Eski Türk komedi filmlerinde sosyal içerikli mesajlar eksik edilmezdi,hatta çoğu zaman konu sosyal içerikli olarak işlenirdi.Davaro'da ne vardı vurgulanan? .. Kan davasının kötü bişey olduğu ve bu davada sonun olmayacağı espirili bir şekilde işlenmişti...Ya da genelde yan konularda köyde başlık parasıyla kız alma durumu vs vs vs vardı...Tabi burada o zamanki usta oyuncuların (Kemal Sunal,Şener Şen,Ali Şen vs) oyunculuk kalitesi konusuna girmeme gerek yok.1970'lerde çevrilen bu filmleri bugün bile izlerken gülüyoruz.Gelelim günümüzün Türk komedi film anlayışına...Komedi anlayışı adı altında işlenen konuların , o eski komedi film anlayışıyla alakası yok.Bugünün komedi anlayışında izleyiciyi güldüren şeyler ; ya küfürlü konuşarak espiri yapmaya çalışan karakterler,ya karşısındaki insanı aşağılayarak olaya komedi katmaya çalışan karakterler , ya da olaya ibnelik olayını yükleyerek absürt komedi diyebileceğimiz konular olmuştur ne yazık ki! Konu başlığında belirttiğim filmden biraz bahsediyim de daha doğrusu bu filmi çekerken,yaparken,konuyu yazarken nasıl bir yol izlendiğini;bu serzenişimin nedenlerinden biri aydınlığa kavuşsun.Yine bir yaz mevsiminde otelde geçen artık sabitleşmiş bir konu,bir çuval çocuk espirisi,iki ibne karakteri,bir de yine absürte kaçan ibne espirileri vs.Filmi yapan şahıslar bu basit konunun arasına,bu malzemeleri serpiştirmiş (olaylar arası bağlantılar olamayacak düzeyde saçma) nasılsa filmde iki espiri olsa da Türk izleyiciler o filmi izler anlayışını gütmüş ve ortaya bitmesini sabırsızlıkla beklediğim bir film çıkmıştır.Tabii ki son dönemlerdeki bütün Türk komedi filmleri kalitesiz demiyorum."Pardon" gibi önemli filmler de çevrilmekte ; ama sayısı oldukça az. Günümüzün Türk komedi filmleri "üzülerek söylüyorum" Amerikan tarzı komediye özenmekte,izleyiciyi az düşündürerek anlık keyif vermekte ve sosyo-kültürel yapıdan uzaklaşmaktadır.Bu bahsettiğim konu malzemelerine son dönem filmlerinde sıkça görüyoruz.Aklıma gelenler şunlar ; Kahpe Bizans,GORA (ve muhtelemen AROG) ,Recep İvedik ,Plajda ,Kadri'nin götürdüğü yere git ....Peki insanlar 30-40 sene sonra bu filmleri izleyecek mi, izleyince gülecek mi ? Sonuç olarak Türk Sineması, Kadri'nin Götürdüğü Yere Gitmesin ! Çünkü orada bize uygun yaşam biçimi yok,çünkü orada gerçek anlamda insana bir değer katılmamış, çünkü orada bir yarın yok.

Filmin müziklerinin ne kadar önemli olduğunu, hissedilen duyguyu arttırmada yardımcı olduğunu bilir ve hissederiz. ( Böyle düşünmeyen kişiler ve yönetmenler de mevcuttur tabi, bu yüzden pek müzik de kullanmazlar. ) Bu yüzden, bu filmleri çekenleri ve oynayanları konuştuğumuz gibi müziğini hazırlayanları da konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Daha önce John Williams'a ve John Williams konusunun serzeniş kısmında Ennio Morricone'ye değinilmişti. Hollywood'a hakim olanlar onlar. Fakat yıldızı parlayan ise Yann Tiersen.

Her Türk evladının ,haberi olmasa da, ömrü hayatında bir defa da olsa Yann Tiersen dinlediğini iddia edebilirim. ATV anahaberde hemen hemen her çeşit habere koydukları Amelie filminin soundtrack müziği Yann Tiersen şaheseridir.

Bazen akordiyon ile bazen keman ya da piyano ile süzülüp giden bir tarzı var. Sadece bu enstrumanlarla da sınırlı kalmaz. Hemen hemen her bir enstruman için beste yapabilir ve bir çoğunu çalar da.Tarzının ne ölçüde Hollywood kriterlerine uyduğunu bilmem ama Avrupa konusunda oldukça gideri olan bir besteci. Zaten adaylık ve ödülleri de Avrupa'dan geldi. Her şey ödül mü be? Tabiki değil. Önemli olan güzellik, işte bu yüzden 3 gündür Yann Tiersen dinleyerek sabahlıyorum ya.
İnanmıyorsanız buyurun indirip bi tadına bakın.
Yann Tiersen - Monochrome

Soundtrack hazırladığı filmlerden bazıları:
Amelie (2001)
Good Bye Lenin (2003)
Tabarly (2008)

Yahu bari siz yapmayın bee.. olmadı.. valla olmadı ..

ne sandınızlan burayı =)


Ama ille de bi şeyler görmek istiyorum diyorsanız burayı tıklayın da boşuna buralara kadar gelmiş olmayasınız :)


.

