26 Eylül 2012 Çarşamba

Homeland

Emmy'de aldigi odullerle beni sasirtan dizi; Homeland.


Eldeki dizilerin bitmesi sonucu yeni dizi arayislarina girmis ve Homeland'e takilmistim. Yoklukta gideri olan, ilk sezonuna bakacak olursak farkli bir dizi senaryosu sunan bir diziydi. Oyunculuk konusunda basrol oyuncusunun namaz kildigi esnada sesli sekilde fatihayi okumasindan baska bir buyuk performansini gormedim. Demem o ki, diziyi izledim, yakinda cikacak olan 2.sezonunu da izlerim ama diger adaylarla kiyaslandiginda ne dizi en iyi dramayi ne de oyuncular en iyi kadin-erkek oyuncu odulunu hakediyor. Bir Mad Men varken hele hic.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

François Truffaut


 Sinema her geçen yıl biraz daha evriliyor. Görüntünün elde edilmesiyle başlayan macera bugünlerde salt görüntünün yetmediği bir sanat dalı haline gelmiştir. Bu dönüşüm ve gelişim hikayelerinde sinema üzerine edilecek her kelamın bağlandığı noktalardan biri de Fransız Yeni Dalga akımı olacaktır. Günümüz sinemasında hatrı sayılır bir yere sahip olan Fransız Sinemasının kurtuluş hikayesini başlatan bu akımın öncülerinden François Truffaut da muhakkak bu hikayelerin baş kahramanını oynayacaktır.

Esasında her şey Truffaut’un sinema izleyicisi olarak kendini ifade edebileceği bir dönemde Andre Bazin ile tanışması ile başlar. Andre Bazin’in yardımlarıyla film eleştirmenliğine başlayan Truffaut sinemaya o kadar gönül vermiştir ki bir röportajında Orson Welles’in ünlü yapımı Citizen Kane için sarf ettiği cümle ünlü yönetmenin sinema sevgisine ışık tutar;

“Yurttaş Kane’i ilk izlediğimde, hayatımda hiç kimseyi bu filmi sevdiğim gibi sevmediğimden emindim.”

Sinema eleştirmenliği ile yapımların daha yakınında olan Truffaut finansal desteği de sağladıktan sonra zaman zaman kendi hikayelerini zaman zaman da roman uyarlamalarını sinemaya aktarmaya çalışmıştır. 1959 yılında çekmiş olduğu ilk uzun metrajlı filmi Les Quatre Cents Coups  da Fransız Yeni Dalga Akımının ilk ve en önemli yapımı özelliğini taşır.

400 Darbe filmiyle başladığı Antoine Doniel karakteri Truffaut’un alter egosunu oluşturur. Doniel’in filmlerde yaşadığı sıkıntılar Truffaut’un  geçmişinden kesitler sunar. Aile içi geçimsizlik zorlu geçen çocukluğu ve sonrasında düzensiz ilişkilerin yarattığı etkiler hepsi kişiliğinin evrilmesini sağlar. İlişkilerinde sıkıntılar yaşayan Doniel, Truffaut’un uzak durduğu sosyal çevresine atıflar içerir.  Öyle ki Fransızca dışında bir dil konuşamayan Truffaut Fahrenheit 451’in çekimleri için bulunduğu Londra’da otelden sadece sete gitmek için ayrılmıştır.

Hayatın dramının da bir zevk verdiğine inan Truffaut bu nedenle gerilim filmlerine çok önem verir. Amerikalı yönetmen Hitchcock’u sevmesinin bir nedeni olarak da bunu gösterir. Kendisini ve filmlerindeki karakterleri imkansız durumlara sokma, korkunç acıların eşiğine getirme eğilimine sahip olduğunu belirtir. Sinemanın gerilimine tutulan Truffaut’un en çok anlatmayı sevdiği konu ise aşk hikayeleridir. Jules et Jim ile başlayan aşk odaklı filmler diğer yapımlarında da farklı boyutlarda kendini gösterir. Truffaut için aşk tüm insanlığın ortak paydası ve insancıl bir özelliktir. Beyazperdede erotizmden her zaman kaçınan Truffaut için seksi olan çıplaklık değil, kıyafetlerdir. Aşk filmlerinde genel olarak bir birliktelikten ziyade aşkın hissiyatına göndermeler yapmaktadır ve Truffaut sinemasında aşk konusunu oluşturan öğeler; o adam, o kadın ve ötekidir. Usta yönetmen kendisine yöneltilen aşk filmlerine ağırlık verdiği iddialarına da şu şekilde cevap verir.


