30 Mayıs 2010 Pazar

'Sınır'da Kalmak (Bölüm 1)


Yeni İran sinemasını bizlere tanıtan ustaların yetiştirdiği yeni kuşak yönetmenler ülkelerinin siyasal ve toplumsal koşullarını siyasal bir bakışla sinemaya aktarmaya devam ediyorlar. Bunun bir örneği de çevresinde olup bitenleri, Kürtler’in sefalet ve savaş dolu gerçek yaşantılarını kendine has, etkin sinema diliyle anlatan İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin filmi Kaplumbağalar da Uçar (Lakpostha Ham Parvaz Mikonand). Filmde; bir yandan savaşı ve içindeki insanı, çocuğun içindeki büyüğü bir coğrafyaya bütünüyle dokunarak belgesel niteliğinde aktaran yönetmen bir yandan da savaşın bütün çirkinliğine rağmen masumiyetini kaybetmemiş çocuk gözlerini kamerasının tam ortasına yerleştirerek kendi hikayesini anlatıyor. Kendilerine biçilmiş eğreti hayatları sorgulama şansı bile bulamadan yaşayan ama savaşın yaşattığı acımasız çelişkilere meydan okurcasına ölüm tarlalarında ekmek kavgası veren küçük yaralı bedenlerin hikayesi… Ghobadi yoksulluğun, savaşın ortasında direnişçi olarak yine onları görüyor ve belki de bu yüzden filmini faşist ve diktatörlerin politikalarına kurban ettikleri tüm masum dünya çocuklarına ithaf ediyor.

Kaplumbağalar da Uçar, Türkiye-İran sınırına kurulu, farklı bölgelerden mültecilerin, özellikle çocukların oluşturduğu çadır kampların da olduğu, Amerikan müdahalesini bekleyen bir köyde yaşananları anlatıyor. Mayınlarla döşenmiş sınıra yakın bu topraklarda yaşayan halk elektrik, su ve okuldan mahrumdur. Dünya, gündemini belirleyen Irak’tan haberleri takip ederken onlar sıkışıp kaldıkları bu bölgede, 13 yaşındaki Soran(Satellite lakaplı) adlı bir çocuğun yardımına (anten takmasına ve televizyondaki haberleri çevirmesine) muhtaç, neler olup bittiğini anlamaya çalışmaktadırlar. Bir yandan köylünün merakına tanık olurken bir yandan da şehrin etkisi altındaki halkın televizyona ve haberlere haram olgusuyla yaklaşmaktan kendilerini alamadıklarını görürüz. Köydeki tek teknoloji Satellite’ın bisikleti, uydu antenleri ve bir tane televizyondur. Uydu antenlerinden ve İngilizce’den anlayan Satellite, bir yandan köyün her türlü teknik ihtiyacını karşılarken bir yandan da çocukların geçimini sağladığı mayın toplama işini organize eder. Ailesini savaşta kaybetmiş olan Satellite, ona hayran etrafındaki çocuklarla kendisine kurduğu “küçük ama önemli krallık”, küçük de olsa bir iktidara sahip Satellite’ın köye yeni gelen Halepçeli kız Agrin’e duyduğu aşk ve kızın trajik öyküsü ise filmin ana başlıklarını oluşturmaktadır. Filmde trajik hikayelerin yanı sıra Amerikan saldırısı ve onun her an yağdırabileceği bombaların etkisinin insan üzerine yansımaları üzerinde durulur.

14 yaşındaki Agrin, kollarını mayında kaybetmiş ağabeyi ve seyircinin de başlangıçta kardeşi sandığı Riga, Halepçe’den sonra geldikleri bu çadır kampta yaşarlar. Diğer çocuklar gibi topladıkları mayınları satarak geçinen bu çocuklar köydeki diğer çocuklardan ayrı dururlar. Başlangıçta Agrin’in Riga’ya olan acımasız tavırlarına anlam veremezken Agrin’in maruz kaldığı tecavüz ve Halepçe Katliamı görüntülerinin birleşmesi bizi tekrar diktatör politikalarının yol açtığı acımasız yaşam koşullarıyla karşı karşıya getirir. Ve tabi bu acımasız koşulların ürettiği, sadece bedenleri değil ruhları da hasara uğratmış çocuk portresiyle… filmde bunların sorumlusu olarak hep Saddam karşımıza çıkar. Yönetmenin bu bilinçli tercihi Batı basınının Amerika karşısında mazlumlaştırdığı Saddam’ın gerçek yüzünü gösterme amaçlıdır. Ona göre, savaş karşıtlığı Saddam taraftarlığı olarak algılanmamalıdır. Çünkü 20 sene içinde 183 bin Kürdü öldüren, Halepçe’de ise 2 saat içinde 6000 kişiyi kimyasal silah ve bombalarla yok eden odur. Diğer yandan Amerikan uçaklarından atılan “Dünyadaki en iyi biziz, tüm adaletsizlikler, kazalar, yoksulluklar sona erecek, sizin en iyi dostunuz biziz, burayı cennete çevireceğiz” yazılı bildirilere rağmen filme ustalıkla serpiştirilmiş semboller (Agrin’in ağabeyi Hegrov’un rüyaları ve kehanetleri gibi) Irak’ın geleceğinin daha parlak olmayacağı mesajını iletir. Film Amerikan müdahalesi ile sona erer. Filmin sonunda Kürdistan’ın simgesine dönüşen Agrin intihar eder. Aslında filmin Agrin'le bir uçurumun kıyısından başlayan sahnesi de bir sonun başlangıcına gidildiğine işaret etmiştir çoktan. Aynı Amerikan askerlerinin köye girmesinin Hegrov’un kehanetlerinde olduğu gibi o bölgede 275 gün boyunca olacak şeylerin habercisi olması, yani ıstırabın bitmesi yerine yeni acıların başlayacak olması gibi…

Agrin’in kurtulmaya çalıştığı gölde Riga da boğularak ölür. Satellite’ın Agrin’i mutlu etmek için dibine dalıp kırmızı balık çıkarmaya çalıştığı göl Riga’yla beraber Satellite’ın da ümitlerinin boğulduğu bir simge haline gelir. Tabi kırmızı balık da… Saddam’ın devrilmesiyle kurulan pazarda Amerikan askerlerinin çok değerli demesi üzerine Saddam’ın sol kolunu satın alıp Satellite’a getiren küçük çocuk yanında bir de kırmızı balık getirmiştir. Balığın poşetini sallayan Satellite kırmızıya boyandıklarını anlar. Amerikalıların mutluluk vaatleri gibi kırmızı balıkları da sahtedir ve kan rengindedir. Yönetmen filmlerinde kullandığı simgesellik burada yine yetkin ve etkili bir anlatıma kavuşmuştur. Amerika balığı boyadığı gibi Irak’ın geleceğini de kırmızıya boyayacaktır.

