Bu haritada; IMDB Top 250 ' de yer alan filmleri, 20 farklı kategoriye ayırıp 16 farklı gidişat belirtilmiş. Kategoriler arası geçişler bazı filmler ile mümkün. Beğendiğiniz kategoriden gitmeyi tercih edebilir, yahut izleyip hoşunuza giden bir filmin istikametinde olan başka bir filmi listenize ekleyebilirsiniz. Çok gerekli mi bilmem. Kıyıda köşede bir yerde bulunsun işte.


Bazı düşünceler aniden gelmez insanın aklına, belli bir deneyim ve fikir topluluğunun biraraya gelmesi sonucunda ulaşırız onlara. Nasıl ortaya çıktığını, bu olayın nasıl gerçekleştiğini bilmeyiz. Sanki beynimizin bir tarafında bir fırın vardır, oraya atarız bütün bu malzemeleri ve zamanı geldiğinde yeni bir düşünceye ya da farkındalığa sahip olmuş oluruz. Bahsettiğim malzemeler içimize işler. İçimizde işler.

Krzysztof Kieslowski , her filmiyle insanın içine işlemeyi başarır, o fırına bir sürü malzeme katar. Filmin size neler kattığını tam olarak bilmeniz imkansızdır ama bünyeye tahmininizden fazla nüfuz ettiği kesindir. Anlatması bile o kadar zor ki, seyredeli çokça zaman geçmiş olmasına rağmen bu yazıyı yazmak için oldukça zorlanıyorum. İnsanda sırf bu büyük etkiyi yarattığı için büyük sıfatını hakediyor bir sanatçı olarak kieslowski. Dekalog (on emir) serisini 89-90 yıllarında polonya televizyonu için çekiyor Kieslowski. Bez konca'da beraber çalıştığı ve ileride de beraber çalışacağı senarist Krzysztof Piesiewicz ile Tevrat'taki 10 emir'i günümüz dünyasındaki anlamlarını yeniden sorgulayarak senaryoyu yazıyorlar. Ortaya çıkan filmler (her biri ortalama 55 dakika) bazı zamanlar gizemli ve felsefi, her zaman için de gerçekçi anlatımlarıyla, birbirinden başarılı oyunculuklarla, Zbigniew Preisner'in her zamanki gibi mükemmel müzikleriyle, hikayelerin tamamlayıcı öğesi olan sembolik anlatımıyla ve de Kieslowski sinemasının olmazsa olmazı başarılı sinematografileriyle, dini inançları/insani değerleri gökyüzünden gerçek hayata düşürüyor, onları somutlaştırıyor, (en önemlisi de) insancıllaştırıyor.



Bir başka büyük yönetmen Stanley Kubrick dekalogların senaryosunu içeren kitap için diyor ki:
"Büyük sinemacıların eserlerinin belli bir yönü üzerinde durma konusunda hep isteksiz olmuşumdur çünkü bunun, eseri kaçınılmaz olarak basitleştirme ve indirgeme ihtimali vardır. Fakat Kieslowski ve yardımcı yazar Piesiewicz'in senaryolarını içeren bu kitapta fikirlerden sadece bahsetmek yerine bunları dramatize etme konusunda çok ender rastlanan bir yetenekleri olduğu gözlemini yapmak yersiz olmaz. kastettikleri şeyi dramatik bir eylemle anlatarak, seyircinin, anlatılanın ötesinde gerçekleşen şeyleri keşfetmesi gibi bir kazanca da sahip oluyorlar. Bunu öyle hayranlık verici bir yetenekle yapıyorlar ki fikirlerin ortaya çıkışını farkedemiyor ve ancak çok sonraları kalbinize ne kadar derinden nüfuz ettiklerini anlayabiliyorsunuz."

Her bölümünde bir Varşova'daki toplu konut sitesindeki aynı apartmanda yaşayan karakterlerin ele alındığı filmlerin hikayeleri aslında büyük birer tesadüften ibarettir. Tesadüf hayatı anlamlı kılan şeydir. Gizemli ve bizim farkına varamadığımız kaderin vücut bulmuş halidir.

Dekalog serisindeki tesadüfler filmden uzayıp, Kieslowski'nin sonraki filmlerine taşar. Kieslowski'nin bundan sonraki filmleri de dekalogların bir parçasıymış gibi gelir o yüzden bana. Bence kieslowski, dekalog serisi ile yıllarca geliştirdiği sinemasal dilini zirve noktasına çıkarmıştır. Bundan sonra çektiği filmlerde de aynı dili görürüz, aynı tadı alırız. Dekalog 9'da anlatılan kısa hikaye, Veronique'in ikili yaşamı'na konu olur. Van Den Budenmayer'in bestesinin de üç renk: kırmızı'da önemli bir yeri vardır.


dekalog 1
"senin tanrın benim, başka tanrın yoktur."



dekalog 2
"tanrı'nın ismini boş yere ağzına almayacaksın."



dekalog 3
"altı gün çalışacaksın, bir gün dinleneceksin"


dekalog 4
"anne ve babana saygılı davranacaksın."

dekalog 5
"öldürmeyeceksin."

dekalog 6
"zina etmeyeceksin."


dekalog 7
"çalmayacaksın."


dekalog 8
"yalan yere şahitlik yapmayacaksın."


dekalog 9
"komşunun karısına tamah etmeyeceksin."


dekalog 10
"komşunun malına tamah etmeyeceksin."

zbigniew preisner - dekalog II part 1

KONUK YAZAR: Zafer
http://spregel.blogspot.com/

#Diğer Konuk Yazarlar#


" Gidenler sende hep kendilerinden bir şeyler bırakıyor, hafızanın sırrı bu mu? Bu doğruysa kendimi daha güvende hissedeceğim. Çünkü asla yalnız kalmayacağımı bileceğim. "

Beatles’ın 33 şarkısından bir aşk hikâyesi. Liverpool’dan yola çıkıp kayıp babasını aramak üzere New York’a giden Jude, yolunun Lucy ile kesişmesi üzerine, kendini savaş karşıtı protestoların ve rock’n roll temelli bir hayatın ortasında bulur. Jude ve Lucy, 1960’larda, rehberleri “Dr. Robert” (Bono) ve “Mr. Kite” (Eddie Izzard) eşliğinde, ilham perilerinin kol gezdiği Greenwich Village’dan, sokaklarında isyan bayrakları dalgalanan Detroit’e uzanan dönemin savaş karşıtı ruhunun parçası olurlar. Jude’un kardeşi Max’in Vietnam’a gitmesi çifti üzerinde dolaştıkları pembe buluttan indirip başka gerçekleri keşfetmeye zorlar.

The Beatles grubunun efsaneliği sanıyorum tartışılmaz. Ve bu efsanenin üzerine günümüze kadar birçok proje üretildi. Belgeseller, anma programları, itaf edilen onlarca şarkı ve film vesaire vesaire. Fakat Julie Taymor tüm bunların üzerine bir müzikal filmi çekti. Genelde bu türdeki filmlerin seyircisi sayılıdır. Ve müzikal film türü de tıpkı biyografi film türü gibi sıkıcı ve durağan olarak tabir edilir. Julie Taymor, Across The Universe filminde tüm bu tanımlamalara farklı bir boyut getirmek istercesine, biyografi ile müzikali birbirinin içine geçirmiş. The Beatles grubu hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasanız da, film esnasında öğreniyorsunuz zaten her şeyi. Yani klasik biyografi filmlerindeki gibi iş seyiriciye değil, filme bırakılmış Across The Universe'de.


Eleştirmenler, izleyiciler ve en önemlisi de müzisyenler tarafından, yapılan en iyi Beatles coverlarını içeren film olarak da tabir edilen bu film, bir yandan nostaljik bir hava estirirken bir yandan da düzeni sorgulayan gençlerin dünyasını ve aşklarını anlatıyor aslında. Yönetmenine göre tüm bu anlatılanların günümüzde de bir karşılığı var ve bunu görmek ona göre hiç de zor değil.

Jim Sturgess ve Evan Rachel Wood'ın harika coverlarıyla, Beatles'ın en popüler 33 şarkısından oluşan ve bu şarkılardaki karakterler üzerinden yeni bir hikaye türeten bu film, sırf Beatles hayranları ve müzikal seyircisinin değil, herkesin mutlaka görmesi gereken filmlerden biri.

Zia, kız arkadaşı Desiree'den ayrılınca yaşadığı acıya dayanamaz ve intihar eder. Acısını sonlandırmanın yolunu ölümde bulacağını sanarken, hiç beklemediği bir şekilde büyük bir yanılgıya düştüğünü anlar. Gözünü, sadece intihar edenlerin var olduğu bir dünyada açar. Ölüm sonrası bir dünyadır burası; tuhaftır, gerçek yaşam kadar acımasızdır; hatta belki de daha fazla. Acılarsa yok olmamıştır. Ama yine de Zia için bir umut vardır. Çünkü ilginç bir şekilde Desiree'nin de intihar ettiğini öğrenmiştir. Tanıştığı bir rock şarkıcısı ve ısrarla bir yanlışlık sonucu orda olduğunu savunan bir otostopçu ile Desiree'nin peşine düşer. Barlarında sadece intihar etmiş elemanları olan Nirvana ve Joy Division gibi grupların şarkılarının çalındığı bu garip dünyanın kasvetli atmosferinde, tuhaf bir yolculuğa çıkarlar...

İsminden ötürü başlangıçta seyirciyi ürkütse de, Wristcutters: A Love Story bir korku değil aşk filmi. Hem de alıştığınız romantik komedilerin çok ötesinde. Eleştirmenler tarafından kara mizah türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan bu film, kız arkadaşı tarafından terk edilmeye dayanamayan Zia'nın hikayesi ile başlıyor. Zia'nın intiharından sonra gözümüzü bilek kesenlerin dünyasında açıyoruz. Eski korku filmlerinde görüp de korkmaya alıştığımız kafası kesilmiş insanlar, bu sefer karşımıza bir mizah öğesi olarak çıkıyor. O dünyada ise her birinin hikayesi farklı. Kimi, şimdi mutlu musunuz notları bırakarak gazı açıp intihar etmiş, kimi konser anında elektro gitarına birasını dökmüş. Yani her biri farklı yolları deneyerek intihar etmiş ve bir şekilde bunun sorumluluğu var üstlerinde.


