30 Kasım 2009 Pazartesi

Ahmet Uluçay

Terk-i diyar eyleyenlerin arkasından ne söylense yetersiz kalır gibi geliyor.Yurdun en güzel,bizden diyebiliceğimiz filmlerinden birine imza atmıştı kendisi.Yönetmenliğe kısa filmlerle başladı eğitimi olmadan içindeki sinema aşkını yeterli görerek ki yetmişti esasında.Altın Portakal'dan Uluslarası festivallere kadar bir dolu ödül kazandı yaptığı işler ile.Uzun metrajlı filmi 'Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' ile de zirvesini yapmıştı.Kendi deyimiyle de ''90 dakikalık da kısa film olur.''Bir nevi kendi çocukluğunu anlatıyordu ve azmi ile sadece karpuz kabuğundan gemi yapmadı o gemiye okyanus aştırdı.İmkanlar elvermiş olsa bizi bakış açısına,hikaye anlatımına hayran bıraktırıcak bir dolu film yapıcağına kuşku yoktu ki sağlık sorunları ve yapımcının çekmiş olduğu maddi zorluklar nedeniyle 'Bozkırda Deniz Kabuğu' 2 yıldır bitirilmeyi bekliyordu.İnsana en çok koyanda Ahmet Uluçay gibi tek derdi sinema olan insanlara gereken ilgi gösterilmez iken ne idüğü belirsiz yapımların gişede gereğinden fazla ilgi görmesi.'Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' tadındaki şiiriyle veda etmek gerek.


Parmağıyla ilkokul çantama tık tık diye vurur
Cevizdendir, inegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
Küçük bir askerdim ben de
Siyah önlüğümün içinde bembeyaz bir yürek
Dökülürdüm yollara hava soğuktu okulum uzak
Bir avucumda közde pişmiş sıcacık bir patates
Hem beslenmeliyim hem üşümesin diye elim
Değiştirirdim ara sıra çantamla patatesi
Dikkat ederek çantama
Cevizdendir, inegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
Babamın bilmediği bir şey vardı
Her sabah çantamın içine bir gün doğar
Ortasından ekvator geçer
ve masmavi gökyüzünde çantamın
Güneyden kuzeye göçmen kuşlar uçardı
Gülün bakalım bıyık altından şimdi siz
Söylesem inanmayacaksınız
Siz uyurken çantamın içinde Atatürk Samsun'a çıkardı
ve bilirdi yedi kere sekizin kırk iki olduğunu
Bilmeseydi eğer bandırma vapuru sinop burnu'na çarpardı
Ben bir türlü bilemedim aram hiç iyi olmadı hesap kitapla
Nohut ve fasulyeden bir abaküsüm vardı
Hesabını hâlâ verebilmiş değilim hayata
İyi şiir okurdum ama iyi resim yapardım
Eyvah dediler bu çocuk adam olmaz
Yazık oldu çantaya
Cevizdendi inegöl işiydi...
Ahmet ULUÇAY

Ümitsizlik

F.Nietzsche ve J.Breuer

Irwin Yalom'un Nietzsche Ağladığında adlı romanında ele aldığı ümitsizlik,varoluşcu olsun veya olmasın her insan evladının kıyısından köşesinden kapıldığı bir durum.Ümit etmenin mutlulukla bağlantılı olduğu diyarlarda,ümitsizliğin saplantılarla birlikte intihar eğilimine sürüklediği ise bir başka gerçek.Ümitsizlik insan beyninde işgale devam ettiği sürece kendi hakikatini bulma çabasında insanın intihar kıyılarında gezinmesi normalleşmeye başlar.Çünkü Nietzsche'nin ağzıyla konuşursak 'ölümün son iyiliğidir:bir daha ölmemek'.Nietzsce'nin ümitsizlikten beslenmesi bizimde onun sözlerinden,hayat görüşünden beslenmemize vesile oluyor ki insanı anlamaya en çok yaklaşan isimdir gözümde.Diyalogların kurgudan ibaret olmasına karşın bize sunulan tıbbi bir tedavisi olmayan ümitsizliği iyileştirme uğraşları,baca temizleme adını verdikleri bir nevi psikologla olan randevu seansları ve ümitsizliğe neden olan semptomları bulma çabaları romana hayran olmak için esas neden.

Romanda ümitsizliğe ait en önemli bölüm ise Yunan mitolojisinde Pandora'nın kutusu açıldığında kutudan çıkmayan kötülüğün adının umut olmasıdır.Lakin romanda da belirtlidiği gibi insanlar bunu hep yanlış yorumladı ve ümit etmenin esasında iyliğinden,yüceliğinden söz ettiler.İnsanın pollyannacılık oynamasına vesile olan 'ümit' Hacitokankoli'nin 'insanın acıdan haz duyması' üzerine yazmış olduğu yazıdan da yola çıkarak ümit etmenin insanın kendisini işkenceye teslim etmesine ve haliyle ümit etmeyi işkenceyi uzatmaya bağlayabiliriz.Çünkü biliriz ki sevgi umutlardan ibarettir,umutsa umutsuzluktan.


Ümitsliziğin kıyısında gezinirken umut etmekten bahsetmemek olmaz.Nasıl ki ümitsizlik intihara atılan ilk adım ise umut etmekte hayata bağlanmayı sağlayan halat gibidir.Umut kavramına dair en çok öğeyi bunu bas bas bağıran eserlerde değilde Eşkiya filminde Şener Şen'in oynadığı Baran karakterinde gördüm.Hapiste ölüme direnmesi,dostunun ihanetinden güç almasının tek nedeniydi Keje'yi bir kez daha görebilmek arzusu ve bu nedenle onu öldürmeyen onu güçlü kılmıştı.

-Adres nere?Keje diye biri adres İstanbul.

Repliğin içinde barındırdığı ümitsizliğe inat Baran'ın içinde yatan sevdiğine özlem onu bulmak adına tek ümidi olmuştu.Diğer taraftan Keje'nin ise tek ümidiydi yıldızların kaymaması.Baran ölüme giderken de kimseye boyun eğmeden,içi huzur dolu gidiyordu.Elbette gönül ister ki yıldızlar kaymasın gökyüzüne hep tebessümle bakalım ama en nihayetinde insanız biz acıdan zevk alırız gerektiğinde kendi işkencemizi de hazırlarız.Bu nedenle ümitsizliği yok sayamıyoruz ve nadiren ümide bel bağlıyoruz.

Son dönemde bende paranoyak beynime ümitsizliği armağan etmiş bulunuyorum.Nietzsche'den beslenmek en sakin anlarımı oluşturuyor ki hayatın kendisi acı verici ve maalesef pollyannacılık buralarda oynanan bir oyun değil.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Gezici Festival'in programı belli oldu!


Bu yıl 15.'si düzenlenen Gezici Festival 4-10 Aralık'ta Ankara'da, 11-17 Aralık'ta Artvin'de ve son olarak da 18-20 Aralık'ta Üsküp'te sinemaseverlerle buluşacak. Ankara'da, Kıskanmak, Bornova Bornova, Uzak İhtimal ve İki Dil Bir Bavul filmleri oyuncu ve yönetmen katılımlarıyla gösterilecek. Bu yıl ki teması “Karşı-LIK” olan Gezici Festival, film gösterimlerinden söyleşilere kadar “Kapitalizm”e, “Savaş”a, “Burjuvazi”ye, “Eğitim Sistemi”ne, “Milliyetçilik”e, “Militarizm”e, “İşkenceye”, “Cinsiyetçilik”e, “Sömürü”ye ve “Otorite”ye karşı duracak. 3 Aralık Perşembe akşamı saat 20:00’de Ankara’da Batı Sineması’nda yapılacak Açılış Töreni ile başlayacak festivalin bilet fiyatları tam-öğrenci ayırt etmeksizin Biletix ve Batı Sineması gişelerinden 6 TL'ye satışa sunulacak.


Dünyada birçok önemli festivalden ödüllerle dönmüş on filmin Türkiye galaları Artvin’de yapılacak. Artvin Valiliği’nin ve Artvin Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenecek olan Altın Boğa Uluslararası Film Yarışması’nda en iyi filme 10 bin Avro değerinde Altın Boğa Ödülü verilecek. 5 bin Avro değerindeki ikincilik ödülü ise Gümüş Boğa olacak. 16 Aralık akşamı Ahmet Hamdi Tanpınar Kültür Merkezi’nde yapılacak Ödül Töreni’nde ayrıca, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) jürisi de SİYAD Ödülü verecek.


Altın Boğa Uluslararası Film Yarışması'nda yarışacak filmler ise şöyle:

Elveda Gary Nassim Amaouche
Yepyeni Bir Hayat Ounie Lecomte
Bay Kim’in Avare Günleri Hae-jun Lee
Eamon Margaret Corkery
Bir Kız Fredrik Edfelt
Polis, (s.) Corneliu Porumboiu
Burada Tzu Nyen Ho
Huacho Alejandro Fernández Almendras
İki Dil Bir Bavul Orhan Eskiköy, Özgür Doğan
Bornova Bornova İnan Temelkuran


Ayrıca bu yıl, Gezici Festival’in her yıl sinemaseverlere hediye ettiği kitaplara Fırat Yücel’in editörlüğünde hazırlanan, Reha Erdem sinemasının tüm boyutlarıyla ele alınacağı “Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan” adlı kitap eklenecek. Kitap Çitlembik Yayınları işbirliğiyle yayımlanacak.


Bölümler hakkında detaylı bilgi edinmek için tıkla.
Ankara'da gösterilecek filmler hakkında daha fazla detay almak için tıkla.
Tanıtım filmini izlemek için tıkla.