“Şöyle bir fikrim var;iki ayrı yönetmenden Kwai Köprüsü’nü  yapmasını isterseniz, aynı filmi çekeceklerdir. Ama Bried Encounter’ın konusunu önerdiğinizde, ikisi de kesinlikle farklı filmler çekecektir. Aşktan bahsetmek daha büyük yetenek ister ve insanı sırf bir hikaye anlatma çerçevesinin ötesine geçmeye zorlar.”

Öteki insanları anlatmayı seven Truffaut L’enfant Sauvage filminde ormanda yetişmiş olan bir çocuğun sosyal topluma uyumunu beyazperdeye aktarmaya çalışmıştır. Aynı şekilde Adele H. filmiyle de Victor Hugo’nun kızı Adele’nin bir aşkın peşinden koşuşunu anlatarak toplum normlarının dışındaki karakterlere yoğunlaşmıştır. Zira 400 Darbe filminde anlattığı yarı biyografik hikayelerde bilindiği üzere kendisi de bir öteki insandır. Yalnızlığı da en çok öteki insanlara yakıştırır. Karakterlerin sorunlarının üzerine tek başına gitmeleri onların seyirci ile arasına bir şey girmesini engeller. Seyirci karakterlerle bağdaşlık kurmaktadır. Erkek karakterlerini de korunmaya muhtaç birer anti kahraman edasıyla yapımlarına taşır. 400 Darbe filminde Doniel sonrasında da Fahrenheit  451 yapımında Oskar Werner, Jules et Jim filmi ve L’enfant Sauvage. Zira özellikle aşk mevzusunda erkeklerin hiçbirşey bilmediklerini dile getirirken kadın karakterleri bu nedenle daha güçlü gösterdiğini belirtmiştir.

Truffaut filmlerinin başarısını seyircinin tepkisiyle ölçmeyi doğru bulmaktadır zira filmleri halk için yapmıştır. Eğer bir komedi filmi gerektiği kadar ilgi çekmiyorsa ve en basit haliyle halk sinemadan keyifli ayrılmıyor ise onun için film başarısız olmuş demektir. Filmlerin konu ve içerik itibariyle belirli görevleri vardır ve bu nedenle de içerik ve anlatım karakterlerden daha önemlidir.Gerçek hayattan alıntılar ile film yapmanın doğru olduğuna inanan Truffaut için Hitchcock gibi usta yönetmenlerin sonunu getiren olay James Bond gibi hayali kahramanların yapımların önüne geçen aksiyonlu anlatımlarıdır. Seyircinin ilgisinin bu yöne kayması ile gerçek dünyadan hikayeler anlatmaya özen gösteren gerilim ve aşk ustası yönetmenler daha geri plana itilmiştir.
Yönetmenlik kariyeri boyunca 21 tane uzun metrajlı film çekmiş olan Truffaut için sinema varolduğu dünyadan  soyutlanmak anlamına gelmiştir. Zira Truffaut için film çekmek gerçekleri beyazperdeye aktararak gerçeklikten kaçışı temsil eder.

Son olarak Truffaut’un kişisel beğenilerini göz önüne alırsak;
En çok sevdiği film; Citizen Kane (Orson Welles)
En çok sevdiği filmi;  Les Quatre Cents Coups
Çektiğine pişman olduğu film; La Mariee etait en Noir
En çok sevdiği yönetmenler;  Jean Renoir ve Alfred Hitchcock

7 Ağustos 2012 Salı

Cockneys vs Zombies

Cockneys vs. Zombies, Londra'nin Cockney bolgesinde gecen bir Gerilim-Komedi filmi. Benzeri ve belki de oncusu diyebilecegimiz Shaun of the Dead'den daha kanli ve daha aksanli. Ama onun kadar komik mi bunu anca tamamini izledikten sonra anlayacagiz.

Matthias Hoene'in yonettigi film 31 Agustos'ta Ingiltere'de

25 Temmuz 2012 Çarşamba

The Dark Knight Rises

Gectigimiz Cuma gunu vizyona girisinden itibaren kendisinden cok, Denver'da gerceklesen ve 12 kisinin olumuyle sonuclanan katliam ile konusuldu serinin 3. filmi The Dark Knight Rises. Peki film icin ne denilebilir. Henuz Turkiye'de vizyona girmemis oldugu icin spoilersiz bir yazi olacak. En azindan fiziksel spoilersiz.

