasındabulursun.Yeni bir yaşam dedikleri sen gibilerle seni sahiplenicek birilerini beklemek olur.Babana güvenip elini tutmuşsundur ve o eli yetimhanede bırakmak zorunda kalırsın.Güven kelimesini öğrenmeden güvenmemeyi öğrenmek zorunda bırakılırsın.Bir umut beklersin babanı gene de.Hasan Ali Toptaş "Görmek inanmanın en geniş kapısıydı" der.Ufukta baba siluetini göremedikçe kapatırsın o kapıyı.Dönmiyeceğini anladığın an önce inkar sonra isyan en sonunda gözyaşlarıyla kabullenmek devreye girer.Çok sevdiğin birinin ölümüne alışma düzeni gibi.Jin Hee olmak babanın öldüğünü varsaymak demektir.Yalanlar arasında tek gerçeğin yeni bir yaşamı beklerken eski yaşamı yok saymak olur.

Bu dünyada adları fark etmez Mommo veya Jin Hee gibi olmak da var.Babaların çizdiği yollarda terk edilişlerle alışmak ve filmin son karesinde yeni yaşamlara yolculuk var.


20. yüzyılın sonlarında İspanya’da Don Kişot olmaya soyunmuş Alfredo Baeza ve etrafında toplanan gençler korkusuzca bir savaş yürütürler. Uğruna savaştıkları sanatı her şeyin üstünde görürler. Sanatın asla para, sahne, şöhret gibi karşılıklarının olmadığına inanırlar ve kendi hazırladıkları birtakım “sosyal mesaj” içerikli -çoğu zaman doğaçlama oynadıkları- oyunları sokaklarda sergileyerek insanlara bir şeyler anlatmaya çalışırlar. Ve bunu öyle güzel yaparlar ki filmin daha ilk dakikalarından içinizde yükselen heyecan duygusu filmin ortalarında bir anda hayal ettiğiniz her şeyi yapabileceğinizi zannettirecek bir gaza dönüşür.

Filmde Alfredo ve arkadaşlarının yaşlanmış halleriyle yapılan röportajlar hikâyeyi olabildiğince gerçek kılıyor. Ama 90larda geçen olaylardaki kişilerin 2000lerde ellili yaşlarında verdiği bu röportajlar hikayeyi bir o kadar da kurgusal gösteriyor. Yani yönetmen gerçekle kurguyu bir potada eritip bize aynı zamanda bir belgesel tadı veriyor. (Aslında bununla izleyiciye filmin sonu hakkında birazcık da ipucu vermeye çalışıyor gibi: canım izleyici, böyle şeyler ancak filmlerde olur; otur oturduğun yerde.)


Sanat, özgür bir ortamda doğmuş, sadece özgür ortamlarda varlığını sürdürebilir ve belki de en önemli insanlık değeridir. Sanat olmadan insanlar kör ve sağırdır: Etrafını ve kendi içini göremez, duyamazlar. Günümüzde giderek kapitalizmin acımasız pençeleri arasında yok olan diğer önemli insanlık değerleri gibi sanat da metalaşıp gerçek amacını yitiriyor ve yok oluyor. Bu duruma göz yummak istemeyen Alfredo, defalarca engellerle karşılaşmasına rağmen direnir ama sonunda o da pes eder ve hayat hengamesi içinde mutsuz bir adam olur. Üstelik evlenmiş ve bir de bebeği olmuştur. Sonra –aslında her şeyi onun için yaptığı- zihinsel özürlü kardeşinin hastalanmasının ardından onu ziyarete gider ve tekrar cesaretlenir: Altın vuruş için. Fakat bu kez yel değirmenlerinin acımasız çarkları onları affetmez…