27 Kasım 2009 Cuma

Zombieland


"Shaun of the Dead"ten sonra korku-komedi türündeki ilk zombi filmim oldu 'Zombieland' ve bu tarzdaki filmlerin bende bıraktığı etkiyi korumayı başardı. Yönetmen Ruben Fleischer'in ilk sinema filmi olmasına rağmen kısa bir süre önceye kadar IMDB Top 250 arasında yer alıyordu film ve hala 8.1 gibi yüksek bir puana sahip. Oyuncular arasında Jesse Eisenberg, Woody Harrelson, Emma Stone ve Abigail Breslin gibi isimler var.


Kural 1 : Kondisyon
Kural 2 : Çift Vuruş
Kural 3 : Tuvaletlere Dikkat!
Kural 4 : Emniyet Kemerini Bağla!

Bu 4 kuralın görsel olarak anlatıldığı sahneyle başlıyor film. Colombus'a göre bunlar, eskiden Amerika olan artık 'Zombieland' te hayatta kalmak için uygulamanız gereken en önemli 4 kural. Çünkü burdaki zombiler koşan cinsten ve giderek akıllanıyorlar, ayrıca çift vuruş hem emin olmak için lazım hem de gayet zevkli, emniyet kemeri ise bilindik nedenlerden ötürü. Colombus, oluşturduğu bu kurallar sayesinde zombiye dönüşmemiş birkaç kişiden biri olmayı başarmış ve ailesini bulmak için memleketi 'Colombus'a gidiyor. Yolda artık bir nevi zombi avcısı olmuş 'Tallahassee' ile karşılaşıyor ve beraber yolculuk etmeye başlıyorlar. Zombieland'te bir kişiye bağlanmamak kurallar arasında olduğundan, kahramanlarımızın isimleri doğdukları yerlerden geliyor veya kendileri isimler uyduruyor. Zombi öldürmek Tallahassee için çok kolay olsa da, onunda karşı koyamadığı birkaç şey var ve bunlardan en önemlisi 'Twinkie'. Gezegendeki bütün 'twinkie'lerin birkaç ay içinde bozulacağı gerçeği onu 'twinkie' bulmak konusunda daha da sabırsızlandırıyor. Yolculuk sırasında karşılaşılan bir markette bulunması muhtemel 'twinkie'ler için durulup, araştırmak için içeri giriliyor ama 'twinkie' yerine bir abla-kardeş ile karşılaşıyorlar (Wichita ve Little Rock). İlk olarak pek iyi anlaşamayan bu iki grup, zamanla birbirlerinden hoşlanmaya başlıyorlar ve doğudaki bir yerde zombisiz bir bölge olduğu dedikodusuna inanmak isteyip, yollara düşüyor.


Açılış sahnesi büyük umutlar veriyor izleyiciye ve film bu beklentiyi karşılıyor sonuna kadar. Bir yol filmi Zombieland ve arayışta olan 4 insanın ilişkilerini anlatan bir film. Uzun zamandır başka bir insanla iletişim kuramamış ve hala zombilerin olmadığı yere inanmıyor gibi görünüp ama inanan 4 kişinin filmi bu. Ufakta olsa korkmak amaçlı izlemeyi düşünenlar varsa bence vazgeçsin, çünkü birkaç görüntü dışında (ki bence yukardaki palyaço en korkunç olanı) korkmak çok zor bu filmde. Bilindik bir senaryoya sahip film ama karakterlerini güzel yazmış senaristler. Hepsinin zayıf yönlerini ve ne yapmak istediklerini gösteriyor bize ve bu, filmde yaptıkları bütün hareketlerin daha anlamlı olmasını sağlıyor. Bu karakterleri hayata geçiren oyuncular daha başarılı, o ayrı. Oyuncular arasında Tallahassee rolündeki Woody Harrelson başı çekiyor. Kovboy tarzının bu kadar yakıştığı çok fazla insan yoktur herhalde. Jesse Eisenberg, filmin 'Michael Cera'sı olmayı layığıyla başarıyor. Emma Stone da 'taş hatun' rolünde ne yapması gerekiyorsa yapıyor. Benim oyunculuk anlamında gördüğüm tek eksik Abigail Breslin. 'Little Miss Sunshine'da harikalar yaratırken izlediğimiz için mi bilmiyorum ama burda biraz donuk geldi bana. Birde küçük sürprizi var filmin. Bill Murray kendisi olarak karşımıza çıkıyor kısa bir süreliğine ve gerçekten renk katıyor filme. Bilindik karakterlerle, bilindik bir senaryoyla yola çıkılmasına rağmen güzel hatta çok güzel bir film çıkmış ortaya ama 'Shaun of the Death' olması için 30-35 fırın ekmek daha yemesi gerekecek, şimdilik çıtır çerez niyetine izlenebilir keyifle, o ayrı.

ve işte twinkie

25 Kasım 2009 Çarşamba

Lie To Me

Sıradan bir insan 10 dakikalık bir konuşmada en az 3 yalan söyler. Bu, birçoğumuzun bilmediği bir gerçek, Lie To Me dizisi ise bu gerçekler üzerine kurulu. Lost, Shark ve 24 dizilerinin yapımcılarından Davranış Bilimcisi Paul Ekman'ın hayatından esinlenerek yapılmış bir dizi aynı zamanda. İnsanların yüzlerinden, vücut duruşlarından, göz hareketlerinden, yutkunmalarından, konuşma şekillerinden ve ellerini koydukları yerlerden. Kısacası insana dair her hareketten söylediklerinin doğru mu yoksa 'yalan' mı olduklarını analiz eden bir dizi. Ve bu analizleri de FBI'ya, askeri birimlere, hukuk firmalarına ve özel şirketlere en zor vakaların çözülmesinde yardımcı oluyorlar.

Başrolde Dr. Cal Lightman'ı canlandıran Tim Roth var. O aslında bir Tarantino efsanesi olarak geçiyor literatürlerde. Reservoir Dogs, Pulp Fiction gibi Tarantino'nun en çok ses getiren filmlerinde önemli rollerde gördüğümüz Tim Roth, sinema kariyerine sevilen birçok filmi daha eklemiş zamanla. Tv Guide'nin açıklamasına göre, son yıllarda dizilerden en çok para kazanan on isimden beşincisi Tim Roth. Bölüm başına aldığı $250.000 ile Kiefer Sutherland (24) – $550,000, Hugh Laurie (House) – $400,000, Mark Harmon (NCIS) – $325,000 ve Pompeo (Grey’s Anatomy) – $275,000 'nın ardından 5. sırayı alıyor.

Dizide ikinci başrol The Practice dizisinden de tanıdığımız Kelli Williams'ın. Dr. Gillian Foster olarak yetenekli psikolog rolünde karşımıza çıkıyor. Dr. Ligthman ne kadar sinirli ve agresifse, o da bir o kadar sakin ve çözümcü. Lightman Group şirketindeki denge terazisi de denilebilir onun için. Dizinin ilk sezonunda eşi ve sorunları ile karşımıza çıksa da genel olarak günün kurtarılmasında büyük ölçüsü olan güzel ve zeki şirket ortağını izliyoruz.

İnsanlardaki yalan söyleme eğiliminden rahatsız olup her daim doğru söylemeye karar vermiş Eli LOKER şirketin baş araştırmacısı. Aklından geçeni değiştirmeden olduğu gibi söylüyor ve sonuçlarına da katlanıyor. Şirketin en son ve en yeni elemanı Ria TORRES. İşe girmesi için kendisinin de fark etmediği ilginç bir teste tabi tutulup başarıyla geçti. Bu yüzden bilim insanı olan Lightman tarafından hem özenilen, saygı duyulan hem de kıskanılan ve cezalandırılan bir karakter.

Dizinin esin kaynağı, gerçek hayatta insanların yüz ifadeleri, vücut dilleri ve konuşma biçimleriyle ilgili araştırmalarıyla tanınan davranış bilimci Dr. Paul Ekman, kendi sitesinde Lie to Me ile ilgili şahsi görüşlerine de yer veriyor ve her bölüm için yorumlar yapıyor. Aynı zamanda Foxlife'ın True Blood'dan sonra ikinci atağı olan dizimiz, ilk sezonuyla her pazar 22:00'da Fox Life'de yayınlanıyor. Diziyi izlerken günlük hayatta kullanabileceğiniz birçok ipucuna ve yararlı bilgiye de sahip oluyorsunuz. İnsanların duygularını ifade etme biçimlerinin evrensel olduğunu ve gerçeğin insanların yüzlerine kazındığını belirten, saniyenin beşte birinde beliren yüz hareketlerini anlayabilmek için 20 yıl boyunca çalışan Dr. Ligthman sadece insanların yalan söylediklerini bulmakla değil neden yalan söylediklerini anlamakla da ilgilenen bir bilim insanı. Dizinin belki de en etkileyici unsurlarından biriyse, yalan söyleyen insan fark edildiğinde onunla aynı mimikten kendini ele veren bir ünlünün fotoğrafını görüyor olmamız. Kimi zaman Hollywood ünlülerinin ama çoğu zaman da siyasilerin fotoğraflarını görürken, bu dizi için ne kadar çok uğraşıldığını da görüyoruz aynı zamanda. Kısacası eğer farklı bir yapım ve kurgu izlemek istiyorsanız, bilim kurguların çok dışında, bilimsellikle iç içe olup sıkmadan her bölüm farklı farklı olaylar izlemek istiyorsanız, bu diziyi izlenecekler listesine almanız iyi olur.

22 Kasım 2009 Pazar

Ağır Sanayi Hamlesi - Nostalji #2

Yaşlı bir amca, durum budur ya, normalde kahvehaneye gitmesi gerekirken kendini gençlerin takıldığı bir mekanda bulur. Eee bunlar da gençlik işte. Başlarlar gazi madalyalı amca ile taşşak geçmeye... Ancak durumdan rahatsızlığını gözleri ile açıkca belli eden kartal gözlü Cüneyt vardır mekanın köşe gönderinde.
Muhabbeti usulca dinler önce. Dinlemesini bilir yani. Taa kiii, amcanın gazi madalyasını alan gencin canlı halini görene kadar...(reklam etkisi)
Ve olaylar şu muhabbetle vuku bulur:

Olay Cüneyt Arkın'la 'Canına Susayan Yaş 35 Bıyıklı' arasında geçer;

-Kara günleri kahraman omuzlarında taşıyarak bu ak günlere erdiren bu kahram gaziye nasıl sataşırsınız. Bir istiklal madalyasının süslediği ihtiyar savaşçı ile nasıl alay edersiniz ulen!

