12 Ağustos 2025 Salı
Friendship: Erkek Yalnızlığının 'Cringe' Komedisi
2 Ağustos 2025 Cumartesi
Late Shift: Bir Hemşirenin Kaotik (sıradan) Gece Vardiyası
Petra Volpe'nin yönettiği Late Shift, (orijinal adı 'Heldin' (yani 'Kahraman Kadın')) günümüz Avrupa'sında sağlık sisteminin içinde bulunduğu yapısal krizi tek bir vardiyaya, tek bir karakterin omuzlarına yükleyerek; yalnızca bir hemşirenin gece vardiyasını değil, aynı zamanda sağlık sisteminin görünmeyen krizini ve duygusal emeğin dramatik boyutlarını gözler önüne seriyor. Yeni Doğan Çetesi gibi çıkıntılar olsa da sağlık çalışanlarının -özellikle hemşirelerin- fark edilmeyen kahramanlıklarını merkeze alırken hem onlara övgü, hem de sisteme eleştiri getiriyor.
Filme geçmeden önce filmi sırtlayan başrol oyuncusuna değinmem gerekiyor. Geçtiğimiz yılın en sevdiğim filmlerinden olan ve Almanya adına En İyi Yabancı Film Oscarına aday gösterilerek, tarihimizde Oscar'a filmi aday gösterilen ilk Türk yönetmen olan İlker Çatak'ın yönettiği The Teachers' Lounge filminin başrol oyuncusu Leonie Benesch, o filmdeki karakteri Carla gibi, Late Shift'te de Floria karakteriyle bir meslek dalının stresli hayatını başarıyla canlandırıyor. The Teachers' Lounge filmiyle öğretmenlik mesleğinde kendisine emanet edilen çocuklarla yaşanılan strese değinilirken, Late Shift filminde de yaşlı ve hastaların hemşireler üzerindeki duygusal, fiziksel ve ahlaki baskıları ekrana getiriliyor. Bu iki filmde de Benesch'in ortak noktası "sistemin içinde boğulmadan ayakta kalmaya çalışan kadınlar'ı canlandırması. Özellikle Late Shift'teki oyunculuğu, gerçek hastane ortamında eğitim almışcasına inandırıcı. Zaten film öncesinde İsviçre'deki bir hastanede staj yapmış olması da bu sahiciliğin arka planını oluşturuyor. (aklıma takılan tek bir nokta var, o da tansiyon ölçerken kıyafetlerin üzerinden ölçmesi. O da doğal ise sorun yok.)
Film, Floria (Leonie Benesch) adında bir hemşirenin gece vardiyası boyunca karşılaştığı olayları gerçek zaman hissiyle anlatıyor. Tek çekim filmi gibi zaman olağan süresinde ilerlerken 'walk-and-talk' sahnelerle, Judith Kaufmann'ın sürekli hareket halindeki kamerasıyla ve Emilie Levienaise-Farrouch'un nabız gibi atan müziğiyle izleyiciyi Floria'nın temposuna kilitliyor. Floria'ya ile bütünleşirken, onu izleyen izleyiciler de onunla beraber yoruluyor.
Film boyunca Floria'nın yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal sınırlarına da tanık oluyoruz. Bir yandan yaşlı bir hastaya ninni söylüyor, bir yandan da başka bir krizle baş etmeye çalışıyor. Her biri küçük görünen sorunlar -yanlış çay servisi, kayıp gözlük, değiştirilecek hasta bezi, vs- birikerek sistemin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Hastalara şefkat ve sabırla yaklaşan, hasta zorbalığına sineye çeken, kendisine yapılan 'cahil' hakaretlerine aldırış etmeden işini yapan bu hemşirenin patlama yaptığı yerde hem o hem de izleyici rahatlıyor. Bu bir senaryo ve oyunculuk başarısıdır.