Sanırım sizin akıllanacagınız yok . Buraya kadar geldiğine göre.
bi link daha versem onu da yiyeceksiniz..
vereyim mi lan? =)


.


Western filmleri diyince çok kişin aklına ilk gelen isimler Clint Eastwood , John Wayne olur.Benimse Lee Van Cleef . Western filmlerinin efsane yüzü . Akbaba bakışlarıyla , kemerli burnuyla,duruşuyla , muazzam karizmasıyla westernin önemli temsilcilerinden.Özlüyoruz kendisi gibi efsaneleri...

Anketi yorumlamak için pc'nin başına oturduğumda kendi kendime dedim "abi biz napıyoruz ya?. Çok çocukca bi anket. Hem öyle olmasa bile "şaibe" kokan bi anket. Yapılacaksa da daha demokratik ortamda yapılmalı" gibisinden. Velhasıl, bu özeleştirimi -belki de sabahın vermiş olduğu bir mahmurluk sonucu- haklı buldum ve aşağıdaki yazmaya başladım.

Anketi saçma bulanlar da vardı tabiki (başta belki de ben). O zaman ne diye yaptın diyeceksiniz şimdi de..onun için de gerekli nedenlerim var elbet. Yıllaryılı süregelen bir kıyaslama bu (ulan sen mi sonlandıracaksın şimdi). Godfather filminde hangisi oynamalıydı'yla başlar, beraber çektikleri Heat filmiyle hangisi daha iyi oynadı'yla devam eder, yıllandıklarında hangisi daha ustaydı diye de günümüzde son bulur. ölseler cenaze törenleri kıyaslanacak belki de. şimdi hepsini kenara bırakalım...
Scarface'deki Tony Montana'yı Alpacino'suz, Raging Bull' daki Jack LaMotta'yı DeNiro'suz hayal edemeyiz. Birbirlerinin yerlerine koyamayız. Efendim neymiş, Alpacino'nun kalıpları varmış, her filmde elinde bir silah bulundurmak zorundaymış, DeNiro'nun öyle bir sorunu yokmuş, ibne rolünde de oynarmış(Stardust), başka bir erkeğin organını da tutarmış(Novecento). Bu mu yani kıyaslama? O zaman oyumuzu Aydemir Akbaş'a verelim gitsin. Her ikisi de kendi filmlerinde oynayabileceklerin en iyisini oynamış, olay budur.


Gelelim anketin sonucuna..Sizce gerek var mı o kadar sözden sonra buraya bir sonuc yazmaya..Yazmıcam sanırım. Mahmurluğum geçince belki, bilmiyorum. Herkesin sevdiği kendine deyip bitiriyorum..
Yukarıdaki fotonun yanında size iki fotograf daha sunarak terkedeyim artık bu konuyu..
Heat filminin o unutulmaz sahnesi.. iki usta karşılıklı otururken:)

1977 senesinden.. bizim magazine sorsanız "bir bar çıkışı çapkınlık turları yaparken" diye bi yanıt alırsınız.

Not: bu arada konu başlığındaki foto da beraber çektikleri son filmden. Bu iki ustayı yıllar sonra bir araya getir, sonra bi güzel rezil et. yönetmenin amacı bu imiş ve başarmış da. Heat filmindeki o sahneyi hatırlatmak istemiş sanırım, iyi de etmiş. tek iyiliği de bu.


Taze bitti, Altın Küre '09 ödülleri verildi. Herkesin Trainspotting filmiyle tanıdığı deha yönetmen - Mr. Jack of All Trades - Danny Boyle, Slumdog Millionaire filmiyle törene damgasını vurdu. Sanırım zaten bu öngörülebilir birşeydi. Ama benim değinmek istediğim bu değil. Başlıkta belirttiğim gecikmiş takdirin gittiği adam Danny Boyle değil yani. Ben Mickey Rourke'dan bahsetmek istiyorum. Bu dengesiz adam, bu hayv
an, bu kuraldışı boksör, yıllardır onlarca kez sağlam fizikli, karizmatik bir hödükten ibaret olmadığını kanıtladı. Ve her seferinde görmezden gelindi. Hoş, zaten yeteneğini ortaya koyabileceği filmlerde pek de fazla oynamadı, yönetmenler de onu sağlam fiziği ve karizmatik yüzü için oynattılar filmlerinde. Ve şimdi, yaşını başını almışken, karizmayı dağıtmışken, pek de hastası olmadığım yönetmen Darren Aronofsky (Requeim for a Dream, Pi) The Wrestler'ı yaptı ve bu adamı - olmayan - karizması dışında sebeplerle başrole koydu. (Değiştirdim fikrimi, seviyorum kendisini, öpüyorum alnından.) Sonuç:

Best Performance by an Actor in a Motion Picture - Drama Winner:
Mickey Rourke for The Wrestler (2008)


Sırada Billy Crudop var, umuyorum. Biliyorum, güleceksiniz, ama belki JVCD filminde Jean-Claude Van Damme'a da bir göz atabilirsiniz. Hatta çok dikkatli izleyin bence. Bu adam inanılmaz!