-Sen hangi şarkıyı söylüyosun heaa!

-Çıkın gidin burdan. Döverim seni, hepinizi döverim ulen!

-Döversin demek. Biz çok dayak attık senin gibi 'vatan namus natali kambus' diyenlere.

Birisi gelir, diyaloğa giren 'taşşak geçici başı'nın kulağına Cüneyt'in nasıl yıkılmaz biri olduğundan bahseder.

-Burdan gidiyoruz arkadaşlar. Ama bir gün görüşücez.

-Tankla, topla falan beklerim... Uçakla, ağır sanayi hamlenizle falan...


Cüneyt Arkın Kariyeri: 267 filmde oyuncu, 26 filmde yönetmen, 17 filmde senarist, 5 filmde yapımcı. Sözün bittiği yerdeyiz.)

19 Kasım 2009 Perşembe

Lilja 4-ever


Gencecik, 40 yaşında İsveçli bir adam Lukas Moodysson. 40 yıla bir çok dönüm noktası sığdırmış bir adam. Daha genç yaşlarında şair olup şiir kitapları yayınladıktan sonra, film çekmeye başlamış. Bu dönüm noktasından sonra ise "Lilja 4-ever" ile bir dönüşüm daha yaşamış, yönetmenin bu üçüncü filmi ve ilk iki neşeli, umut dolu filminden sonra bu zalim, dürüst, çırılçıplak ve kanata kanata her şeyi apaçık sergileyen filmi çekmiş.

"Eski bir sovyet ülkesi"nde başlıyor hikaye, nerede olduğunu bilmiyoruz. Merak edip araştırırsak eğer, filmin Estonya'da çekildiğini öğreniyoruz. Yıkılmış, terkedilmiş, yaşlanmış, bir ayağı çukurda binaları ve yozlaşmış, çökmüş hayatları iç acıtıyor. Lilja 16 yaşında, genç, yüzündeki duruluktan tüm saflığını, temizliğini, masum çocukluğunu, aynı zamanda ise bu kahır dolu evinde yaşlılığını görmek mümkün. Hayalleri var Lilja'nın, annesinin erkek arkadaşı annesi gibi onu da götürecek Amerika'ya. Orada hayatı kurtulacak. Bu yapacak hiç bir şey olmayan, fakirlikten, sefaletten ağlayan şehirden kurtulacak.

Hayallerinin peşinden koşan insanları suçlamak ne kadar mübah? Sevgilisi ile kaçıp, "sadece sen ve ben" hayatı yaşamak isteyen, 16 yaşındaki kızını tüm bu çamurun içinde umarsızca tek başına terketmeyi göze alan anneyi suçlamak ne kadar mümkün? Hayalinin peşinden koşmak istiyor, bütün bu kiri arkasında bırakmak istiyor, hiç bir zaman istemediği kızını bile. Öyle mutlu olacağına inanıyor, suçlamalı mıyız? Küfürler edebilirsin, lanetler okuyabilirsin belki böyle bir anneye. Mevcut hayatını o mu seçti diye sorgulamadan. Mutlu olmak onun hakkı mı diye sorgulamadan. Sorgulamazsın çünkü o bir anne. Hiç bir anne yapmaz bunu dersin, her annenin sorumlulukları var dersin. O istedi mi acaba o sorumlulukları? Masum ama hiç istenmeyen kızı Lilja gibi belki de onun da umutları var. Son sarılışta hıçkırıklara boğuluşu belki bir nebze içini ferahlatır. Biraz vicdanı varmış aslında dersin. Yine de sana kalmış o anneyi istediğin gibi yargılamak.

Şehrin çamuru her zaman kirletir. Şehir neresi? Şehir hayatın. Yaşadığın yer, yaşadığın şehir senin hayatın. Bu yüzden taşınmıyor mu insanlar başka şehirlere? Lilja niye kaçmak istiyor bu şehirden, bu harabeden? Bulduğu her dala niye tutunuyor, herkese her şeye niye güveniyor? Her kişinin hayalleri ve o hayallerin peşinden gerekirse sürünmek ama gitmek her kişinin yaşam ümidi, başka hiç bir şey değil. Hayallerin peşinden gidilir. Her şeyi geride bırakmak pahasına. Mevcut sahip olduklarınla yetinmelisin derler, gitme, elindekileri de kaybedersin derler. Değmez, riske girmeye değmez derler. Değmez mi gerçekten? Belki değer, belki değmez. Ama hiç bir zaman yetmez. İnsan doyumsuzdur, ezelden beri öyledir ve ebediyete kadar da öyle kalacaktır. Her zaman hayalleri vardır. O hayallere sahip olursa da, başka hayaller edinir kendine. Her bir adımda bir önceki adımı geride bırakır, bıraktığı ayak izinde harcayıp geçtiği onlarca ruh can çekişirken. O ruhlar tükenmez, her zaman harcanacak, ve çok derinden ve gerilerden iniltileri duyulsa bile, ayakkabı izinin kıvrımlarında sıkışıp kalacaktır o ruhlar.



Natasha'nın hayatı özenilecek cinsten belki. Bazen öyle ya da bazen değil. Onun değer yargıları farklı. Eleştirsen de, kızsan, küfür de etsen satabilir o ruhunu kolaylıkla. Bir tuvaletin pis fayanslarına dayar ellerini gerekirse ve kazandığı o pis fayansta bıraktıklarını unutturur. Acıyarak bakarsın onun gözlerine. Onun geride bıraktığı bir el izidir buharda ama o istediği elbiseyi alır. Sevgilisi de vardır, özendiği şeyi giyebilecek ve alacak parası da. O bu harabe şehrin kaymaklı tarafında yaşayabilmeyi başarabilir bir şekilde. Ayakları hala o cıvık cıvık çamura basıyor olsa da. Sense hissedersin ki o çamur bataklıktır, seni nereye tutunsan da bitmez tükenmez kuvvetiyle boğarcasına kendine çeken. İsyan ettiğin kadar merak da edersin o tatlı kremayı. Nasıl diye sorarsın, nasıl orası, o kremaya kaşığını batırmak ve hatta açgözlülükle kaşıkta kalan tüm parçaları bile gözlerin kapalı doyumla yalamak, nasıl dersin.

Hayal edersin, merak ettiğin gibi. Merak hayali uyandırır, hayalin seni çeker tatlı uyku gibi. Rüyaya dalmak istersin, el yordamıyla sandalyeler kurduğun çocuk çadırının içinde. İçine girdiğinde, kendini tabutta hissettirip bir an korkutsa bile seni o senin çadırın, bir gün öyle derin bir arzuyla özlersin ki onu. Çıktığında üşüyeceğini, parmaklarından kanın çekileceğini, yalnızlığın ve ölümün tüylerini ürperteceğini bilirsin ve sığınırsın çocuk çadırına, tabut gibi olsa da. Ama artık bir gün dar gelir sana o tabut, makyajınla ve göbeğinin üstünde kavuşturulmuş ama ruhsuz yatan vücuduna bir yeter demek istersin. Kaldırırsın çadırının eteğini, ufukta kaybolan bir ova bekler seni. Pencereleri kırık olmayan binalarıyla, sokaklarında serseri yangınları olmayan ve küflenmemiş potalarında basketbol oynayan sokağın çocukları olan, sadece sokak çocukları olmayan.

Çadırından çıktığın gündür yaşama yeniden bel bağladığın. Çadırında neleri bıraktığını unutursun. Volodya kalır geride, ergenlik öncesi duru aşkıyla seni seven. İşte bu şehirdir senin hayatın olması gereken, bu şehri, bu ovayı seçersin kendine hayat diye. Çadırından olabildiğince uzağa koşmaya başlarsın. Volodya'nın basket topunun sesleri ulaşamaz sana artık. Tertemizdir hayatın, gökyüzün bulutsuz, mutfağın bulaşıksız, yastık kılıfın lekesiz, sözlerin tereddütsüz, insancıkların yargısız, bakışların cesur, dudakların tebessümlü, fayansların tertemiz, kariyerin yıldızlı, bahtın şanlı, adın namlı. Heyecanından durmak istemezsin, daha çok koşarsın, daha hızlı, bacakların yana yana, damarlarındaki kan derini kavura kavura, daha hızlı, en hızlı koşarsın. Kaçabildiğin kadar ve yeni şehrini yaratabildiğin kadar koşarsın. Açarsın ellerini iki yana ki vücudunun her yerine dokunsun bu rüzgar. Ayakkabıların parçalanana kadar koşarsın, kolaydır bu şehirde yenilerini almak, üstün başın yırtılsın, ucuzdur yenisini almak, daha güzellerini, daha parlaklarını almak mümkündür orda. Kolların iki yana açık koşarsın, başını arkaya atıp, gözlerini kapatıp, tebessümlerin en büyüğünü yüzüne iliştirip. Gözünü kapattığın anda, ayağın bir taşa takılır birden. Birden düşersin, Lilja'nın annesinin onu terkedip gittiği gün, arabanın peşinden koşarken düştüğü çamur birikintisidir o. Yüzü koyun kapaklanırsın oraya birden. Korkarsın belki, yenilerini alabilirim ama ya bu çamur lekesi çıkmazsa?