Filmin aynı zamanda senaryosunu da yazan, yönetmen Volpe, senaryosunu eski bir hemşire olan Alman yazar Madaline Calvelage'in 'Mesleğimiz Değil, Koşullar Sorunlu' adlı otobiyografik romanından esinlenerek yazmış. hem profesyonel oyuncular, hem de gerçek sağlık çalışanlarından oluşan oyuncu kadrosuyla film bir 'empati makinesi'ne dönüyor bu yönüyle. Her ne kadar filmin yan karakterleri -zengin ve kaba hasta, alaycı yaşlı adam, bitap düşmüş anne, pimpirikli hasta yakınları- detaylı anlatılmamış olsa da bunun bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Her bir hastasını hemşire Floria'nın yeterince tanımaya fırsat bulamadığı gibi, yönetmen seyirciye de bu fırsatı vermek istemiyor olabilir. Floria filmin bir yerinde dışarı çıkıyor, birkaç saniye boyunca ağlıyor ve gözyaşlarını silerek işine geri dönüyor. Gözyaşlarına bile vaktin olmadığı yerde hastayı tanımanın vakti söz konusu bile olmuyor.
Filmin sonunda Dünya Sağlık Örgütü verileri beliriyor. "2030 yılına kadar İsviçre'de 30.000 hemşire açığı olacak. Eğitimli hemşirelerin %36'sı sadece 4 yıl içinde mesleği bırakıyor. Dünya çapında hemşire eksikliği küresel bir sağlık krizidir. Dünya Sağlık Örgütü, 2030 yılına kadar 13 milyon hemşire açığı olacağını öngörüyor." bilgisiyle yaklaşmakta olan bir kriz için bize uyarıda bulunuyor. Üniversite tercih dönemine girdiğimiz şu günlerde gençler için 'geleceğin meslekleri' başlığında düşünülmesi gereken bir meslek kolu da hemşirelik olmalı gibi.
Film Türkiye'de vizyona girer mi emin değilim. Ama Avrupa'da vizyona girdiği ülkelerde, özellikle hemşirelerce aşırı ilgiyle karşılanmış. Gişe başarısının yanında değindiği ve mesajını vermek istediği bir sorunu da kitlelere yayma başarısını da elde ediyor. Birçok filmle birçok meslek dalının stresli gününe tanıklık etmiştik, şimdi sıra bence hemşirelerde. Bu sebeple filmi izlemenizi, hem empati yönünüzü bu sayede güçlendirmenizi, hem de Leonie Benesch gibi bir oyuncuyu izlemenin keyfini sürmenizi tavsiye ediyorum.
31 Temmuz 2025 Perşembe
The Magdalene Sisters: Mazlumsan Suçlusun!
Kadınların yargılanmadan;erkeklerle flört etmek, evlilik dışı çocuk sahibi olmak, tecavüze uğramak gibi suçlardan hapse atıldığı ve ücretsiz çalışmaya mahkum edildiği dönemleri anlatan 2002 yapımı bu film Taliban yönetimi altındaki Afganistan'da geçmiyor. Kürtaj konusunda 'çocuğun ne suçu var, anası kendisini öldürsün' ya da mini etek giyen bir kızın tecavüze uğramasına "giyiyorsan neticesine katlanırsın" diyen Melih Gökçek dönemi Ankara'sında da geçmiyor. 2000li yıllara kadar bu uygulamaya ev sahipliği yapan ülke İrlanda.
Peter Mullan'ın 2002 yapımı The Magdalene Sisters filmi, Katolik Kilisesi'nin 20.yüzyıl İrlandası'nda kadınlara yönelik sistematik baskı ve şiddetini gözler önüne seren, sarsıcı ve öfke dolu bir gerçek uyarlaması. "Düşmüş kadınlar" olarak yaftalanan binlerce genç kadının zorla çalıştırıldığı Magdalene çamaşırhanelerine hapsedilen 4 genç kadının (Margaret, Bernadette, Rose, Crispina) yaşadığı travmaları, direniş biçimlerini, kaçmaya çalışmalarını mercek altına alırken, gerçeklik ile dramatik kurgu arasında gidip gelen etik ve politik bir söylem üretiyor.
Film, Margaret (Anne-Marie Duff), Bernadette (Nora-Jane Noone), Rose (Dorothy Duffy), Crispina (Eileen Walsh) adındaki dört genç kadının çamaşırhaneye düşme hikayesi üzerinden bu sistemi anlatıyor. Margaret tecavüze uğradığı için, Bernadette erkekler kendisiyle ilgilendiği için, Rose evlilik dışı çocuk sahibi olduğu için buraya 'temizlenmeye' gönderiliyor. Hali hazırda içeride bulunan Crispina'nın suçu(!) ise zihnen biraz özürlü oluşunun erkeklerce suistimale açık oluşu. Ama gel gör ki erkeklerce suistimale uğramamak için kapatıldığı bu kurumda, erkek rahiplerin cinsel istismarına maruz bırakılıyor.