Yine de filmin her bir sahnesinde güzel melodiler duyuyorsunuz. Hayatlarından bir şekilde bıkmış ve intihar etmiş tüm bu insanların hikayelerini dinlerken, bir yandan da çalan müziklerle keyifleniyorsunuz yani. Filmin en büyük kozlarından biri de bu aslında. Depresif hikayeleri anlatırken anti depresan etkisi yaratan şarkıları kullanmak. Bu yüzdendir ki en az film kadar alkış toplamış bir soundtrack albümüne sahip Wristcutters: A Love Story.

Hayatta, ölümde veya ikisinin de tam ortasında. Nerede olursa olsun tek düşündüğü, kendisini terk eden sevgilisini geri elde etmek olan Zia ile, 'yanlışlıkla' o dünya içerisine düştüğünü ve tekrar hayata dönmek için elinden gelen her şeyi yapacağını söyleyen Mikal'in hikayesi aslında izlediğiniz. Biri aşkını, diğeri ise hayatını arıyor olsa da, hep aynı yere çıkıyor yolları. İzleyicisi tarafından, sırf sonu için bile bir kez daha izlerim
diyerek tabir edilen bu film, romantik komedilere yan gözle bakan seyircilerin bile önemli gözdelerinden biri.

"Sometimes, things can fly... But only when you don't care about them."

"Direnişçi olmak istiyorsan, önce onu haketmelisin."


Savaş Artık Başladı !

Çıkacağı günü sabırsızlıkla beklediğim fakat tamamen duygusal nedenlerden ötürü biraz geç de olsa ,bir arkadaşın “hadi izleyelim” deyişi üzerine **, izleyebildiğim bir film oldu kendisi. Terminator Salvation’ı , serisinin son filmi diye mi, yoksa bundan sonraki “the end begins” serisinin açılış filmi diye mi adlandırsam bilemedim. Çünkü Terminator filmleri arasında –herne kadar benzer görünse de - hem hikaye olarak hem yapım olarak hem de yönetmenlik olarak ciddi farklar var. Bundan sonra çekilmesi planlanan Terminator filmleri de tamamlandıktan sonra, tüm seriyi 3 bölüme ayırıp kendi içinde bi üçleme yapabiliriz ki bu üçlemeyi de şöyle şekillendirebiliriz.

1- The Terminator ve Terminator II – The Judgament Day
2- Terminator III – Rise of The Machines
3- Terminator Salvation ve gelecek olanlar

Neden böyle bir ayrıma gittiğimizi şöyle izah edelim.


Terminator 1 ve 2 ‘nin en büyük özelliği yönetmeninin James Cameron oluşu idi. Sadece yönetmeni değil, bunun yanında senaristliğini de yaptı. Hikayesi ona aitti ve gelişen zaman gösterdi ki hikaye hep onun kaldı. Gelecekte insanların makineler ile savaşının olacagına değinmiş, makineleşmedeki ilerlemeye dikkat çekmiş ama ara ara dokundurduğu bu savaştan bizlere görüntüler sunmamıştı (çok az bir rüya izletti, o kadar). Görsellikten kaçıp hikayeye odaklanmamızı mı istemiş yoksa görselitenin getirmiş olacağı mali külfetin altına elini mi koyamamış ya da koyacak bir yapımcı mı bulamamış bilemiyorum. Ama son derece sade Terminator filmleri sundu bize. Güzelliği ise hep o sadeliğinde kaldı. 1’in üzerine eklentiler getirerek bizleri civadan meydana gelmiş daha da güçlü bir üretimin eseri T-1000 ile tanıştırdı.


İkinci kısmı ise tek başına bir film oluşturuyor, Terminator: Rise of The Machines. Diğerlerinden ayrılma nedeni ise mantalitesi. Yönetmen Jonathan Mostow , James Cameron’un hikayesini aldı ve bizlere ekstra sunacağı bir şeyler de eklemeden sunmaya çalıştı. Ne James Cameron’ın kaçtığı görseliteye bulaşabildi, ne de hikayeye başka bir bakış açısı getirerek fikirsel zenginliğe yol açabildi. İzlediklerim arasında en çöpü diye nitelendiriyorum. Belki izleyeceklerim arasında bile. İçinde her nekadar ilk 2 filmin Terminator’ü Arnold Schwarzenegger olsa da bu filmin tutmaması bize şunu ispatlamış oluyordu; Terminator, Arnold Schwarzenegger‘in değil, James Cameron’un filmi.


Üçünçü kısımda ise 2009 yapımı Terminator Salvation ve bundan sonra gelecek olan “ The End Begins” serileri var. Genel anlamda Terminator’ü James Cameron öncesi ve sonrası diye basit bi iki grup oluşturarak ayırabilirdik. Ama Salvation’ı , Rise of The Machines’den ayıran yerler var. Kendinden fikirler ve görüntüler. James Cameron’un uzak durduğunu söylediğimiz görseliteye bu filmde yakınlaşmaya çalışılmış ve önceki filmlerde bizlere savaşın vehametini tam anlatılamadığını düşündüklerinden olsa gerek, daha geniş bir savaşı ve alanı kapsamışlar. Diğerleri gibi dünyaya gelen bir-iki terminator yok bu sefer. Ordusunu dünyaya yerleştirmiş ve giderek büyümekte olan Skynet var karşımızda. Sadece daha sıcak savaş sunduğu için mi farklı peki? Hayır. Bunun yanında farklı bir terminator ile tanıştırıyor bizi. İnsanlardan mı yoksa makinelerden mi olduğu anlaşılamayan, kalp atışları ile yaşayan yarı insan - yarı terminator Marcus Wright abimiz.

Film John Connor’dan ziyade Marcus üzerinden dönen yapıda oluşturulmuş. Marcus’un bu özelliğinin üzerinden giderek insanlar ile makineler arasındaki farklara ara ara değinilmiş. Bu noktada Judgment Day geliyor aklımıza. T-800 e genç John Connor’ın gülümseme – ağlama tanımlarının yapması ve onun yapaysı duyguları. Salvation’ da ise bu farklılık tek bir bedende Marcus’ta toplatılarak ifade edilmeye çalışılmış.

Bu eklentilerin yanından mantıksal hatalar da mevcut. Kendisine yapılanın acısını çıkartmak için sen Marcus’u yola gönder, ardından onun yapılışını ve kişilerden alması gereken intikamını bizlere sunma. Olmadı. Ya intikamdan bahsedilmemeliydi ya da intikam yoluna gidilmeliydi (kısmi intikam var sadece). Yanan vucudundan da görüldüğü üzere ,kalbi de olsa, Marcus robot ağırlıklı bir yapıya sahip ama koparılmış bir çip ile idare edebiliyor, durmuş olan kalbi 2 yumruk ile yerine gelebiliyor bu da yetmezmiş gibi bir de kalp ameliyatı gerçekleştiriyor. Devam edelim, en basitinden asıl görevi yok etmek olan – görevi ismi ile kaim- terminatorun Kyle Reese’i (kendisi J.Connor'un babası oluyor) öldürmek yerine esir almaları. Sorguya çekip direnişin LA ayağını çökertmek istiyorlar sanki. Bana "sen de neleri zorluyorsun" diyenler de olabilir ama diğer Terminator serilerini tekrar izlemeye davet ediyorum ben de onları. T-1000in önüne geleni öldürdüğü o filmi.

Herneyse; kısacası ben yine de sevdim Salvation’ı. Serinin 3. filmi Rise of the Machines ile düşen beğeniye yukarı doğru bi ivme kazandırdığını düşünüyorum. Daha önceki yazımda görmek istediğimi belirttiğim savaştan bizlere sahneler sunduğu için en azından (beni kırmayan yapımcılara selam olsun). Senaryonun amacı Marcus’u öldürmek yerine yaşatmak olsaydı sıradaki filmde güzel bir karakter izleyebilrdik. Marcus’u oynayan Sam Worthington’a da kucak dolusu sevgi.

Dip not serzenişi: Sanki Batman The Dark Knight filminden fırlayıp koşa koşa gelmiş bir Cristian Bale var karşımızda. Hala Batman karakterinden kurtulamamış, Kısık ve kasvetli konuşmalarına devam ediyor. Bu ses tonuyla daha bi karizma olduğunu düşünüyorsa shame on you diyorum burdan kendisine. Filmin başındaki sahnelere “here” ve “one” deyişi ne o öyle. Hele bir de ilerki yerlerin birinde “who are you” deyişi var, burda aklınıza eğer batman filminden “where are they?” deyişi gelmiyor ise 2 filmi de tekrar izleyin derim ben. Kendisine burdan rahat ol, bize robotlardan farklı olduğun insansı yönlerini göster be adam serzenişi de yapalım.

** kendisi izlemiş olduğu halde bana “hadi izleyelim” deyip sinemada eşlik eden arkadaşa da burdan selamı çakıyorum.

Terminator 1 & 2'nin önceki yazısı



" Sürpriz, yenilik, beklenmedik gelişmeler istemiyorum. Her şeyin şu an olduğu gibi kalmasını istiyorum. Daima... Daima diye birşeyin olmadığını bilsem de. "


Lorenzo - Saturno Contro


Fransız Yeni Dalga Akımı’nın önde gelen yönetmenlerinden Claude Chabrol’ün 1995 yılında çektiği La Cérémonie (Tören) filmi yönetmenin Türkiye’de bilinen birkaç filminden biri. Rudth Rendell’in ‘A Judgment in Stone’ adlı romanından uyarlanan filmde Isabelle Huppert ve Sandrine Bonnaire sergiledikleri takdire şayan oyunculukla sadece başrolleri değil Berlin Film Festivali en iyi oyuncu ödülünü de paylaşmışlar.

