Daha önce de duyurusunu yapmış fakat elde olmayan nedenlerden dolayı iptal etmiştik. Şimdi yeniden karşınızdayız.

Uzun süredir sinemaya ve yapımlara dair görüşlerimizi burada belirterek sizlere bir nevi tavsiyelerde bulunmaya çalışıyoruz.Bunu yaparken elbette kendi adımıza da bazı çıkarımlar yapıyoruz.Her bloğun aktif olduğu dönemlerden sonra gerilemeye başlaması normaldir.Bizim adımıza da son dönemde gerilemeye başladığımızı itiraf edebiliriz.Blog yazarlarının iş hayatı,askerlik gibi öncelikli mevzulara atılmasıyla blok nadiren güncellenmeye başladı. Her bir yazar daha fazla yazmayı istese de öncelikli işler önümüze engel koyuyor. İnternet varolduğu sürece bizler elbet gene burada yazmaya devam edeceğiz ama bir gerçek de eskisi kadar yazamayacağımızdır.

Bu nedenle blog yazarları olarak yazamadığımızı birlikte tartışalım istedik.Bir süredir üzerinde durduğumuz konu olan –Film gösterimi- mevzusuna bir yerden başlamamız gerekiyordu. Aracı olan arkadaşlar sayesinde de bu Perşembe Kadıköy Vazgal Kafede saat 19:30dan itibaren birlikte seçeceğimiz bir filmi izlemek istiyoruz.Tabi öncelikli konu sizlerin de bizlere katılması. Eğer katılmak istiyorsanız yorum bölümüne katılmak istediğinize dair yorum bırakırsanız bizler de kişi sayısını daha kolay netleştirmiş oluruz.

Bizler bu film gösterimiyle hem okuyucularla tanışmayı , hem de birlikte eğlenceli bir aktiviteyi gerçekleştirmiş olmayı diliyoruz. Film gösteriminde izleyeceğimiz filmle ilgili oylamayı da yarın sizlere sunmayı planlıyoruz.Oylama sonucu en fazla oyu alan filmi de hep beraber izleriz.

Mekanın Adresi : Vazgal Cafe - Moda Cad. No:51 Caferağa, Kadıköy
Etkinlik ücretsiz ve herkese açıktır.

Facebook Etkinlik Sayfası






Girilen her yol,atılan her adım insanı sona yakınlaştırır ve insanoğlu sonunu en başından itibaren bilir. Oscar da olduğu gibi. Sonunu bilen insanın yapması gereken şey ise kabullenmektir.Bir nevi boşluğu kabullenmek. Boşluk unutmak demektir. Zira unutmak kabullenmenin en keskin yoludur.Oscar da boşluğu böyle keşfeder.

Saf insanların yaşam yolunda en büyük zaafları inanmak ve güvenmektir. Oscar da saf bir çocuktur. Alex’e güvenir,kardeşine güvenir,uyuşturucunun beyninde sağladığı hazza inanır. Ebeveynlerini kazada kaybetmenin yarattığı etkiyi üzerinden yıllar geçse dahi atamamış olan Oscar acılarını hafifletmek ve dünyanın üzerinde bıraktığı tahribatı silebilmek adına her uyuşturucuyu kullanır. DMT adı verilen uyuşturucu madde en büyük dostu konumundadır. Bu dünya düşündükçe bitirilecek gibi değildir ve izi silinecek bir çok olay ve bu uğurda tüttürülecek fazlasıyla uyuşturucu vardır. Bu bağlamda Oscar'ın girdiği son tribe Gaspar Noe’nin çekimleri ve Oscar’ın düşledikleriyle şahit oluruz.

Filmin ana maddesi uçmaktır. Uçmak film boyunca Oscar'ın özgürlüğünü simgeler ve Dmt adı verilen uyuşturucu madde ile Tibet’in ölüler kitabının bir kesişim noktası vardır. Ruhun bedenden ayrılması ve geçmiş ile şimdiki zaman arasında sürünceme de kalması.Hayallerle bezili bir ortam. Yaşamdan sonra Araf adı verilen boşluğun günümüz dünyasında Tokyo’da DMT tribi adı veriliyor. Oscar için farklı bir deyişle Araf’a kestirmeli uçmak denilebilir. Oscar’ın küçüklüğü,Oscar'ın sözleri ve Oscar'ın pişmanlıkları.Hepsi Boşluk’ta sonsuz defa tekrarlanan bir döngüde hareket etmektedir. Tokyo'nun kuşbakışı silüeti ve insanların Oscar sonrası yaşamları ise hayale dayalıdır. Oscar hayal ettikçe şimdiki zaman var olmaktadır.Zamanın belirli bir sınırı yoktur ve akmasını hayal ettikçe Oscar’ın hükmünde zaman döngüsüne devam eder.Geçmiş olduğu yerdedir ve her seferinde pişmanlıklar,acılar ve en saf duygular beyaz perdeye yansır. Oscar’ın boşluğunda mutluluk tanımlanmamış bir duygu. Oscar yaşama ve ölüme boşlukta kavuşur.