Aslında şu ana kadar kendisinin yönettiği tek film olan 1996 yapımı The Quest filminin özellikle ilk yarısını dikkatli izlerseniz adamın aslında iyi bir oyuncu olduğunu, fakat sadece kendi piyasasının imkan tanıdığı filmlerde oynamak durumunda kaldığı için bu kadar aktör kategorisinin dışında kaldığını göreceksiniz. Kötü filmlerde oynayan iyi bir aktörü ayırdedebilmenin zorluğu aşikar, sanırım bu onu bizlerin gözünde geyik konusu yapan. Kendisinin bu harika filmden sonra oynayacağı filmler konusunda biraz daha seçici davranmasını umuyorum, ama sonra IMDB sayfasına giriyorum, ve şunları görüyorum:
  1. Universal Soldiers: The Next Generation (2009) (pre-production) .... Luc Deveraux
  2. The Eagle Path (2009) (post-production) .... Frenchy
Yok yok, şaka gibi, kendi kaşınıyor bu adam, akıllanmayacak. Biz yine umudumuzu Billy Crudop'tan yana koruyalım. Üzülmeyelim sonra...



Bilim-Kurgu tarzının bu iki efsane yönetmeninin, sinema tarihine geçmiş filmleri üzerinden iki fenomene bakış açılarını yorumlamayı düşünüyorum bu yazıda: "Alien" ve "Android". Yani onların hikayeleri gelecekte, bizim hikayemiz 80'lerde geçiyor. (Bu yazıya Steven Spielberg'i dahil etmememin sebebi Sci-Fi tarzındaki eserlerine karşı nefret beslememden öte (ki besliyorum), buradaki karşılaştırmalarda konu edilen filmlerin tarzının "ibnemsi Sci-Fi/Comedy" değil "Sci-Fi/Thriller" olmasıdır. Yine pek sevdiğim Star Wars da kategori dışı olduğu için yazı dahilinde değil.)


(Uyarı: Alien, Aliens, The Abyss, Terminator, Blade Runner filmleri hakkında spoiler içerir! Yirmi yıllık filme de artık spoiler alsam ne yazar derseniz, okuyun, ehhehe)

Hikaye Ridley Scott'ın 1979 yapımı Alien filmiyle başlıyor. Bu filmin devamı niteliğindeki Aliens filmini ise James Cameron 1986 yılında çekiyor. Ridley Scott'ın filminde "alien" karakteri duygudan yoksun, hayatta kalmayı ve yayılmayı amaçlayan iğrenç (ki bu iğrenç sanat eserinin yaratıcısı H.R.Giger'e buradan şapka çıkartıyorum) bir parazit, bir virüs olarak karşımıza çıkarken, James Cameron'un "alien" karakteri, duyguları olan, kendi doğası buyunduruğunda hareket eden fakat türüne karşı vicdan sahibi bir yaratık, bir komünitenin parçası olarak ekranda beliriyor. Tabii bu sadece devam filminde senaryoya yeni birşeyler katılması amacıyla yapılmış diye düşünebilirdik, sadece bu iki filmden James Cameron'un uzaylı fenomenine bakış açısının Ridley Scott'ınkinden farklı olduğunu iddia edemezdik... eğer üç sene sonrasında The Abyss filmiyle insanoğluna çiçek uzatan sevimli uzaylımızla tanışmasaydık. Belli ki, Cameron devam filmi niteliğindeki Aliens'ta tutarlılığı bozmamak adına mevcut karaktere istediği düzeyde müdahale edememiş, sonrasında senaryosunu da kendisinin yazdığı The Abyss projesinde bu fenomene olan gerçek yaklaşımını özgürce sunmuştur.

Bu iki ustanın "android" fenomeni konusundaki yaklaşımları ise aynı oranda belirgin değildir. Alien filmindeki Ash isimli android bir makinadan ibaretken, Aliens'daki Bishop değer yargıları olan bir android izlenimi verir. Sonrasında Ridley Scott, 1982 yapımı Blade Runner filminde makineleri, insan olma arzusuyla yanıp tutuşan objeler olarak betimlerken, bu sefer de James Cameron 1984 yapımı Terminator ile, insandaki 'özgür irade' faktörüne hiç de imrenmeyen savaş makinaları yaratmıştır.

İşte böyle sevgili okuyucu. Yazı bitiyor, peh. Bu ustaların ikisine de bu filmler için Oscar vermediler. Zamanı gelmemişti, o yüzden sanırım. Yıllar sonra James Cameron aşk filmi yapınca aldı üç Oscar'ı birden. Ridley Scott, Gladiator'ü yaptı, yine alamadı. O da onun yerine 'Sir' ünvanı aldı. Bu arada Sci-Fi teriminin açılımı "Sciyim Finalleri" şeklinde olmalıydı bence. Neyse, iyi seyirler.


3, 2, 1, Action!

Hmm, (sığ düşüncelere dalar) ... Sigara Yanıkları bünyesinde ilk tanıtacağım film Stalker(Сталкер) olunca biraz farklı bir tanıtım içeriği oluşturma mecburiyeti hissettim. Yönetmen, Andrei Tarkovsky. Tekrar: Andrei Tarkovsky! İşte bu adam benim gönül rahatlığıyla - birçok film için fazlasıyla yeterli olacak biçimde - filmin 'giriş' bölümünü özetleyip ardından " - ve olaylar gelişir..." diyerek yazıyı bitirmeme engel olan kişi. Sadece bu filme özgü bir ifade olacak şekilde; eğer filmi izleyen birisi size filmin konusunu az önce belirttiğim şekilde özetlerse, bilin ki filmi pek de izlememiş. Bu cümleyi açıklamayı planlıyorum uzun uzun, çünkü Stalker hakkında yapılabilecek yegane nesnel tanıtım bu cümleden ibaret. Ama önce içeriği tamamen gözardı edip yapılan işe ve katmanlarına göz atalım biraz.

Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin The Roadside Picnic(Пикник на обочине) adlı eserlerini Tarkovsky'yle birlikte sinemaya uyarladıkları çalışmanın müzikleri Eduard Artemyev'e ait. Ön plandaki oyuncular: Aleksandr Kaidanovsky (Stalker), Alisa Frejndlikh (Stalker's Wife), Anatoli Solonitsyn (Writer) ve Nikolai Grinko (Scientist). (Özellikle Stalker ve Writer karakterlerine dikkat!)

Franz Kafka'nın Dönüşüm(Die Verwandlung) adlı eseriyle düşünce tarihine yaptığını, Andrei Tarkovsky, Stalker ile yapmış. Sahne, ışık, kamera, atmosfer, oyunculuk, müzik, senaryo: Stalker'ı kuru analiz yöntemleriyle incelemek istediğimizi varsayalım. Kulaklarımı kapayıp sadece akan kareleri seyrediyorum. Ardından gözlerimi kapatıp sadece sesleri dinliyorum. Hatta filmi kapatıp yan odaya gidiyorum. Hep aynı hayranlık hissi! Çünkü hala kulaklarımda Writer'ın tünelde yürüdüğü sahnedeki buz tutmuş zeminden çıkan seslerin ekosu var. Her karesi ayrı bir fotoğraf niteliğinde, müzikleri Pink Floyd'un 'psychedelic' dönemlerini andıran, ortam sesleriyle müziğin korkunç bir uyumla ilerlediği bir film Stalker. (imho)

Şimdi neden filmin analizini daha derinlemesine yapmayı mantıksız bulduğuma gelelim. Çünkü yönetmen açıkça "Yapma!" diyor filmde. Stalker öyle bir film ki, hem filmdeki materyalleri göründükleri şekilde ele aldığınızda, hem de anlatımın tümünün simgesel oluşundan yola çıktığınızda hayranlık bırakabiliyor. Taze, parlak, kırmızı bi elmayı andırıyor. İster içinde sadece vitamin olduğunu varsayın, ister ölümsüzlüğü barındırdığını, her halükarda çok lezzetli! Slavoj Zizek, - yönetmenliğini Sophie Fiennes'in yaptığı - The Pervert's Guide to Cinema adlı belgesel-film tadındaki çalışmasında Stalker'ı final argümanlarından biri olarak kullanır ve film üzerine oldukça detaylı, harika çıkarımlar yapar, ama biraz yanlış yapar. Yanlış yaptığı nokta elbette filmin metaforik anlatımının apaçık çözümlemeleri değil, zira Zizek böyle yanlışlar yapacak adam değil. Yanlış olan, yönetmenin diyaloglara sadece mecbur kaldığında başvurduğu halde, Writer karakterine açıkça "birşeyi tanımlarken aslında onu değiştirmiş ve hapsetmiş oluyoruz, 'şeyler' çözümlenmemelidir" dedirttiği filmin analizini yapmak! (Sorarım sana, filmi nerenle izledin Zizek?) Yine de, eğer filmde kullanılan simgesel anlatımın sınırlarının nerelere dayandığını görmek istiyorsanız, Zizek'in analizi ilginizi çekecektir.

Sonuç olarak, Andrei Tarkovsky öyle bir film yapmış ki, mesajların bilincimizde yer etmesini sağlamak için onlar üzerine düşünmemize gerek yok. Bizim izlediğimiz filmler üzerine düşünerek yaptığımız işi, Tarkovsky sinematografiyi dahice kullanarak bizim yerimize yapmış. Yani bu nehirde ilerlemek için yüzmenize gerek yok, kendinizi akıntıya bırakmanız yeterli, hatta zaruri! İyi seyirler.


Antony Quinn...İzleyen bilir bu adamı,dünyanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncuları arasındadır."Message (Çağrı)" filminde Hz.Hamza rolüyle hafızalara kazınmıştır."Lawrence of Arabia" ve "Viva Zapata" gibi unutulmaz filmlerde de oynamıştır."Santa Vittoria'nın Sırrı" filminde ise İtalya'nın küçük bir kasabasında belediye başkanı rolünde,yine benzersiz oyunculuğuyla.Kasabanın tek geliri şaraptır ve bu aynı zamanda kasaba halkının da tek geçim kaynağı demek.II.Dünya Savaşı'nın sonlarında Faşist Alman askerleri , bu kasabadaki şarapları toplayıp ülkelerine götürmek üzere kasabaya gelir.Ancak kasabanın başkanı Italo Bombolini'nin bu şarapları Almanlar'a vermeye hiç niyeti yoktur,çünkü kış mevsimi yaklaşmakta ve şarap halk için her şey demektir.1969 yapımı olan bu film gerçekten izlenmeye değer.Oyuncular sanki gerçekten o kasabanın oyuncuları.Zaten eski filmlerin en sevdiğim tarafı bu.Her şey göründüğü gibi,mekanlar gerçek,oyuncular makyajsız,her şey sade ...