Filmde Sophie Bonhomme (Sandrine Bonnaire) Lelièvre ailesinin evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Sophie okuma-yazma bilmez ve bunu, evin işlerini mükemmel bir şekilde yaparak kapatmaya çalışır. Şehir merkezinden epey uzakta büyük ve lüks bir malikanede yaşayan Lelièvre ailesi klasik burjuva yaşam biçiminin bütün özelliklerini taşımaktadır. Kocaman bir kütüphaneleri vardır ve Sophie’nin kitaplarla arasının iyi olmaması ve soğuk tavırları onları rahatsız eder. Filmde hiçbir karakteri(Jeanne hariç) elinde kitapla görmeyiz. George Lelièvre tam bir klasik müzik, özellikle Mozart hayranıdır. Evin duvarlarını peyzaj tabloları süsler. Evde ailenin kızının şerefine kokteyller verilir, bütün aile dostları çağırılır. Dışarıdan bakıldığında birbirine gayet nazik davranan ve iki çocuğuyla çok mutlu bir aile tablosu çizen bu karakterlerin birbirleriyle ve Sophie’yle olan ilişkilerini asıl belirleyen unsur ise ikiyüzlülüktür. Sophie’ye gayet kibar davranırlar, fakat onun olduğu bir ortamda sanki o yokmuşçasına onun hakkında konuşurlar. Sophie’nin odasında bir televizyon vardır ama amaç onu rahat ettirmek değil, Catherine’in onunla sohbet etmek zorunda kalmak istememesidir. Bu burjuva yaşam biçiminde önemli olan bireylerin nezaket kurallarına uymaları, yani davranış biçimleri ve nasıl göründükleridir, aslında ne oldukları değil.

Postanede görevli ve mektuplarını açıp okuduğu için George Lelièvre’in hiç haz etmediği Jeanne (Isabelle Huppert)’la Sophie arasındaki ilginç arkadaşlık geliştikçe Sophie’yle aile arasındaki ilişkiler de gerilmeye başlar. Jeanne ailenin bütün sırlarına vakıftır. Ailenin kızı rolündeki Melinda’nın çok iyi geçindiği babasına aslında faşist dediğini, kocasını çok sevdiği izlenimi veren Catherine’nin aslında George’u aldattığını vs... Jeanne bu aileye içten içe nefret beslemektedir ve kendisi bir gün topladığı mantarlarla karnını doyurup ertesi gün aç kalırken bu ailenin yaşadığı ihtişamlı hayata tahammül edememektedir. Sadece iyi gözükmeye çalıştıklarını, çok lüks kaygıları olduğunu ama hayat hakkında hiçbir şey bilmediklerini düşünmektedir. Başlarda gayet itaatkâr davranan Sophie’ye de zamanla bu nefret sirayet eder. Zira Jeanne onu kullandıklarını her fırsatta belirtmeyi ihmal etmez. Ve ailenin okuma-yazma bilmediğini öğrenip onu işten kovmalarıyla ipler kopar. Bunun nedeni de kıza başından beri çok yakın davranan Melinda’dır. Sophie’nin durumunu anlayınca başta ona yardım etmeyi teklif eden kız, Sophie’nin onun sırrını bildiğini öğrenmesiyle Sophie’yi bir tehlike olarak görüp en kısa zamanda işten attırır. Catherine’in başından beri George’a karşı Sophie’yi savunmasının nedeni ise yeni kendi çıkarlarında yatmaktadır. Sophie çok iyi bir hizmetçidir ve onu çok zor bulan Catherine, Sophie’yi kaybedip yine hizmetçi arayışına girmek istemiyordur.


Filmin sonu başrol oyuncularının serinkanlı tavırları ve geçmişlerinde yatan şaibeli olaylar kadar korkutucudur. En basit tabirle bu farklı iki sınıfın film boyunca alttan alta devam eden ve biri için nezaket kuralları gereği, diğeri için de zorunluluk sonucu bastırılan çatışma açığa çıkar; bu iki kadının sınıfsal kininin gürültüsü Mozart’ın Don Giovanni trajedisini bastırır. Anton Çehov’un kurgusal bir metinde hiçbir ayrıntının boşuna olmadığına dair bir sözü vardır: “Öyküde bir tüfek gözükmüşse o mutlaka patlamalıdır.” Avcılığa meraklı George Lelièvre’in tüfeklerinin filmin sonunda patlaması da Çehov’a bir selam niteliğindedir sanki. Sophie’nin en sonunda kütüphaneye de bir kurşun sıkması ise kendi okuma- yazma bilmemesine atılan bir kurşun, onu bu halde bırakan koşullara bir lanet okumadır.

Çok kitap vardır ama onları okuyamayan insanlar da vardır. Lelièvre’lerin evi, marketler yiyecek ve içecekle doludur ama yemek alacak parası olmayan insanlar da vardır. Jeanne kilisede fakirlere yardım toplama işinde gönüllü olarak çalışır ama Sophie’yle gittiği bir evde fakirlere verilmek üzere toplanan şeylerden bazılarını (içlerinde zamanı geçmiş konserveler de vardır) işe yaramaz bularak ev sahiplerine attığı için ‘gönüllü’ görevinden atılır. Amaç fakirlere yardım değildir - ki bu bile fakirler açısından son derece aşağılayıcı bir şeydir- zenginlerin gönlünü hoş tutmak ve vicdanlarını rahatlatmalarına yardımcı olmaktır. Sistemi belirleyen onlarca çelişkiden sadece birkaçıdır bunlar. Bütün bu çelişkileri çok güzel özetleyen bir de fıkra var: Bir gün baba eve geldiğinde çocuğu evin çok soğuk olduğunu ve üşüdüğünü söyleyerek nedenini sorar. Baba da kömür alacak paraları olmadığını söyler. Çocuk neden paralarının olmadığını sorduğundaysa işten atıldığını söyler baba. Çocuğun neden işten atıldığı sorusuna ise şöyle cevap verir: “Çünkü çok kömür vardı.”


La Cérémonie değişik Marksist eleştirisinin yanında psikolojik öğelere de yer vermesiyle ve en önemlisi kötü burjuva-iyi proleterya gibi keskin ve gerçeği yansıtmayan ayrımları ve sınırları muğlâklaştırıp yapıbozuma uğratmasıyla ‘kaba’ Marksistlerin çok ötesine geçmektedir. Eşitsizlik üzerine kurulan hiçbir ilişki sağlıklı olamaz, birini ötekine muhtaç kılan koşulların öznelerinin de sağlıklı olamayacağı gibi... Ne Lelièvre ailesi ne de Sophie ve Jeanne saf iyi veya saf kötüdür. Ama mensubu oldukları sınıflar onlara farklı hayat olanakları sunmaktadır ve bu sınıfların varlığı birini diğerine tehdit unsuru olarak konumlandırmıştır. Filme düz bir okuma yapan seyirci Lelièvre ailesinin nazik, iyi niyetli tavırlarına bakarak Sophie ve Jeanne’ın şiddetine bir anlam veremeyebilirler. Ancak, sistemin kendisi bu şiddeti-ki bu şiddetin mutlaka fiziksel olması gerekmiyor- ve sağlıksız ilişki biçimlerini zaten içinde barındırmaktadır. Buradan bu tür bir şiddetin meşrulaştırıldığı anlamı çıkmamalı. Bu noktada da Sophie ve Jeanne’ın ruh hastasını andıran tavırları ve sahip oldukları rahatsız edici geçmiş yönetmen tarafından resmin içine sınıfın yanında o sınıfa mensup ‘bireyler’ in birbirinden farklı özelliklerinin de katıldığını gösteriyor. Chabrol ne Lelièvre ailesine ne de Sophie ve Jeanne’a sadece üst veya alt sınıf diyerek kestirip atıyor. Sosyal gerçekçi bir yaklaşım işçi sınıfına dair bir romanda veya filmde böyle genelleyici, tekillikleri yok sayan bir tavır sergileyebiliyor kimi zaman. Sonuç, bir sınıfın sosyoekonomik sorunlarını ortaya koyarken “bütün zenciler birbirine benzer” zihniyetinde olduğu gibi o sınıfın bütün bireylerini bir tutmak ve içindeki farklılıkları yok saymak olabiliyor. Halbuki Sophie’yi Sophie yapan tek şey hizmetçi olması değildir; aynı şekilde Jeanne’la onları bağlayan tek şey de alt sınıfa mensup olmaları değildir.

Sonuç olarak bu film ezen-ezilen sınıflar diyalektiğinin ve bu sınıfların bilindik kalıplarının çok ötesine geçmiştir. Filmde Sophie’ye ezen, hor gören bir burjuva ailesi yoktur. Aynı şekilde Sophie ve Jeanne da bizim özdeşleşebileceğimiz zavallı karakterler değildir. Filmin sonunda işledikleri cinayet kanımızı dondurur ve hatta Lelièvre ailesine acımamıza neden olur. Film boyunca sadece Lelievre ailesinin değil, Sophie ve Jeanne’ın da kimi tavırları bizi çok rahatsız eder. Bu durum filmdeki sınıf eleştirisini çok daha inandırıcı ve gerçekçi kılmış.



-Aldığı ödüllerden dolayı festivallerin aranan 'jüri üyesi-başkanı' haline gelen Nuri Bilge Ceylan, festivallerden bıktığını söylemiş.

-Cumartesi gecelerinin vazgeçilmezi, Disko Kralı Okan Bayülgen efendi hz.'nin başrolünde yer aldığı Kanal-İ-zasyon adlı filmin çekimlerine temmuz ayında başlanacakmış. Film de 23 Ekim'de vizyona girecekmiş.

-Cumhuriyet'in vazgeçilmez hikayelerinden 'Şehit Kubilay' olayı sinemaya aktarılacakmış. Filmin 29 ekim'de vizyona girmesi bekleniyormuş.

-Yabancı film yapımcılarını türkiye'de film çekmeye teşvik etmek için, yabancıların aldığı mal ve hizmetlerden alınan KDV kaldırılmış.

-5 Oscar'lı adam, The Godfather'ın yönetmeni Ford Coppola temmuz ayında Türkiye'ye gelecekmiş. Geliş sebebi ise Osmanlı hakkında çekmek istediği film için tespitlerde bulunmakmış. Coppola'ya eşlik edecek kişi de Reis Çelik'miş. Reis Çelik proje hakkında bilgi vermezken insanların sabretmesini istemiş, önümüzdeki yıl çok güzel şeylerin olacağını söylemiş.