Gaspar Noe ilk uzun metrajlı filmi Irreversible'deki başarısının şans olmadığını Enter the Void'de fazlasıyla kanıtlıyor.Yenilikçi bir şekilde basit bir konuyu farklı çekim teknikleriyle izleyiciye sunan başarılı yönetmen,bir bakıma sinemanın hangi doğrultuda evrimleşeceğini de beyaz perdeye aktarmaktadır. 7.sanat'a geniş bir pencereden baktğımızda belli aralıklarla biçim ve şekil değiştirdiğini görürüz. En önemlisi yaşadığı dönemin etkilerini yakından hisseder.1950lerde Yeni Dalga,sonrasında gelen Hollywood’un ticari anlamda baskın olduğu dönemler,Uzak doğu ve Avrupa sinemasının adından yeniden söz ettirmesi,Dogma 95 ile Trier’in biçimsellik hareketi ve günümüzde yapımın farklılaşmasını sağlayan çekim teknikleri.Sıradan bir hikayeyi bile (Enter the Void bu mevzuya iyi bir örnektir) diğer yapımlardan daha belirgin hale gelmesini sağlayan bu teknik belli ki sinemanın değişimin en önemli yapı taşlarından olacaktır. Zira sinemada konu olarak yeni bir şeyler sunmak gittikçe zorlaşıyor ve yapımlar da konudan ziyade biçimselliğe önem verme eğilimine giriyor. Bu anlamda yönetmenlerin değeri daha çok artmaktadır. İlerleyen dönemlerde bunun örnekleri fazlalaşacaktır, özellikle de bağımsız filmlerde bu çekim tekniğinin hatrı sayılır bir yeri olacaktır.


---Dikkat spoiler içerir---

Marc Webb'in yönettiği 500 Days of Summer'da, Summer isimli kıza umutsuzca aşık olan Tom'un hikâyesi anlatılıyor. Tom aynı işte çalıştığı Summer'dan ilk görüşte etkilenmiştir. Arkadaşlarının "biraz burnu büyük" yorumu ile ufak bir hayal kırıklığına uğrasa da Summer'ı tanıdıkça kendini ona aşık olmaktan alıkoyamaz. Summer farklıdır, mesafelidir ama aslında çok sevimli ve espirilidir, müzik zevkleri ortaktır, beraber çok eğlenirler ama yetmez. Onlar da "Yetmez ama evet" derler bir süre için.

Filmin başında dediği gibi bu bir aşk hikâyesi değil, "aşk" hakkında bir hikâye. Her aşk biraz karşılıksızdır. Hep bir taraf daha fazla sever. Başka bir deyişle bir taraf hep daha az sever. Eğer neden diyorsanız, filmlerde, televizyonlarda mutlu çiftler, tek taşlar, boy boy çocukları olan güzel aileler görüp aklınızdan "benim de bir karşılıklı aşkım olsa" diye geçiriyorsanız, annenize "benim niye yok, bizde neden olmuyor" diye soruyorsanız, bu filmi izleyin derim. Summer'ın Tom'un hayatına girişini (t=0 anı) 1.gün olarak alıp, hayatından ve kafasından çıkarabildiği 500. güne kadar yaşadıklarını ileri geri gidişlerle anlatıyor.

Başlarda Summer'da eksik olan Maria Puder'in de dediği gibi aşka inanmak. Fakat Maria, Raif'in aşkının büyüklüğü karşısında ona aşık olduğunu kabul etmek durumunda kalmıştı. Summer ise hissettiği boşluğu Tom'un dolduramayacağından emin olunca ayrılmaya karar veriyor. Tom hayatını geçirmeyi düşündüğü kadın tarafından neden terkedildiğini anlamaya çalıştığı ve hayatını tamamen değiştirdiği bir döneme giriyor.