The Magdalene Sisters, vizyona girdiği sene olan 2002 yılında birçok festivalde adaylık almış olsa da büyük çaptaki tek ödülü Venedik Film Festivali'nin en büyük ödülü olan Golden Lion olmuş. Ancak getirdiği ses ve tartışmalara bakacak olursak The Magdalene Sisters yalnızca bir film değil, toplumsal hafızayı tetikleyen bir vicdan yansımasıdır. Kadınlara yönelik kurumsal şiddetin, dinsel dogma ve ahlaki dayatmaların normalleştirildiğini gözler önüne sererken, izleyiciyi pasif bir tanık olmaktan çıkarıyor ve hesaplaşmaya zorluyor. Susan Sontag'ın dediği gibi 'acıya bakmak yalnızca onu görmekle değil, sorumluluk almakla ilgilidir."
5 Temmuz 2025 Cumartesi
Bring Her Back: Korku Filmi Sezonu Erken Açıldı.
Filmin görsel dili, bu tematik dağınıklığın aksine oldukça etkilyecii. Klostrofobik ev atmosferi, boş havuz gibi sembobik mekanlar üzerinden metaforik okumalar için açık alan yaratıyor. Özellikle su metaforunun kullanımı -babanın öldüğü duş sahnesi, boş havuz, musluk ve yağmur- hem temizliği hem de ölümü çağrıştırması ile filme çift anlamlılık katıyor.
Bu sene henüz korku türüne pek giriş yapamadım ancak Final Destination beklentimi karşılamadığı için şu ana kadar izlediklerim arasında 2025'in en iyi korku filmi olarak not ediyorum. Şimdilik.
27 Haziran 2025 Cuma
Predator: Killer of Killers: Av Sezonu Başladı
Bilim kurgu sinemasında uzaylı teması genellikle istilacı, yok edici veya kontrolsüz güçler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak 1987 yapımı Predator filmi kendisini bu kalıbın dışında tutarak, uzaylıları daha sofistike ve onurlu(!) bir yaratık olarak sunmuş ve geliş amaçları için 'bazen de sadece ava gelirler' demişti. 1987'deki ilk filmin üzerine birçok film daha çekildi. Şunu söyleyebilirim ki serinin en iyisi 2025 yapımı animasyon filmi olan, içerisinde hem vikingleri, hem samurayları hem de ikinci dünya savaşını barındıran bu film; Predator: Killer of Killers. Ama önce o evreni biraz tanıyalım.
Predator evreni, 1987 yılında John McTiernan'ın yönettiği ve başrolünde Arnold Schwarzeneger'in yer aldığı Predator filmiyle başladı. Arnold'un Terminator 1'i (1984) oynamış ancak o serinin mükemmeli olan Judgment Day (1991) i henüz oynamadığı yıllar. Predator (1987) filmi, Guatemala ormanlarında geçen gerilim/aksiyon türünde bir film. Kurtarma operasyonu yöneten askeri bir ekibin olduğu filmi klasik bir Amerikan asker filmi sanıyorsunuz, sonra çok geçmeden görünmez bir uzaylı avcının filme dahil oluşuyla filmin seyri değişiyor. Bu uzaylı, gelişmiş silahlarla donatılmış ve yalnızca bulunduğu yerdeki en güçlü kişileri hedef alan avcı bir tür. Peki neden?
Yautja adı verilen bu uzaylı türünün dünyaya geliş amacı tamamen avcılık için. Avdaki motivasyonu avı öldürmek değil sadece, en iyi avı bulup onu avlamak. Bu bazen bir spor, bazen bir ritüel, bazen de bir güç göstergesi olabiliyor. Peki neden Dünya? Çünkü Dünya insanları öte gezegendeki akıllı varlıklardan biridir. İnsanları zeki, dirençli ve karşılık verebilecek güçte görüyorlar. Bu da insanları Yautja'lar için ideal av yapıyor. Çünkü onlar için en iyi av, av olmaya direnendir.
