Futbol, halk için değildir. Futbol, halkın ta kendisidir!

Gündemde 2 şey var şu sıralar. Vedasını yapmış bir Aşk-ı Memnu dizisi ve giderek daha da güzelleşen Dünya Kupası. Bu 2 konudan bir seçim yapmam gerek sanırım günceli yakalamam için. Şimdi siz blog yapısı nedeniyle diziyi seçeceğimi de düşünmüşsünüzdür. Hayır, futbolu seçiyorum.

Honduras, Güney Amerika ile Kuzey Amerikayı bağlayan o ince kara parçalarında olan bir ülke. O bölgedeki her ülke gibi yönetim sorunları bitmek bilmeyen, her daim kargaşaya ve çevresindeki güçlü ülkelerin çekişmeleri altında ezilmeye mahkum bir ülke. Ne devletin bu siyasi kargaşasından ne de çevre ülkelerin çıkarlarından bahsedecem. Halkı o dönemde tek bir hayal altında toplayan bir şeyden, spordan bahsedecem.

--

Honduras milli takımı göreve Kolombiyalı Reinaldo Rueda yı getirdi. İlk katıldıkları 82 Dünya Kupasından bu yana, tekrar katılmaya hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Ancak ne var ki takvimler 28 Haziran 2009 u gösterirken, Honduras Panama ile hazırlık maçı yaptığı sırada, ülke bir haberle çalkalandı ( ya da çalkalanacağı düşünüldü) : Ordu, Devlet Başkanı Manuel Zelaya'yı tutuklamış ve yönetime el koymuştu. Fakat halkın devletin başında gerçekleşen bu olaydan daha fazla önemsediği bir husus vardı: Dünya Kupasına katılmak...


Tam da bu sırada ortaya başka bir lider çıktı. Ne bir politikacı, ne de konutan. Milli takım patronu Rueda.

"Futbol halk için değildir, halkın ta kendisidir."



Rueda oyuncularından sadece dünya kupasına odaklanmalarını ve kazanacakları galibiyet ve elde edecekleri dünya kupası vizesi ile de Honduras halkını kısa bir süreliğine de olsa mutlu etmelerini istemiştir. Nitekim oyuncular da elinden geleni yaptı.Elinden geleni diyorum çünkü her şey Honduras ın boyunun yeteceği ölçüde değildi. Yardıma ihtiyacı vardı ki bu yardım fazla yabancı gelemeyen bir ülkeden bekleniyordu; ABD.

Honduras'ın dünya kupasına katılması için ABD milli takımının KostaRika'yı yenmesi ya da en azından berabere kalıp ondan puan alması gerekiyordu. Dakikalar 94 ü gösterdiğinde KostaRika, ABD karşısında 2-1 önde idi. Top ABD'de ve korner atışında. Atıştan sonra hakemin düdüğü çalıp maçı bitirmesi bekleniyor. Tam da o sırada, atışın yapıldığı o anda bütün ülke bütün olmuş, tek bir şey için dua ediyordu; bir gol. Tüm ülke sözü ile ABD'den öte daha istekli ve bu vizeye daha fazla ihtiyacı olan Honduras'tan bahsediyorum. Ve olan oldu, istenilen ve gereken gerçekleşti. ABD gölü attı.

Yakın zamanda yaşadığı askeri darbe ile ABD ye duyulan öfke ve kinin arttığı unutulmuş, tüm bu sevinci kendilerine yaşattığı için ABD takımına minnet duyulmuştur artık. Futbol böyle bir şey işte.
Futboldan bahsetmiyecem dedin fakat farklı bir şey anlatmadın diyenler için hemen ekliyorum. Anlattıklarımın belgeseli yakın zamanda vizyonda ve dvd marketlerde. Bu da konuyu bu bloga layık görmeye yeter sanırım:)

Buyrun Fragmanı: A Common Goal




Onca çileli dönemden sonra Dünya Kupasına gelebilmiş Honduras'a bu akşamki oynayacağı maçta başarılar diliyorum. Umarım ülkelerine az da olsa mutluluk yaşatırlar bu akşam.