Filmin müzikleri çok güzel, zaten Tom'un böyle olmasına da depresif İngiliz grupları sebep olmuş, dikkat diyelim. :)


Konuk Yazar: Burcu Polat


Pek de yeni bir film sayılmamasına rağmen ülkemizde vizyona giriş tarihi çok da uzak geçmişe dayanmıyor Ateşli Oda'nın.Evet aslında filmin adına ilk baktığımızda Roma'da bir odadan bahsettiğini görüyoruz.Fakat geçmişteki çeşitli film adı çevirilerini düşündüğümüzde bu çevirinin nispeten başarılı bile olduğunu söyleyebiliriz.bkz. Ah Mary vah Mary ve There's something about Mary.
Gerçekten de söz konusu oda bir hayli ateşli sahnelere sahne oluyor film boyunca.Fakat tabi ki bir farklılık var o da iki aynı cinsin iki bayanın aşkını anlatıyor olması.Üstelik birbirini pek de iyi tanımayan hatta yabancı denilebilecek münasebete sahip iki bayan.
Film sadece bu yönüne bakılarak ve de ön yargıya izin vererek sadece bir lezbiyen ya da biseksüel filmi olarak düşünülmemeli.Örneğin ben bu filmi izliyorken yeni tanışmış olduğum ve karşı cinsim olan birinin yanındaydım yani bir beyfendinin yanında.
Ama o durumda çok tuhaf bir şekilde filmle kendimi özdeşleştirdim.Bana göre aşk diye tabir edilen kavramın sınır tanıyan bir kavram olmadığı (zaman,mekan,cinsiyet,tanışıklık durumu,kültür farklılığı vs.) ve de bunun gerçekten yaşanması için kafalarda yaratılan tabulardan biraz sıyrılmak gerekliliği asıl mesajı filmin.
En azından bende yarattığı hissiyat bu oldu.
Bunun en güzel açıklaması filmin sonundaki sahnede gizli.Tabi ki henüz filmi izlememiş olanların merakını katletmemek adına filmin sonunu tam olarak açıklamak istemiyorum.Ama bayrak mevzusu biraz önce bahsetmiş olduğum mesajın özünü çok iyi açıklamakta.Halen mezhep farklılığından dolayı bile "kavuşması engellenen aşıklar" türü vakalar duyduğumuzdan bu sahneyi toplumsal içerik bakımından da pek manalı buldum.
Peki ya erotik görüntüler bakımından içerik ne durumda derseniz tatmin edici olduğunu ve cidden adına yaraşır biçimde "ateşli" olduğunu söyleyebilirim.Hatta acaba oyuncular gerçekten birbirlerine aşık mı olmuşlar şeklinde düşüncelere sevkedebiliyor insanı.O denli inandırıcı.
Diğer bir ilgi çeken unsur ise odanın içine yerleştirilmiş tabloların yerleşim düzeni ve olayların bununla alakalı olması.
Mesela Eros tablosu ve oku nelere kadir bunu görebilirsiniz.
Sözün özü izleyin,hatta erotik sahneleri daha dikkatli izleyin sonra da uygulayın.Tabi sinema salonlarında daha dikkatli olun ya da bana kalırsa olmayın derdim de işte malum yasaklar..

Şiddetin dünyamızdaki yeri nedir? Veya şiddet nasıl önlenebilir?

Bu soruların her birimizde uyandırdığı bir takım anlamlar ve düşünceler elbette vardır.Her sorunun cevabı bir yerden sonra da ‘daha iyi bir dünya için’ klişesine girer.Bireysel şiddete karşı verilecek tepkiler ışığında Haevnen filmi de sorunların üzerinden geçerek çıkış yolunu aramaktadır.Şiddete karşı şiddet mi gösterilmeli veya uzlaşma mı sağlamalıyız? Önceliğin hangi soruya verildiği de mühimdir.

Afrika’da iç savaşın hükmünde mülteci olarak yaşayan insanlara tıbbi yardımda bulunan uzlaşmacı bir doktor ve bu doğrultuda yetiştirdiği oğlu Elias. Sorunun diğer kutbunu oluşturan esas kişi ise annesini kaybetmenin verdiği acıyı her daim hisseden

Christian. Soruya neden olan kişiler ise toplumun işci sınıfından bir tamirci ve iç savaşın ortasında kadınlara şiddet uygulayan bir çete lideri.

Haevnen filminde şiddeti filmin ana fikri olarak baz alırsak buna verilebilecek tepkiler yukarıda belirttiğimiz karakterlerin her birinde farklı şekillerde resmedilmiştir. Öncelikle doktor olan babadan başlarsak; aldığı eğitim ve yaşadığı kültürel çevre nedeniyle şiddetin anlamsızlığı üzerine giden bir karakterdir. Şiddet uygulayanın karşısına kelimelerle giderek şiddeti anlamsızlaştırmanın gayreti içerisindedir. Oğlu Elias’a da bunu empoze ederek idealleri uğruna ve daha iyi bir dünya için şiddet uygulayanlara karşı savaşmaya devam eder.

Diğer tarafta ise etkinin tepkiye yol açacağını düşünen ve bu nedenle şiddete karşı şiddetin gösterilmesini haklı bulan ve mutlak adaletin böyle sağlanabileceğini düşünen Christian. Ayrıca Elias’ın en yakın arkadaşı. Şiddetle ilgili düşünceleri de kendisini korumak adına karıştığı bir okul kavgasından sonra babasıyla kurduğu diyalogda saklıdır.