Sonra farkedersin ki, o şehrin muazzamlıklarının bir kısmını aslında sen yaratmışsın. Üzülür müsün? Hayır. Sahip olduğun ve hayatın olan şey, yaşadığın şehir olduğu kadar, o şehir de senin yarattığın şehirdir aynı zamanda. Sen ne yarattıysan onu yaşamışsındır ve gerçek olan odur. Ne yaratırsan onu yaşarsın, bununla mutlu olmak da bir erdemdir. Yaratabilmek ve o yaratabildiğini yaşamak en tatminkar erdemdir.

Hayır, bıraktıkların üzülmeye değmez. Ya çadırda kalsaydım desen de koştun ya o çukura kadar, o çukura kadar koşarken aldığın nefesi o tabutta alamazsın. Şimdi nasıl bir arzuyla yanarsın, çadırımda olsaydım ya şimdi ben diye, huzur içinde yatsaydım orda, içeri soğuk girmeden, dışarda ne var diye endişe etmeden, Volodya yanımda bana hayranlıkla bakarken. Ama dışına çıkmadan bilemezdin o çadırın içini, iyi ki çıktın. O çadırı da kurarsın yeniden, Volodya da bulur seni. Volodya'nın hayali gibi, içinde her şeyi yapabildiğiniz, belki bilgisayar oyunları oynayabileceğiniz, güleceğiniz, eğleneceğiniz, üşemeyeceğiniz, sizi mutlu eden her şeyi yapabileceğiniz, hatta isterseniz sabahtan akşama kadar basketbol oynayabileceğiniz bir yerde buluşursunuz tekrar. İyi ki koştun o çukura kadar, Lale Müldür'e selam olsun, "Masumiyet kaybedilen değil, kazanılan bir şeydir!" Volodya üzülmez artık, o da mutlu öyle koşabildiğin için. Çadırda ya da basket potasının orda bekler o seni.

Şefkati can suyu gibi vermek lazım her tohumun köküne Volodya gibi, yeniden doğuşunda aldığı her nefesi ciğerlerini yakana kadar derine çeksin diye.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Umuda Bel Bağlamak


Recep:Al.
Mehmet:Ne bu?
Recep:Treş parası
Mehmet:Almam valla hakettin oğlum anasini ağlattın saçların.Acemi nalbant gavur eşşeğinde öğrenirmiş.Sen de bizim kafada öğrendin valla.Ben nihal'in yüzüne bir tek daha ne zaman bakacam.Bu iş bitti sağdıç.
Recep:Sen de küçük kizi sev oğlum pittiyse nasilsa sana yanginmiş al şu paralarini
Mehmet:Almam hem ne biçim laf o büyük kız olmazsa küçük kız var mı bizim kitabımızda öyle. Ben nihalsiz yaşayamam arkideş.Bugun de ceviz verem dedim almadi.
Recep:Almaz oğlum o kizdan sana hayır gelmez.Al şu paralarını.
Mehmet:Hem nihalden neden hayır gelmezmiş bana.Hem de nasıl gelir.Yapamadik anasini sattiğimin sinemasını.Şimdi karpuzcu parçasıyız.Tabi gelmez.Ben bir recisör olen de o zaman gorsun o.
Recep:Recisor olsan ne olcek aslanim.O kızın gözü yükseklerde.
Mehmet:Ne yükseği kimmiş yüksek.Sinemacı olcez diyom.Ne zaman büyür bu saçlar sağdıç ?
Recep:İki aya kadar büyür herhalde.
Mehmet:İki ay mi?İki aya kadar karpuz mevsimi bitiyor bize de köyün yolu gözüküyor.Gabak mevsimi geldi gabak sayende.Olcekti bu kızın gönlü.Şimdi işin yoksa köyü bekle.
Recep:Olm sinemaya minemaya gitmek için gelmicez mi kasabaya?Aha u zaman görürsün işte.Al şu paralarını.
Mehmet:Valla mafettin sağdıç.Bugun yeni aynayla tarak aldiydim.Usta eski beyaz gömleklerinden birini verdiydi onu da giyecektim.Anası ne güzel saçların var diyodu.Verirdi bu kızı bana.Sen benim oğlum ol diyodu.Valla mafoludum sağdıç.
Recep:Yeter gali bea çocuklaştın iyice.Al şu paralarını.


Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak
filminin en güzel diyaloglarından.

16 Kasım 2009 Pazartesi

FilmEkimi '09 (2) - Humpday


FilmEkimi'nde en çok beklediğim filmdi 'Humpday'. Hiçbir sorun yaşamadan hem de ucuza izleyebilmem yerinde oldu gerçekten. Yönetmeni, senaristi hatta oyuncusu Lynn Shelton'ı tanımazdım ama tanımak için çok büyük bir neden verdi bana bu filmiyle. Önemli üç karakteri Mark Duplass, Joshua Leonard ve Alycia Delmore oluşturuyor. Film Sundance'te büyük ödül için yarışmış ve eve Jüri özel ödülüyle dönmüş. Buradan filmin tarzını çıkarmak zor olmasa gerek.


'Humpday' iki üniversite arkadaşının uzun yıllar sonra tekrar bir araya gelmesini anlatıyor basitçe. Bu arkadaşlardan Ben, evli, düzenli bir işe ve sıradan ama mutlu bir hayata sahiptir. Andrew ise Ben'in tam tersi biçimde, göçebe bir şekilde yaşamaktadır ve bir iş için geldiği Seattle'da gecenin ikisinde eski okul arkadaşı Ben'e uğrayıp, geceyi orda geçirmeye karar verir. Andrew'ın bulduğu Ben, aradığıyla pek örtüşmez, en azından o gece için. Bir sonraki gün Andrew yine kendini göstermiş ve çoktan bir kızla tanışıp, akşamı orda geçirmeye karar vermiştir. Andrew'ı alıp, evde Anna ile birlikte yemek için götürmeye gelen Ben, bir süre sonra ortama alışır ve Anna'yı unutup, akşamı orada Andrew ve yeni tanıştığı 'rahat' insanlarla geçirir. Laf bir şekilde yerel bir gazetenin düzenlediği 'Hump-fest', diğer bir deyişle sanatsal porno festivaline gelince, herkes neler yapıp katılacağını anlatır. Kafaları iyi olan Andrew ve Ben de yeni bir ortamda ezik kalmamak için beraber katılacaklarını söylerler. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapacaklardır. Bu film gayliğin ve pornonun ötesinde olacaktır, çünkü içinde iki arkadaş- heteroseksüel erkek olacaktır. Ben, bu düşüncelerle o akşam bir otel odası bile ayarlar. Ertesi sabah uyanınca ikiside bu işin pek iyi bir fikir olmadığını idrak eder ama hiçbiri çekilmeyi erkekliğine yediremez ve diğerinin çekilmesini bekler. Neden bunu yapamayacaklarına dair nedenler bulurlar karşılıklı olarak ve doğrudur bu nedenler. Özellikle Ben'in eşine bu olayı nasıl anlatacağı büyük bir sorundur. İşte bu noktadan sonra "yapacaklar mı acaba?" sorusunun cevabı üzerine eğiliyor film.


'Mumblecore' denen bir türün çok başarılı bir örneği 'Humpday'. Mumblecore ise çok düşük bütçeyle, doğaçlama senaryolarla, insan ilişkilerini konu alan filmlere verilen ad oluyor. Türünün bütün özelliklerini gösteriyor film. Çekimlerde 2 adet dijital kamera kullanılmış, ki bu size beraber oturup, konuşuyormuşsunuz hissi veriyor. Bu histe sadece kameraların katkısı yok tabi ki. Oyuncuların inanılmaz doğal performanslarının bunda payı olmadığını söylemek haksızlık olur. Senaryonun kısmen oyunculara bırakılmasının meyvelerini çok iyi almış yönetmen. Ortaya harika diyaloglar içeren sahneler çıkmış. Bunca güzel özelliklerine rağmen, eğlenceyi son 25-30 dakikasına taşıyamamış malesef film. İki arkadaş otel odasına girdikleri anda bir duraksama oluyor. Fiziksel komediyi kaldıramıyor sanki film ve sahneler gereksizce uzamaya başlıyor. O garipliği ve rahatsızlığı vermeyi denemiş yönetmen ama bunda pek başarılı olamamış. Daha önce Baghead'in yönetmen koltuğunda gördüğümüz Mark Duplass burada oyuncu olarak çıkıyor karşımıza ve tüm filmi sırtlıyor neredeyse. Diğer başrollerde çok iyi oynuyor belki ama Mark Duplass'ın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyorlar bence. Son yarım saatine rağmen, iyi bir film çıkmış orataya. Yönetmeni Lynn Shelton'u ve başrolü Mark Duplass'ı takip edilecekler listemize eklemeye yetiyor en azından.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Tarkovsky'e Gönderme Yapmak



Nuri Bilge Ceylan'ın fotoğrafçılığı ve bunu sinematografik öğelerde kullanma becerisi,anlattığı hikayelerin durağanlığı ve özellikle Uzak filminde birkaç ayrı sahnede görülebilicek olan Tarkovsky'e saygı duruşu mahiyetinde yapılan göndermeler.Andrei Tarkovsky'nin etkisinde kalmış olduğuna hiç şüphe yok.Severiz ikisinide.

13 Kasım 2009 Cuma

Uzak


Biraz eskilerde kaldı ama Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filmi, belki de insanın her yaşında, her döneminde tekrar izlemesi, dönüp dönüp tekrar bakması gereken bir film. Bir kez izlendiğinde bunalım filmi olduğunu düşündüren belki, ama sonra izlendiğinde insana umutlar verebilen, hangi yaş, hangi dönem, hangi mevsim, haftanın hangi günü izlendiği önemli bir etken olan bir film.