Amerikan hayranlığını cümlelerinin arasına serpiştirdiği İngilizce kelimelerden ve sözlerinden anladığımı Satellite ise Riga’yı kurtarmak için girdiği mayın tarlasında Amerikan mayınlarından birine basarak ayağından sakatlanmıştır. Amerikan askerleri köye girdiğinde, koltuk değnekleriyle, o çok beklediği, hayran olduğu Amerika’ya sırtını döner. Mayınlarıyla, ağır silahlarıyla ve kimyasal bombalarıyla ve en önemlisi yüreklerde açtığı onarılmaz yarayla Amerika bu ülkeyi nasıl cennete çevirebilir? Bu gerçek, O, daha bu topraklara ayak basmadan anlaşılmıştır.

Kendi sinema dilini bulmaya çalıştığını söyleyen yönetmen, ilk iki filmi Sarhoş Atlar Zamanı (Zamani Baraye Masti Asbha,2000) ve Anavatandan Şarkılar (Gomgash Tei Dar Aragh,2002)’da dayine Kürtleri ve yaşamlarını belirleyen bir olgu olarak sınırları ve sınırların böldüğü hayatları anlatır. Sarhoş Atlar Zamanı’nda bneye yakın Kürt köyünde beş çocuklu bir ailenin çocukların peşine takılarak, doğal ışığı kullanarak, doğayı ve çetrefil geçen bir yaşamı anlatır, Irak sınırına yakın Sardab köyünde yaşayan peşlerine takıldığı bu çocuklar, sınırın ötesindeki Pazar yerinde cam bardak, sabun gibi satılan kimi eşyaları paketleyerek ya da hamallık yaparak para kazanmaya çalışırlar. Görüldüğü gibi burada da kahramanlar yine çocuktur ve acımasız hayat koşullarında yaşamaya, hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. Babaları öldükten sonra evin erkek çocuğu Eyüp de kaçakçılık yapmaya başlar. Para sadece geçinmek için değil abisi Medi’nin ameliyatı ve kız kardeşi Emine’nin okul defteri için de gereklidir. İran filmlerinde çocuklar kahraman olunca okulun kendisi ve okul ihtiyaçları da doğal olarak hikayenin ayrılmaz parçaları oluveriyorlar. Örnekler çoğaltılabilir ancak Sarhoş Atlar Zamanı’nda, film boyunca hep ihtiyaç duyulan defterin ya da okulun sadece çocuk yaşamında ne denli belirleyici olduğu anlatılmaz; toplumsal ilişkileri de yansıtan bir anlatım aracı haline gelir. (Tıpkı Macid Macidi’nin filmi Gökyüzünün Çocukları’nda okulda tek ayakkabıyla idare etmeye çalışan Ali ve Zehra’nın öyküsünde olduğu gibi). Sınırdan geçerken çocukların üzerinde yakalanan kaçak defterler, Eyüp’ün çalışmak zorunda olduğu için okulu bırakması, Emine’nin yeni defter istemesi, Irak sınırındaki kahvede, kaçak malı satın alanlardan parasını alamadığı için Eyüp’ün kardeşinin istediği defterin parasını ödeyememesi (İran-Irak sınırında yapılan kaçakçılıkta taşıyıcıların alacakları para da pek tabi canları da garanti altında değildir), bunun üzerine Iraklı çocuğun defteri karşılıksız vermesi ( çocuklar arasındaki ilişkinin, örnek insan ilişkilerini temsiliyetine Sarhoş Atlar Zamanı’nda da rastlarız)…” Elif Genco

Yönetmenin çocukların samimi ve insancıl çocuk ilişkilerine olan vurgusuna Kaplumbağalar da Uçar filminde de tanık oluruz. Satellite’ın Riga’yı mayın tarlasından çıkarmak için tarlaya girmesi ve çocukların arkasından gitmesi için bağırdıkları hatta bir tanesinin ağladığı sahneyle, Satellite ayağından yaralandığında yine aynı çocuğun ona kendince hediyeler alıp getirmesi ve onu mutlu etme çabası bu kirletilmiş yörede temiz kalabilen tek şeyin çocukların yürekleri olduğunu gösteriyor bize…

Ayrıca yönetmenin filmlerinde ağırlıkla çocuk kahramanlara yer vermesinin, sinemada çocuk gözünün gerçekliği yansıtmada en etkili, sade ve samimi araç olmasının yanı sıra bir nedeni daha var. O da İslam devrimini izleyen yıllar boyunca star sisteminin, ünlü aktörlerin olmamasının da etkisiyle, sınırlandırılmış konular, erkek ve kadın arasındaki duygusal ilişkilerin anlatılamaması, şarkı söylenememesi gibi nedenlerin ana karakterler olarak yetişkinlerin yerini çocuklara bırakmasına sebep olmasıdır. Ama çocuklar ve çocukların dünyası, Abbas Kiarostami’yle birlikte İran sinemasının gözde temalarından biri olur. İranlı sinemacılar, aktarmak istediklerini çocukların gözünden dile getirirler. Çocuklar Sarhoş Atlar Zamanı’nın Eyüp ve Emine’si ve Kaplumbağalar da Uçar Hengov ve Agrin’i gibi abi-kardeş rolleriyle yer alırlar bu filmlerde ve yine örnek insan ilişkilerini temsil ederler.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Sinema Dünyasından Haberler #2


* Empire Dergisi geçtiğimiz ay, nisan sayısında, 25o. sayısına özel olarak Back To The Future serisinin de 25. yılını kutlaması münasebetiyle yukarıda gördüğünüz kapakla çıktı. Daha önceki kapaklara erişmek isteyen arşivciler buradan buyursun.