-Bu seneki festivallerden bol bol ödül alan yönetmen Özcan Alper'in Sonbahar adlı filmi Dvd moduna geçerek raflardaki yerini almış.

-Şu sıralarda devam etmekte olan ve 21 haziran'da sona erecek olan Şangay Film Festivalinde türk filmlerinin gösterildiği bir bölüm açılmış. Festival kapsamında 'Issız Adam', 'Mommo, Kız Kardeşim', 'Nokta', 'Uzak İhtimal', 'Üç Maymun' gibi son dönemde Türk sinemasına damga vuran yapımlar gösterilecekmiş.

-Zübeyde Hanım'ın hayatı da filme çekilecekmiş. Senaryosu bitme aşamasında imiş. Filmin yaratıcılığını Serpil Öztürk üstlenmiş.

-Ve Kurtlar Vadisi-Gladio... Vadi'nin senarist ekibi yeni bir kaptı-kaçtı projesine el atmaya başlamışlar. Yarattıkları Muro karakteri ile, karakterin parasını sinema izleyicisinden fazlası ile çıkaran ve çıkarırken izleyiciyi ciddi şekilde salak yerine koyan Vadi ekibi bu sefer Büyük İskender üzerinden izleyiciyi salaklaştırma ve yolma yolunu seçmişler.

-Son olarak İstanbul'un Fethi filmi için hazırlıklar tam takır yolunda gidiyormuş. İşe Hollywood el atmış ciddi şekilde. Bi de işin içinde Fatih Aksoy varmış. Anlaşılan İstanbul'un fethi Fatih'e kalmış!

-Artı son haberimiz Uğur Yücel'den geliyor. 'Ejder Kapanı' isimli filmde yönetmen ve oyuncu olarak film ekibinde yer alan Uğur Yücel'e Kenan İmirzalıoğlu, Nejat İşler, Ceyda Düvenci, Berrak Tüzünataç eşlik edecekmiş.(Kadro baya sağlam gözüküyor). Yücel'le İmirzalıoğlu Yazı Tura'dan 6 yıl sonra tekrar aynı filmde buluşuyormuş. Film polisiye-gerilim tarzında olacakmış.

"Ben, öldüğümde doğruca cennete gideceğim. Siz de şimdi 'Niye?' diye soracaksınız. Yeterince dua mı ettim? Hayır. Yeterince paylaştım mı? Pek sayılmaz. Yeterince alçak gönüllü müydüm? Kesinlikle değildim. 'Peki, cennete gideceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?' diye soracaksınız. Ben de şunu söyleyeceğim: Çünkü doğruları konuştum."

Etkileyici bir girişe sahip olan Filth and Wisdom, 2008 yapımı bir Madonna filmi. Kısa film olarak çalışmalarına başlanılan; fakat Madonna'nın hikayeyi kısa film formatına sıkıştıramayacağına karar verdikten sonra, 81 dakikalık çekilmesiyle sonuçlanan bir film. Daha filmin başında aynı zamanda hikayenin içerisinde de yer alan bir anlatıcı ile karşılaşıyoruz. Bu anlatıcı ise Gogol Bordello müzik grubunun solisti Eugene Hütz. Müzik grubu ile anılmasının yanı sıra 2005 yılında Elijah Wood ile başrollerini paylaştığı Everything Is Illuminated filmiyle de adından sıkça söz ettiren Hütz için, oyunculuğunu gittikçe ilerlettiğini açıkça söyleyebiliriz.


Filmde üç ev arkadaşının hayatından yola çıkarak herkesin hayatına yönelik repliklerle karşılaşıyoruz. Juliette, tıp fakültesini yarıda bırakıp bir eczanede çalışan ve kafayı Afrikalı aç çocuklarla bozan biridir. Çeşitli rahatsızlıkları da olan Juliette, çalıştığı eczaneyi bu durum için bir araç gibi kullanır. Holly, küçüklüğünden beri bale yapan; fakat bu yeteneğini paraya dönüştüremediği için sürekli kafası karışık dolaşan bir kızdır. A.K.'nin güzelliğini fark etmesini sağlayıp striptizciliği önermesi ile yeni maceralara atılır. Ve anlatıcımız ile hikayemizin baş karakteri A.K., kendini banyodaki boş küvetine atıp sürekli şiirler okuyan ve bunları müzik grubu için şarkılara uyarlayan biri. Geçimini insanların fantezilerine katkıda bulunarak sağladığı için çoğu zaman ev arkadaşlarıyla sorunları olsa da, hiçbir şeyden ödün vermediği sürece hayatını yola koyacağına inanan biri.

IMDB'de 10 üzerinden 5.1'lik bir puan alsa da eleştirmenler tarafından 'gelecek vaat eden yönetmen' şeklinde tanımlanan Madonna, anlaşılan parlak dünyadan sıkılmış ve arka sokaklara girmeye çalışmış bu film ile. Ağır argo içermektedir yazısı ile bizi karşılayan film, aslında birçok hayatın içerisinden yansıtılmış bir seramoni. Başarılı oyunculukları, hikayesi ve yönetimiyle gelecek vaat ettiği ise kesin.

"İnsanlık, iki sınıfa ayrılmış gibidir. İyi olmaya çalışan insanlar ve kötü olmaya çalışan insanlar. Ama bence, arada o kadar fark yok. Çünkü tüm hayatını bir aziz gibi geçirirsen, eninde sonunda tam tersi bir hayat istersin ve çöldeki bir vaha gibi murdarlık ortaya çıkar. Tüm hayatını bok içinde geçirirsen, eninde sonunda bilgeliği ararsın. Tıpkı domuzun, mantar aradığı gibi."

Defalarca yazılıp çizilmiştir, "sinema tarihinin en vahşi filmleri" adı altında sayısız listeler, eleştiriler bulunur. Tüm bu listelerin ortak tek bir noktası vardır..Ya kan görmediğimiz, ya da kandan göremediğimiz filmlerdir. Peki nedir bu filmleri bu derece başarılı ve önemli yapıtlar kılan? Kan göstermek yada bir filmi kırmızıya bulamak zor birşey midir?

Aslında öncelikle büyük bir iddiadır kan yönetmen için. Dönüşü olmayan bir risktir. Belki de siyasetten sonra sinemada içerik olarak alınan en büyük risktir. 70 ve 80 lerde , özellikle 13.Cuma ve Halloween ile başlayan Teen Slasher ve Night of the Living Dead izinden giden gore türlerinin patladığı dönemde sansüründe sınırının neredeyse olmadığı sinema yılları kan görmek için son derece uygun zamanlardı. Özellikle Evil Dead stili "grafik" vahşet içeren yüzlerce filme rastlamak mümkün. Bu yapaylığın, zaman geçtikçe kendini teknolojik gelişmelere bırakmasıyla sinema sektöründeki gerçekçilik ön plana çıkmaya başladı ve bunun sonucunda gerçeğinden ayırması neredeyse imkansız olacak sahneler içeren filmlerin aramıza girmesiyle bugün Hollywood sinemasında hala kullanımda olan "1saniye kan" gibi uygulamlar (sansür de diyebiliriz) ve benzeri kısıtlamalar bu kırmızı sıvıyı hayatımızdan biraz da olsa uzaklaştırdı. Neyse ki bu uzaklaşma sadece piyasayı elinde tutan tekel sektörün çalışmaları için geçerli -ki buna en iyi güncel örnek Quentin Tarantino’dur. Orijinal bir Quentin Tarantino görmek isteyen (ki kendisi de defalarca ondan esinlendiğini belirtmiştir) gideceği adresi çok iyi bilir (Takashi Miike) . İşte bu noktada Japon sineması yüksek bir konumdadır. Çünkü gelişmiş film endüstrisi ve sınırsız japon yaratıcılığı, sadece porno endüstrisinin tabu olduğu bir ülkede çok iyi işlerin çıkmasına sebep olmuştur. Kanlı bir Takashi Miike filminde bıçakla kesilen boğaz ve litrelerce fışkıran kan çok gerçekçidir ama asla rahatsız etmez, etmediği gibi de son derece eğlenceli filmlerdir bu filmler. Burada yönetmenin başarısı ve estetik anlayışı devreye girmektedir. Kan gövdeyi götürür ama izleyici bunu izlerken keyif alır. Tabi ki sektörün gelişmesi ve sinemada gerçekçiliğin artmasıyla da istismar filmleri olarak adlandırılan filmler ortaya çıkmıştır. Salo, I Spit On Your Grave, Cannibal Holocaust gibi pek çok film dönemine göre fazla gerçekçi ve aykırı durmasıyla pek çok izleyiciyi fazlasıyla rahatsız etmiştir. Ve hala pek çok eleştirmen bu onlarca filme ilham kaynağı olmuş yapıtları "istismar filmi" diye hunharca eleştirmektedir. Ancak aslı istismar kan ve vahşeti sadece etkileme unsuru olarak kullanmaktır. Sözü geçen bu filmler insanın içindeki hayvani içgüdüler ya da dönem faşizmi gibi fazlasıyla uç ve zor konuları en etkileyici şekilde işlerken istismar filmi oluyorlar da neden hiçbir şekilde donatılmamış ve sadece vahşet üzerinden geçinen sanat yönetimi harikası "testere" gibi filmler başarılı bulunuyor? Öncelikle bu derinlemesine düşünülmelidir...

KONUK YAZAR: juliandarcy
http://juliandarcy.blogspot.com/

#Diğer Konuk Yazarlar#


Sigara Yanıkları Haber Ajansı bu haberi sizlere duyurmayı bir borç (veya bu tarz yükümlülük içeren bir kelime) bilir. Son haberimiz az taze sınıfından mükerrep bir 'Altın Koza' haberi. Medyadan veya ordan burdan duyarak hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştığım, Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 'Altın Koza Film Festivali'nde ödüller sahiplerine kavuştu.

Festivalin en önemli kısmı olan 'Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması' nda ödüller şu şekilde dağıtıldı. Bu arada ödüllere bakarken(olur da bakarsanız:) juri başkanının Nuri Bilge Ceylan olduğunu unutmayınız, unutturmayınız.