------------------------------------------------
Italo Bombolini : It's nice to have a hot meal before you die.
Rosa Bombolini : You aren't going to die.
Italo Bombolini : I'm the mayor, no? The Germans come. I greet them. They threaten me! I spit in their face! They put a pistol to my head and blow out my brains!
Rosa Bombolini : Why would they put a pistol to your head? The whole world knows Bombolini's brains are in his ass.

1980 li yılların sonları, Doğu-Batı Almanya döneminin son demleri.Doğu Almanya'da yaşayan,kendini halkına ve yurttaşlarına adamış sosyalist bir kadın olan Christiane kalp krizi geçirmiştir.8 ay komada kalmasının ardından ülkede meydana gelen değişimler ele alınmış filmde.Aradan geçen 8 ayda ülke tarihinin en önemli olaylarından biri meydana gelmiştir.Berlin duvarı yıkılmış,artık Doğu-Batı Almanya ayrımı olmadan tek bir ülke vardır,kapitalist düzene yavaş yavaş geçilmektedir.Doktorlar bu büyük değişim esnasında komada olan Katrin'in ikinci bir kalp krizini atlatmasının çok zor olacağını söylerler.Annesinin ülkede olan bu büyük değişimi görünce çok üzüleceğini bilen oğlu Alexander'ın , bu gerçeği annesinden saklamaya çalışması ve bunu yaparken gösterdiği çaba zaman zaman dokunaklı olmakta.Filmin konusu ilk bakışta siyasi görünse de, bu aslında bi yan konudur.Sıkılmadan izlenebilecek bir film .Filmde başrolde Daniel Brühl,Katrin Sass var.Film, 16. Avrupa Film Ödülleri'nde “En İyi Avrupa Filmi Ödülü”nü almış ve Daniel Brühl'ün de “En İyi Erkek Oyuncu” seçilmiştir.Alman yapımı olan "Good Bye Lenin" bir çok film festivalinde dahil olmak üzere toplamda 31 ödül kazanmış ve bunun yanında Altın Küre ödüllerine aday gösterilmiştir. Bu arada filmin müziklerini ,Amelie'nin de müzigini yapan Yann Tiersen yapmıştır.

some people never change .


Kısa bir süre sonra öleceğinizi bilseniz, bugün ne yaparsınız ? İşte Bucket List bu konuyu ele almakta,üstelik iki mükemmel oyuncuyla.Morgan Freeman ve Jack Nicholson.Oldukça zengin ama yalnız ve huysuz olan Edward Cole'un yolu,araba tamircisi Carter Chambers ile hastanede aynı odada kesişir.Hayatlarının son deminde birbirlerinin en iyi arkadaşı olurlar ve ölmeden önce yapmaları gereken ya da hayatlarının bu dönemine dek yapamadıkları ama hayatları boyunca yapmak istedikleri şeylerin listesini hazırlarlar.Ve bunları hayatlarının son baharında,kaderlerinin kesiştiği noktada,bu kısa zaman diliminde gerçekleştirmeyi amaçlarlar.İşte bu liste orjinalde "Bucket List" olarak geçiyor.Filmi izlerken aklımdan "Yahu bu konuya benzer konular bizim türk sinemasında daha önceden defalarca işlendi ." gibi düşünceler geçse de , izledikçe Türk sinemasıyla arasındaki farkı anlamak pek zaman almadı. Bizim filmlerden farklı şeyler vardı bu filmde.Yönetmen her sahneyi muazzam titizlikle çekmiş ve konu son derece gerçekçi biçimde ele alınmış.Filmde bir ciddiyet havası var.Bir de yaşayan iki efsane,iki büyük oyuncu,oynadıkları her role olduğu gibi bu role de tam oturunca ,film tadından yenmiyor,hiç bitmesin diyor insan,damakta tat bırakıyor.İnsanı ele alan filmleri her zaman sevmişimdir ve bu film bunun tam örneği...
Replik bölümünde hangisini yazayım kararsızım.Filmin tamamı diyim ve kısa olarak şunları vereyim :
------------------------------------------------------
Edward Cole : Do you hate me?
Carter Chambers : Not yet.
------------------------------------------------------
Carter Chambers : Forty-five years goes by pretty fast.
Edward Cole : Like smoke through a keyhole.
------------------------------------------------------
Edward Cole : We live, we die, and the wheels on the bus go round and round.
------------------------------------------------------

Siyasi kavramlar Almanya sinemasında işlenen konuların başında gelir. Bu, geçmişiyle hesaplaşmalar şeklinde olacağı gibi ona özlem şeklinde de yansıtılabilir. Filmde de otokrasi dersi hocası Rainer'in öğrencilere sunduğu sorunun cevabı anlatılır, "Ülkemizde diktatörlük olabilir mi?".
Sınıf içinde konuşulan konularda faşizme ve anarşizme göndermeler bulunmakla beraber, birden kendilerini faşist tarafa ait hisseden ve alt kattaki anarşi sınıfı ile rekabete girişen bir topluluk haline dönüştürürler. Her topluluğun olduğu gibi bunun da bir adı olmalıydı "Die Welle ( Dalga)".
Sosyal hayatta çok boş yaşadıklarını düşünen, ebeveyn ilgisinden mahrum kalmış çocukların artık kendilerini ispatlama şanslarının olduğunu düşündürür bu topluluk. En çok da diğerlerinden daha salak konumundaki Tim benimser bu grubu. Kendi kendine görevler edinir, grubun en aktif elemanı oluverir. Kendini liderleri Rainer'in sağ kolu ve koruması olarak görür kendini.
Basit bir ödevin nasıl büyük bir öğrenci hareketine dönüştüğünün, diktatörlüğün tekrar gelmesinin mümkün olup-olmadığının yanıtını çok güzel bir sonla bizlere veriyor.
Filmin yönetmeni Dennis Gansel. Oyuncu kadrosunda Die Welle hareketinin lideri rolüyle Jürgen Vogel ve Im Juli filminin tatlı kızı Christiane Paul var. Tabi bu filmde biraz olgunlaşmış:)