Yaklaşık 4 gündür yazı falan yazdığımız yok. kard adlı yazar olarak şahsımın fazla yazısı yoktur. Elime hazır aktivite haberleri geçti. En azından kopyala yapıştır yaparak bunları size aktarayım istiyorum. Aşağıda bu isteğimi gerçekleştirdiğimi göreceksiniz.
İlgililerin ilgisine arz ediyorum bu aktiviteleri.
(Afişler güzel olmuş. Adamlar yapıyor...)
(Bundan sonrası alıntıdır.)

  • Ustalar ve Çıraklar Sergisi 2

Galeri Işık Teşvikiye, Ustalar ve Çırakları Ağırlıyor

Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF) tarafından düzenlenen "Ustalar ve Çıraklar" sergisinin ikincisi 22 Haziran Salı günü Galeri Işık Teşvikiye'de açılıyor. Işık Üniversitesi GSF akademisyenleri ve öğrencilerinin yıl boyu sürdürdüğü çalışmalara dair resim, heykel, seramik ve baskıresim gibi farklı dalların eserlerinden oluşan sergi 17 Ağustos 2010 tarihine kadar ziyaret edilebiliyor.

Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin desen, iki ve üç boyutlu tasarım, temel fotografi, teknik çizim ve perspektif gibi derslere yönelik gelişim süreçlerini işaret eden çalışmalarının sergileneceği Ustalar ve Çıraklar 2 sergisinde öğrencilerin yanı sıra Ahmet Öner Gezgin, Maria Sezer, Hasip Pektaş, Beril Anılanmert, Mustafa Pilevneli ve Seyyid Bozdoğan'ın da eserleri görülebiliyor.



  • 2009-2010 Öğrenci Sergisi - GSF

Galeri Işık İstanbul Genç Yetenekleri Ağırlıyor

FMV Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF), öğrencilerinin yıl boyunca eğitimleri içinde ürettikleri çalışmaları Galeri Işık İstanbul'da tüm kamuoyunun beğenisine sunuyor. Açılışı FMV Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ekrem Ekinci ve FMV Işık Üniversitesi GSF Dekan Vekili Prof. Dr. Ahmet Öner Gezgin tarafından 14 Haziran Pazartesi günü saat 18.30'da yapılacak 2009-2010 Öğrenci Sergisi 8 Ağustos 2010 tarihine kadar ziyaret edilebilecektir.

Sergide, Endüstri Ürünleri Tasarımı, Görsel Sanatlar (Resim, Heykel, Seramik, Baskıresim), Grafik Sanatlar ve Grafik Tasarım, İç Mimarlık, Moda ve Tekstil Tasarımı bölümlerinde 1.,2. ve 3. sınıfta okumakta olan tüm öğrencilerin çalışmalarından örnekler yer alıyor.


Galeri Işık İstanbul
Adres: FMV Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Maslak Kampüsü
Büyükdere Cad. No: 106 Maslak
Telefon: (212) 286 49 11
(Sergi hergün 10.00-19.00 saatleri arasında izlenebilir.)


  • 33. FISAE Uluslararası Ekslibris Kongresi ve Uluslararası Ekslibris Yarışması

Feyziye Mektepleri Vakfı, Işık Üniversitesi ve İstanbul Ekslibris Derneği’nin organize ettiği 33. FISAE Uluslararası Ekslibris Kongresi ve Uluslararası Ekslibris Yarışması 25 - 29 Ağustos 2010 tarihlerinde Güzel Sanatlar Fakültesi’nde gerçekleşecektir.

Kongre ve yarışmanın amacı, Türkiye'nin ekslibris sanatında geldiği noktayı uluslararası platforma taşımak, ekslibris yoluyla ülkemizi, kültür ve sanatımızı yurt dışına tanıtmak, dünya ülkeleri arasında bir kültür köprüsü yaratmak, ekslibris sanatının yaygınlaşmasını sağlamak ve yaratıcılarını teşvik etmektir. Kongrede 40'a yakın ülkenin ekslibris sanatçıları ve koleksiyoncuları bir araya gelerek ekslibris değiş tokuşu yapacaklardır. Ayrıca yarışma sergisi yanında dört önemli ekslibris koleksiyonunu da görme fırsatı bulacaklardır.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından da desteklenen ve son katılım tarihi 23 Nisan 2010 olan 3. Uluslararası Ekslibris Yarışması’nda çeşitli kurum ve kişiler tarafından verilecek toplam 10.000 USD ödül dağıtılacaktır. Detaylı bilgiler için www.istanbulekslibris.org sitesini ziyaret edebilir, proje sorumlusu Prof. Dr. Hasip Pektaş (hpektas@gs.isikun.edu.tr) ile iletişime geçebilirsiniz.

link1

link2

link3

Aidiyet duygusu nedir?,nerede başlar?,nerede biter?