Yusuf rolünde, Nuri Bilge Ceylan'ın kuzeni Emin Toprak, 2003 Cannes Film Festivali'nde törenden sadece birkaç ay önce bir trafik kazasında hayatını kaybettiği için göremedi en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldüğünü. Yusuf'un trajedisi bir anlamda Emin Toprak'ın hayatına da mı yansıdı bilinmez. Nuri Bilge Ceylan ise Cannes Juri Büyük Ödülü'nü kendi elleriyle aldı Uzak ile ve daha bir çok ödül layık görüldü bu filme. Ödüller mi kriterdir bir filme tartışılır. Bir filmin ödülü, herkes için ona ne layık görüyorsa odur aslında ve az önce söylediğim gibi günün her saatinde bile bambaşka ödüller verebilir bir kişi bu filme. Daha birkaç hafta önce Nuri Bilge Ceylan, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü. Yine dediğim gibi, ödüller sizin için ne kadar önemlidir bilmem ama Nuri Bilge Ceylan twitter sayfasında "Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülümutluluğu" dediğine göre buna sevinmiş olmalı.

Mahmut ve Yusuf. Kendi dünyalarını başkalarınınkine açmaya ya da bazen kapamaya çalışan, bazen uzak duran, bazen de yakın durmayı beceremeyen iki kişi. İzlediğimiz iki dünya, iç içe geçen ama bir türlü birbirine uymayan, ama aslında zaten başka hiç bir dünyaya uyamayan iki dünya. Başkalarına karışmak istemediklerinde ister istemez birileriyle karşılaşan ve çatışan, karışmak istediklerinde bir türlü ne kendilerini ne başkalarını kendilerine uyduramayan, savaşan, uğraşan, ya da kaçan, saklanan, gizlenen insanlar.

İstanbul, Cihangir, Kazancı, Fındıklı, İstiklal. Cihangir'in kalabalık, içe içe girip birbirinden gizlenen ama kaçamak bakışlarla denizi gözleyen evleri bu film için seçilmiş kusursuz ortamı oluşturuyorlar. Bunu en iyi Nuri Bilge Ceylan hissetmiş ve bilmiş olsa gerek, ne de olsa filmin çekildiği Mahmut'un mahremi rolüne bürünen ev Nuri Bilge Ceylan Cihangir'deki kendi evi.
Figüran hissi veren diğer karakterler. Kısacık sahnelerinde dünyalarını neredeyse tümüyle görebilmemiz mümkün aslında. Hepsinin sınırları arkasında gizlenişlerini, hepsinin apayrı bir dünya oluşunu ve diğer dünyalara korkarak girip sonra hemen ortadan kayboluşlarını Ceylan'ın ustalığına vermek lazım. Bu karakterlere figüran demek oldukça güç.
Yusuf'un Mahmut'un evine misafir olarak girişi, Mahmut'un mahremiyetine adım atışı çatışmaları başlatan nokta oluyor. Ama ikisi için de bu çatışma hayatlarının ilk ve yegane çatışmaları değil. Halihazırda mevcut çatışmalarına birtanesi daha ekleniyor sadece ve biz buradan itibaren konuk oluyoruz. Mevcut çatışmalarını hissetmemek de mümkün değil, onları da öğreniyoruz zamanla.


Belki birisi mahremiyetini umursamıyor ve herkesi almak istiyor dünyasına ve diğeri tüm kapılarını kapatıyor, saklanıyor, çöküyor karanlık bir köşesine evinin ki pencerelerinden kimse görmesin onun orada olduğunu. Her zaman saklanıyoruz. Dost canlısı ve herkesle iyi anlaşıyor gibi görünmeye çalışsak da saklanıyoruz. Her zaman da başkalarını istiyoruz. Ne kadar gizlensek ve çitler çeksek de mahremiyetimizin etrafına, çok istiyoruz aslında birileri gelip atlasın o çitlerin üstünden diye. Dikenli teller çekiyoruz belki ama bir yerlerinde bir kusur, bir boşluk bırakıyoruz ve sonra bekliyoruz, birisi gelsin oradan girsin diye. Belki de bilerek yapıyoruz bunu. Çitler gizlesin ki, o buldukları boşluktan görebildikleri daha fazla merak uyandırsın istiyoruz.

Yusuf oluyoruz bazen. İstiyoruz ki, birbirine karışsın dünyalarımız başkalarınınkiyle. Peşinden koşuyoruz sokakta gördüğümüz her insanın. Her bir bakıştan, her bir tebessümden medet umuyoruz, alevleniyor içimizde o köprü aşkı. Göz göze aşklar yaşıyoruz. Biz yaşıyoruz, başkaları yaşamasa da o bakışlardaki aşkı, biz yaşıyoruz. Hor görülüyoruz. Başkaları görmese de içimizdeki bembeyaz bulutları, görüyorlar sanıyoruz. Dışardan nasıl göründüğümüzü bilmiyoruz, olduğumuz gibi sanıyoruz. Görebiliyorlarsa niye gelmiyorlar diye ağlıyoruz. Kendimizi uyduramıyoruz kimse'ye, kimse ise bizi bir türlü sevmiyor, kimse kendi dünyasında kalıyor hep, bizim dünyamıza ya hiç gelmiyor ya gelmekten korkuyor ya da çoktan başkasının dünyasına karıştırmış oluyor dünyasını. O kimse'den kaçmak istiyoruz sonra. Ufukta arıyoruz ümidimizi, kaçıp gitmek istiyoruz. Hayallerimize sığınıyoruz, ufak ya da büyük. Gidildiğinde dönülmeyecek yerler istiyoruz ya da döndüğümüzde her şeyi değiştirecek yerlere gitmek istiyoruz. Korkuyoruz, çünkü biliyoruz aslında ne gitmek, ne döndüğünde bulacağımız dünya yine de bizi hiç kimseye karıştıramayacak. Apaçık durduğumuz zamanlara üzülüyoruz çünkü ne zaman Mahmut'a ya da sokakta gördüğümüz birisine sarılmak istesek, kucaklamaya çalışsak, onlardan tokat yiyoruz. Kollarımız açık kalıveriyoruz sonra, yine kendi dünyamızda yalnız. Böyle böyle yaralar artıyor içimizde, gözlerimiz buğulanıyor. Uymaya çalışıyoruz sonra, kendimizi değiştirmeye çalışıyoruz, onlar olmaya çalışıyoruz ki belki o zaman bizi alırlar dünyalarına. Ancak bu da mümkün olmuyor,
kendimizden kaçamıyoruz.


Mahmut oluyoruz sonra. Pes ediyoruz. Kendimize bir dünya kuruyoruz. Ne şevkleri şevk olarak kalmış, ne aşkları aşk, ne üzüntüleri üzüntü. Her şeyden kaçıyoruz. Mahremiyet diyoruz, budur mühim olan. Kendi mahremiyetimizde kurduğumuz dünya bizim için hayattaki tek kıymetli varlıktır ve oraya kimse girmemelidir. Sinirleniyoruz birisi oraya adım atmaya çalıştığında. Öfkeleniyoruz, kuduruyoruz, kıskanıyoruz. Ama bir şeyler kavruluyor sanki içimizde, onu çözemiyoruz bir türlü, nedir eksik bu mahremiyette. Bu benimse, benimle tam değil mi zaten, niye eksik sanki bir şeyler, bilmiyoruz. Geride bırakıveriyoruz her şeyi kolayca. Eşi, sevgiliyi, arkadaşları, hayalleri, düşleri, hedefleri, hepsi birer "ruh konuşması" olarak kalıyor geride. Sanıyoruz ki artık hayat budur. Bu bulduklarımız, aslında bunlardı istediklerimiz eskiden beri. Bunların hayalini kurardık, yorulmuştuk ya hani o bütün kalabalıktan. Yıllar süren işkenceden yorulmuştuk, şimdi asıl istediğimiz hayalimize dönüyoruz. Sahte aşklar yaşıyoruz, kupkuru tatsız sevişmeler. Hayalimizde yaşadığımızı sanıyoruz. Hayallerimizin peşinden koştuğumuzu sanıyoruz, ta ki asıl gerçek hayallerimizi terkettiğimizi, hayal sandıklarımızın safsatadan ibaret olduklarını farkedene kadar, olmak istediğimiz kişiden bizi çok uzaklaştırdığını farkedene kadar. Farkettiğimiz, bırakılan eşin başkasıyla mutluluğu, arkadaşların bambaşka dünyaları ve devam eden aşkları, hedeflerimizden sapıp küfrettiğimiz maddelerin müptelası oluşumuz, eskiden kime hakaret ettiysek şimdi onlara dönüşmüşlüğümüz, yorulmuşluk, yavanlık, kupkuru, soğuk, damakta sevimsiz bir tad hepsi elde ettiklerimizin. Pişman oluyoruz belki, içimiz burkuluyor. Koşmak istiyoruz geri gitmek istiyoruz onca yolu. Yusuf'a sarılmak istiyoruz, hor görüşümüzden pişman oluyoruz ama bakıyoruz ki Yusuf gitmiş. Aşkı yaşadığımız eşe dönmek istiyoruz ki, o eş hiç dönmeyecek şekilde kaybolup gitmiş. Hatta sonra kuru tatsız sevişmeleri bile paylaştıklarımızın başka hayatlara kaçtığını öğreniyoruz. Elimizde yine sadece mahremiyetimiz, bir de Yusuf'un unuttuğu, önce hor gördüğümüz, şimdi ise şevkle içeceğimiz bir sigara kalmış.

Bakıyor kalıyoruz sonra kendimiz sandığımız şehrimize. Ordan bir ümit, bir vapur düdüğü, bir martı, yüzümüzü acıtarak ama şefkatle yalayacak bir rüzgar bekliyoruz. Bekliyoruz ki gelsin ve bize desin; tamam sen busun, bu senin dünyan ve sen böyle olmaya mahkumsun. Mahkumiyetten öte, sen aslında böyle mutlusun. Böyle olmalısın, pişman da olsan, böyle kalmalısın. Bazen biraz içimiz sızlıyor belki ince ince, yavaştan kırmızalaşan taze yara gibi. Ama ne olursa olsun, uzak duruyoruz. Herkese her şeye, gelmek isteyenlere ve gidenlere, ve gitmek istediklerimize bile uzak duruyoruz. Kendimizi böyle koruyoruz. Mahremiyet namusumuz, yalnızlıksa kederimiz. Pişmanlık mı, gelir geçer onlar yakarsın bir sigarayla küllenir gider.