*63. Uluslararası Cannes Film Festivali düzenlenen ödül töreniyle sona erdi. Altın Palmiye Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul'un Loong Boonmee raleuk chat (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives) adlı filmine verildi.

* Quentin Tarantino bu yıl 1-11 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek Venedik Film Festivali'nde jüri başkanlığı yapacak. Ve festivalde Sofia Coppola (Somewhere), François Ozon (Potiche), Monte Hellman (Road to Nowhere), Julian Schnabel (Miral) gibi isimler yarışacak.

*Pedro Almodovar ve Antonio Banderas 20 yıl sonra yeniden bir arada. Filmin adı: La piel que habito. 2011'de vizyona girecek film, Thierry Jonquet'in 1995 tarihli romanı Mygale'den uyarlanma.

* Mision: Impossible serisinin 4. halkasının gösterim tarihi Aralık 2011'e ertelendi. Filmin yönetmenlik koltuğunda ise Brad Bird oturuyor.



*Christopher Nolan'ın Inception'u yeni fragmanı ile karşınızda.

* Rise of the Apes 2011 yazında seyirciyle buluşacak.

* Uygar Asan’ın yazıp yönettiği Düğüm adlı uzun dijital çalışma, Sirbistan’ın Novi Sad şehrinde her yıl 05 - 12 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilen Cinema City Film ve Medya Festivali’nde.


* Güzel insan Sofia Vergara'nın da kadrosunda olduğu The Smurfs (Şirinler) projesinden bir adet Hank Azaria'lı Gargamel fotoğrafı.

* Oscar Ödülleri, 2011 yılında, Şubat ayında verilecek.

* 'Jurassic Park', 'Mumya', 'Shrek', 'Sapık', 'Terminatör'... ABD'de Universal Stüdyoları, gerçek hayattan uzaklaşıp film dünyasının içine dalmak ve ünlü filmlerin çekim mekanları görmek isteyenlere, hayal dünyasının kapılarını aralıyor. Detay için buradan buyrun.

* Megan Fox hayranlarına (kendim de dahil tabii) kötü haber: Transformers 3'te Megan Fox yer almayacak.

kaynak: Imdb.com, sinemaestro.com, sinema.com, beyazperde.mynet.com, ntvmsnbc.com

22 Mayıs 2010 Cumartesi

12. Eskişehir Film Festivalinin Ardından- Notlar-1


1 Mayıs 2010 ile 11 Mayıs 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen Eskişehir Film Festivali bu sene de pek çok izleyiciye keyif dolu anlar yaşattı. Sinema Anadolu, Cinebonus Espark Salon 2 ve Salon 3’de gösterimleri gerçekleşen filmler 12.00, 15.00, 18.00 ve 21.00 seanslarında izlendi. Arada kaçak olarak korku filmleri 24.00 (aslında 00.00)’de yayınlandı. Bir diğer kaçak, kısa filmler her gün 10.00 seansında Sinema Anadolu’da gösterildi.

Bu sene genel olarak olumlu ve olumsuz yönleri sıralamak istiyorum. Önce kötülerden başlayalım. Her sene olduğu gibi bu sene de festival vize haftasında gerçekleştirildiği için özellikle gündüz seanslarına katılımda sorunlar yaşandı. Tam olarak kimin sorumluluğunda olduğunu bilmediğim bu durum neticesinde seyircinin izlemek istediği pek çok filmi kaçırdığı ve izlenme oranının düştüğü aşikar. Elbette bunu söylerken izlenme oranıyla vurgulamak istediğim satış rakamları değil, ama zaten yılda bir defa izleyebileceğin bu tarz filmleri saçma bir sınav sebebiyle izleyememek insanın içine oturuyor. Madem bir hizmet sunuluyor, ulaşım tam sağlanmalı diye düşünüyorum. Bir diğer olumsuz yönü, Türk filmlerindeki profilin değişmeye başlaması. Yine bağımsız filmler de geliyor elbette ama birkaç sene öncesine kadar gişelere oynayan bir filmi bu organizasyonda telaffuz etmezdik. Şimdi ise dizi oyuncularının gişe filmlerine rastlamaya başladık. Her ne kadar bu durum genel olarak festivalin havasını değiştirmiyorsa da benim gibileri korkutmuyor da değil. Festivalin üçüncü ve sinir bozucu olumsuzluğu söyleşiye geleceği belirtilen yönetmen, oyuncu vb. konukların gelmemesi ve bunun duyurumunun yapılmaması. Bin bir güçlükle öğle seansına söyleşi var diye bütün işleri erteleyip ve çeşitli tehlikeler atlatıp filme bilet alıyorsunuz, keyifle izliyorsunuz ve bittiğinde birisi kapının yanından “yönetmen gelemedi” diye anons yapıp kaçıyor. Bu durumda söyleşiyi izleyemediğinize mi yanarsınız işinizi gücünüzü buna göre ayarladığınıza mı? Bu festivalde geleceğini belirtip gelmeyen çok olduğu için belki de daha çok göze battı ve rahatsızlık verdi.

Neyse ki olumsuzluklar azdı ve tolere edilebilir konulardı. Ayrıca yılda bir düzenlenen ve kolay kolay ulaşılamayacak filmleri bize getirdiği için biraz da “bu kadar kusur kadı kızında da olur” tavrına büründüğümüz için keyfimiz kolay kolay bozulmuyor. Dahası olumlu yönleri tartıyı hep daha aşağılara çekerek içimizi rahatlatıyor.

Gelelim iyi yanlarına. Öncelikle biletler sadece 4 liraydı. Sıkıntılı bütçeler için sinemaya gitmek bir sorun olduğu için bu durum çoğu kişinin içine su serpti. Öğrenci şehri Eskişehir’e yakışır bir tavır (Gerçi geçen sene 3 liraydı). Kısa filmlerin ücretsiz olması ayrı bir güzellikti. Festivalin bir diğer iyi yanı, 11 gün boyunca bir filmin en fazla iki defa oynaması (1-2 istisna hariç) film sayısının yüksek tutulmasını sağlamıştı. Gidemeyip aklınızda kalan filmler oluyor elbette, onları da bir kenara not alıyorsunuz, en azından haberdar olmuş oluyorsunuz ve sonra kendi gayretlerinizle ediniyorsunuz. Özellikle sinemayla yakından ilgili (okuyanı, çalışanı gibi) kişilere 3 Gün 3 Senaryo, 3 Yönetmen konulu özel bir atölye yapıldı. Pelin Esmer, Sırrı Süreyya Önder ve Cemal Şan’la atölyelere katılma fırsatı ve “Bana Eskişehir’i Anlat” konulu senaryo yarışması büyük bir fırsattı.