Dünyanın bize dayattığı ve hepimizin bir nevi rollerimizi ezberleyip oynadığımız kurmaca gerçeklik yerine Alfredo kendi gerçeğimizi yaratıyor. Sahne dekorundaki çalı yerine nefes alan birer oyuncu olmanın herkesin kendi elinde olduğunu gösteriyor. Seçim basit: Bu düzen içinde gerçek bir insan olmaya çalışmak yolunda gidebildiğin yere kadar gitmek ya da karşıdan yiten güzel şeyleri izleyip gözyaşlarını içine akıtmak. Ve film hayatında biraz olsun bir şeylerin eksikliğini hisseden herkesin vicdanının bir köşesini durmadan rahatsız eden soruyu bir kez daha soruyor: Don Kişot olmaya cesaretin var mı? Fakat Noviembre, filmin başında size verdiği heyecan ve enerjiyi daha film bitmeden sizden alır ve sizi acımasız dünyaya geri gönderir: Artık bu dünya için yapılabilecek her şey için çok geçtir. Tek yapabileceğimiz kendimizi ondan korumak ve değişmemeye çalışmaktır. Noviembre bir film değil, başlı başına, yaşanması gereken bir deneyimdir aslında.

KONUK YAZAR: Zeynep Çengel

http://korkusuzco.blogspot.com/

"Konserin en güzeli, ücretsiz olanıdır."

Artık "Ali Teküntüre" yoksa da biz grubu o varken sevmiştik. Hala sevilesi, hala dinlenesi. Dinlemeyenler için tadımlık, dinleyenler için ise etkinlik. Konser ücretsizdir, bilin istedim.


28 Ekim Perşembe - Saat : 22.00
Nublu@Babylon
Jurnal sok. no.4 Asmalımescit, Beyoğlu/İst.

Sait Faik Abasıyanık'ın kaleminden, Serhat Ceylan'ın kamerasından bir sarhoşluk hikayesi.

bir sarhoşluk from serhat ceylan on Vimeo.




Facebook Sayfası


Geçen gün Hacitokankoli yazdığı yazıda Şahan Gökbakar’ın sanatsal filmlerle ilgili bir sözünü alıntılamıştı.Yazının devamında Hacitokankoli’nin de dediği gibi kişisel,Şahan Gökbakar’ın özelinde olan bir söz.Şahan gibi düşünenler üzerinden gidecek olursak bir insan bir takım eserlere sırt çevirmiş olabilir.Sinema hayatında pek yer tutmuyordur veya kişisel beğenileri sonucu Recep İvedik ve türevi yapımları beğeniyordur.Bu gayet olası bir durum ve rekor kırdığına göre de ülkenin büyük bir çoğunluğu böyle düşünmektedir.Esas sorun sanat filmi olsun,bağımsız sinema olsun görsel yapımların her türlüsünün peşinden koşanların Recep İvedikcileri eleştirmesidir.