Bunu yaparken bir takım kuralları da oluyor. Yukarıda 'onurlu' dememin sebebi de bu kurallar. Zorluk seviyesi düşük olan avı önemsemezler. İzlediği bir kavganın sonuçlanmasını bekler, o kavgada galip gelen ile, yani güçlü olan ile dövüşmek ister. Dolayısıyla bu onu Alien gibi serilerdeki içgüdüsel ölüm makinesi olan canavarlardan ayırır, ancak anlam yüklediği kişiyi hedef alır. Avını izler, analiz eder, hak edeni seçer ve birebir mücadeleye girer. Bir savaş gütmez, av onun tamamen bir hobisi bazen de yetişkinliğini veya kudretini gösterebildiği bir ritüeldir.
Devam filmi olan Predator 2 (1990) ile hikaye Guatemala ormanlarından Los Angeles şehrine taşınıyor. Predator burada, şehirde de avlanabileceğini göstermek istiyor. Başrolünde Adrien Brody'nın yer aldığı 2010 yapımı Predators filminde ise çeşitli ülkelerden seçilmiş iyi savaşçılar (asker, katil, mafya vs.) bir Predator gezegenine bırakılıyor ve bir survivor ortamında hayatta kalma becerileri test ediliyor. 2022 yapımı Prey filminde ise bu kez hikaye 1700lü yıllarda bir Kızılderili mecrasında geçiyor. Bu film ile beraber Predator evreninin tarihsel skalası genişletilmiş ve hatta sınırsızlaştırılmış oluyor. Zira son film olan bu animasyonda Vikinglere kadar gidildi. Çünkü Predator evreninde zamandan çok savaşçının ruhu önem kazanıyor ve insanlığın en iyi savaşçısını tüm tarih boyunca aranıyor. Teknoloji ile savaşan mı, kılıcıyla dövüşen mi, onuruyla mücadele eden mi yoksa taktik güden mi en iyi savaşçı, onun arayışındalar. Çünkü avların en güzeli, en iyi savaşçı olanıdır demiştik.
Predator evreninden kısaca bahsettiysek şimdi konumuz olan yapıma geri dönebiliriz. Predator:Killer of Killers, üç farklı tarihsel dönemde geçen 3 kısa öykünün anlatıldığı ve son öykü de bu 3 öykünün de birleştirildiği bir film. Vikingler çağında babasının intikamını arayan bir kadın savaşçı, feodal Japonya'da iktidar için savaşan iki kardeş ve 2. Dünya Savaşı sırasında gökyüzünde hayatta kalmaya çalışan genç bir pilot bu 3 kısa öykünün baş karakterleri. Hepsinin kaderi görünmeyen ama hissedilen bir avcının etrafında birleşiyor.
Filmin 3 ana bölümü var. 'The Shield'(Viking), 'The Sword'(Samuray), 'The Bullet'(Pilot). Her birinin geçtiği tarihin farklı olması sebebiyle tematik olarak birbirinden ayrılıyor. Ancak her birinin ortak noktası, kendi dünyasının savaşını yürütürken, ansızın karşılarına çıkan Predator tehdidiyle sınanmaları. 'The Shield'deki Ursa karakteri, hem oğlunun kaderiyle hem de intikam için can atan geçmişin hayaletleriyle hesaplaşırken karşısında daha üstün bir düşman buluyor. 'The Sword'da ise kelimelere ihtiyaç duymadan, iki kardeşin sessiz ve stilize dövüşü Predator'un gelişiyle değişiyor ve ortak düşmana karşı birleşiliyor. 'The Bullet'da ise havada savaş sürdüren iki düşman ülke pilotları arasına dahil olan Predator ile av aksiyonu başlıyor.
Yalnızca aksiyonla değil,karakterleriyle de öne çıkan bir seri filmi olmuş. Ursa'nın annelik ve intikam arasındaki sıkışmışlığı, Kenji ve Kiyoshi'nin kardeşlikteki iktidar çatışmaları, Torres'in kendisini babasına ve üst komutanlarına katıtlama arzusu.. Tüm bu karakter dinamikleri, Predator'un gelişiyle daha da belirginleşiyor.
Predator:Killer of Killers, yalnızca iyi bir seri filmi değil, aynı zamanda animasyonu güzel kullanan, duygusal ve tamatik açıdan güzel bir yapım olmuş. Serinin Prey filminde dediği gibi " Eğer kanıyorsa, öldürülebilir de" diyalogunun ötesine giderek "neden savaşıyoruz?" sorusunu da sordurtuyor. Seriye yabancı olanların da aksiyon filmi olarak izleyebileceği ve keyif alabileceği bir film olduğunu da son olarak belirteyim. Sonra tüm seriyi baştan izlemek mecburiyetinde hissetmesin kimse kendisini.