Her sene sıkıntısını çektiğimiz bir diğer konu listenin ve kitapçığın geç çıkması oluyordu. Bu sene nihayet bu olumsuzluk da kırılmıştı. Festival programı ve kitapçığı başlamadan elimize geçti ve böylece program yapmamız çok daha rahat oldu. Özellikle ilk iki günün cumartesi-pazar olduğu düşünülürse en boş günlerinizde hangi salonda hangi filmin döndüğünü bilmemek önemli bir kaçırım yaratıyordu. Takip edebildiğim kadarıyla geleceği duyurulan ama gelmeyen bir film de olmadı. Velhasıl, daha çok organizasyonla ilişkili konularda festival iyi çalışmış ve güzel bir izlence sunmuş oldu bizlere.

Ve filmler; Dünya sinemasından genç yıldızlar kuşağının pek çoğu görülmeye değer yapımlardı. Kamen Kalev’in Şark Oyunları, Samuel Maoz’un Lübnan, Florin Şerban’ın Islık Çalmak İstersem Çalarım, Urszula Antoniak’ın Özel Hayatlar, Alvaro Brechner’in Balığa Çıkmak İçin Kötü Bir Gün, Scott Cooper’ın Çılgın Kalp ve Shirin Neshat’ın Erkeksiz Kadınlar adlı filmleri dikkat çekti. Sinema tarihinin unutulmazları bölümünde bu sene tek tek yönetmenler yerine klasikleşmiş yapımlara yer verildi. Kurosawa’dan Ikuru, Ozu’dan Yaz Sonu, Wilder’dan Sunset Bulvarı, Carne’den Cennetin Çocukları ve Newmeyer-Taylor’dan Safety Last filmleri gösterildi. Özel gösterim olarak ise canlı orkestra eşiliğinde Buster Keaton’un 1924 yapımı Sherlock Jr adlı filmi yayınlandı. Uzakdoğu’dan Apart Together (Quan’an)konusu itibariyle dikkatimi çeken fakat talihsizce izleyemediğim filmlerdendi. Geçen sene de konuk olan Ozon bu sene ayakları yere basan Yuva adlı filmiyle festivale katıldı. Loach’ın Hayata Çalım At, Popogrebsky’nin Yaz Nasıl Bitti ve Warmerdam’ın Emma Blank’in Son Günleri adlı filmler, zaman sıkıntısıyla izleyemediğim fakat büyük övgülerle bahsedildiğini duyduğum filmlerdi. Costa Gavras’ın Cennet Batıda filmi, film tanıtımındaki ciddiyetine rağmen eğlenceli işlenmiş bir kaçış öyküsüydü.

Bu sene vizyondaki Türk filmlerinin sayısının artmasıyla festivalde de doğru orantılı bir artış gördük. Talebin fazla olacağı düşünülmüş olacak ki 17 film gösterimi gerçekleşti (Kıskanmak, Orada, 11’e 10 Kala, Kosmos, Acı Aşk, Nefes: Vatan Sağolsun, Babam Büfe, Hayatın Tuzu, Vavien, Beş Şehir, Acı, Köprüdekiler, Bal, Pus, 40, Ses ve Kara Köpekler Havlarken); gerçekten de salonlarda yer bulmakta zorlandık. Popüler filmlere hevesim olmaması sebebiyle doluluklarını takip etmedim ama örneğin Bal’a yer olmadığı için gidememem aslında hoşuma da gitmedi değil. Kosmos bütün gösterimlerinde (3 gösterimdi yanlış anımsamıyorsam) doluydu ama daha az bilinen yönetmenler bu kadar rağbet görmedi elbette.

Neticede, sabırsızlıkla beklediğimiz ve katılabildiğimiz bölümlerinde keyiflendiğimiz bir festivali daha devirdik. İçimizde kalanlar, izleyip beğenmediklerimiz, ‘ben bu filmi daha önce nasıl duymamışım’ dediklerimiz, hepsi, hepsi ağzımızda farklı birer tat bıraktı. Emeği geçenlere bir yandan teşekkür, bir yandan da zamanlama konusunda serzenişlerimi iletmek isterim. Sonunun kaybolan diğer etkinlikler gibi olmaması dileğiyle.

Ebru
http://sadecee.blogspot.com/

18 Mayıs 2010 Salı

İstanbul'da Bir Sürrealistten Al Haberi

Bugün Zonguldak'ta amatörlüğümüzün kanıtı olacak biçimde her sene devam eden, ısrarla olan bir grizu patlaması yaşandı. Ölenler var. Ölenler var be! Ötesi mi var. Ölen birisi. Onun yakınları, eşi, dostu, çocukları...

Türkiye Cumhuriyeti'nin en eski partisinin başkanının yalanlamadığı ve siyasetinde kullanmak için bir basamak olarak kullanırken hiç yüzünün kızarmadığı kaset olayının siyasi arenalarda kestirilemeyenleri olarak bilinen gerçek yansımalarından birisi vuku buldu. Kemal Kılıçdaroğlu Baykal'a rağmen olduğunu düşündüğüm biçimde aday oldu. Kılıçdaroğlu CHP başına geçebilir mi? Impossible is nothing!

Anayasa görüşmeleri devam ediyor. Alayına isyancı olmayıp, Adalet ve Kalkınma Partisinin de düzgün bir şeyler yapabilme ihtimalini sevenleri koruma ve yaşatma derneği olarak, sigara yasağı, OECD'de büyüme kaydeden tek ülke olmak, son sekiz yılın en iyi ekonomik yönetimini sağlayan kuruluş olmanın yanısıra, tam bir darbe anayasası olan ve toplumun branşlaşmış kesimlerinin birçoğunda "gilse de kurtulsak" denilen eski anayasanın değiştirilmesi konusunda, kusursuz bir şey arayan şeysiz kalır kuralı gözönünde bulundurularak, yaptığı çalışmalardan dolayı gelecekten umutluyum.