- You've given them everything.
- Not everything. Not yet


Oncelikle soylemem gerekirse, Batman Begins ve The Dark Knight'tan sonra serinin 3. filmi olsa da daha cok onceki ikisinin arasinda bir yerde durmasi gerekiyormus tadi veriyor. Yine bu 3 filmi seri olarak kabul eder ve serinin temelini Batman Begins olarak ele alirsak, The Dark Knight Rises serinin ilk filmine daha bagli ve 2. film olan The Dark Knight arada hafiften siritmis gibi durabiliyor. Filmde gerek Bruce Wayne'in Batman Begins'deki ustasi Henri Ducard'i hatirlamasi, gerekse de Bane'in "Ra's Al Ghul'un kaderini tamamlamak icin burdayim" diyerek kendisinin neree ait oldugunu belirtmesi ile seride 1. ve 3. film arasindaki bag kurulmus olunuyor. Ama dedigim gibi bu bag 2. filmde yok denecek kadar azdi. Ve belki de yoktu.

Izleyicinin merakla bekledigi ve filmden sonra cevaplandirmazsa olecegi bir soru var. Hangisi daha iyi? Serinin 2. filmi mi yoksa 3. filmi mi?


Iki filmi karsilastirmadan once iki filmdeki Batman'in bas dusmanlarini karsilastirmak gerek. The Dark Knight'taki efsanelesmis Joker ile The Dark Knight Rises'daki Bane. Iki karakter arasinda ciddi farklar var. Joker hareket ve mizahiyla soytari goruntusu cizerken Bane daha agirbasli duruyor. Joker zeka oyunlariyla rakibini zorlarken, Bane bunun zayif kisilerin kendini avutmasi olarak goruyor ve fiziksel ustunlugunun avantaji ile tanri-tanimaz goruntu sergiliyor. Joker yine isini eglenceli kilmak icin oyunlara, entrikalara girisiyor, fakat Bane'de bu yok. Vakit kaybina tahammulu yok direkt sonuca varmak istiyor. Bu da Bane'i Joker'den daha
acimasiz kiliyor.

'Using the darkness is your ally? I was born in it, molded by it. I didn't see the light until I was already a man. By then it was nothing to me but blinding! The shadows betray you, because they belong to me.'

Yani sonuc olarak Batman'in karsisinda eksine nazaran daha kuvvetli, daha kararli ve daha bir amaci olan bir dusman bulunuyor. Sesindeki Darth Vader havasi ise ayri bir kasvet katiyor. Fiziksel ve mentalite olarak zayif durumdaki Batman'in bu isin ustesinden yalniz gelmesi de bu yuzden imkansiz gozukuyor. Bu yuzden bir 'Catwoman' in yardimi gerekiyor. Ve kendini artik yasli gordugunden gerideki bir cocuga nasihatini de yapiyor;

'If you fight alone, you should wear a mask.'


The Dark Knight serisinin 3.filmi bu cuma Turkiye'de vizyonda. Eski kadroya ek olarak Anne Hattaway, Marion Cotillard ve kotu adam Bane rolunde Tom Hardy var.
Tom Hardy ile Gary Oldman'in beraber oynadigi ve yakinda vizyona girecek olan diger filmi Lawless'a da bir goz atin derim.

20 Temmuz 2012 Cuma

Yine Nick Cave, Yine Haydutlar...

Bir onceki filminde "Onlardan birini oldurmek zorundaysaniz, hepsini oldurdugunuzden emin olun" diyordu.
Simdi ise "Birini yasatmak istiyorsan digerini oldurmek zorundasin"diyor. Anlasilan kansiz olmayacak onun icin hicbir sey.

Tabi ki de Nick Cave hakkinda konusuyorum. Daha once yine Nick Cave'in senaryosunu yazdigi The Proposition filminden bahsetmistik. Nick Cave'in muzik piyasasindan agir agir cekilip sinema sektorune gecis surecinden de. Uzun bir suredir ortalarda gozukmemesinin nedeni olan yeni filmi ( yani senaryosunu yazdigi ) Agustos sonu ile sinemalarda. Yonetmenligini The Proposition'da oldugu gibi John Hillcoat yapiyor. Filmin kadrosunda bir diger ortak isim daha var; Guy Pearce.