İzlediğim en ilginç filmlerden, çünkü farklı bir kültürle tanıştırıyor bizleri, çingenelerle. Neresi farklı? her gün sokakta görebiliriz onları diyebilirsiniz. Onların öyküsünü, genzine öküz kaçmış gibi boğuk sesiyle konuşan çağla şikel* ve çingene aksanını, cümleye "abe" diyerek başlamaktan ibaret sanan usta oyuncu (!) alişandan* izlediğimiz için gerçekte onların ne gibi bi yaşamları olduğunu, toplumdan ne denli uzaklaştırıldıklarını bilmememiz doğal.
Fransa'dan Romanya'ya giden bir genç.. Amacı ölen babasının en sevdiği şarkıcı olan Nora Luca'yı bulmak. Ama bundan daha fazlasını buluyor. Çingeneleri buluyor, onların yaşamını ve bir de aşkı.

Film boyunca yüzümüzde bir tebessüm oluşuyor nedense, başroldeki Stephan'nın daima gülümsemesinden de değil üstelik. Daha sıradışı bulduğumuz için belki de o hayatı. "Tamam artık hüzünlenecez sanırım" derken bu sefer de Tutti frutti te kelas** giriyor devreye ve oluşmaya başlayan o hüznü geçici de olsa almayı başarıyor. Geçici diyorum, çünkü çingenelerin yaşamı göründüğü kadar eğlenceli-çalgılı değildir. Beyaz tenli bizlerin, sadece eğlence amaçlı kullandıkları çingenelere ne denli yaklaştığımızı filmin tek bir karesi bile açıklamaya yetiyor : filmin sonunda köyde olanları İsidor'a anlatmaya giden Stephan'nın, masadaki o Gadjoları*** gördükten sonraki bakışı... Asıl gerçeği farkedişi , o tek kare, bizim de bazı şeyleri farkına varmamızı sağlıyor. Çünkü artık Gadjoların eğlence olarak gördüğü müziklerin ardındaki hüznü biliyoruz.
Filmi izleyin, ardından bize çiçek satmak için uğraşaduran çingelerin hayatını, hükümetin dönüşüm(!) adındaki projeyi tekrar düşünün.

Dönüşümü yaşamış olan filmin yönetmeni Tony Gatlif' in ağzından dinleyelim ya da..

"Kentsel yenilemeyle ilgili bu sistemi çok iyi biliyorum. Romanya'da, İspanya'da hep aynı şeyi yaptılar. İnsanları evlerinden, yıllarca yaşadıkları yerden ayırdılar. Herkes biliyor ki ben de Roman kökenliyim, tüm dünyayı dolaşıyorum. Ama at arabasıyla değil... Arkamda hep gazeteciler oluyor. Tüm Romanların durumunu biliyor ve anlıyorum. Bu olanların aynısını Romanya'da kendi gözlerimle gördüm. 1990'da İspanya'da, Sevilla'da da bir temizleme harekâtı yapıldı. Binlerce yıldır orada yaşayan binlerce insanı şehrin 20 kilometre dışına taşıdılar. Ama şimdi yönetim çok pişman. Çünkü Romanlar orada işsiz kaldılar, hastalıklar baş gösterdi. Bir halkın düzenini bozarsanız, ki onlar arkadaşları, akrabalarıyla, komşularıyla dayanışma içinde yaşayan bir halk, bir sürü problemin çıkacağı aşikârdır.
Lütfen biraz insani olsunlar Romanlara karşı. Lütfen bunu görsünler, anlasınlar. Dünyanın her tarafında Romanlar var, onlar olmazsa medeniyet olmaz. Romanlar önyargıların kurbanıdır. Şimdi dünya bunu anlamaya başlıyor. Bu semtte yaşayan Romanlar Türk, ama onlar aynı zamanda dünyadaki Romanların bir parçası. Tüm dünyada kardeşleri var. Yapılması gereken bu semtin, burada yaşayan insanlarla yenilenmesi... Şu anda burada gördüklerim çok üzücü ama şaşırtıcı değil ne yazık ki... İstanbul 1940'lı yıllarda savaşı yaşamadığı için diğer Avrupa kentlerinin aksine tarihi yapısını koruyabildi. Bu şehir sadece gökdelenlerden, oluşan bir yer değil. Sulukule de bu tarihi dokunun bir parçası. Üstelik bu dokunun korunması turizm açısından da yarar sağlayacak..."
----------------------------------
*"özel isimlerde büyük harf kullanılır" kuralı hala geçerlidir.
** filmin müzikleri için tıklayın.
*** Gadjo: çingene olmayan, yabancı
( sulukuleyi iyi bilen hacitokankoli arkadaşımızın bu konu hakkındaki serzenişi için tıklayın )