Bugün bir kişiye daha gazete okumanın usülünü bildiğim üzere anlattım. Hiçbir gazete yalnız başına bir haber vermiyor dostlar. Radikal ve Taraf, Milliyet ve Türkiye gazetelerinin dördünü de alıp masaya koyuyorsunuz, sağlam bir kompozisyon gücü ve ortalama üstü bir IQ seviyesi ile ülkede neler oluyor kestirebiliyorsunuz. Yeni Şafak ve Cumhuriyet binicinin fazla ucunda olduğu için tavsiye etmiyorum yeni başlayanlara.

Fenerbahçe stadında bir skandal yaşandı. Hani insandık? Empati diye bir kelime vardı hani? Ya sizin takımınızın başına gelseydi aynı olay, napardınız a dostlar? Dram yüklü, kabul ediyorum trajikomik kelimesi daha iyi karşılıyor, bir geceydi. Bursaspor'u bu vesileyle tebrik ediyorum. Bu şampiyonluk hikayesinin filmi çekilebilir. Çok da güzel olur tamam mı!

Selvi Boylum Al Yazmalım'a gitmek üzere, ortaokulda aşık olduğum kıza elimde iki bilet ve bolca Frigo sinema dondurması vaadiyle merhaba deme fikrini geliştirdim.

Bugün yine, Amelie Poulain'in hastalık hastası kadın ile birazcık az tahtalı, kayıt makinalı adamı birleştirme taktiğinin yandan yemişini uygulamamın 4. günüydü.

Açlık grevi yaptım tüm öğleden sonra. Gece saat 23.00 sularında bir arkadaş ve 5-6 otlakçıya çektiğim tonbalıklı lazanya ziyafetine kadar aç karna bu kadar düşünebiliyorsam iyi dedim birkaç kez. Kendi götümü kaldırdım indirdim.

Ezel adlı dizinin 20. bölümünden sonrasını izleyip final bölümüne yetişmem gerekiyordu. Üşendim ona, insanlarla konuştum netten. Henüz sakinleşmemiş olma ihtimaline karşı Fenerbahçelilerle pek konuşmuyorum. Lost dizisinin finaline yaklaşırken iyi ki böyle santim santim takip edenlerden olmamışım lan diyorum. Normal izleseniz ya la dizileri. Durdurup durdurup öküz altında kara duman görmek biraz manyakça.

Dün gece Leman Sam konserindeydim. Kadın sosyal sorumluluk projesi kapsamında gelmişti zaten. Kendisi sosyal sorumluluk projesi çıktı kadının. Kızının "komandante çe gavera" şarkısını yorumlaması esnasında bizim çe gaveramızın şarkısını hayal ettim. Süper olacak lan.

İstanbul'da olmak çok güzel.

16 Mayıs 2010 Pazar

Brooklyn's Finest


Bazı filmleri gördüğünüz anda izlemek istersiniz.Aksiyon filmlerini çok seven bir izleyiciyseniz , şu kadroyu gördükten ve yönetmenin Antoine Fuqua (Training Day) olduğunu bildikten sonra bu filmi izlememeniz için hiç bir nede yoktur sanırım.

Filmden bahsetmek istersen bizlere 3 tane farklı polisin, şuç merkezi Brooklyn deki maceralarını anlatıyor.Bizde yazımıza buradan başlayabiliriz.Şöyle teker teker karakterleri inceledikten sonra film hakkında biraz genel birşeylerden bahsedip yazıyı bitirmek istiyorum.Filmi elbette izlemek isteyen yoğun bir topluluk olacaktır ve bu zevki kaçırsınlar istemem.

Richard Gere artık mesleğinde 22 seneyi doldurmuş ve 7 gün sonra emekli olmayı seçen bir karakter.Elbette emekli olacağı günler geldikçe elini, eteğini işten iyice çekerek bir an önce emekli olmalı bekliyor.Emekliliğin son günlerinde yanına çaylak bir polis memuru veriliyor ve önce onunla birlikte yaşadığı macerayı görüyorsunuz.

Söylenmesi gerekenlerden bahsedelim biraz.Gere'in bir mutsuzluğu var ama siz bunu film boyunca anlayamıyorsunuz.Diğer polislerinde elbette bazı sorunları war, bunlara değinilmiş ama Gere tam olarak ortada kalmış.Diğer 2 polisin hayatı bir o kadar heycanlı geçerken, bizim Gere'in hayatı bir o kadar durgun geçiyor.Bir tek filmin sonlarında yaptığı biraz atraksiyon yaratıyor.Mutsuzluğun nedenini anlayamadığımızdan dolayı filmde havada kalan bir karakter gibi olmuş.Birşeyler yapmak istiyor ama eli gitmiyor.Olaylara bulaşmak istiyor ama bulaşamıyor, sanki birşeyler onu engelliyor gibi...

Ethan Hawke; polis memurumuz kirli polis.Zamanında yapılan bir uyuşturucu operasyonundan sora ortada bir miktar paralar dönüyor ve bunları cebe indirmeye başlıyor ve dahasınıda istiyor.Tabi ki burada bir takım arkada kalan nedenlerden bahsedebiliriz.Bir sürü çocuğu var ve 2 tane daha geliyor.Para gerekiyor.Karısı ikizlere hamileyken astım hastalığına yakalanıyor ve bir an önce para bulup oradan taşınması gerekiyor.Zaten bir sürü pisliğe bulaşmış durumda kendisi ve ailesinin başına gelen herşeyden kendisini sorumlu tutan bir karakter.

Son olarak D.Cheadle; gizli ajan.Şebekeye bir şekilde bulaşmış mesleğinde hızla yükselen bir gizli polis filmde. Girdiği şebekenin içinden bir an önce kurtulmak istiyor ama daha sonralarında 8 yıldır görmediği eski arkadaşının da dahil olduğu bir işi açığa çıkarmasını istemeleri ile ortalık iyice karışıyor.Hemen burada belirtmek isterim ki; BMW'ya bayıldım...