Ve enn son olarak da serinin yeni filmi Kasım 2025'te vizyona girecek: Predator:Badlands. Vizyona girdiğinde o da, ben de burada olacağız.
14 Haziran 2025 Cumartesi
The Ugly Stepsister: Külkedisi Masalında Çirkin Kıza Hiç Kulak Verdik mi?
Masallar, yüzyıllardır çocuklara nasıl olmaları, nasıl görünmeleri, nasıl sevilmeleri gerektiğini anlatıyor. "Güzel olan iyidir, güzel olan sevilir, sevilenler ödüllendirilir. Çirkin olan ise kötüdür, kıskançtır ve hak ettiklerini bulurlar." Cindirella hikayesinin yeni bir anlatımı olan The Ugly Stepsister bunu biraz ters yüz ediliyor. Güzel olan Agnes soğuk ve mesafeli, çirkin üvey kardeş Elvira ise trajik şekilde sevilmeyi arayan, bunun için bedel ödeyen, sistemin içinde bir figür. Oldukça tanıdık. Geçmişin masalları bizim Agnes olmamızı isterken, günümüz gerçekleri hepimizi birer Elvira'ya çevirdi çünkü.
Norveçli yönetmen Emilie Kristine Blichfeldt'in ilk uzun metraj filmi olan The Ugly Stepsister, klasik Cindirella masalını hem yapısal, hem de tematik olarak tersten okuyan, punk-feminist bir body-horror örneği. Benzer minvalde geçen sene The Substance filmini izlemiştik. Blichfeldt'in bu filminde ne iç güzelliğe dair didaktik bir umut var, ne de 'kendin ol' tadında bir mesaj. Bunlar klasik masal anlatılarının hikayeleri. Bu sebeple bu film, çürümeye yüz tutmuş güzellik ve iyilik mitlerine karşı, günümüz gerçeklerinin bireye yaptığı dayatmaları göstermesi hasebiyle oldukça samimi ve oldukça realist.
Filmi teknik yapısal kısaca inceleyecek olursak sinematografisinin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Gotik iç mekanlar, grotesk tıbbi sahneler birbirini ustalıkla takip ediyor. Filmin ses tasarımı da filmin vermek istediği rahatsız ediciliği tam dozunda aktarıyor. Bunun yanında Elvira karakterini canlandıran Lea Myren'in oyunculuğu, Elvira'yı iç dünyası zengin, trajik ama sempatik bir karaktere dönüştürmüş. Bu sebeple seyircinin kurması istenen empati kolayca sağlanıyor. Diğer karakterlerde (Agnes, Rebekka, Prens..) derinlik olmadığından, onlara can veren oyuncular için söylenecek çok bir şey yok. Diğer karakterlerdeki bu yüzeysellik film için bir eksiklik oluşturabilir ama daha önce de dediğim gibi, onların hikayesinin yeterince anlatıldığı düşünüldüğü için bu yol tercih edilmiş olabilir.
4 Haziran 2025 Çarşamba
Mountainhead: Kaotik Tech Dönemi Başlıyor mu?
Succession dizisinin yaratıcısı Jesse Armstrong'un ilk uzun metraj filmi olan Mountainhead, geçmişin zenginleri olan medya patronlarından seyirciyi bu kez günümüzün en zenginlerinin hayatına misafir ediyor. Hafta sonunu aynı evde geçiren 4 teknoloji liderini izlerken sanki Logan Roy'un 4 çocuğu bir odaya tıkışmış ve klasik saçmalıklarını yapıyorlar. Ancak bu kez Foucault, Zuboff, Harari ve hatta Hegel konuya dahil oluyor.
Film hakkındaki yazıyı 2 bölümde ele almam gerekiyor. İlk olarak yapımsal olarak incelemek ve daha sonra da fikirsel temasına bakmak şeklinde. Yapımsal aşamada filmin yönetimine, oyunculuğuna ve hikaye bütünlüğüne değineceğim. Fikirsel kısmında da Foucault bakış açısıyla teknokrasiden ve Zuboff'un gözetim kapitalizminden bahsedeceğim. Karşılaşacaklarınız hakkında fikir sahibi olduysanız ilk kısımla başlıyorum.