1990 Akademi ödüllerinde en iyi yabancı film oscarı. Türklerin oscarı mı var demeyin, olabilirdi, tek bir farkla...
Senaryosunu Uçurtmayı Vurmasınlar filminin de senaryosunu yazan Feride Çiçekoğlu' nun yazdığı, başrollerinde Necmettin Çobanoğlu, Nur Sürer ve Piyano Piyano Bacaksız filminin bacaksızı Emin Sivas oynadığı filmde, daha refah bir hayat için Maraş'taki varını yoğunu satan bir adamın (karısı ve 7 çocuğunun arasından seçtiği bir oğlu ile), kendi tabiriyle "dağların ardındaki cennete" yani İsviçre'ye olan -bir nevi- göçlerini anlatıyor. Daha doğrusu bu göç süresi müddetince çektikleri zorlukları ve saf aldanışlarını.
Hikaye tanıdık, oyuncular ve senarist de Türk, o zaman oscar da bizim olmalı.. Ama unutulmaması gereken bir şey var. Filmin, bir ülkeye ait olabilmesi için yapımcıların o ülkeden olması gerekiyor. Özel durumlarda dış yapımcılardan destek alınır, o farklı, ama genel kural budur. Senarist Feride Çiçekoğlu belki türk yapımcılara beğendiremedi senaryosunu, belki de kendisi istemedi bunu bilemiyorum. Fakat şu gerçeğin farkındayım, bir oscar ödülünü kazanmamıza belki de ramak kalmıştı.
Aynı film, aynı kalitede, aynı oyuncularla bir türk yönetmen ve yapımcı tarafından çekilseydi, yine oscar kazanılır mıydı? Sanmıyorum. Bu sanmayışımı "Amerikalıların tek bir hedefi var, Türkiye'yi yoketmek" gibi aşırı komplocu bir düşünce ile de söylemiyorum. Filmin ödüller ve festivallerdeki başarısının en önemli nedeninin tanıtım olduğunu düşündüğümden söylüyorum.
İsviçreliler de bu işi iyi yapmışlar olsa gerek ki oscar Türklere değil, onlara sayıldı.

"Bir zamanlar insanlar, birisi öldüğünde ruhunu bir karganın ölüler ülkesine taşıdığına inanırlardı. Ama kimi zaman, çok kötü bir şey olduğunda, ölü korkunç bir kederi beraberinde getirir ve ruhu huzura kavuşamazdı. Bazen, ama sadece bazen, karga ruhu yanlışları-haksızlıkları düzeltmesi için geri getirirdi.

Filmin efsane oluşu, girişindeki bu mitten dolayı değil elbet. Bir çok ilginç olayı bünyesinde barındırması. Belki de efsane yerine "Lanetli" tanımını kullanmalıyım, bilemiyorum.Yavaş yavaş açıklayalım nedenlerini.
Filmin en büyük olayı, film çekimlerinde başrol oyuncusu Brandon Lee' nin ölmesi. Kurusıkı tabanca kullanılması gerekirken-nasıl oluyorsa artık- gerçek bir silah kullanılmış, çekimin ortasında yere yığılmış, 5 saat yaşam savaşı verdikten sonra hastanede ölmüştür. İlginç bir nokta, Brandon Lee hepimizin bildiği Bruce Lee' nin oğlu ve biliyoruz ki Bruce Lee de çekimlerde ölmüştü.
Gelelim başka bir noktaya. Filmdeki ana karakterimiz Eric Draven, evlenmeden önce öldürülüyor ki zaten geri dönüş amacı da bunun intikamını almak. Eric Draven'ı canlandıran Brandon Lee de, film çekimlerinden sonra nişanlısı Eliza Hutton ile evlenmeyi düşünüyordu ki bu mümkün olmadı.Evliliğine 17 gün kala ölmüştü.
Başka bir konuya daha gelelim. Film karakterimizin tekrar dünyaya geldiğindeki makyajı, başka bir film karakteri ile benzerlik göstermekte. Batman filminin Joker'i ile... Tabi ki size aynısı demiyorum, ama uzun saç, beyaz surat benzer dememiz için oldukça yeterli neden ki benzeyen kişilerin karakterler oldugunu söylüyorum, oyuncular değil. Oynadığı karakterlerinin benzemesiyle kalmıyor, gerçek hayattaki benzerlik de dikkat çekiyor. Heath Ledger - Brandon Lee.. İkisinin de oynadı son film olması ve bu filmi izleyemeden ölmüş olması, en ilginci her ikisinin de 28 yaşında ölmüş olması bu benzerliği cilalıyor.
Tüm bu tesadüfi (!) olaylar bir kenara, izlemek için uğraşın demesem de fırsatınız olursa izleyin derim. The Cure - Burn şarkısı için ve Eric Draven'in çatıda attığı gitar solosu filmin dinlenmeye değer müziklerinden...
-------------------------------
Eric Draven: Little things used to mean so much to Shelly- I used to think they were kind of trivial. Believe me, nothing is trivial.
-----------------------------
Eric Draven: I have something to give you. I don't want it anymore. Thirty hours of pain all at once, all for you.
------------------------------
Albrecht: Police! Don't move! I said, "Don't move!"
Eric Draven: I thought the police always said, "Freeze!"
Albrecht: Well, I am the police, and I say, "Don't move" Snow White. You move, you're dead.
Eric Draven
: And I say, "I'm dead," and I move.
--------------------------------
Batman The Dark Knight yazısı
The Cure - Burn şarkısı
kadına...