Bildiğimiz klasik hırsız kaç-polis tut, yada kirli polisi bulana benden hediye tarzı filmlerden olmaması filmi beğenmeniz için en büyük neden.Ama tabiki ortada konusulması gereken birkaç nokta var ve ben bunlara dokunmaden geçemiycem;

Gere'in son sahnelerde birşeyler yaptığı adam ( spoiler ) nasıl oluyorda 100 kaplan gücünde ortaya çıkıveriyor.Ya gerçekten güzel bir film denemesi yapmışsınız ve farklı olmuş ama neden bu tür sahnelere gerek duyuyorsunuz?

Ölen polis memurunun ailesine 100k verildiğini film içinde gayet net bir şekilde söylüyorlar.Peki Hawke görev başında değilken öldürüldü.Bunun açıklaması nasıl olacaktır?

Evet gerçekten çok çok iyi bir kadro var filmde.Hepsinden teker teker sözetmek imkansız ama Hawke ve Gere'in oynadığı karakterler filmde biraz öne çıkmış.Hawke kısmında biraz problemler başgösteriyor.Belirli tutarsızlıklar var gerçi ama artık herşeyi incelemeye kalkarsak, iş içinde çıkılmaz bir duruma gireceğinden bundan bahsetmiyorum.Yukarıda da aynı şekilde söylemiştim 3 tane farklı polisin birbiriyle birleşmeyen hayatlarını anlatıyor.film içinde sahnelerde hepsi birbiriyle denk geliyor ama bu sadece bir denk gelmekten ibaret.Birbirlerinin hikayelerinde bir rol sahibi değiller.Gerçekten bir aksiyon filmi olduğunu tartışırım ama sürükleyici bir film olduğu kesin.2 saat 12 dakika boyunca acaba neler olcak diye bekliyorsunuz.Sürükleyici bir film dedim, ama ilk 50 dakikayı hesaba koymadan söylüyorum.Eğer ilk başları izlemeden sadece son yarım saati izleseniz filmi az çok çözebilirsiniz.

Sonuç olarak bence başarılı bir deneme olmuş.Çok büyük mantık hataları yada çok fazla tartışılacak şey yok.Evet, var ama bunlarıda artık görmezden gelmek gerekiyor.İzlemenizi tavsiye ediyorum.Türkiyede sinealara geldi mi, gelecek mi hiç bir bilgim yok bu konuda ama en azınan DVD yada HD olarak indirilip izlenmeyi hak eden bir film.Notum 10/7.5

UnjustLucifer
dvdmovieworld.blogspot.com

14 Mayıs 2010 Cuma

Alıntı ve Sahne #8 :Tanrı

"Başlangıçta Tanrı'nın hiçbir şeyi yoktu.O da birşeyler yapmaya başladı. Toprağı,havayı,suyu,suda yüzen şeyleri yaptı,sürüngenleri,bacakları olanları yaptı.Kısacası Tanrı kendisini büyüttü.Sonra bir iki gün içinde yada birkaç milyon yıl içinde insana nefes verdi.Ve o günden beri hayatı bizden emip alıyor."

Tanrıyı bulmanın daha kolay olduğu bir hapishanede geçen Oz dizisinin esas karakterlerinden Augustus Hill 'in Tanrı ile ilgili görüşlerinden biri.



"Bazen dünyanın bir kasa olduğunu düşünüyorum.Tanrı'nın parasını sakladığı bir kasa.Para biriminin insan olduğu bir evrendeki küçük bir kasa.Tanrı'nın paraya ihtiyacı olduğu zaman büyük savaşlar,felaketler,ölümler oluyor.Ölenler harcanıyor.Kalanlarsa faiz yaratmak için ürüyor."

Hakan Günday'ın piçler üzerinden hiçliği anlattığı Piç romanında Barbaros karakterinin düşünceleri.

11 Mayıs 2010 Salı

Lizbon’un Tozuna Boğaz Suyu Döksek Olacak İstanbul


Lizbon’a saatleri sayılı miktarda alıcı gözüyle bakabilmiş olsam da, gözlemlerim beni hep bir sonuca götürdü: Avrupa’nın öteki ucunda, âşık olduğum şehrin ufak bir kardeşi var!

İtalya ve Fransa’da dünyanın en süper milleti olduklarına emin insanlarla muhatap olduktan sonra İspanyollar daha az İngilizce ve daha çok ilgi ile gurbet gönüllerimize bir sıcaklık vermişlerdi. Asıl sıcaklığı arkalara sakladıklarını Atlas Okyanusu’na değdiğimizde anladım.


Portekizliler Türkiye’nin ufak bir kentinde İngilizce bilen bir insana rastlama ihtimaliniz kadar aynı ihtimali sunuyorlardı bize. Yürüyerek geçirdiğimiz saatler sonunda acıkıp bir kafeye kendimizi attığımızda diğer müşterileri resmen boşverip bizim derdimizi anlayabilmek için kendini paralayan teyze ise” İngilizce öğrenilir, insanlık daha önemli” dersini almamı sağladı. Sosisli olanı yemediğim hariç dört çeşit de güzel çörek servis etti, seksen yıl hatırı olacak kadar kahveyi espresso tarzında pişirip yanında sunarak.

Portekiz’de Boğaz Köprüsü var. Neredeyse aynısı. Fotoğraflarına bakıp bakıp şaşırıyorum. Sanki Plaça de Mercado değil de Üsküdar Meydan’dan bakıyorum Marmara adlı denizimizin yerine koydukları Atlas Okyanusu’nun Haliç gibi kıvrıldığı yere. İkinci köprü de var, hoş, üçüncüyü nereye yapalım tartışması da.