Böyle dedi Ceylan, en azından bana böyle dedi. Hissettim ki bugün çok Mahmut'um ya da çok Yusuf, bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardır ki, uzak her yer bana.

KONUK YAZAR: Alper Kemal Koç

12 Kasım 2009 Perşembe

Before The Rain;Words,Faces,Pictures

"Kuşlar çığlık atarak kara gökyüzünde uçuşuyor. İnsanlar sessiz, beklemek kanıma acı veriyor." Mesa Selimovic

Romalı şair Horatius'un çarpıcı bir sözü var.“Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur”(Ne gülüyorsun? Değişik isimlerle anlatılan, senin hikayendir).Birlikte yaşayan iki milleti ayıran Berlin Duvarı da,Batı Şeria ile Doğu Kudüs'ü ayıran duvarda aynı sebeptendir.Halkını yüzyıllarca birlikte yaşadığı diğer halktan ayırmak.Benzer örneklerde iç savaşları Balkanlardan Afrika'ya çokca duyduk,izledik. Ve her iç savaşın ardından unutuyoruz.Yeniden barış dolu bir dünya inşa ediyoruz hayallerimizde,silahlar olmasın diyoruz,ütopyalarımızı gerçek varsayıyoruz ta ki yeni bir iç savaşı duyana kadar.Oysa ki barışın istisna olduğunu artık anlamış olmamız gerekiyor.

Before The Rain özünde 3 bölüme ayrılan bir film.Kelimeler,yüzler ve resimler.Birbirine bağımlı 3 bölüm ve her bölümde olan savaş ile ölüm.Bu döngüde anlatmaya çalıştığı ise çemberin yuvarlak olmadığı.
"Zaman ölmez.Çember yuvarlak değildir"

Kelimeler
Açılış sekansında yağmurdan hemen önce rahip Marko'nun sarfettiği "Zaman ölmez.Çember asla yuvarlak değildir"sözü filmin tamamına etki yapıyor.Savaşın,iki etnik kökenin arasında kalmış olan müslüman kızı Zamira'nın kiliseye sığınması ve onu koruyan rahip Kiril'in dilini bile bilmeden onunla kaderini bir tutma eylemi savaşın olduğu topraklarda aşk kelimesini hatırlatıyor bizlere ama unutmamız gereken iç savaşta aşkın önemi yoktur.

"Ölümün gölgeli vadisinde yürümeme rağmen,hiçbir şeytandan korkmuyorum.Çünkü sen benimlesin."

Yüzler
Filmin spot cümlesi "yüzleri tanıdığınızda hikayeyi de anlamaya başlayacaksınız" idi.Kocası ile başka bir adam arasında kalmış Anna üzerine yoğunlaşıyor herşey.Arka planda savaşa ait fotoğraflar,Londra'da duvarda yazan "Zaman ölmez.Çember yuvarlak değildir" sözü.Ülkesine dönmeye hazırlanan Alex Anna'yı arkasında bırakıp kendini ait hissettiği yerlere dönme kararını veriyor.

Resimler
Resimin bütünleyici parçasına geri dönüş.Emperyalist güçlerin körüklediği savaşa Uluslararası teşkilatların müdahale etmemesi de bir o kadar acı verici.

-Birleşmiş Milletler nerede?
-Haftaya cesetleri toplamaya gelirler.

Bu replik özünde barışı korumayı ilke edinmiş Uluslararası teşkilatların bu savaşa nasıl baktıklarına dair yerinde bir eleştiri.Alex'in Annayı geride bırakmasının esas nedenlerini anlamaya başlıyoruz.Balkanlarda hiçbirşeyin eskisi gibi olmadığını anlaması,eline silah geçenin milletinden olmayanı bir hiç uğruna öldürebiliceğini farketmesi ve sevdiği kadının kızını korumaya çalışması ile 'yağmurdan önce'ye kadar yaşananlara dönüyor ama dedik ya iç savaşta aşkın değil sadece akıcak olan kanın önemi vardır.

"Barış istisnadır.Kural değildir."

Yağan yağmurun intikam duygusunu,akan kanları temizlemediğini ve çemberin gerçekten yuvarlak olmadığını,yaşananların hepimizin kıyısından köşesinden dahil olduğumuz insanlık dramının sadece kompozisyon haline getirilmiş bir örneği olduğunu farkediyoruz.Sorunun sadece halklar arası savaş olmadığını,ihtiraslar sonucunda insan olmanın suçu getirdiğine tanıklık ediyoruz.Kan bağı veya farklı bir milletten olmak önemli mi?Önemsiz olduğunu ölümlerden görüyoruz.Örnek mi? Zamira ile Alex'in ölümleri yeterlidir sanırım.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Yaşar Usta - Nostalji #1


'Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, herşeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak. ama nasıl yakışmaz... Ben boşuna konu$uyorum. sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.

hıh... Sen... Büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi... Sen mi büyüksün? Hayır biz büyüğüz, biz. Sen bizim yanımızda bir hiçsin, anlıyor musun, Bir hiç. gözümüzde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma, ne de gelinime hiç bir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizleri. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?!

Dokunma artık aileme. Dokunma bizlere. Dokunma oğluma, gelinime... Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemi$ olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni...

Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile..'

Munir Özkul - Bizim Aile(1975)

10 Kasım 2009 Salı

Ben X

"Her şey cesarettir. Yapamadığını, yine de yapmak. Kokusu bile yeterdi. Keşfedilmeyi bekleyen bir kıtada henüz keşfedilmemiş bir mevsimin kokusu. Ama kilometrelerce uzaktan alabildiğim bir koku. O, muhteşem boynunu bana doğru çevirip, manzarayı izliyordu. Ve ben dudaklarımı özgürlüğümün bir nişanesi olarak oraya bir bayrak gibi nasıl dikeceğimi hayal ediyordum. Bu şekilde yanında oturup, bedeninin sıcaklığını hissederken, aniden, ansızın, mükemmel bir biçimde... Bir şey yapma zamanıydı. Bir şey söylemeliydim. Ama benim tek söylediğim hiçbir şey zaten. Sadece gidebilirim. Ve gittim..."

Archlord isimli internet üzerinden oynanan rol yapma oyununda, yarattığı karizmatik ve güçlü karakterinin aksine Ben, gerçek hayatta okulda sürekli itilip kakılan, dışlanan bir çocuktur. Hayatında aynı oyundaki gibi saygı duyulan bir karaktere sahip olma hayaliyle yaşayan Ben, oyunda tanıştığı Scarlite ismindeki kızla tanışınca işler Ben için farklı bir hâl alacaktır.


Ben'in karakteri olan Ben X, okunuş itibariyle Hollandaca "(ik) ben niks." cümlesiyle aynıdır. Yani, "Ben bir hiçim." Ben X başlangıç olarak otistik bir çocuğun 'normal' insanlar içindeki yalnızlığıyla başlasa da, filmin devamında aslında durumun otizmle çok alakalı olmadığını görüyoruz. Hayatını Archlord adlı internet oyununa ve orada yarattığı karaktere adayan Ben, 'normal' hayatta, 'normal' insanlarla nasıl başa çıkacağını bir türlü bilemeyen bir çocuktur. Sabahları yüzünü yıkamak için ayna karşısına geçtiğinde önce yarattığı Ben X'i görür ve 'dünyanın efendisiymiş' gibi hisseder. Sonra aynaya dikkatlice bakar ve otistik Ben olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Odasından çıkıp her sabah istisnasız ona söylenen "Günaydın." kelmesine bir türlü anlam veremez. "Sabah güzel olsa da olmasa da insanlar hep bunu der: Günaydın. Asla günün kara demezler mesela." Yani hiçbirimizin önemsemediği ve ritüel haline gelmiş şeylerdeki detaylara takılan bir çocuktur o. Bu yüzden de okulundaki diğer çocuklar gibi ağaca baktığı zaman sadece ağacı görmez. Dallara takılır ve ağacı unutur.


"İntihar etmenin bir avantajı var. Kurbanı çok uzakta aramak gerekmiyor."

Bugüne kadar intihar ve hayattan vazgeçme üzerine çok fazla film çekildi. Birçoğu yapım aşamasında harcadığı parayla kalırken, birçoğu da seyircisi üzerinde derin izler bıraktı. Buna verilebilecek en yakın ve en güzel örnek kuşkusuz Wristcutters: A Love Story. Ama Ben X de ana teması ile başlı başına bir vazgeçiş ve intihar örgüsü. Ve Ben'in de aklında olan bir çok intihar sahnesi var. Filmi izleyenler çok iyi anlayacaklardır ki, bu filmdeki intihar, en güzel intiharlardan biri. Filmi izlemeyenler ise şunu bilsinler ki, hiç görmedikleri ve akla gelemeyecek kadar etkili ve sürprizli bir intihar sahnesi var filmde.