Basroldeki diger oyuncular; Transformers serilerinin oyuncusu Shia LaBeouf, Tom Hardy ve usta oyuncu Gary Oldman.

Lawless, 31 Agustosta Amerika'da , 7 Eylul'de de Avrupa'da sinemalarda.


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Simon Pegg On Air

Daha once sinemaya giris tarihini anons ettigimiz ve fragmanini paylastigimiz Simon Pegg filmi 'A Fantastic Fear of Everything', yonetmenin bir gecis filmi olarak mi algilanmali yoksa "bir hevesti ve bu heves gecmeli" mi denmeli?


Crispian Mills & Simon Pegg


Simon Pegg filmi dediysek hemen filmin ona ait oldugunu dusunmeyin. Ne filmin senaryosunda ne de yonetmenliginde katkisi var. Sadece bir oyuncu olarak, oyunu ile filme dahil olmus. Filmin yonetmeni ve senaristi ise daha once de belirttigimiz gibi Ingiliz muzik grubu Kula Shaker'in solisti Crispian Mills. Muzik piyasasinda belirli bir yer edinmis ve az-cok taninan bir grubunun solisti olmak onu film yapmaya neden iter? Crispian Mills'in annesi aktris, babasi ise yonetmendi. Ve yine buyukbabasi ve buyukannesi sinema sektorundeydi. Yani sinemanin bir aile meslegi olacabilecegini dusunmus.

Peki bunu dusunerek iyi etmis mi? Ilk ve tek filmine bakacak olursak pek de iyi etmemis diyebiliriz. Korku-komedi tarzindaki bu filmi icin daha once Will Ferrell dusunulmustu. Fakat Shaun of the Dead ve Hot Fuzz gibi filmleriyle korku-komediyi ve polisiye-komediyi iyi harmanlamis bir oyuncu olan Simon Pegg'te karar kilindi. Film icin verilen en iyi karar da kanimca bu olsa gerek. Simon Pegg filmi kurtarmaya calisiyor ama yetmiyor. Simon Pegg fanlari icin onu izlemek keyif verebilir ama fani olmayanlar icin ayni seyi soyleyemeyecegim.

Ulkemizde yakin zamanda muzik sektorunden sinemaya gecis yapan Mahsun Kirmizigul vardi. ( Yakinda Nihat Dogan'in da bir seyler yapacagini duymustuk, umarim vazgecer.) Mahsun Kirmizigul'un once donup muzik hayatina bakiyorum, daha sonra sinema hayatina. Ehven-i ser kaidesi dogrultusunda muzik yapmasindansa film yapmasini tercih ediyorum kisisel olarak. Ama Crispian Mills icin ayni tercihi yapmiyorum, seni muziklerinle tanimak istiyorum diyorum kendisine.

10 Temmuz 2012 Salı

Laura Marling

22 yasinda 3 basarili album cikarmis, 4.su ise yolda olan ingiliz folk-rock sanatcisini dinlerken bircok ismi animsayabilirsiniz; Joan Baez, Suzanne Vega ve hatta Bob Dylan. Gitar calmayi sarki ve soz yazari babasindan ogrenen Laura Marling'in hangi muzik turunde sanar yapacagini da babasi belirlemisti. Kucuk yaslarda Laura'nin onune Joan Baez, Joni Mitchell ve Bob Dylan gibi 1960larin folk muzik kasetlerini koyduktan sonra ona soyle demisti; 'Iste gercek muzik bu'. Turu bu kisiler sayesinde sevdiyse de kendisine asil ilham verenler Nona Nastasia ve Diane Cluck olmustu.Yasindan buyuk sarkilar yazana bu devirde pek rastlanmiyordu. Rastlamis olduk.


Laura Marling 7 Temmuz 2012 gunu Londra Royal Albert Hall'da sahne aldi. Son albumu ' A Creature I Don't Know' albununden sarkilarla baslayan konser, onceki 2 albumden sarkilarla devam etti. Oncelikle mekanin ve konser ortaminin fiziksel gorunumunden bahsedeyim.