En İyi Film(ler!): Aslı Özgen - Köprüdekiler, Pelin Esmer - 11'e 10 kala

Büyük Jüri Yılmız Güney Ödülü: Orhan Eskiköy,Özgür Doğan - İki Dil Bir Davul

Adana İzleyici Jürisi En İyi Film Ödülü: Atalay Taşdiken - Mommo Kızkardeşim

En İyi Yönetmen: Mehmet Fazıl Coşkun - Uzak İhtimal

En İyi Kadın Oyuncu: Görkem Yeltan - Uzak İhtimal

En İyi Erkek Oyuncu: Nadir Sarıcabacak - Uzak İhtimal

Uzun ödül listesini yazmıyorum buraya. Zira festival jürisi çok cömert davranıp bir kaç dalda 2 kişiye birden ödül vermeyi uygun görmüş. Bu da ödül listesinin uzayıp gitmesi demek. Festivalde dağıtılan ödüllerin tam listesi için bunu tıklaman şart.

11 KIZGIN AT, BİR AT SİNEĞİ

Antik Yunan filozofu Sokrates’in hikâyesini felsefeye ucundan köşesinden bulaşan herkes az buçuk bilir. Platon’un ünlü diyaloglarının başkahramanı, Sokratik diyaloğa ismini veren kişidir Sokrates. Bir gün Delfi Kâhini’ne en bilge insanın kim olduğu sorulur. O da Sokrates olduğunu söyler. Bunu duyan Sokrates, kâhinin yanıldığını düşünür ve kendinden bilge birini bulmak için insanlarla konuşmaya başlar. Bütün gün agorada dolaşarak insanlara sorular sormaktadır ve bildiklerini iddia ettikleri şeyleri aslında bilmediklerini ve bunun da farkında olmadıklarını anlar. Kâhine hak verir, zira diğer insanlardan farklı olarak o en azından hiçbir şey bilmediğini bilmektedir. Bir çeşit at sinekliğidir Sokrates’in yaptığı, atların başına konarak onları sinirlendirir, sorular sorarak aslında hiçbir şey bilmediklerini kendilerinin görmesini sağlar, huzursuz eder ve sonunda ölüm cezasını kendisi için kaçınılmaz kılar.


Sidney Lumet’in 1957 yılında çektiği ve yönetmenliğini yaptığı ilk film olan 12 Kızgın Adam filminde de Henry Fonda, Davis rolüyle bir nevi modern Sokrates’i temsil etmektedir. Filmde varoş mahallelerde büyümüş 18 yaşında bir genç taammüden cinayet suçuyla, babasını öldürmekten dolayı yargılanmaktadır. Çocuğun elektrikli sandalyeye gidip gitmeyeceğini 12 jüri üyesinin kararı belirleyecektir. Ancak karar üzerinde hepsinin ortaklaşması gerekmektedir. 11 jüri üyesi nerdeyse hiç düşünmeden suçlu der, yalnız Davis suçsuz oyu verir. Her şey bu kadar ortadayken neden suçsuz dediğini sorduklarındaysa bilmiyorum, der, sadece konuşmak istiyorum. Bundan sonra ipucu olarak ortaya konulan ve diğer jüri üyelerinin hiçbir şüphe duymadığı, aksine gerçekliğin ta kendisi olarak gördükleri nedenler tek tek tartışılır. Sonrasında jüri üyelerinin kararlarını nasıl birer birer değiştirdiğini görürüz.

Karar vermek için jüri odasına geçtiklerinde başta herkes az çok neşeli görünmektedir. Birbirlerine işlerinden bahsederler, beyzboldan konuşurlar, şakalaşırlar ama üzerine konuşmaları gereken dava sanki onları ilgilendiren en son şeydir. Zira zaten hepsi kararını vermiştir ve bir an önce oylarını verip gitme, ironik bir şekilde çocuğu elektrikli sandalyeye gönderip hayatlarına devam etmek istemektedirler. Tek bir kişi düşünceli gözükmektedir ve bütün ilgisini üzerinde konuşmak için toplandıkları davaya vermiştir. Çocuğun suçsuz olduğuna dair tek oy çıkınca sinirler gerilmeye başlar ve çoğunluk için bundan sonra tek amaç bu at sineğini başlarından def etmek, yani onu ‘haksız’ olduğuna ikna etmektir. Davis’in ise karşı tarafı ikna etmek gibi bir derdi yoktur. Sadece ortada hala yeterli şüphe duymayı gerektirecek makul sebepler varken ve çocuğun suçlu olduğu kesin bir şekilde ortaya koyulmadıkça konuşmak gerektiğine inanmaktadır. Çocuğun suçsuz olduğundan emin değildir ama çocuğa ölüme göndermeden önce biraz da olsa konuşmak gerektiğini bilmektedir. Diğerleri için ise mesele doğruyu bulmak değil o tek farklı sesi bir an önce bastırıp yollarına devam etmektir. Burada sadece çoğunluk oyuna dayanan ve tartışmayı, çok sesliliğin gerekliliğini göz ardı eden bir demokrasi eleştirisini de görürüz. Bundan sonra bütün film boyunca o on bir adamın nasıl kişisel sebeplerle böyle bir karara varmış olduklarını anlarız, ama Davis bunların hiçbirini onlara açık bir şekilde söylemez. Jüri üyeleri konuştukça kendi çelişkilerini kendileri görürler zaten. On saniye önce iddia ettikleri şeyin tam tersini söylerken bulurlar kendilerini çoğu zaman. Belli bir prensipten ve mantık ilkesinden yoksun sadece haklı çıkmaya çalışarak konuşurken bütün çıkmazlarını tek tek ortaya sererler. Çelişkileri çıktıkça daha çok sinirlenirler ve sinirlendikçe sabit fikirlerine daha çok sarılırlar, etrafındakilere daha çok saldırırlar ve meseleyi daha da kişisel bir hale getirirler.

Söz gelimi, jüri üyelerinden biri tam bir yabancı düşmanıdır ve bu Latin Amerikalı kenar mahalle delikanlısına notunu başından vermiştir. ‘Onlar’ zaten her zaman yalan söylerler ve çocukluğundan beri birçok olaya karışmış bu çocuğun bu suçu işlemesi işten bile değildir. Bu ırkçı adam böyle sakat bir mantık çıkarsamasıyla savunur görüşünü başından beri. Aslında ortada savunulacak bir görüş de var denemez; bunun için adam daha çok bağırarak ve etrafındakilere ‘gerçeği’ göremedikleri için alaylı bir şekilde saldırarak kendi ırkçı önyargılarını paylaşmaya zorlar onları. Ama ne zamanki bunu elindeki kanıtlarla ispatlamaya çalışır, işte o zaman vahim çıkmazı ortaya çıkar. Çocuğun cinayeti işlediğini gördüğünü iddia eden şahide kayıtsız şartsız inanır. Ama Davis onun da bir varoş sakini olduğunu, yani ‘onlar’dan biri olduğunu hatırlatıp çocuğa inanmayıp şahide nasıl inandığını sorduğunda diyecek bir şey bulamaz. Başından beri bu yaşlı adamın söylediklerine çok da rahatsız olmadan kulak veren diğer jüri üyeleri de cehaletlerine uyandıkça bu adamı dinlemez olurlar. Adamın önyargıları kendi önyargılarıdır aslında; bastırmak istedikleri ses de farklılığın sesi değil, farklılığa tahammülsüzlüğün kaba gürültüsüdür.

Diğer bir jüri üyesinin mesleği ise simsarlıktır. Başından beri soğukkanlılığını korur, onun için bu dava borsada parayla oynamaktan farksızdır. Son kanıt da çürütülene kadar çocuğun suçlu olduğu fikrinden vazgeçmez ama en başında daha hiçbir şeyden emin olmadan suçlu olduğu kanaatine varır. Sadece rakamlarla oynamayı bilen bu adam için bir çocuğun elektrikli sandalyeye gönderilmesi o kadar da önemli değildir. Suçlu oyunu vermesi için zayıf kanıtlar yeter ama fikrini değiştirmesi için bu kanıtların hepsinin çürütülmesi gerekmektedir. Çocuğun babasının öldürüldüğü saatte gittiğini iddia ettiği filmi hatırlayamamasını babasını öldürdüğüne dair bir kanıt olarak gösterir ama kendisi bir baskı altında olmamasına rağmen birkaç gün önce gittiği filmin adını ve oyuncularını o anda tam olarak hatırlayamaz.

Başka bir jüri üyesinin ise tek derdi oylamanın bir an önce bitmesidir, zira beyzbol maçına bileti vardır ve maça vaktinde yetişmek istemektedir. Ve başlarda Davis’e “yüz yıl konuşsan fikrimi değiştiremezsin” diyen bu adam ilerleyen dakikalarda iş bir an önce bitsin diye kararını bile değiştirir, fikrini neden değiştirdiğine dair ortaya hiçbir gerekçe sunamadan hem de. Aynı, oyunu her yeni kanıtın masaya yatırılmasında defalarca değiştiren diğer ilgisiz jüri üyesi gibi...


Bir tanesi vardır ki bütün kanıtların çürütülmesi bile oyunu değiştirmesine yetmez. Onun derdi ise tamamıyla kişiseldir. Oğluyla iki senedir görüşmemektedir ve oğluna olan öfkesini sadist bir şekilde bu çocuktan çıkarmak istemektedir. Sadistçe davrandığını ona hatırlatan Davis’e “seni öldüreceğim” diye bağırır, hiç de öyle bir niyeti olmamasına rağmen. Ve tam o anda biraz önce, çocuğun babasına “seni öldüreceğim” diye bağırmasını kanıt olarak gösterdiğini herkesle birlikte hatırlar.