Maslow bir topluluğa ait olmayı ihtiyaçlar hiyerarşisinde orta sıraya yerleştirmiştir.Güven sorununu aşan insanın birincil ihtiyacı çevresidir.Birey güven ister,aile ister,dost ister.Eksiklerini diğer insanlara yanaşarak kapatmak ister,hatalarından biraz daha uzaklaşmak.Birey yolun yarısına geldiğinde elde var olan hedeflerin uzağındaysa ve düşük-orta gelirli gruba dahil ise canı yanar.Bu durumda çift olmak aile olmaya yetmez,aile olmadan da tek başına aidiyet duygusu oluşmaz.Sam Mendes'in eline verilmiş bir senaryo ve ''aidiyet duygusunun ne olduğunu unutan şu çifte bir yol göster,geleceklerini de unutsunlar sadece birbirlerine yetmeyi de öğrenebilsinler'' demişler.

Hayatlarının ilk devresinin sonlarına gelmiş olan Burt ve Verona rutinleşmeye başlayan hayatlarının ileriye atılamayan adımlarından duydukları sıkıntıyı dile getirmekten çekinen bir çifttir.Verona'nın ailesiyle yaşantısı vefatlar yüzünden kısa sürmüş ve hayatına olumlu etki edebilicek aile tedrisatından geçememiştir.Burt'un ailesi ise anormal bir düşünce yapısına sahip olan ,yaşamlarının sonlarında bencil yapı sergileyen ve torunlarının doğumuna kısa bir süre kala Belçika'ya taşınma telaşında olan ebevyenlerdir.Tanık oldukları aile hayatları doğacak çocukları için onları endişendirir.Burt'un ailesinin de Belçika'ya yerleşecek olması,farkında oldukları sıkıntıları dile getirmekte onlara yardımcı olmuş ve daha cesur davranmak adına bir nevi onları itekleyici güç oluşturmuştur.

Verona'nın doğum öncesi çalışamıyor oluşu ve Burt'un de belirli bir işe sahip olmaması onları yollara vurur.Fi tarihinden tanıdıkları birkaç isim vardır ve yeni başlangıçların kaynağı olarak bu insanlara tutunmaya çalışarak yola koyulurlar.Yuvalarının etrafına serpiştiricekleri eski insanlar esasında yeni bir başlangıç için uygun düşmemektedir lakin birbirlerine bile tutunacakları halleri kalmamıştır.Unutulmaya yüz tutmuş bu bireylerin her biri köklü ve hayatlarına etki edecek değişimlerden nasibini almış kişilerdir.Burt ve Verona'nın rutin hayatlerinin aksine eski dostları çeşitli badireler atlatan,yaşam görüşleri 180 derece değişen bireylere dönüşmüştür.Türlü sorunları olan bu kişilerin çevresinde kurulucak yeni düzen eskisinden pekte sağlıklı olmayacaktır.Doğru yer neresidir? ve sevgi yeter mi? sorularının cevabını arayan bu yol filminde Burt ve Verona çiftinin bildiği tek şey birbirlerine olan bağlılıklarıdır.


Sam Mendes'in yönetmenliğini yaptığı Away We Go filminde Burt Farlander karakterini Office(US) dizisinden tanıdığımız John Krasinski,Verona De Tessant karakterini ise Maya Rudolph canlandırmaktadır.Office dizisinde oldukça başarılı bir performans sergileyen John Krasinski Away We Go yapımında oyunculuğunu geliştirmiştir.Sergilediği karakterin dramatik oluşu,yer yer ise absürd bir hal alması ve Maya Rudolph ile oluşturduğu uyum yapımı ileri taşıyan etkenlerden biri.Burt karakterinin baba olma hazırlığında sergilediği pozitif etki ve Verona karakterinin genel olarak filme yansıyan karamsar yapı birbirlerini tamamlar nitelikte.Birlikte olmanın ve destek olmanın evlilikten öte olduğunu anlatmaya çalışan ve aidiyet duygusunun nasıl oluşucağına dair verdiği fikirler veren ve Alexi Murdoch müzikleriyle bezeli güzel bir yol filmi.