"Yine hikâyemi tekrarlamalıyım. Benim hikâyem nedir? Normal değildim, özeldim. Herkes böyle derdi. Kendini serbest bırak diyorlardı. Ama asıl beni onlar serbest bırakmıyordu. Sonra aniden bir teşhis koyabildiler. Hatalı bir beynim varmış: Otizm. Bende otizm var. Ya da otizmde ben varım. On iki yıl okumuş bir adam. Ama burnuyla oynamaması gerektiğini öğrenememiş." Diğerleri gibi gülüp eğlenebilen, hiçbir şey yokmuş, olmuyormuş gibi davranabilen biri olmadığı için, sürekli arkadaşlarının da eziyetine maruz kalan biri Ben. Yönetmen Nic Balthazar'ın gerçek bir hikayeden yola çıkarak önce kitabını yazdığı, sonra da senaryolaştırıp yönettiği film Ben X, gerçek hayatla, hayal edilen ve kurgulanan hayat arasında kalan insanların öyküsünü anlatıyor aslında. "Oyunlarda istediğiniz kişi olabiliyorsunuz. Ama burada sadece bir kişi olabiliyorsun. Şu aynada gördüğünüz herif. Ona her şeyi öğretmeliyim. Mesela gülmeyi öğretmek gibi." Tek bir hikayeden yola çıkarak günümüzdeki internet çılgınlığını, insanların internet dünyasında nasıl kendilerine 'her zaman istedikleri' karakterleri yarattıklarını ve 'gerçek hayatta' bunu yapamadıkları zaman yaşadıkları pişmanlık ve hayal kırıklıklarını anlatıyor film. Ben X'i canlandıran Greg Timmermans'ın üstün performansı ile yönetmen ve hikayenin de sahibi Nic Balthazar'ın etkileyici yönetmenliği birleşince, 'mesaj kaygısı' taşıdığını inkar etmeyen; ama sıkmadan mesajı içinizi işleyip aynı zamanda da Ben'in çaresizliğine kalkıp yardım etmenizi sağlayacak kadar başarıyla kotarılmış bir film izliyorsunuz. Eğer hayatın içinde bilmediğiniz ve belki de hiçbir zaman fark edemeyeceğiniz 'gerçek dramlardan' haberdar olmak istiyor ve sizin de tıpkı 'diğerleri' gibi yaşadığınız internet çılgınlığınıza uzaktan bakan objektif bir bakış açısı görmek istiyorsanız, Ben X mutlaka izlemeniz gereken bir film.

"İyi hissetmek istiyorsan, hissetmesini öğrenmelisin."

9 Kasım 2009 Pazartesi

Vinnie Jones


Futbolculuk kariyeri sırasında yaptığı sert faullerle ne fena bir kişilik olduğunu belli etmişti Vinnie Jones abimiz.Guy Ritchie'nin aksiyon-komedi tarzında İngiliz filmleri olan 'Lock Stock and Two Smoking Barrels' ve 'Snatch' yapımlarında sergilediği iş bitirici karakterler kişiliğine uygunluğundan gönlümüzde yer etmişti.Sonrasında rol aldığı bir dolu film.Yardımcı rollerle değil Mean Machine'de olduğu gibi başrolde olmayı daha çok hakediyor.Hitman filminde onun oynamasını isterdim mesela.Ve gönül isterki Guy Ritchie toplasın ekibi aynı kalitede filmler çeksin.Big Chris'in en güzel cümlesiyle son vermeli.

Big Chris:İt's been emotional.

8 Kasım 2009 Pazar

FilmEkimi(1) - Ne te retourne pas a.k.a. Don't Look Back


Bu sene FilmEkimi maceram pek az filmle ve kötü bitmek zorunda kaldı. Bilet aldığım bütün filmlere gidemeyip, gittiklerimden de istediğimi alamadım malesef. FilmEkimi'nde zaten film seçme gibi bir lüksümüz olmadığı için ve bir filmde Monica Bellucci oynuyorsa o filmi izlemek farz olduğundan, gittik izledik bizde. Yönetmenin bundan bir önceki ve aynı zamanda ilk filminin üzerinden 7 yıl geçmiş. Bu zaman diliminde çok fazla şey izlemiş, çok fazla etkilenmiş, kafasında çok şey biriktirmiş olmalı herhalde, ki bu filminin tarzının ne olacağına bir türlü karar verememiş. Marina de Van'ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde, Monica Bellucci'ye Sophie Marceau eşlik etmiş.


Jeanne (Sophie Marceau) başarılı bir biyografi yazarıdır. 8 yaşından öncesini hatırlayamaması, onu bu unuttuğu zaman dilimi konusunda çok meraklandırır ve annesinin ona anlattıklarından yola çıkıp çocukluluğunun romanını yazarak bu boşluğu doldurmak ister fakat yayımcısı onu reddedince çözemediği şeyler olmaya başlar. Öncelikle kocasının kamerayla çektiği ev görüntüleri ve kendi gördükleri uyuşmamaya başlar ve çok geçmeden kocası ve çocukları da başka insanlara dönüşmeye başlar. Kocasıyla beraber ona ne olduğunu çözmeye çalışırken, kendisinin de başka birine dönüşmesiyle iyice çileden çıkar, Jeanne(artık Monica Bellucci). Tanımadığı bir şehirde, tanımadığı bir evde, tanımadığı insanlarla yaşamak zorunda kalan Jeanne, bütün bunların cevabını hala başkasına dönüşmemiş annesinde aramaya çalışır. Annesinin evinde şans eseri bulduğu bir resimden yola çıkarak bütün bunların çocukluğunun hatırlayamadığı kısmıyla ilgili olduğunu düşünmeye başlar ve bunu araştırmak için yollara düşer.


Film güzel bir psikolojik gerilim olarak başlıyor aslında ama daha sonra bunu devam ettirmeyip, olayları karmaşıklaştırmayı ve hafif bir kabus havası katmayı deniyor ve böylelikle filmin bütün büyüsünü bozuyor. Bizde bu kadar güzel bir konun bile olsa, yapmak istediğin şeyi bilmediğin zaman ortaya nasıl bir film çıkacağına şahit oluyoruz. Filmdeki birkaç güzel şeyden biri efekt kullanımıydı. Karakterlerin yarı yüzlerinin başka birine dönüştüğü sahnelerde harikalar yaratmışlar. Oyunculara gelirsek, her ne kadar Monica Bellucci'yi çok sevsem de bu rolde Sophie Marceau daha başarılı olmuş sanki. Filmin son yarım saatinde çok fazla aşırı tepkiler veriyor Monica Bellucci, ona kıyasla Sophie Marceau daha tutarlı bir oyunculuk sergiliyor ve bence daha iyi Jeanne oluyor. Son bölümlerde Lynch tarzı şeyler denemeye kalkışıyor yönetmen ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zaten çok geçmeden olayları çözmeye başlıyorsunuz yavaş yavaş ve bütün şeyler gereksiz gözüküyor. Belki çok fazla eksiği var benim gözümde ama seyirciyi geren bir hava oluşturmayı çok iyi becermiş, o konuda hakkını yememek lazım. Filmin bütününde bu kadar farklı olmayı denemişken, son sahnede klişelere başvurması olmasa ortalama bir film olabilirdi benim için ama malesef kötü.

Ayrıca hangi kadın Monica Bellucci'ye dönüşmeyi istemez, onu hala anlamadım. Sophie Marceau da kendi halinde güzel belki ama diğer tarafta Monica var.

6 Kasım 2009 Cuma

15. GEZİCİ FESTİVAL BAŞLIYOR!

Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival 15. kez filmlerini yüklenip yollara düşecek.

Gezici Festival bu yılki yolculuğuna kendi evinde, Ankara’da, başlayacak. 4-10 Aralık tarihleri arasında Ankaralı sinemaseverlerle Batı Sineması’nda buluştuktan sonra 11 Aralık’ta Artvin’e doğru yola çıkacak. Son üç yıldır Kars’ta gerçekleştirilen Festival’in uluslararası yarışması bu yıldan itibaren Artvin Belediyesi’nin katkılarıyla Artvin’de düzenlenecek Altın, Gümüş ve Bronz Boğa Ödülleri’nin verileceği Uluslararası Film Yarışması 16 Aralık’ta sona erecek. Festivalin yerli ve yabancı konukları da bu yıldan itibaren Artvin Belediyesi’nin ev sahipliğinde Artvin’de ağırlanacak. Festival, Artvin’in ardından sınırları aşıp Makedonya’nın Üsküp kentine Türk filmleri ağırlıklı bir program götürecek. 18-20 Aralık tarihleri arasında, Üsküp Büyükelçiliği Tanıtma Müşavirliği’nin katkılarıyla gerçekleşecek yolculuğa, filmlerin yönetmen ve oyuncuları da eşlik edecek.

Yılın En İyi Filmleri Gezici Festival’de Yarışıyor!

Festivalin programı bu yıl yine sinemaseverleri heyecanlandıracak. Dünyada birçok önemli festivalden ödüllerle dönmüş on filmin Türkiye galaları Artvin’de yapılacak. Artvin Belediyesi yarışmadaki en iyi filme 10 000 Euro değerindeki Altın Boğa Ödülü’nü, ikinci filme 5000 Euro değerindeki Gümüş Boğa Ödülü’nü verecek. SİYAD Jürisi de her yıl olduğu gibi bir ödül verecek.

Türkiye Sineması 2009

Festivalde Uluslararası Yarışma’nın yanı sıra Türkiye sinemasının son dönem filmlerinden bir seçki festival izleyicisiyle buluşacak. En yeni örnekleriyle Türkiye Sineması 2009 bölümünde gösterilecek filmlerin ekipleri de hem Ankara’da, hem de Artvin’de izleyiciyle buluşacak.