Royal Albert Hall, Londra merkezde Hyde Park'in hemen yaninda bulunan, 1871'de Kralice I.Victoria zamaninda esi Prens Albert tarafindan yaptirilmis sahane bir sanat merkezi. Bircok farkli etkinlige evsahipligi yapsa da asil amaci muziksel etkinlikler icin olmasi. Bu dairesel mekanda sahne tam ortaya konulmustu. Ve sanatci platformunun 4 kosesine (kuzey-guney-dogu-bati seklinde mekana hakim olacak sekilde) mikrofonlar konmustu. Herbir sarkiyi sirayla farkli mikrofonlardan soyluyor, boylelikle de seyircinin bir kismina yuzu donuk iken digerlerini arkasina almis olmuyordu. Sirayla hepsine donerek, hepsini selamlayarak, herkese kendini gostererek sarkilarini soyluyordu.


Laura Marling tek parca siyah uzun elbisesi, sol bacak yirtmaci ve siyah Nike ayakkabisiyla rahat bir kiyafet giymisti. Kucagindan eksik etmedigi gitari her sarkidan sonra degisiyor, boyunun yetmedigi mikrofana parmaklarinin ucuna basarak uzaniyordu. Belki de kendi istegi bu yondeydi, bilemiyorum. Sarki soylerken daima yukari bakisina gerekce olmasi icindi belki de.


2 bolumden olusan konserin ilk yarisinda son albumunu seslendirdi. Sahneye gelir gelmez gitarini aldi ve The Muse'u soylemeye basladi. Cogu zaman gereksizlere yoktu. Anlatacagi vardi ve onu anlatip gidecek gibiydi. Sarki esnasinda tum salon sessizce onu dinliyor, zaten bildigi bu sese birkez daha hayranlik duyuyordu. Sarki bitiminden sonraki alkis kisminin ardindan olusan sessizlikte seyircilerden bireysel anlamda iltifat da aliyordu. "Sen bir efsanesin' diyen de vardi 'Cocuklarinin babasi olmak istiyorum' diyen de. Bazen bu seslenisler seyircilerin ikili diyaloglarina da donusuyor, Laura ve diger izleyicler de onlari seyrediyordu. Acik ve kuralsiz bir tiyatro oyunu gibi, beklenmedik keyiflere sebep oluyordu bu konusmalar. Konserden ote sanki parlamentoda debate yapiliyormus ama herkes bundan egleniyormus gibi bir goruntu vardi.


Sarki sirasi 'Night After Night' a geldiginde band sahneden inip yere oturdu ve sahnede Laura'yi yalniz birakti. Onun arkasinda calmak kadar , onun onunde oturup dinlemenin de buyuk keyif oldugunun farkindalardi. Bir sonraki sarkida tekrar eslik etmeye basladilar. Konserin ilk yarisi son bulacakti ki bekledigim ve favorim olan sarkisini soylemeye basladi; Sophia. Benim icin konser o an zirvesindeydi ve bunu All My Rage sarkisiyla hemen ardindan pekistirmis ve ilk yariya son vermisti.


Yarim saatlik aradan sonra yeniden sahnedeydi. Son albumunun tamamini soylemisti ilk bolumde. Ikinci bolumde ise eski albumlerinden ikiser ucer sarki soyledi. Ve bunun yaninda bir de surprizi vardi. Yeni cikacak olan 4. albumunden bir parca da okudu. Ikinci bolumun 3. sarkisindan sonra grubun uyeleri tekrar Laura'yi sahnede yalniz biraktilar. Ama bu sefer harbiden yalniz biraktilar, kulise gittiler. Yalniz soyledigi ilk sarki sonrasi seyirciyle dertlesip 'beni terkettiler' demesi uzerine bir seyircinin 'ama biz terketmeyecegiz' demesi Laura'dan daha fazla alkis almisti o an. Bir basina 3 sarki soyledikten sonra grubu tekrar geri geldi ve devam ettiler. Ve sona yaklasiliyordu. Bis yapmaktan nefret ettiginden bis isteyenler icin durumu soyle izah etti. ' Geriye 2 sarkimiz kaldi. Bis yapmayacagim, yapmami isteyenler varsa bunu son sarkim. Bis istemiyorsaniz son 2 sarkim olsun.'



Spotify kullananlar icin hazirda liste de burada.