Yazacak daha çok konu olsa da an itibariyle vaktim bitmekte ve yazıyı özetle sonlandırmam gerekmekte. Özetle sinematik bir değer açısından çok matah bir yapım değilse de fikirsel açıdan gündemi yakalayan bir film Mountainhead. Deepfake, yapay zeka, transhümanizm gibi güncel teknolojik söylemleri hicivsel bir dille işlerken, aynı zamanda bu söylemleri sınıf, etik ve güç ilişkileriyle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Belki de korkulduğu kadar yoktur. Filmde Rendall karakteri, Hegel'ci yaklaşımlı şunu diyor "everything is alwats cool, as long as you get there".
Özetle, insanoğlu her şeye alıştı, buna da alışır.
26 Mayıs 2025 Pazartesi
78. Cannes Film Festivali Ödülleri
Fransa'nın Cannes kentinde bu yıl 78.si düzenlenen ve jüri başkanlığını Fransız oyuncu Juliete Binoche'nin yaptığı Cannes Film Festivali'nin ana yarışma bölümünde 22 film büyük ödül olan Palme d'Or için yarıştı. Festivale damga vuran iki yapım ise Jafar Panahi'nin It Was Just an Accident filmi ve Joachim Trier'in Sentimental Value filmi oldu.
Festival yine politik mesajlarla örülü yapımların ve bağımsız sinemanın ön plana çıktığı bir festivaldi. İranlı yönetmen Jafar Panahi'nin seyahat yasağı altında çektiği It Was Just an Accident ile kazandığı Palme d'Or, festivalin özgürlükle kurduğu bağı yeniden hatırlattı.
Ana Yarışma
- Palme d'Or : It Was Just an Accident - Jafar Panahi
- Grand Prix : Sentimental Value - Joachim Trier
- Jüri Ödülü : Sırat - Oliver Laxe ve Sound of Falling - Mascha Schilinski
- En İyi Yönetmen : O Agente Secreto (The Secret Agent) filmi ile Kleber Mendonça Filho
- En İyi Kadın Oyuncu : La Petite Derniere (The Little Sister) filmindeki rolüyle Nedia Melliti
- En İyi Erkek Oyuncu : O Agente Secreto (The Secret Agent) filmindeki rolüyle Wagner Moura
- En İyi Senaryo: Jeunes Meres (The Young Mother's Home) - Jean Pierre & Luc Dardenne
- Özel Ödül : Kuang Ye Shi Dai (Ressurrection) - Bi Gan
Un Certain Regard
- Un Certain Regard : The Mysterious Gaze of the Flamingo - Diego Cespedes
- Jüri Ödülü : Un Poeta (A Poet) - Simın Mesa Soto
- En İyi Yönetmen : Once upon a Time in Gaza - Tarzan & Arab Nasser
- En İyi Kadın Oyuncu : O Riso e a Faca (I Only Rest in the Storm) filmindeki rolüyle Clea Diara
- En İyi Erkek Oyuncu : Urchin filmindeki rolüyle Frank Dillane
- En İyi Senaryo : Pillion - Harry Lighton
24 Mayıs 2025 Cumartesi
The Assesment: Çocuk Sahibi Olmak İçin Sertifika Gerekmeli (mi?)
Ebevenylik Sertifikası
Finalde film, sistemi eleştirenlere bir çözüm sunmak yerine onları sistemin dışına atıyor. İzleyici açısından da filmin finali tıpkı sistemin kendisi gibi, bir son sunmak yerine kontrolü elden bırakıyor, soruları seyircinin kucağına bırakıp kaçıyor. İyi de ediyor.
19 Mayıs 2025 Pazartesi
The Most Precious Cargoes: Kalpsizler..
Geçen sene Cannes'da yarışan bu animasyon filminin yüzeyine baktığımızda bir masal anlatıyor gibi: yakın zamanda çocuklarını kaybetmiş fakir bir ormancı çift, tanrılara edilen dualar ve bir gün ormanda bulunan tren camından dışarı atılmış bir bebek. Onu camdan atan kişiye lanet ediyorsun. Ama daha dur, trenin içini henüz görmedin.