Film bu ve benzeri onlarca çelişkinin su yüzüne çıkmasına sahne olur. Jüri üyelerinin tutundukları gerekçeler tek tek kendileri tarafından çürütülür. Durum böyle olunca artık kızacak bir muhatap da bulamazlar, zira en başta bildiklerine emin oldukları şeyi bu kadar körü körüne savunmalarının altında aslında nasıl kişisel önyargıların(ırkçılık gibi), günlük kaygıların, çoğunluğa itaat etme telaşının ve iç hesaplaşmaların yattığını anlarlar. Aslında Davis pek bir şey yapmamıştır zira tek yaptığı soru sormaktır, aynı Sokrates gibi. Belki de çok şey yapmıştır çünkü onu duymamakta ısrar eden, daha çok onunla alay etmeyi tercih eden kendinden emin jüri üyelerine karşı tek başına durmayı ve onlara ‘sinir bozucu’ sorular sormaya cesaret etmiştir. Başından beri çocuğun suçsuzluğundan emin olmadığını söyler. Tek iddia ettiği şey çocuğun suçsuz olmasının mümkün olduğudur ve aksi ispatlanmadıkça verilecek bu kadar ciddi bir kararın çok yanlış olacağıdır. Ne hakikati bildiğini iddia eder, ne de karşı tarafın yola gelmesi gerektiğini, sadece şüphe duymak gerektiğini… Ve işte on bir adamın bilmediklerini anlamaları ve kendileriyle yüzleşmeleri bu sokratik diyalog sayesinde gerçekleşmiştir.

12 Kızgın Adam, başındaki mahkeme salonu, sonra lavabo sahnesi ve son sahne dışında tamamen tek mekanda, yani jüri odasında geçmektedir. Bu açıdan geniş bütçeli olmalarıyla ünlü diğer Amerikan filmleriyle garip bir tezat oluşturmaktadır. Ayrıca filmin son sahnesinde iki jüri üyesinin birbirlerine isimlerini söylemeleri dışında yargılanan çocuk da dahil filmde hiç isim kullanılmaz. Filmin sonunda sadece Davis’in ve ona ilk desteği vererek sürüden ayrılma cesaretini gösteren yaşlı adamın ismini öğrenmemiz filmin bütünü ve demek istedikleri açısından kanımca bilinçli bir tercih. Zira filmde sadece bu iki şahsiyet farklı olma cesaretini göstererek ortaya bir karakter koyuyor ve önyargılı çoğunluğun diktatörlüğü altında ezilmeyerek seslerini bize duyurabiliyorlar..


"Bir parti vereceğim. Öyle görkemli bir parti olacak ki herkes ondan bahsedecek. Sırf Caravacas'ları gıcık etmek için." Caco - Vengo


Gadjo Dilo 'nun yönetmeni Tony Gatlif 'in 2000 yapımı filmi. Başrolde yine çingeneler var. Gadjo Dilo'da Romanya çingeneleri var iken, Vengo 'da İspanyol çingenelerini konu edinmiş. Bir nevi yaşamsal düzeyleri arasındaki farklılıkları da göstermiş. Ama değişmeyen tek bir şeyin olduğunu görüyoruz ki o da müzik ve eğlenceye verilen önem..


Filmin konusunu kısaca fısıldamam gerekirse; kavgalı 2 çingene ailesinden birinin liderliğini sürdüren Caco, kızı öldükten sonra, karşı aileden bir ferdi vurup firar eden kardeşi Mario’unun oğlu, yani yeğeni, Diego’ya odaklanır ve tek amacının onu mutlu etmek olduğunu düşünür. Çünkü Diego ona hem ölen kızını hem de ölüm tehditleri karşısında firar etmiş olan kardeşi Mario'yu hatırlatmakta ve kendini anca böyle motive etmektedir. Ne zaman ki sarhoş, ne zaman ki yalnız, Caco mutsuzlaşır. Diego gelir ve spastik özrü bulunmasına rağmen ondaki yaşama sevinci Caco'yu da hayata bağlar. Fakat hasımları, diğer çingene ailesi, Mario'ya ulaşamadıklarından, onun oğlu Diego ile hesaplaşmayı düşünmekte olduğundan Caco yeni vazifesini edinmiştir. Kızının ölümünden sonra zaten kendini ölü hisseder duruma gelmiş, Diego için de bu bedeni ona siper olarak kullanmayı çoktan göze almıştır.

Caco’ nun konunun başındaki sözünden de anlaşılıyor ki müzik onlar için sadece eğlenmek amaçlı değil. Hayatın her alanına işlemiş, yeri geldiğinde öc almak için kullanılacak bir silah oluvermiş, hatta ölülerini anmak için bir nevi duaları oluvermiş (bkz:Gadjo Dilo, mezar sahnesi).
Ayrıca blogtaki Gadjo Dilo yazısında yazarlarımızdan Hacitokankoli'nin serzenişler kısmında anlattıklarını da hatırlayalım. Kızının düğünü için girdiği masraf ve borçları savunarak, "abi napayım eğer böyle yapmazsam mahallede bi daha yüzüme bakmazlar" diyorsa varın siz düşünün eğlencenin ve müziğin hayatlarındaki yerini.

Film, hikayesini müzikler ile sunmak istiyorsa müzik seçimine özen göstermeli ki Tony Gatlif bu işi kendisi üstlenmiş. Yeri gelmiş kendi yapımı teknoları koymuş, yeri gelmiş iyi seçkilerle hoş flamenko müziğini bizlere sunmuş.



"Konuşabilen herkes şarkı söyleyebilir, yürüyebilen herkes de dansedebilir" sözü sanırım çingeneler için tam anlamıyla uymakta.Diego, bunun en büyük emsali.

Biraz müziklerinden bahsedeyim;

Filmin başında çalınan Flanmenco Soufi ile doğu-balkan sentezi uzun hava var. Film öncesi sizi biraz gevşetiyor, biraz da dansözleştiriyor. Calle del Aire ile masabaşı eğlencenin güzelliğine varıyorsun. Ve Caco partisini veriyor, ardından başlıyor Arriconamela çalmaya. öykü-berk kardeşlerin izleyip flamenko dersi alması gereken bir sunum niteliğinde. Ve filmin en can alıcı sahnelerinden birine geldi sıra. Gurbetteki Mario’ ya memleketinden sesler dinletmek için arabanın radyosundan açtığı Naci En Alomo şarkısı ve ardından oğlu Diego ile konuşması.

"O kadar anlattın, neymiş bu şarkılar diyecek" olursanız da sizi mahrum etmemek için illegal bir yöntemi kullanıyorum. Buyrun bu albümden eksik olmayın. ( Emeğe saygı, rapleri unutmayın ;)
Vengo Soundtrack by Tony Gatlif

Yönetmenin blogtaki diğer filmi;
Gadjo Dilo : Çingeneleri farkedin...

114 dakikalık şahane bir Fransız filmi Le premier jour du reste de ta vie. Beş kişilik bir ailenin geçmişini belirli yıllara yayarak anlatıyor. Hikaye 1988 yılında evin büyük oğlu Albert Duval'ın evden ayrılması ile başlıyor. Başlangıç olarak bir nevi onun hikayesini izliyoruz. "Aile, duyguları kökünden söküp atan bir makinedir." diyen Albert, evin asi oğlu olmasına karşın bir doktor. Zamanla estetik alanına geçip oradan da bunalıp kendini Acil Servis'e atan ve aile ilişkilerini tabiri caizse "sallamayan" bir karakter. İkinci olarak "Kan Bağı" başlığı altında 1993 yılına atlıyor hikaye ve evin tek kız çocuğu olan Fleur Duval'ın hikayesini izliyoruz. "Kendimi kısa boylu ve çirkin hissediyorum. Diğerleri bana 'mikrop' diyorlar. Annemler ise 'küçük pire'. Acaba hangisi daha küçüktür?" diyerek daha küçük yaşlarda sorunu kendisi ile olan evin ikinci asi'si Fleur. On altı yaşına basacak olmanın heyecanı öncesinde, yapması yasak olan şeylerin de heyecanını yaşıyor başlarda. 'Alternatif rockçı' olarak etrafta dolaşıp, bir türlü hayatta istediğini elde edemeyen ve bunun hıncını annesinden çıkartan bir karakter. Evin ortanca çocuğu Raphaël Duval'ın en büyük hayali ise gitarist olmak. Sahne adı ve 1996 yılında geçen onun hikayesinin anlatıldığı bölümün adı da "Magic Fingers". Büyük babasının şarap merakına özenip ondan her cumartesi şarap dersi alıyor Raphaël. Ve aslında hayatındaki tek sorumluluğu da her cumartesi bu dersi kaçırmamak. Hayatının her evresinde saçının da bu evrime uymasına inanan bir karakter aynı zamanda.


Marie-Jeanne Duval evin annesi. Çocuklarının bir bir evi terk etmeye başlayacağını anlayınca yalnız kalmamak için tekrar okula başlayan enteresan bir tip. Her çocuğun ergenlik dönemlerinin kabusu bir anne olmasının yanı sıra, aslında onların üzerine çok titremesinin tek sebebinin büyük sevgisinden kaynaklandığını açıkça belli eden bir karakter. 1998 yılına geldiğimizde de onun hikayesini izlemeye başlıyoruz. Yıllar geçtikçe yaşlandığını daha çok hisseden ve yaşlılığın ona getirdiklerinin sadece kırışıklıklardan ve çirkinlikten ibaret olduğunu sanan bir insana dönüşüyor. "Dünyayla birlikte dönersiniz." adlı bu bölüm, filmin en trajikomik bölümlerinden biri aynı zamanda. Ve son olarak 2000 yılına gelerek "Babamız" başlığı ile evin babası Robert Duval'ın hikayesini izlemeye başlıyoruz. Çocuklarıyla küçük yaşlarından itibaren anneye oranla daha iyi anlaşan bir baba portresi çiziyor bu karakter bizlere. İyi bir baba portresi çizmek isterken en büyük derdi de kendi babasıyla aslında. Evin her köşesinde herkese ait fotoğraf varken, bir tek kendisinin fotoğrafının olmamasına takan ve babasının kendisine hiçbir zaman değer vermediğini düşünen bir "baba" o. Onun hikayesinin bittiği an, kahramanlarımızın hikayeleri de bir araya gelerek doruk noktasına ulaşıyor aynı zamanda.