Hayatımda ilk kez evimin olduğu yerden iki saat geriden takip ediyorum güneşi ve son üç gündür bir yatakta yatmışlığım yok, yine de özlediğim İstanbul’a en benzer yerdeyim gittiğim yerler arasında. Şu soldaki Pantheoa değil de Ayasofya, tüm turistlerin akın ettiği ise Rumelihisarı olmalı. Arnavut kaldırımları da aynı Eminönü’nün arka sokakları, Balat’tan aşağı akan yollar ve hatta Güngören gibi. Yokuşları aynı biz, yokuşlarda ellerini arkaya bağlamış, vakur vaziyette tırmanan bizim dedelerimiz. Bir kabartma resim, alacalı etekli bir kadın, başında bir bez, o beze hasretler sevgiler işlenmiş, belli, halı yıkıyor. Bu da mı tanıdık değil, o zaman sarısı onlarda daha makbul olan, kırmızısı da olan, Taksim tramvaycıkları sokak aralarında cirit atıyor, benzer zilleriyle ve arkasına takılmış insanlarıyla.

Evler o kadar değişken ki, renkler öyle geçişken ki, şehrin ruhu öylesine sarıyor ki vücudu, resmen yapışkan. Çarpık yapıların arasında öyle bir ev celbediyor ki dikkatinizi, rengine mi hayran olsanız, kapısındaki çiçeğe mi, yoksa pencereden bakan, eski kıyafetli sabiye mi, bilemiyorsunuz. Nutku tutulur ya bazen insanın, öyle oluyor, deklanşöre bile basamıyorsunuz.


Gülüyor insanlar tüm fakirliklerine rağmen. Yardım ediyorlar onların daha çok işi olmasına rağmen. Bir adres sormayagörün, etrafa tellal çıkartacaklar resmen İngilizce bilen varsa Allah’ını seviyorsa gelsin diye. Bize tebessümleri eşliğinde teşekkür etmenin kendi dillerindeki karşılığını öğretiyorlar, biz eziklikle, sanki farklı diller konuşuyor olmamız bir suçmuş da, faili de onlarmış gibi.

Portekiz; Avrupa’da tanımadığımız insanlardan oluşan Türkiye kopyası. “Obrigaldo” Portekizliler. Yalnız ve güzel ülkenize hayran oldum.

9 Mayıs 2010 Pazar

Blog Ödülleri 2010 Değerlendirmesi

Çarşamba günü Kard Thanx God postunu girdiğinde eminim pek çoğunuz Kaka'nın gol sevincini neden paylaştığına anlam verememişsinizdir.Sonuçta pek alakasız gibi dursada iddialı girdiğimiz blog ödülleri yarışmasında oylamalar sonucu ilk 5e kalmamızla ilgili bir fotoğraftı.Bildiğiniz gibi blog ödülleri çok tartışılan bir yarışma.Oy verme mevzusunun suistmal edilebilme ihtimalinin yüksek olması,çevresi geniş insanların veyahut topluluk bloglarının daha fazla oy toplayabilmesi ve böylelikle haksız rekabetin ortaya çıkardığı sonuçlar genel olarak kullanıcıların esas şikayetleri arasındaydı.Bunu bile bile yarışmaya katılıyorsanız ve ilk 5 blog arasına giremiyorsanız eleştirmenin manası yok çünkü eleştirenlerin çoğunun oy verme mevzusunu suistimal ettiğini düşünüyorum.Bu nedenle bu sene uygulamaya konulan jüri oylamasının bu noktada iyi bir çıkar yol olduğunu düşünüyorum.Jürinin işlevselliği tartışılabilir ama zamanla daha çok gelişicek bir sistem oluşacaktır.Sonuçta iyi bir blogunuz varsa ve sadık bir izleyici kitlesine sahipseniz ilk 5 blog arasına girmek çok zor olmasa gerek.Bu yıl yarışmanın 3.sü düzenleniyordu ve geçen senelere göre gelişmekte olduğunu inkar edemeyiz.'-Bunlar kim oluyorda bizi oyluyor?,-yarışmayı suistimal eden çok kişi var,-ben seçilemedim şu blog nasıl seçilir?' demenin bu yüzden pek bir mantığı yok.Destek verilmeli ve gelecek yıllarda daha kaliteli,güvenilirliği sağlam yarışmalar ortaya çıkmalı.


İlk 5e kalmamızın ardından jüri oylamasıyla ilk 3e seçildik ve bundan sonrası bizim için pek önemli değildi zira esas amacımız dereceye girebilmekti.Burada 700ü aşkın izleyici kitlesine sahip olsakta amacımız daha çok kişiye ulaşabilmek ve yazılarımızı okutabilmek.Dereceye girmenin bu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum.8 Mayıs Cumartesi günü de sıralamayı öğrenmek ve buna bağlı olarak hediyelerimizi almak için etkinliğin yapıldığı Faruk Ilgaz tesislerine gittim.Güzel bir etkinlik oldu.Özellikle paneller gayet keyifliydi.Sadece yarışma sonuçları biraz aceleye gelmiş gibi oldu.20 dakika içinde tüm kategorilerde sıralamalar açıklandı ve plaketler takdim edildi.Kategori 1.lerine en azından bir söz hakkı verilmeliydi.

Yarışmanın bizi ilgilendiren Kültür-Sanat kategorisinde ise;

3.lüğü Avaz Avaz Dergisi
2.liği Sigara Yanıkları
1.liği ise Hazal Yılmaz.com/anlamarama blogu kazandı.

(hacito o nasıl bir el kavramadır?)

Tasarım olarak bizimkinden üstün bloglara karşı yarıştık.Buna karşın içerik olarak daha doyurucu olduğumuzu düşünüyorum.Gerçi Kültür-Sanat kategorisi altında toplanmış olsakta apayrı konuları işleyen bloglara sahibiz.Kültür-Sanat kategorisi gelecek yıllarda farklı dallara ayrılmalı.En geniş kapsamlı kategori olması yüzünden elma ve armut kadar zıt bloglar birbirleriyle yarışır hale geliyor.Zira jürinin en fazla yanlış yapabiliceği konulardan biri budur.Şahsi fikrimi söyleyecek olursam 1.liği kazanan blogun kültür-sanat'tan ziyade kişisel bir blog olduğunu düşünüyorum.Bunu yarışmayı ikinci bitirmiş birinin çemkirmesi olarak görmeyin ben sonuçtan gayet memnunum ama özel hayattan fazlasıyla kesitler sunan bir blog kişisel bir blogtur.Jürinin gelecek senelerde bu karışıklığı ortadan kaldıracak düzenlemeler yapması gerekir.Bizim açımızdan keyifli,heyecanlı bir yarışma oldu.Bu vesileyle oylama süresince üşenmeyip blogumuza oy veren herkese teşekkürlerimi sunuyorum.