Oscarlı yönetmen Michel Hazanavicius (The Artist, 2011) imzası taşıyan The Most Precious of Cargoes, Jean-Claude Grumberg'ün aynı adlı eserinden uyarlanan bir animasyon filmi. Film, karlar içinde yaşayan bir çiftin, trenden atılan bir bebeği bulmasıyla değişen hayatlarını konu alırken, aynı zamanda bizlere tarihsel bir hafıza tazelemesi yapıyor: insanlığın en karanlık dönemlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı yıllarını ve tabi ki Yahudi Soykırımını.
Filmin başlarında eve getirilen bu bebeği 'kalpsizler'in çocuğu olduğu gerekçesiyle istemeyen, onlara ait olan bir bebeğin eve getirilmesinin eve uğursuzluk getireceğini düşünen oduncu baba, filmin ilerleyen zamanlarında 'kalpsizler'in de birer kalbi olduğunu çocuğa dokunduğu bir anda hissettiği kalp atışıyla anlıyor. Karakter ismi veremiyorum, çünkü yok. Bununla da anlatının bireyleri değil, insanlığın evrensel halini temsil ettiği vurgulanmış. Yani tüm insanlık, Yahudileri kalpsiz belleyen ve onlara karşı ön yargılı-imiş(!).
Kurgu mu? Size gerçeğini vereyim:
İkinci Dünya Savaşı ve dram bir arada kullanıldığında aklımıza ilk gelen şey Holokost oluyor. Holokost'un inkarı ya da küçümsenmesi düşünülemiyor, düşünülmemeli de. Oysa 85 milyona yakın insanın öldüğü bir savaşın yegane mağdurları tek bir millet olamaz, olmamalı. Kaldı ki bu mağdur edebiyatının ekmeği 100 yıla yakındır bitmek tükenmez şekilde yeniyor. Yahudi halkının tarihsel travmaları, onları adaletin evrensel savunucuları haline getirmesi gerekiyorken, bugün bir devlet aygıtı olarak İsrail'in yürüttüğü yıkım, bu tarihsel hafızaya keskin bir tezat oluşturuyor. Yahudi kimliğini taşıyan bir bebek için verilen bir savaşın anlatıldığı bir filmle, günümüzde Filistinli çocukların hedef alındığı bir gerçek arasındaki çelişki, yalnızca siyasi değil, derin bir insani problem olarak karşımıza çıkıyor. Filmde anlatılan bu dramın kurgu olduğunu pişkince söylemek yerine, dram için kurgu bir hikayeye girişmeyip, hali hazırda Gazze'de gerçekleşen bir katliam ele alınabilirdi. Sırf kimlikleri Yahudi değil diye ve hatta sırf katleden kişilerin bizzat Yahudilerin kendisi diye bu zulme sessiz kalmak filmde anlatılan iki yüzlülüğün, hayvanlığın, taraflılığın ve ön yargının ta kendisidir.Film boyunca kurgu karakterden oluşan bir bebeği korumak için gösterilen cesaret, inanç, vicdan ve insanlık bugün gerçek dünyada ölen çocuklar için gösterilmiyor. Geçmişte zulme uğramış olan bir halkın, bu kez zulmü uygulayan aygıtı olan İsrail devletinin askeri operasyonlarıyla her gün onlarca çocuk ölüyor. Filmin tabiriyle "en kıymetli yükler" yine parçalanıyor ve biz de onları taşıyan trene, öküze bakar gibi bakıyoruz.
17 Mayıs 2025 Cumartesi
Eurovision 2025
Yılın o zamanı geldi çattı. Geçen sene 163 milyon kişinin izlediği Avrupa'nın en büyük müzik etkinliği olan Eurovision sadece bir yarışma değil, aynı zamanda ulusal kimliklerin sahneye taşındığı kültürel ve yer yer siyasi bir gösteri. Ama işin sonunda herkesin aklında tek bir soru var: "Kim kazanacak?" Ve daha önemlisi: "Nasıl kazanılır?" Her iki soruya da cevap vereyim.
2003 yılında Sertap Erener'in Every Way That I Can şarkısı ile birinciliği kazandığı Eurovision Şarkı Yarışması'na 13 senedir Türkiye katılmıyor. En son 2012 yılında Can Bonomo ile katılmış ve 7. olmuştuk. Her ne kadar katılmama kararımızın bu derece ilişkisi olmasa da, daha iyi derece yapmanın ve hatta kazanmanın bazı formülleri olduğu gerçeği var.
Şarkının Ritmi: Euro-banger mı, Ballad mı?