Sona doğru yaklaşılırken etkileyici sahnelerin de dozajının arttığı bu film, biraz da izleyicisinin "aile" kavramını sorgulamasını istiyor aslında. Hayatınızın geri kalan ilk gününü yaşıyor olsaydınız, bu şans size verilmiş olsaydı eğer, siz ne yapardınız? Asi duygularınızla her şeyi geride bırakıp ailenizi hiçe sayarak çekip gider miydiniz, yoksa son anınızda yanınızda olacak tek insanların, yani ailenizin değerini bilip hayatınıza ona göre mi yön verirdiniz? Le premier jour du reste de ta vie. Hayatınızın geri kalan ilk gününü yaşamak için size fırsat sunan bir film.

Once, bir sokak müzisyeni ile bir Çek göçmenin yegane aşk hikayelerini anlatan, sokak müzisyeninin şarkılarını yazarak, birlikte prova ederek ve kaydederek geçirdikleri olaylı bir haftayı anlatıyor. Babasının elektrikli süpürge tamir dükkanında yarım zamanlı çalışan adamımızın asıl hayali kendi şarkılarını çalıp bir albüm çıkartmak. Yakın zamanda Londra’ya taşınan kız arkadaşı tarafından terk edilmiş ve duygusal olarak çökmüş bir adam. Bir gün Dublin’in Grafter sokağında dolaşırken yeni bir hayat kurma ümidiyle Dublin’e taşınmış Doğu Avrupalı bir kızla tanışır. Üst sınıf bir konutta temizlikçi olarak çalışıp çok istediği piyanoyu alabilmek için para biriktirmeye uğraşan bu kızın hayatı hakkında önemli kararlar vermesi gerekmektedir. İrlanda’nın yaşadığı ekonomik patlamadan bu yana son derece materyalist bir hal almış Dublin’de, kendilerini toplum dışı hisseden bu iki insan müzik sayesinde güçlü bir bağ kurarlar.

İrlandalı grup The Frames’in solisti Glen Hansard'ın başrolde oynadığı Once filmi, klasikleşmiş müzikallerin çok ötesinde bir film. Birçok başarılı müzikal filmde, oyuncuların performansı ve senaryonun akışı size o filmin müzikal olduğunu açıkça gösterir. Once filmi için bu klişe geçerli değil. Müzik filmin ana temasını oluştursa da bu durum size hiç müzikal havası vermiyor; çünkü her şey olağan bir akış içerisinde. Esas oğlan sokaklarda şarkı söyleyerek kendisine gereken parayı çıkartır ve bu sizi filmin içerisine girmeye zorlar. Gündüzleri para kazanmak için sokaktan geçen insanların seveceği tarzda parçaları çalıp, hava karardığında da kendi bestelerini çalmaya başlar. Bir gün ismi bilinmeyen esas kız onun şarkısını dinler ve hikayemiz bu şekilde başlar. Çok düşük bir bütçesi olan filmin soundtrack albümü o kadar çok ses getirdi ki, geçen yıl En İyi Orijinal Film Müziği dalında Falling Slowly
parçası ile oscarı kucakladı.


"How often do you find the right person?" Sorusundan hareket eden film, müzikle iç içe geçen hayatların arasından, doğru insanı çekip çıkarmanın mümkünlüğünü sorgulatıyor izleyicisine. Markéta Irglová'nın sesinin devreye girmesinden sonra daha da büyülü bir hal alan Once, hayatlarındaki tüm zorlukları müzik sayesinde aşan iki farklı insanın yaşantısını anlatarak, ikinci bir darbe indiriyor klişelere.

Melodilere kulak vererek etraftaki tüm kötü sesleri duymamaya çalışmak ve hayatın en berbat anında aşkın tutkusuna kendinizi bırakmaya çalışmak. Filmi izlediğiniz zaman bunun çok da zor olmadığını görüyorsunuz. When your mind's made up parçasının da anlatmak istediği gibi, akla geldiği an yapılmalı birçok şey. Aşk için harekete geçmek belki bunlardan biri. Ama aklınıza gelmişken yapmanız gereken birkaç şey varsa eğer; Once filmini izlemek de kesinlikle onlardan biri.



" Biz kimsenin değiliz ve herkese aitiz. "


Irene - Cuore Sacro

Adana Altın Koza Film Festivali bu sene 40. yaşını* kutluyor.


-Festivalde, 8-14 Haziran tarihleri arasında 9 salonda toplam 190 film gösterilcek.

-Festival jüri başkanlığında Nuri Bilge Ceylan yer alıyor. Diğer jüri üyeleri; Bulut Aras, Füruzan, Mazlum Çimen, Meltem Cumbul, Özcan Alper, Özgü Namal, Uğur İçbak, Zeynep Tül Akbal Süalp

-Festivalde Nuri Bilge'ye özel bölüm ayrılmış. Jüri başkanı Nuri Bilge'nin tüm uzun metraj filmleri festival kapsamında gösterilecek. Üstüne bir de Nuri Bilge söyleşisi olacak.

-Festivalin onur ödüllerinin sahipleri; yönetmen Ömer Lütfi Akad, oyuncu Filiz Akın, oyuncu Yusuf Sezgin ve müzisyen Cahit Berkay.

-Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması'nda 12 film yarışıyor:
Pelin Esmer "11'e 10 Kala",
Cemal Şan "Dilber'in Sekiz Günü"
Ümit Ünal "Gölgesizler"
Murat Düzgünoğlu "Hayatın Tuzu",
Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan "İki Dil Bir Bavul"
Aslı Özge "Köprüdekiler"
Atalay Taşdiken "Momo-Kızkardeşim"
Yeşim Ustaoğlu "Pandora'nın Kutusu"
Tayfun Pirselimoğlu "Pus"
Semih Kaplanoğlu 'Süt'
Mahmut Fazıl Coşkun "Uzak İhtimal"
Erden Kıral "Vicdan"

-Festivalde Kısa Filmler de yarışıyor. 16. Altın Koza Film Festivali Öğrenci Filmleri Yarışmasında finale kalan kısa filmlerin listesini bu linke tıklayarak görebilirsiniz. Ayrıca kurmaca dalında jüri karşısına çıkacak Bir Kaplumbağa ile Tavşan Hikayesi adlı kısa filmin fragmanını da bu linke tıklayarak izleyebilirsiniz. (Kesinlikle izleyiniz fragmanı. Zira bir kısa film için bu fragman çok üst düzeyde kanımca.)

Yazımı süslemesi için festivalin şöyle güzel bi afişini bulmak nasip olmadı. Festivalin sitesi de baya bakımsız zaten. Festivalde yarışan filmler falan eklenmemiş. Bizi izleyen festival sorumlusu kişiler, şu sitenin bilgi dağarcığını geliştirin lütfen.
Adana'lı sinema ve sanatseverler güçlerinin yettiği kadarıyla film festivali düzenliyorlar. Eminim ki maddi açıdan sıkıntı içinde bu işi gerçekleştiriyolar. Adam gibi sponsorları yok zaten (galiba hiç yok). Bizi izleyen sponsor yetkilileri lütfen şu festivale destek olun biraz. Veya destek olanınız varsa festivalin reklamını yapsın da kim ne ediyo görelim.
Ayrıca festivale katılacak kişilere bi çift lafım var: Festivalin ödül törenine günlük kot pantolon t-shirt ikilisi ile gelirseniz şayet, kör noktalara yerleştirilmiş sniper adamlarımız tarafından ödülü alamadan indirileceksiniz. Lütfen kıyafetlere, saça başa önem veriniz.

Yazı da her şeye değinmedim. Dikkatimi çeken şeyleri aktarmaya çalıştım sizlere.
Daha fazlasını hakediyoruz diyenler burdan buyursun.


(*Devlet Bahçeli'nin 40. yıl konuşması için tıklayınız:)


Neye Karşı, Ne İçin


Feodalizmin yıkılışı, krallıkların parçalanışından sonra yeniden doğan burjuva sınıfının kendi çıkarlarına uygun olan bir devlet modeli geliştirmesini gerektiyordu. Ulus devletler ve uluslar bu sayede ortaya çıkmış siyasi yapılanmalardır diyebiliriz kabaca. Modernizmin getirdiği bu süreç içerisinde ulus devletlerin kuruluşu katliamlar, zorla yerinden etmeler ve soykırımlarla gerçekleşmiştir. Amerika yerlilerinin katledilmesinin gerekçelerini düşünelim. Avrupa’da buhrandan çıkmış gelmiş insanlar; ve altın dolu olduğuna inanılan Amerika toprakları… Özgürlük Rüzgarı’nın senaristi Paul Lavert bu konudaki görüşlerini şöyle dile getiriyor: “Bence imparatorlukların tarihi nasıl yeniden yazdıkları çok ilginç bir konu. Mesela bundan 500 yıl önce Colombus büyük bir denizci olarak bir yer keşfediyor ve tarih ona büyük bir saygı duyuyor. Ama tarihin yazmadığı, unutturduğu bir şey var ki; yerli halka saldırdığından, kendi topraklarından çıkarmaya çalıştığından kimse bahsetmiyor. Eğer biz de daha objektif bir İngiliz tarihi öğrenmiş olsaydık, imparatorluğumuzun medenileştirme görevinin altında yatanın ne olduğunu bilseydik, mesela Hindistan’da, Kenya’da 1950’li yılların sonuna kadar neler olduğuna dair objektif bir bilgimiz olabilseydi, İngilizler aynı yalanları bu olaylarda yutmazlardı.”

Bu ulus inşası sürecinde birçok etnik grubun yok olması gerçeği bir yana, bağımsızlık savaşları olarak gündemimizde konumlandırdığımız uluslar varlığını sürdürebilenler olmuştur. İrlanda gibi… Dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir nokta ise, filmde de anlaşılacağı gibi, tüm bağımsızlık mücadelelerinde olduğu gibi İrlanda’daki bağımsızlık hareketi de homojen değildir. İşçi, köylü ve burjuvazinin bir kısmından veya burjuvaziyle işbirliği içerisinde olan gruplardan oluşmaktadır. Bunun vurgulandığı birkaç sahnenin üzerinden gidelim.