25. istanbul film festivalinde izlemiştim bu filmi. Kanımca festivalin en iyi filmi olmayı bırak, izlediğim filmler arasında en iyi filmler arasındadır. Danimarka'dan ne çıksa yerim mantığı oluşturdu bende ki yiyorum da zaten.
Neo-nazi olan Adam' in cezası, topluma hizmet etmeye çevrilir ve küçük bir kasabadaki kiliseye bu amaçla yollanır. Kilisede rahibin yanında, eskiden kalma 2 suçlu daha var. Cezaları bitmiş fakat onlar kilisede kalmayı tercih etmişler.
Rahip,Adem'den kilisede geçireceği günler için kendisine bir amaç bulmasını söyler. Kilise önündeki elma ağıcının elmalarıyla turta yapmaya karar verir. Ve olaylar bundan sonra başlar.
Karakterlerin yapıları oldukça ilginçtir.Hz.isa'nın "sana bir tokat atana öbür yanağını uzat" felsefesini benimsemiş, hatta bazen Tanrı'dan yediği tokatlar için bile diğer yanağını uzatmış, her şeye rağmen hala pozitif bakmayı bilen bir rahip, sosyal eşitliği hırsızlıkla sağlamak isteyen bir Paki ve geçmiş günahlarının kendiyse uğraştığını düşünen anakarakterimiz Adam.
Elma ağacı, elmaların yetiştiği basit bir ağaç değildir. Filmde inancı simgeleyen bir semboldür de. Ne zamanki Adem'in inancında körelme oluyor, o zaman ağaçta bir takım gariplikler meydana geliyor. Bir nevi sınandığını düşünüyor. Rahib, onunla uğraşanın şeytan olduğunu söylese de Adam bunun Tanrı olduğunu düşünmektedir.iseTanrı'nın sadece kendisiyle uğraştığını da düşünmüyor hatta. Rahiple uğraşanın da Tanrı olduğunu düşünüyor. Bunu rahibe farkettirmesiyle de onun inancındaki bozulma, hayata tutunmasını sağlayan iyimserliğini elinden alıyor. Tıpkı elma ağacı gibi. Bu konuda da devreye İncil giriyor. Oluşan bu durum karşısında kendisinin ders çıkarabileceği bir kıssayı buna göstermek istercesine. Job'un ( Eyüp'ün) hikayesini..

Danimarka sinemasının tanıdık simaları var filmde. Adam rolünde Ulrich Thomsen, rahip rolünde Mads Mikkelsen, sevdiğim Danimarka filmlerinde sıkça gördüğüm Nicolas Bro ve Reconstruction filminin başrol oyuncusu Nikolaj Lie Kaas. Yönetmen koltuğunda ise Anders Thomas Jensen.
-------------------------
Ivan: So, what do you want to do?
Adam Pedersen:I wanna bake an apple pie.
Ivan: Okay, you'll bake an apple pie! That's your task.
-------------------------
Adam Pedersen: What the hell are you doing?
Khalid: I got stressed! You saw him, yourself! He came at me with his knee! His sociopathic knee!
Jørgen: You shot me!
Khalid: Yeah, there's alot of witnesses! It's not the first time he does it!
Jørgen: You shot me!
Khalid: I said I'm sorry, you fat bastard! Now, shut the fuck up! What do you wanna do? Argue about it?

hoşgeldin.

1 aylık bir blog. Blogun ilk ayında bilinen filmleri, hakkında fazla yorum getirmeden koymak istedim. Amaç bunları aradan çıkarmak. Aradan çıkarabildiklerimi çıkardım da zaten. Ama ne yalan söyleyeyim, istediğim şablonu oluşturamadım henüz. Dvd kapak tanıtımı gibi duruyor sanki. Filmin künyesinden ziyade, blogun ismine uygun ayrıntı noktalara değinmekti amacım. Henüz geç kalmış sayılmaz. Konuşulcak daha çok film var. Eskiden yadığımız filmler için de yapacaz artık bir şeyler. Zaman zaman geri dönüp düzeltmeler olabilir. Her ne kadar 100 konu girilmiş olsa da sonuçta tecrübe biraz da zamana bağlı.
İlk ayımızda -ki bu bizim ilk yılımız da oluyor:) - Türk sinemasına değinmedik. yeni seneye bırakmıştık bu işi. bundan sonra Türk sineması ve tabiki olmazsa olmazımız Avrupa sineması da ağırlık kazanacak blogta. 2009'a 3 yazarla girdik. Sene içinde bu sayı ne olur bilinmez.
2009'un sizlere,bizlere,bloga,sinemaya şans,başarı getirmesi dileğiyle..
mutlu yıllar

(blog hakkındaki genel yorumlarınızı, eleştirilerinizi, şöyle olsaydı iyi olurdu, bu olmasa güzel olur tarzında fikirleriniz varsa bunları dinlemeye açığız. bu konunun altına yorum yaparak bize bu görüşlerini bildirebilirsiniz.