- Euro-banger: Yüksek tempolu (120+ BPM), elektronik alt yapılı, sahneyi çoşturan parçalar.
- Duygusal Ballad'lar: Yavaş tempolu (yaklaşım 70 BPM), his yüklü slow parçalar.
Tema ve Sözler: Kendine Güven ve Evrensel Mesajlar
Sahneleme: Akılda Kalıcı Bir Show
Ulusal Esintiler: Azıcık Etnik, Çokça Pop
Medya ve Tanıtım: Yarışma, Sahnesinden Önce Başlar
Ülke İmajı: Sevilmeyenlerden Olmayın
Bu senenin Öne Çıkan Şarkıları:
İsveç: Kaj - Bara Bada Bastu
Fransa: Louane - Maman
Hollanda: Claude - C'est La Vie
Avusturya: JJ - Wasted Live
Sürprizler
Malta: Miriana Conte - Serving
Arnavutluk: Shkodra Elektronike - Zjerm
Estonya: Tommy Cash - Espresso Macchiato
2025 in KAZANANLARI
13 Mayıs 2025 Salı
Kavanozdaki Adam'dan Yalıdaki Çapkına
Özetle dizi; barış üzerine eserleri bulunan ünlü yazar Semih Şerifoğlu (Ahmet Mekin) beyninde tümör olduğunu öğrenir. 5 ay biçilen ömrü uzatmanın tek yolu Prof. Kenan Aksal'ın (Metin Serezli) kendisine önerdiği beyin naklidir. Önce "Beyin nakliyle hayatta kalan ben olmayacağım, nakledilen beyin olacak" diyerek kabul etmez. Daha sonra kabul eder ve kendisine zıt birisinin; eğitimsiz, köylü, kan davasında vurulmuş Mehmet'in beyni nakledilir. Ve bu sayede birbirine zıt bu iki karakterin sınıfsal çatışmasını tek bir bünyede görürüz.
"Biz orada bir kol, bir böbrek naklinden söz açmadık. İnsanın ve giderek cemiyetin hayatına hakim olabilecek, çok daha ürpertici neticeler doğurabilecek bir hadise üzerinde durduk. Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Direkt batıya yönelik, batının insan tipine yönelik bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Oysa doğu insanıyla, Müslüman prototiple batının kefere insan tipi birbirine zıttır." dediklerinden de anlaşılacağı üzerine dizinin, bir beynin başka bir bedende varoluşu üzerine getirdiği sorular sadece teknik ya da felsefi değil, aynı zamanda sosyololik bir metaforu da barındırıyor.
Yapımsal ve oyuncu bakımından irdeleyecek olursak, yazının başında da dediğim gibi, teknolojik ve estetik kısıtlara takılmış bir dizi. Yapımsal ve anlatımsal eksiklikleri olsa da oyunculukları -ki özellikle Ahmet Mekin'in oyunculuğu- ile günümüzde bile hala izlenebilir bir yapım. Ancak bu vakte kadar değindiğim mesele de yapımın neyi nasıl anlattığından ziyade, denenen fikirsel yelpazenin genişliği.
Yazıya, hastalığı sonrası yanına gelen kızı Nazlı'ya Semih'in şu sözleri ile son vereyim:
"Nasıl anlatsam bilemiyorum. Ne yazık ki her şey izaha gelmiyor. Bak Nazlı, bir yolda olduğunu düşün. Upuzun, hiç bitmeyecek sandığın bir yolda. Bir gün aniden yol tükeniveriyor ve önün uçurum. Dehşetle, korkuyla geri kaçmak istiyorsun, fakat bir de bakıyorsun ki yıllardır kat ettiğin yol ortada yok. Kala kalıyorsun ve nefesin daralmaya başlıyor. Derken bir cam kavanoz içerisinde olduğunu fark ediyorsun. Yıllarca bir cam kavanoz içinde boşu boşuna dolandığını.. Çaresiz,hava bitecek ve nefes alamayacaksın. İşte o an öleceksin sanıyorsun. Ölecek ve yok olacak, rahata, ebedi rahata kavuşacaksın. Ama ölmeyeceğini fark ediyorsun Nazlı. Artık nefes alamamanın ölmek demek olmadığını fark ediyorsun. Anlıyorsun değil mi? Sadece kavanoz! Kavanoz parçalanıyor, o kadar."