İlki köyde mücadele etmeye karar veren arkadaşlarının kalmaya ikna etmeye çalıştığı Damien’ın temsil ettiğidir. Abisi ve arkadaşları ona “Artık bizi bırakamazsın Damien. Bazılarımızda kas gücü var bazılarımızda beyin. Bundan sonra olmaz.” diyerek Damien’ın aydın sınıfını temsil ettiğini ortaya çıkarmışlardır. Damien da tam bir aydın tavrı göstererek gel gitler yaşamış, Londra’ya gidip iyi bir doktor olmak veya kalıp ölümüne mücadele etmek arasında ikilem yaşamıştır. Hatta mücadelenin zorunluluğundan kaçmak için İngiliz ordusunun kat be kat fazla gücünü sebep bulmuştur. Aydınca bir küstahlıkla 17 yaşındaki Micheail O’Sullivan’ın ismini İngilizce söylemediği için öldüğünü bunun Micheail’in kendi hatası olduğunu söylediğinde tam bir halk kadını olan Sinead anında cevabı yapıştırmıştır: “Yani hepimiz Londra’ya tek gidiş bileti almalıyız öyle mi?” Kısacası Sinead, Damien’a “sen aydınsın, gidip kendini kurtarma şansın var fakat bizler köylüyüz, bizim burada yaşamaktan başka bir şansımız yok. Bu yüzden savaşmak zorundayız.” diyor.

Hemen bu sahneden sonra tren garına geliyor. İngiltere işgal askerleri arama için trene binmek istiyor ama makinist sendikasının ‘İngiliz askerlerini ve onların savaş malzemelerini taşımama kararı’ aldığını söyleyerek onları trene sokmuyor. İlerleyen sahnelerde liman işçilerinin de greve çıktığını görüyoruz. Burada ise karşımıza işçi sınıfı çıkıyor. İngiltere ordusuna ambargo uygulamak, oldukça politik bir karar olarak ele alınmalı. Günümüze baktığımızda sendikaların bu kararları almakta oldukça basiretsiz kalabildiğini görürüz.(Gerçi aydın ve akademisyenler için daha iyi durumda olduklarını söylenemez ya.) Ama savaş koşullarının işçi sınıfını nasıl politikleştirdiğini, bunun sendikal kararlara bile çok net bir şekilde yansıdığını görebiliyoruz. ABD’nin Irak işgali sırasında tüm taşıma işçilerinin grev ilan ettiğini düşünsenize. Ama böyle bir şey bugünden bakınca henüz mümkün görünmüyor. Günümüzde her sendika kendi iş koluna dair ve kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Çünkü işçi sınıfının örgütlenmesinde politik bir düzey dünyanın hiçbir yerinde istenilen düzeyde yakalanmış değil. Ken Loach, belki de bu sahneyle askerleri trene almayı reddeden makinistin daha sonra silahlı mücadeleye katılmasıyla Özgür İrlanda’nın kuruluşunda işçi sınıfının büyük bir rol oynayacağı sinyalini veriyordur.


Üçüncü sahne ise bağımsız mahkemenin aldığı karara Teddy’nin aykırı davranması. Teddy burada ezilen bir köylü ve bir toprak ağası arasında seçim yapıyor ve toprak ağasını kollamayı tercih ediyor. Bu işin bir yönü. İkinci okuma ise uğruna mücadele ettiğini iddia ettiği Bağımsız İrlanda’nın uzun zamandan sonra kurulan bağımsız mahkemelerinin aldığı kararları ihlal ederek mahkemeyi boşa düşürüyor. Teddy O’Donovan, mahkeme başkanına “Böyle kararlar alarak bölgedeki tüm tüccarları ve iş adamlarını karşımıza mı almak istiyorsun?” diyerek kimin safında bulunacağının sinyalini şimdiden veriyor. Buna karşılık makinist çıkıyor ve orada bulunan köylülerin ceplerinde kaç para olduğunu soruyor. Hepsi tabi ki beş parasız. O zaman Dan, şu cümleleri sarfediyor: “İki dakika önce kendiniz gördünüz. Bu çocuklar kasabanın kodamanını kolluyorlardı ve cebinde beş kurusu olmayan bir anneyi satıyorlardı. Tıpkı sizinki gibi.”, beş parasız. IRA’nın toprak ve arazi sahiplerini koruduğunu ama aslında IRA’yı oluşturan herkes gibi beş parasız olan köylüleri koruması gerektiğini savunuyor. Direnişçiler arasındaki ilk belirgin ayrım burada gerçekleşiyor. İki kardeş ilk burada birbirine giriyor. Kılıçlar çekiliyor ve Teddy özel mülkiyet sahiplerini koruyacağını, Damien ise yoksul halkı savunacağını açıkça belirtiyor.

Bu durumu pekiştiren, hatta çelişkiyi ayyuka çıkaran bir diğer durum ise Britanya ile yapılan anlaşmadır. Anlaşma bir salonda izlendikten sonra halkın gösterdiği tepkiler anlaşmayı yapanların bağımsız İrlanda Anayasası’na (1916) ihanet ettikleri yönündedir. Bağımsız İrlanda Parlamentosu üyelerinin krala bağlılık yemini edeceklerini duyduklarında yükselen bir ses “Benim bir kralım yok.” demektedir. Daha sonra görüntüye bir odada tartışan İrlanda Cumhuriyet Ordusu üyeleri gelir. Cumhuriyetçiler ikiye bölünmüştür. Daha fazla savaşamayacaklarını ve bu anlaşmayı kabul edeceklerini söyleyenler –ki Teddy burada başı çekmektedir.- ve İrlanda içerisindeki tüm üretim araçları İrlanda halkının olana ve İrlanda tam olarak bağımsız olana kadar savaşmalıyız diyenler (Damien bu taraftadır). Sosyalist bir İrlanda mı, yoksa yarı-sömürge bir İrlanda mı? Tartışmanın özü budur. Yani işgali püskürttükten sonra nasıl bir İrlanda’nın kurulacağı tartışması yürümektedir. Bu durum Damien’ın idamından hemen önce “Neye karşı savaştığını bilmek kolay. Ama ne için savaştığını bilmek zor.” dediği durumdur aslında. Ve aylar önce ilk mahkemede toprak ağasını dava adına koruduğunu iddia eden Teddy yarı-sömürge İrlanda’da kukla olmayı kabul eder. Kendi insanlarına sırtını çevirerek, İrlanda askerî üniformasının içindeki İngiliz olmuştur. Damien ise bir zümrenin koskoca bir kitle üzerinde özel mülkiyet üzerinden tahakküm kurmadığı bir ülke kurulana dek savaşmaya devam edecektir.

Bir diğer dikkate değer sahne ise Katolik kilisesinde yaşanan tartışmalardır. Buradaki kilisenin neye ve kime hizmet ettiğidir. Devrimciler sokaklarda bildiriler dağıtmaya başladığında bu işbirlikçilerin işini zorlaştırmıştır. Kilise bu müşkülü kolaylaştırmanın derdindedir. Cumhuriyetçilerin dağıttığı bildiride şunlar yazmaktadır: “Cumhuriyet yönetimi altında Londra'da lüks içinde yaşayan aristokrasinin arazilerine el konulacak ve arazisi olmayan işçilere ve küçük çiftçilere eşit olarak dağıtılacak. Tüm endüstri ve tarım, işçi ve çiftçiler için devlet tarafından yönetilecek ve gelirler devlet tarafından dağıtılacak.”

Pederin buna cevabı ise “Sadece sizin mallarınızı çalmakla yetinmeyenler, yakında 12 havariyi de devletleştirecekler.” olmuştur. Onlarca yıl savaştan sonra hala savaşa devam etmek isteyenlerdir cumhuriyetçiler ve aforoz edileceklerdir. Böylece halk onlara tanrının adamları tarafından kovuldu gözüyle bakacak ve sözlerine itibar etmeyecektir. Cumhuriyetçiler pederin sözlerine tepki gösterir ve Damien o vurucu cümleyi zikreder: “Katolik kilisesi bir kez daha zenginlerden yana olduğunu kanıtladı.” Geçmişteki aklım olsaydı burada dinin halk mücadelelerini nasıl bastıran ya da uyuşturan bir şey olduğunu rahatlıkla söylerdim herhalde. Ama olmaz… Filistin’den, Irak’tan, Afganistan’dan sonra olmaz. Çünkü ne yazık ki kendi ülkemde de gördüm ki dindar kişilere cahil-cühela muamelesi yapanlar zulüm karşısında kaburgaları 10 metreden sayılan, avurtları krater gibi çökmüş ilkokul çağındaki bir Filistinli çocuğun cesaretine sahip değiller. O Filistinli çocuğu bilirken olmaz. Pan’ın Labirenti’nde direnişçilerin ruhsal yaralarını saran rahibi gördükten sonra diyemem bunu. Ama kilisenin yalan söylediğini söylerim rahatlıkla. Çünkü dediklerine göre tanrı bu dünyada çekilen azapların mükâfatını, yapılan zulümlerinse cezasını vaadediyordu insanlara. Bir yerlerde adalet olmalıydı, ama nerede? Tanrı bunu ancak öldükten sonra görebileceğimizi söylüyordu kiliseye göre. Bu dünyada adalet isteyenler ise tanrı olmak istiyorlardı. Bu en büyük günah. Hemen aforoz edilmeliydiler. “Benim kilisemden çık” diye bağırıyor peder. Kilisenin mülkiyeti bile birilerine aitti.

Sonuçta Damien ve Teddy kardeşler, ( bilinçli olarak iki kardeş seçilmiş sanırım, daha vurucu olsun diye) bu noktada ayrılmakla kalmaz birbirlerine karşı savaşırlar. Özünde bu mülkiyetliler ve mülksüzlerin savaşının bir karikatürüdür. Adaleti yer yüzüne indirme çabasıdır. Damien Sinead’a yazdığı mektupta yineler: “neye karşı olduğunu bilmek kolay, ne için savaştığını bilmek onurdur. Şimdi biliyorum ve bu bana güç veriyor.” Damien’ın uğruna savaştığı şey Sinead’in çocuklarının özgür, bağımsız, sosyalist İrlanda’sıdır.

KONUK YAZAR: Fulya Alikoç

#Diğer Konuk Yazarlar#