Verona:Kızımız konuştuğunda gerçekten dinleyeceğine özellikle de korktuğunda ve onun kavgalarının senin kavgan olacağına söz veriyor musun?
Burt
:Söz veriyorum.

Burt
:Peki,eğer ben sıkıcı ve iğrenç bir şekilde ölürsem kızımıza babasının 850 öksüz Çeçeni kurtarmak için Rus askerleriye göğüs göğse çarpışırken öldüğünü söyleyeceğine söz veriyor musun?

Verona
:Söz.Çeçen öksüzler için söz veriyorum.


Ghobadi’nin ikinci filmi Anavatandan Şarkılar ise filmin konu aldığı karakterler, anlatım dili ve ritmi açısından diğer iki filminden ayrılır.konu yine Kürtler ve onların zorluklarla yoğrulmuş yaşantısıdır. Sınırın ötesinde kalan yüreklere ve anılara dokunabilmek için sefalet içinde yapılan bir yolculuğun filmidir Anavatandan Şarkılar. Ama bu sefer savaşın artık onlar için bir alışkanlık haline geldiği vurgulanan Kürtler acı dolu yaşantılarına karşı koyarcasına yöneldikleri ritmik ve eğlenceli dans müzikleriyle karşımıza çıkarlar. Bu dans müziklerinin enerjisi filmin bütününe hakimdir. Filmde Kürtlerin yaşama sevinci, bunun karşısında maruz bırakıldıkları yokluk ve acı arasındaki çelişki olabildiğince vurgulanır. Böylece Sarhoş Atlar Zamanı’ndaki durgun anlatım dili burada yerini tempolu ve heyecanlı bir anlatıma bırakır. Diğer iki filminde yöresinde çocukların gözünden yaklaşan yönetmen bu filmde büyüklerin dünyasına konuk eder bizi ve toplumunun kısılmaya çalışılan sesini müzikten yola çıkararak yeniden yükseltmeye ve duyurmaya çalışır. Ama tabi bu filmde de çocuklar masumiyetin simgesi ve savaş kurbanları olarak karşımıza çıkarlar. Filmin kahramanları yolculukları sırasında dağ başında bir öğretmen ve ders verdiği 8-10 yaşlarındaki öğrencileriyle karşılaşırlar. Bu tuhaf derste bir yandan öğretmen Kürtlere ölüm saçmış uçakları anlatırken diğer yandan üstlerinden Saddam uçakları geçer. Sınırın öte tarafında kalan eski karısı Hanare’yi görmeye giden baba Mirza, öğretmene yolu sorar ama cevap alabilmek için dersin bitmesinin beklemek zorundadır. Dersten sonra beraberce gittikleri kamp köylerinin bombalanmasıyla ana ve babalarını kaybeden çocuklar için oluşturulmuştur. Kampta üç öğretmen çocukların her şeyiyle ilgilenmektedirler. Buradaki öğretmenler ile Bahman Ghobadi’nin başrolünde oynadığı Samira Makhmalbaf’ın yine İran Kürdistan’ında çektiği karatahta (Takhte Siah, 2000) filminde sırtlarında karatahtalarıyla diyar diyar dolaşıp çocuklara, büyüklere okuma yazma öğreten öğretmenler aynı fedakarlığı temsil ederler. Aynı Kaplumbağalar da Uçar filminde savaş haberini alan çocukların, köye hakim tepeye siper yapmaları sırasında, Satellite’ın tartıştığı, bu tepeye sıralarla sınıf yapmış öğretmen gibi… Burada “okulunu” korumak için beyaz bayrak çeken öğretmene Satellite “Matematiği yeterince öğrendiler, şimdi de savaşmayı öğrenmeliler” diyerek içinde bulundukları koşullarda yaşamanın, hayatta kalmanın öncelik oluşturduğunu hatırlatır. Nitekim mayın tarlasına giren küçük Riga’yı kurtarmak için “okulu çiğneyerek” oradan uzaklaşmaları da bu gerçeği pekiştirir.