İnsan eleştiri yetisini kazandıktan sonra kendi beğenilerini olağan ve olması gereken sayar.Nick Hornby bu durumla ilgili Fever Pitch isimli romanında “Eleştirel yeti korkunç bir şeydir.11 yaşındayken,benim içim kötü film diye bir şey yoktu,seyretmek istemediğim filmler vardı;kötü yiyecek diye bir şey yoktu,yalnızca Brüksel lahanası ve ıspanak vardı;kötü kitap diye bir şey yoktu,okuduğum bütün kitaplar harikaydı.Sonra birden,bir sabah uyandım ve her şeyin değiştiğini gördüm .Nasıl olur da kız kardeşim David Cassidy’nin Black Sabbath ile aynı klasmanda olmadığını duymamış olabilirdi?Nasıl olur da edebiyat öğretmenimiz The History of Molly’nin,Agahta Christie’nin On Küçük Zenci’sinden daha iyi olduğunu düşünebilirdi?O andan itibaren bir şeyden keyif almak,nadiren yaşanan bir duygu haline geldi.” der. Sinemadan bağımsız olarak toplumumuzda eleştirinin tavan yaptığı nokta genellikle futbol müsabakaları olmaktadır.Eleştirme ve kendi beğenilerini ortaya koymakta esasında hiçbir sakınca yoktur lakin körü körüne düşüncelerimizin ve beğenilerimizin esiri olunca eleştirinin sonraki durağı kişisel haklara saldırı olmaktadır.Eline klavye alanın düşüncesizce(hangi hakla?) eleştirdiği noktalarda geziniyoruz.Futbol birçoğumuzun kıyısından köşesinden dahil olduğu bir spor dalı ve ülkemizde diğer sporların toplamından daha fazla konuşulmaktadır.Hal böyle olunca ülkenin büyük bir çoğunluğu futbol hakkında az çok bilgi sahibi oluveriyor ve her birey kısıtlı bilgisiyle eleştiri yapmaya çalışıyor.En taze örnek olarak Guus Hiddink üzerinden konuyu açarsak;salt çoğunluğun eleştirileriyle iki mağlubiyette kariyeri yerle bir edilen bir insan oluveriyor,çünkü hepimiz futbolu yiyip bitirtmiş adamlarız..Bir an için o adamın bilgi olarak bizden fersah fersah önde olduğunu unutup akıl verme yarışına giriyoruz ve futbol özelinden konuşabiliceğimiz nokta tıkanınca aldığı ücreti pişirip pişirip konuşuyoruz.Gene sinemaya dönücek olursak beğenmediğimiz bir yapımla ilgili yönetmeninden,senaryosuna kadar ölçüsüz bir şekilde eleştirme gücünü kendimizde bulabiliyoruz.Her daim ortada bir iş ve emek olduğu görmezden geliniyor.Stanley Kubrick’inden Şahan Gökbakar’ına kadar sinema için bir şeyler yapmış,yapan milyonlarca insan var ve ortaya çıkan işlerim kimini beğeniyoruz,bir çoğunu ise beğenmiyoruz. Beğenmeyince başka insanların zevkleri olabiliceğini görmezden gelip oturduğumuz yerden klavyenin bize verdiği özgürlüğü sınırsızca kullanarak yapımla ilgili ahkam kesiyoruz..Beğenmemek ve beğenmediğimiz yapımı eleştiriyor olmak gayet doğal bir tutum lakin eleştiri neden beğenmediğimizden ziyade “ o da film mi yaa” demekten öteye gidemiyorsa ortada sorun var demektir.Çünkü izlediğimiz ve beğendiğimiz filmler bizim referansımızdır ve beğenmediğimiz yapımları beğenenlere üstten bakmayı severiz.Özellikle de kolayda,bazı yapımlara göre daha amatör oyunculukların sergilendiği ve senaryosunun üzerinde fazla çalışılmamış yapımları beğenen varsa onları yaftalamak kaçınmıyoruz.Bu aynen geçtiğimiz ay seçim sonuçları açıklandıktan sonra milletimin aydın geçinen kesiminin Aziz Nesin alıntısı peşinde koşup karşı tarafa akılları sıra laf sokma çabasına girmelerine benziyor.Bir insanın kendini diğerinden üstün görmesi nedir Allah aşkına?Bu ellerinde sarılabilicekleri bir şey olmayan insanların sergilediği davranış biçimidir.Nick Hornby’nin bir diğer eseri High Fidelity’de müzik dükkanı işleten Rob ve arkadaşlarının en iyi bildikleri şey olan müziğe sarılmaları gibi.Ellerinde uğruna savaşabilicekleri sadece müzik olunca beğenilerinin uyuşmadığı insanları bilgileriyle ezmektedirler.Yetmediği gibi birbirlerinin bile en iyi müzik listelerine saldırmak ve fütursuzca eleştirmek bu karakterlerin rutini olmuştu.Aklı evvel sinemaseverlerin de bulunduğu nokta burasıdır.Oturduğumuz yerden bir hiç uğruna verdiğimiz savaş işte bunun savaşıdır.

Her defasında Tüketim toplumu olarak addettiğimiz günümüz insanı;eleştirinin ve insanları yermenin kolaydalığına kaçıyor.Bir işi beğenmekten ziyade beğenmemek önem kazandıkça kendi çapımızda dahi olsa iki satırda yapımları ve insanları harcamak günlük rutinlerimizden oluveriyor. Yazdığım satırlardan eleştiriye karşı olduğum algılanmasın.Benim derdim eleştirinin kişisel haklara tecavüze vardığı noktadır.Bu satırları yazmama rağmen zaman zaman ben de haddimi aşan eleştiriler yapıyorum.Bir yapımı beğenmediyseniz ‘beğenmedim’ der ve varsa nedenleri açıklarsınız.”O ne yeaa o da film mi?” demekten ileri gidemiyorsanız da susun ve yerinize oturun.Zira bir yapımı beğenmeyip yapıma ve yapımı beğenenlere sövmek dayanılamaz bir kibir örneğidir.