Gezici Festival’de KARŞI-lık

Festivalin heyecanla hazırlanan bir diğer bölümü ise Karşı Bölümü. Gezici Festival, Dünyada ve Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik, politik, sosyal ve kültürel gelişmeleri göz önüne alarak “Kapitalizm“, “Savaş”, “Burjuvazi” “Eğitim”, “Milliyetçilik”, “Militarizm” ve “Cinsiyetçilik”e KARŞI FİLMLER gösterecek. KARŞI bölümü çerçevesinde bir de panel düzenlenecek.
Bölüm kapsamında gösterilecek filmlerden bazıları şöyle:

Kapitalizme KARŞI, farklı eylem biçimleriyle her defasında ne yapacakları merak konusu olan aktivist ve sinemacı ikili Mike Bonanno ile Andy Bichlbaum’dan Evet Efendim (The Yes Men, Chris Smith, Dan Olman, Sarah Price) ve Yes Men Dünyayı Kurtarıyor (The Yes Men Fix the World, Andy Bichlbaum, Mike Bonanno); Savaşa KARŞI, Jean-Pierre Melville’in unutulmaz klasiği Denizin Sessizliği (Le Silence de La Mer); Burjuvaziye KARŞI denilince ilk akla gelen, sinema tarihinin hem en eleştirel hem de en eğlenceli filmlerinden Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (Le Charme Discret de la Bourgeoisie, Luis Bunuel); Eğitime KARŞI, Jean Vigo’nun çarpıcı başyapıtı Hal ve Gidiş Sıfır (Zero de Conduite) ve Daniele Huillet ile Jean-Marie Straub’un kült kısa filmi En Rachachant; Cinsiyetçiliğe KARŞI François Ozon’un en başarılı filmlerinden olan ilk uzun metrajı Sitcom; Milliyetçiliğe KARŞI Shane Meadows’tan, İngiliz sinemasının gerçekçi kanadının son dönemdeki en iyi örneklerinden biri olarak kabul edilen Burası İngiltere (This is England); Sömürüye KARŞI işçi sınıfının haklarının daimi savunucusu Ken Loach’tan Ekmek ve Güller (Bread and Roses).

Festivalin bir diğer bölümü ise 30 Yıl Önce, 30 Yıl Sonra Almanya adını taşıyor. Almanya’da 1970’lerde ve 2000’lerdeki politik ve sosyal sorunları değerlendiren yönetmenlerin çektiği iki film, sanatçının ülkesine karşı sorumluluğunu da ortaya koyan yapımlar. Bu bölümün iki filmi de çok yönetmenli ve benzer kurgulu. Almanya’da Sonbahar (Deutschland im Herbst) ve Almanya 09 (Deutschland 09).
Gezici Festival’in klasikleşen Kısa İyidir bölümünde ise bu yıl yine dünyanın farklı ülkelerinden birbirinden yenilikçi kısa filmler gösterilecek. Her yıl bir ülke sinemasına özel yer ayrılan Kısa İyidir’in konuğu bu yıl Brezilya olacak. Kısaca Brezilya bölümünde bu ülkenin sinemasına dair ipuçları veren kısa filmler yer alacak.
Çocuk Filmleri bölümünün her yıl yüzlerce çocuk tarafından izlenmesi ve bu filmlerin gösterimlerinin sürekli dolu geçiyor olması Gezici Festival’in en önemli özelliklerinden biri. Gezici Festival bu yıl çocuklara özel hazırladığı programda Polonya ve Almanya’dan filmlere yer verecek.

Sinema Konuşalım buluşmaları Gezici Festival’de bu yıl dördüncü kez düzenlenecek. Geçtiğimiz üç yıl boyunca “bir haftalık okul” olarak anılan genç sinemacılar buluşması bu yıl Ankara ve Artvin’de gerçekleşecek. 2006’dan bu yana kendi alanlarında profesyonel isimler tarafından verilen sinema derslerinin bu yıl da iki kentte atölye çalışmaları ve söyleşiler olarak yapılması planlandı.

Bu yıl Gezici Festival ve Bilkent Üniversitesi işbirliği ile üçüncü kez Belgeseyir uluslararası belgesel film yapım atölyesi düzenlenecek. Türkiye ve Gürcistan’dan sinema öğrencilerinin katılacağı atölye çerçevesinde festivalin uluslararası durağı Artvin konulu filmler çekilecek. Artvin’de Sinema Konuşalım IV buluşması dışında NISI MASA Türkiye işbirliği ile bir film yazarlığı atölye çalışması gerçekleşecek. Türkiye’den amatör ve genç film yazarlarını bu alanda desteklemek amacıyla düzenlenecek atölye çalışması sırasında festivalin günlük gazetesi Nisimazine Artvin çıkarılacak ve festival izleyicisi ve konuklarına ücretsiz dağıtılacak.
Gezici Festival’in her yıl sinemaseverlere hediye ettiği kitaplara bu yıl, Fırat Yücel’in editörlüğünde hazırlanan, Reha Erdem sinemasının tüm boyutlarıyla ele alınacağı Reha Erdem Kitabı eklenecek. Kitap Çitlembik Yayınları işbirliğiyle yayımlanacak. *

5 Kasım 2009 Perşembe

Sonbahar - Autumn



Tam bir Karadeniz filmidir her yanıyla. Önce sahilde bir tur atarsınız. Yağmur iliklerinize kadar işler. Dağa çıkarsınız. Yaşlıların geri dönmese barındıracak kimsesi olmayan köyde birkaç ay geçirirsiniz. Sonra yaylasında gezer, kurt ulumalarına silah sıkarsınız. Ardından yayla evinde bi duble, yanında sobanın dumanı... Şu cümleyi kurarsınız laz aksanı ile:

- Eskiden bi sosyalizm umudu vardı amına koyayım. Şimdi onu da yaktılar. Yiktılar amina koyayım. Karıları şimdi gelip orospuluk yapayi. Erkekleri de fabrika demirlerini yağmalayi.

Evden dışarı çıkıp karlı dağları süzer, iyice beyninize nakşedersiniz. Rüzgari ölesiye yemek istersiniz ve yersiniz. Sonbaharını yaşayan adamın aşkına şahit olursunuz. Sonbaharınız olduğunu bildiğiniz halde aşkın peşinden gitmek isteyip de gidememenin ne demek olduğunu görürsünüz. Birkaç ay sonra o yolda olacağınızı bildiğinizden cenaze yolundan geri adım atarsınız. Hayata karşı durmak istercesine azgın Karadeniz dalgalarına karşı gelirsiniz. Hayatınızın baharında size sonbaharınızı yaşatanlara karşı çığlık atarsınız…Çığlığı sizden başka duyanın olmadığını da bilirsiniz...

97 senesinde üniversitede okuyan genç Yusuf hapisheneye girer. 10 sene sonra devlet evladına kıyamaz ve bilmemkaçıncı maddeyi kullanarak Yusuf'u hapishaneden çıkarır. Yusuf hastadır. Bir kaç ay ömrü kalmıştır. Sonbahar'ını yaşamak üzere sığınabileceği tek yarinin, ana'sının yanına gider, Artvin'e. Yusuf'la beraber melankolik bir sonbahar havası alırsınız.

Özcan Alper'in ilk sinema deneyimi. Başrollerde Onur Saylak ve Megi Kobaladze var. Uluslararsı festivallerden 28 ödül toplama başarısına sahip. Müzikleri ayrı bi güzel. Hele filmin bitişindeki müzik yok mu! 'Daim Yusuf orti?' Bir müzik, filmin sonunu bu kadar iyi kılabilir ancak. Daha iyisi yapılana kadar en iyi son da budur. Sadece müzik değil tabiki. Filmin sonunda ki kadraj hareketleri de müziği destekler. Ve size mükemmeli sunar.

4 Kasım 2009 Çarşamba

One Week

"Eğer yaşamak için bir gününüz, bir haftanız ya da bir ayınız olduğunu öğrenseydiniz ne yapardınız?" sorusuyla yola çıkan bir film One Week. Bir yol hikayesi. Bazen gerçekten de yolların üzerinde şekillenen, bazen de karakterin kendi iç yolculuğunu anlatan bir film.

1998 yılında başlayıp efsane hale gelen Dawson's Creek dizisi ile adından söz ettirmeye başlayan Joshua Jackson var filmin başrolünde. Annesi de yönetmen olan başarılı oyuncu, küçük yaşlarda setlere aşina olup Hollywood'un içerisine yavaş adımlarla girdi. Son olarak bir J. J. Abrams yapımı olan Fringe'de oynayan Joshua Jackson, adından sıkça söz ettiriyor.




Ben, birçok erkeğin "kusursuz" olarak adlandırabileceği nişanlısı Samantha Pierce ile sonunda evlenme kararı almıştır. Fakat aldığı bu büyük kararın akabininde kansere yakalandığını ve hastalığın tüm vücuduna yayıldığını öğrenmiştir. Acilen tedavi olması gerekiyordur yoksa en kötü ihtimalle "bir haftası" vardır. Tüm ihtimalleri sıralamasına rağmen aklında hep aynı soru takılır: "Bir yanlışlık olamaz mı?" Yine de çocukluğundan gelen bir işaret onu "batıya" gitmesine teşvik eder. Tedaviye başlamadan önce kendini ve çocukluğundaki kahramanları keşfetmek ister ve şans eseri satın aldığı motoruyla yolculuğa çıkar. Yeni insanlarla tanışır, anı fotoğrafları çekilir. Her durduğu yerde yeni bir şey keşfeder, kusursuz kavramını ve o kavramı verdiği insanları yeniden gözden geçirir.



Filmdeki ana karakterlerden biri de "anlatıcı" rolüyle Campbell Scott. Etkileyici sesiyle filmi daha da izlenilir kılan Campell Scott'ı, filmi izlediğinizde bu filmin onun ilk anlatıcılığı olmadığını fark edeceksiniz. Eğer, Into The Wild ve benzeri yol hikayelerinin izleyicisiyseniz, bu filmi seveceğinizi garanti ederim. Aynı zamanda çok güzel bir soundtracke sahip olan film, durgun ve sade görüntüleri ile de müzik ve hikayesine ayak uyduruyor. Kısacası gecenin bir yarısında, hayatın karmaşasından sıkılıp sakin görüntüler ve etkileyici müzikler eşliğinde rahatlamak istiyorsanız, izlemenizi öneririm.



"Çabalamak, araştırmak, bulmak ve teslim alınmamak için."