Sınır olgusu ise Ghobadi’nin üç filmine de konu olur. Yönetmenin sınır hakkında söyledikleri ise o yörede doğup büyümüş ve İran Kürdistanı’nı uluslar arası platforma ilk taşıyan yönetmen olarak, bütün savaşların sebebi olarak sınırları gördüğünün apaçık delilidir. “Sınırlardan konu açıldığında söyleyebilirim ki konu sadece Kürtler değil, tüm insanlar. İran ve Irak Kürtlerinin arasındaki sınır sadece bir örnek. Sınırı gösteriyorum ki gerçekten çok saçma sapan bir şey olduğu görülsün. Bence dünyada tüm savaşların nedeni sınırlardır. Sınırları ikiye ayırabiliriz: Fiziksel ve manevi sınırlar. Manevi sınırlar, dinler arasındaki sınırlardır örneğin: Hristiyanlık ya da Müslümanlık, Şiilik yada Sünnilik… Bunlar hep baskıyla kabul ettirilmiş. Bizim topraklarımızı o kadar kutsallaştırıyor ki öbür tarafa bir adım atsan, daha önce İran-Irak savaşında olduğu gibi bir sekiz sene daha savaşabilirsin. Ama ABD’de sınır yok. Eğer sınır iyi bir şey olsaydı, Amerika kendini parça parça yapar, sınırlara bölerdi; ama gelip Sovyetleri on parçaya ayırdı. Bu on tane sınır belki ilerde on tane savaş demek; böylece silah sanayi ürünlerini on savaşta, on ülkeye satabilirsin.” Anavatanda Şarkılar’ın sonunda Hanare’nin yaşadığı kampa gelen Mirza!nın sesini takip edip bulduğu Hanare kimyasal saldırıda sesini kaybetmiş, boğuk boğuk konuşmaktadır. Mirza’ya Hanare olduğunu söylemez ve yüzünü de dönemez, yalnız kızını İran tarafına götürmesi için Mirza’ya verir. Film, Mirza’nın sırtında Hanare’nin çocuğuyla sınırı simgeleyen tel örgüleri aşmasıyla sona erer. İran sinemasındaki çocuk karakter yine ümidin simgesi olarak karşımıza çıkar. Sınırın öte yanında katliamlardan uzakta yaşamını sürdürecek Hanare’nin kızı Kürt halkının geleceğini kuracak ve sesini, müziğini yaşatacaktır.

Kaplumbağalar da Uçar’da Agrin’i Kürdistan’ın simgesi haline getiren Bahman Ghobadi, Anavatandan Şarkılar’da Türkçede nar anlamına gelen Henare isimli Kürt kadınıyla Kürdistan’ın durumunu anlatır ve şöyle der: “bir meyveyle simgelemek istersem Kürdistan’ı, narı gösteririm. İçinde kan var ve tane tane. Bazen birbirlerinden ayrı, bazen hepsi bir noktaya odaklanmış. Henare’yi bir kadın ismi olarak kullanıyoruz. Henare kimyasal bombalara maruz kalmış Kürdistan’dır. Sesini kaybetmiş ve kendisini tanıtamamış Kürdistan.” Kaplumbağalar da Uçar’da ise Ghobadi, tecavüze uğramış. Mayınlar ve bombalarla döşenmiş, için için kanayan, kapana kısılmış bir Kürdistan’ı anlatıyor. Öyle bir Kürdistan ki çocukların oyunları mayın toplamak, oyuncakları ise gaz maskesi. Birbirlerine hediye olarak da Saddam’ın heykelinin kolunu veriyorlar. Savaş üzerinden devam eden bir hayatta kurulan pazardan satın aldıkları şey ise 2. el silah ve kurşundan kolye…

Bahman Ghobadi’nin çekimlere başladığında elinde senaryonun yüzde yirmisinin olduğunu söylediği filmi neredeyse bir doğaçlama. Çekim sırasında yaşadıkları ise filmin ayrı bir ilham kaynağı ve tabi senaryonun tamamlayıcı kesimleri… Bu da filmin, çıplak ayaklı çocuklarıyla ve yağmur çamur görüntüleriyle ne kadar gerçekçi olduğunun ayrı bir kanıtı… Ayrıca oyuncuların orada yaşayan çocuklar olması yaşadıklarının üzerinde bıraktığı izleri nasıl dönüştürebildiklerinin ayrı bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.