7 Mayıs 2010 Cuma

Sözde Değil, Özde Prag

Prag'da doğmadım elbet. Görünce o afet kızları, sanayi bölgesi araba fabrikası kapısı gibi açılmazdı gözlerim orada doğmuş olaydım. Gidince çimdik çimdik gezmezdi elim kollarımda bacaklarımda. Alkolsüz sarhoş olmazdım gündüz gece, gündüz gece, gündüz gece.

Masalların şehri burası. Sanki her tarafta var bir düğün, bütün şehirlerin kulelerinin estetikleri seçilip konulmuş etrafımıza bağımsız değişken dağıtıcıyla. Gözler prenses kıyafetli inanılmaz güzellikteki ile beyaz atlıyı arıyor turistlerin atmosferi kapışması arasında. Fotoğraf çekinirken suratınıza sahte gülümseme vermenize gerek kalmıyor. Prag harika, Prag harika kelimesini yeniden tanımlatıyor, Prag harikadan sonrasını düşündürüyor. Prag az kullanılmış bir cennet gibi.

Newton büyük bir fizikçidir, kanunlarına elimden geldiğinde karşı çıkmaya çalışsam da, eğitim sistemi ve eylemsizliklerimiz bizi ona her türlü uyar hale getirdi. Burada en büyük isyanımı yaptım Newton'a. Uçmak bu şehre ne çok yakışırdı. Uçan halı icat edilir edilmez 12 metrekarelik bir tanesiyle buraya geliyorum.

Charles Köprüsü en ünlü doğrultusunu oluşturuyor bu şehrin. Kale de çok şaşaalı olmasına karşın ve hatta köprünün başında sonunda düzenleme olduğu için iskeleler kurulmuş olması da eksi olarak görüntüye işlense dahi Charles Köprüsü heykel ve insan mozaiği, sokak sanatçıları, dünyaya cam misketten bakan çocuğa insanı döndürme kapasitesiyle bir değişik hissettiriyor insana. Diğer köprülerde iken gözler hemen onu arıyor, neredesin sen diyor ağız. Burun rengi aşırı esmer olan nehirden kötü kokular gelecek diye tedirgin olmakla meşgul iken.

Kafka'nın ayak izlerini takip ede ede yürürken, baharın geldim diye bağrındığı bir yokuştan çıkıyorum Heidi misali. Sağımda solumda sevişen, öpüşen, koklaşan evsizler ve dışarıda fantezicileri var. Sonra rüyanın en güzel yerinde uyan diyen bir ses gibi karşıma çıkıyor şehrin arkalarından yükselen gökdelenler. Yapanların ve yapılmasına izin veren estetik kaygısızlarının bir tarafına girsin diye bad dua ediyorum. Uyanmamak için başka tarafa dönüyorum.

Kuklaları oynatan bir dilber yolumu kesiyor, bana anlamadığım dilde bir şeyler söylüyor, İngilizce halbuki konuştuğu. Benim alık alık baktığımı görünce İngilizce bilmediğimi sanıyor, halbuki estetik anlayışımı birkaç seviye atlattıran güzelliğine takılı kaldım ben o sırada onun. Bundan bir tane bulmalıyım diye not defterime döşeniyorum.

Ben İstanbul'a aşığım. Prag ile sadece flört ediyordum, kabul. Tüm Avrupa'da metresim olarak kabul edebileceğim iki üç şehirden birisi olur Prag. Dondurma Roma'da değil, Prag'ta yenir. Kron adlı gereksiz para birimlerinden en yakın zamanda kurtulmaları dileğiyle çaput bağlıyorum hıdırellez hıdırellez.



Kafka'nın yattığı mezarlığa giderken kafanıza karmakarışık fikirlerden örülü bir örümcek ağı gerip sert şutlarla ağın esnekliği ile oynarken, bir de bakıvermişsiniz unutmuşsunuz neyi düşünüyordunuz. Hitler şehri görmüş de bombalamayın demiş. Büyü İsmet İnönü'yü nasıl etkilerdi acaba, konuşmasında halka, "haelk" demekten alıkoyarmıydı kendisini merak ettim açıkçası.

Bir sevgilim olsaydı lan yanımda diyip, hayatımda geçici olacak Çek kızlarına baktığım yer oldu. Milan Kundera ile bitiriyorum hiç filme falan bağlamadan: "Gülüşün ve unutuşun şehri."


Facebook kanalıyla paylaştığım bir albümü de burada görücüye çıkartıyorum.

Hıdrellez: Alkıs istiyorum..

Birkaç alkış talep ediyorum sizden. Buyurun listesi:

  • Bu gecede bana eşlik eden arkadaşlara, yahut eşlik ettiğim arkadaşlara bir alkış istiyorum öncelikle.
  • Fotoğraf makinesini getirip de pilini şarjda bıraktığım için bana küfretmeyen, etse de içinden edenlere de alkış istiyorum.
  • Yaşına aldırış etmeden elindeki tefiyle tek saniye durmadan, beni de çoşturan isimsiz ablama da istiyorum.
  • Küçük sahnede; parlak kırmızı gömleği, koca güneş gözlüğü, ondan da koca göbeği ile roman havası eşliğinde dans eden, bizi bizden alan o roman abime de alkış istiyorum.
  • "su 3 lira" diye bağırarak bira sattığını unutan o yaşlı nineme de.
  • Gece boyu eğlenmeyi amaçlayan, hiçbir taşkınlık yapmayan tüm katılımcılara da.
  • Önemlisi; yılın 364 günü evlerini yıkmakla tehdit ettikleri Romanlara bu güzel geceyi atfeden büyükşehir belediyesine de ayrıca bir alkış istiyorum (!)
  • "Kentleşme" adı altında evlerini yıkmak isteyen fakat "Avrupa Kültür Başkenti" olacaz diye tek gecelik de olsa maske takanlara da bir alkış(!).
  • Ama en önemlisi; yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen "dünyaya renk saçtığı için bütün Romanlara" kocaman bir alkış istiyorum...

Çok sağolun.

5 Mayıs 2010 Çarşamba