Baba: Ona vurduysan o da sana vuracak,bunun sonu gelmez. Anlamıyor musun? Savaşlar böyle başlar.

Cristian: Yeterince sert vurursan başlamaz. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun. Her okulda bu böyledir. Kimse bana kafa tutamaz artık.


Peki dünyamızı da okulun daha evrensel bir şekline benzetebilir miyiz? Savaşların genel olarak birer çıkar çatışmasından ortaya çıktığını düşünürsek bu manada benzetilebilir.

Lakin şu gerçek var ki dünyamızda güce sahip olan etkiyi yaratmakla kalmıyor,etkinin uzun süre diğer halkların korktuğu bir araç olarak üzerlerinde durmasını sağlıyor. Dünyanın şiddete maruz kalan tarafı Elias gibidir , zira tepki koyabilicek kadar güçlü değildirler. Bu nedenle bir gücün onları iteklemesi lazımdır. Tıpkı Christian gibi.

Geçtiğimiz sene, çocuklar üzerinden şiddeti ve intikam öğelerini beyazperdeye taşıyan Das Weisse Band ile paralellik gösteren olaylar silsilesi Haevnen filminde de vardır. Anlatım olarak ise Das Weisse Band daha çok şiddetin meşrulaştırılmasına atıflar yaparken Haevnen filminde konunun genel gidişatı sorunun uzlaşmayla çözülebiliceğini anlatmaya çalışır. Beyazperdeye şiddetin anlamsızlığına vurgu yapan onlarca kare ve kelime çarpmaktadır. Lakin belirli noktalarda örneğin şiddete karşı verilen tepkilerde zulüm görenin duygusuna da yer vererek izleyicinin de gerektiği zamanlarda bu şiddetin haklı bulmasını sağlamaya çalışmaktadır. Zira ne kadar uzlaşmaya yatarsak yatalım her birimizin şiddete eğilim gösterdiği anlar vardır.Yoksa uzlaşmacı doktorun şiddeti meşrulaştırdığı sahne, film boyunca bahsi geçen uzlaşma temelli dünya hayallerini yerle bir eder. Film bu şiddet eğilimine de böylece dayanak oluşturmaktadır. Genel itibariyle "daha iyi bir dünya" klişesine girmemeye çalışan ve mesajlardan bir bakıma uzak durmaya çalışan Haevnen belki de bu yönüyle bu seneki Yabancı Dilde Oscar ödülünü kazanmıştır.

Peki bunları bir kenara bırakıp tekrar esas soruya gelecek olursak; Şiddete şiddetle mi karşılık vermeliyiz yoksa uzlaşmaya mı çalışmalıyız?

İstanbul Belgesel Günleri 4'üncü yılında sinemaseverlere yepyeni keşifler vaat ediyor. Documentarist bu sene 31 Mayıs - 5 Haziran 2011 tarihlerinde gerçekleşecek.


Türkiye'de belgesel alanında yeni ufuklar açan DOCUMENTARIST'in bu yılki programı, Arap Dünyasından Belgeseller, Etnografi ve Belgesel Sinema, Müzik Filmleri, Post-Komünizm Dönemi başta olmak üzere belirli tema ve başlıklar üzerine yoğunlaşacak.


Documentarist 2011'den kısa kısa başlıklar:

Dünyanın çeşitli festivallerinden seçilmiş çoğu ödüllü yüze yakın nitelikli belgeselin ve pek çok yan etkinliğin yanı sıra, duvarları perde niyetine kullanarak sokakta film gösterimleri yapan A Wall Is A Screen adlı Alman grubunun gösterisiyle festival sokaklara taşacak
.

Festivalin bu seneki onur konukları Avrupa belgesel sinemasının usta ismi Helena Třeštíková ve görsel antropolojinin öncülerinden İstanbul doğumlu Asen Balıkçı olacak,.

Documentarist bu sene çok

önemli bir uluslararası atölyeye ev sahipliği yapıyor. Y

erli ve yabancı belgeselciler için fikir platformu olma özelliği taşıyan ve Balkan Belgesel Merkezi tarafından organize edilen "Discoveries 2011 Belgesel Geliştirme Atölyesi" Documentarist kapsamında yapılacak.

Bu sene belgesel sinema üzerine bir çok atölye ve sinema dersi verilecek.

Alaska'dan Bulgaristan'a değin uzanan çeşitli coğrafyalarda çekilen bir sürü film var.

Documentarist 2011'le ilgili gelişmeleri festivalin güncel blogundan takip edebilirsiniz:


http://blog.documentarist.org