Saddam sonrası Irak’ta çekilen ilk film olan Kaplumbağalar da Uçar yanı başımızda yaşanıp biten bir savaşı göre göre yabancılaştığımız görüntüleri, o bölgede büyümüş sağ duyulu bir yönetmenin ve olayın gerçek kahramanlarının, mayın tarlasında günlük yaşamlarını sürdürmek zorunda olan çocukların gözünden seyriyle aktarıyor ve soruyor: “ Irak’ta asıl kimler savaştı? Başrollerde oynayan Amerika ve Saddam mı yoksa kendilerine biçilmiş hayatlarla savaşan çocuklar mı?”

Osmanlı Devleti’nin devamı bir devlet değilim, ama Viyana’da sokaklarda yürürken kafama dönüp dolaşıp gelen olgu her seferinde Türk oluşum ve bu şehri iki defa kuşatıp alamayan fetih manyağı dedelerimiz (açmayın beyler dedeler) oldu.

Viyana’da bizi bekleyen, orayı burayı gezdirecek bir arkadaşımız vardı, diğer şehirlerin aksine. Yine diğer şehirlerden farklı olarak, bu şehrin gezi yazısını turdayken değil de, ülkemin sınırları içerisindeyken yazıyorum. Arkadaşımız, oranın Türki bir vakfında hatrı sayılır mevkide, genç bir sıcakkanlı. Türkçesi de fasih, Almancası da. Oraları biliyor, olaya hakim yani.

İlk günümüzde Viyana’nın birinci diye başlayıp yirmibilmem kaça kadar giden viyanalardan oluştuğunu öğrendik. Bir dakika yahu, bu yazı çok sıkıcı bir yazı olacak gibi duruyor buraya kadar tekrar okuduğuma göre. Biraz hayalgücü katıyorum izninizle:

Viyana’nın g.tvereni şeklinde anladığım, heykelin fotoğrafı: (Almancam biraz kötüdür de)


Arkadaşın havuzunda utanç fotoğrafımız:

Heh, şimdi biraz daha iyi oldu sanki. Bakiym, vallaha daha iyi olmuş.

Viyana’da illa Avusturya burjuvazisinden olmanıza gerek yok operaya gidebilmeniz için. Arka kapıya gidiyorsunuz, normalde 1000 € civarında olan biletin koltuksuz olanı sadece 3€. Hem istediğiniz zaman çıkabiliyorsunuz ve etrafta sizin gibi fakirler var dünyanın dört bir yanından. Tek dezavantajı ise ayakta uyuyamamak. Operada nasıl uyursun diyen sanat dostları ve bilimum sanat tarihi araştırmacılarından özür dileyerek devam ediyorum; çok sıkıcıydı.

Çakmacı Avusturyalılar Versay sarayını çok beğenince bir kopyasını da biz yapalım, kimsenin haberi olmaz zaten demişler. Öngörememişler ileride teknoloji ve seyahat araçlarının çok gelişeceğini. Paris’de görebileceğiniz Versailles denilen sarayın aynını dikmişler oraya. Koy Naples of Leon (Napolyon diye de bilinir) adlı imparatoru içine, o bile çarşıya inene kadar farketmez başka yerde olduğunu. Ahan da fotoğrafı:


Tuna nehri ile ilgili hafızalarımıza kazınmış bir yalanı da izhar etmeyi görev bilirim, akmam makmam demiyor. Bildiğin nehir üç dört koldan akıyor şehrin içinde. Almanya’dan doğup bir sürü yer gezip Bulgaristan’dan Karadeniz’e ulaşması ile gezmeyi ne kadar sevdiğini paragraf aleme gösteriyor zaten.

Roma’nın dondurması ünlü ya İstanbul’un orasında burasında, Avusturya’da da Mado ünlü galiba. Kapısında sıra beklenilecek kadar popüler, kazancı onlarca metro istasyonuna metrekarelerce reklam verebilecek kadar büyük olan Tichy adlı dondurmacı bile Mado rekabete girerse biz mahvoluruz demiş. Galiba yakına giriyor da. Siz yine de Tichy’e uğrayın giderseniz. Değişik, kremimsi kıvamlı ve çok lezzetli bir dondurması var. Roma’da da hiçbir yerde Roma dondurması yazmıyordu. İnanmayacaksınız, bir yerde Gelatino Turco (Türk dondurması) yazılı bir tabela gördüğüme yemin edebilirim.

Kaameti çok uzattık. Viyana bitti, oradan Avusturya Alplerine gittik, ama Alplerdeki su zaten Viyana’nın musluklarından akıyordu.

Bir daha kuşatalım derim. Allah’ın hakkı üçtür.