21 Haziran 2012 Perşembe

Gizli Yüz

Senaryosunu Orhan Pamuk’un yazdığı 1990 yapımı bir Ömer Kavur filmidir Gizli Yüz. Direkt senaryo olarak yazılmış olsa da, senaryonun bir edebiyatçıdan çıkması ve de hikayenin başka bir kitaptaki hikayeden genişletilmiş bir senaryo olması nedeniyle bir adaptasyon olduğu da varsayılabilir. Genellikle kitaptan filme aktarımlarda, seyirci yapılan filmden memnun kalmaz. Bu memnuniyetsizliğin oluşması ise; ancak yazar-yönetmen-seyirci arasında fikir birliği sağlanıyorsa yani yazarın derdi yönetmenin derdiyle örtüşüyor ve seyircide aynı duyguyu paylaşıyorsa engellenebilir. Bu yönüyle değerlendirildiğinde Ömer Kavur zaten hep anlatmayı sevdiği hikayeleri kendi diline yakın bir şekilde anlatan yazarların kitaplarını ya da senaryolarını uyarlamıştır. Yusuf Atılgan, Selim İleri ve Orhan Pamuk arasında kabaca bakıldığında bile sezinlenebilecek bu benzerliğin, aynı şekilde seyircide de (bu yazının yazarı kişi) bulunması ortaya çıkan filmden alınan bir memnuniyet duygusunu getirir.
Sinema ne kadar görsel bir sanat olsa da gücünü senaryodan aldığı gerçeği yadsınamaz. Filmin senaryosunun öneminin üstünde bu kadar durmamın nedeni ise bu filmin genel haletiruhiyesini hikayeden ve diyaloglardan almasıdır. Her ne kadar kitap yazarın film de yönetmenin olsa da Gizli Yüz aslında Kavur’a ait olduğu kadar Pamuk’a da aittir. Kara Kitap’ı okumuş ya da Orhan Pamuk’u az buçuk bilen bir insan bu durumun zaten hemen farkına varacaktır. Hatta Pamuk’un dünyasına aşinalığı olmayan seyirci için film sıkıcı, yapay ve anlamsız olacaktır. Filmin üzerinde durduğu rüya, zaman, kendi hikayesini anlatabilmek-kendi olabilmek ve bir şeylerin arayışında olmak sorunları Pamuk’un özellikle Kara Kitap’da ve Yeni Hayat’da üzerinde durduğu konulardır. Karakterler de tam bir Orhan Pamuk karakterleridir zaten. Gizemli ve biraz gerçeküstü. Filmin hikayesinin de Kara Kitap’ın bir bölümünde meyhanede oturan insanlardan birinin hikayesinden çıktığı düşünüldüğünde filmdeki kitaba yapılmış birçok gönderme de aydınlanır. Bu nedenledir ki film bu kitap üzerinden okunduğunda anlam bulur.
Film, İstanbul’un kuşbakışı görünümünde başlar ve alttan bir ses ‘bana bir hikaye anlat demiştin’ der ve kendi hikayesini anlatır. Bu giriş ile birlikte anlarız ki; film, bize kendi olabilmek, kendi hikayelerini anlatabilmek için yol alan fotoğrafçının hikayesini anlatacaktır. Kavur için önemli olan mekan kullanımı bu filmde belki de en üst seviyede bir uyum teşkil eder. Kullanılan mekanlar 4 ayrı şekilde adlandırılır. Şehirler Şehri, Ölüler Şehri, Garipler Şehri ve Kalpler Şehri. Şehirler Şehri’nin İstanbul oluşu dışında gördüğümüz diğer yerlerin neresi olduğunu bilmeyiz. Karakterlerin de ismi yoktur. Böylelikle film gerçekle gerçeküstü arasında bir yerde durma özelliğini destekler. İstanbul’un belirliliği ise yazarın bu şehirle olan içsel bağlılığı ile de alakalıdır. Zaten filmin baş karakteri de kendi ağzıyla söyler ‘ilk önce İstanbul’a gelmek, sonra okumak’ vardır hayallerinde. Bunların da ötesinde başka şehirlerin ismini bilmememiz, aslında döngüsel olarak mekanların birbirinin aynı olmasıdır. Bir rüyanın, sonu gelmeyen paralel evrenlerin ya da değişen mekanların içinde yaşananlar, hissedilenler ve nesneler aynıdır. Saatçi dükkanı, kadının rüyasında gördüğü nesneler, Kalpler Şehri’nde saatçinin sokağında olan afiş, oynayan çocuk ve kamyon gibi öğelerin Şehirler Şehri’ndeki saatçinin sokağında da olması ve buna benzer bir yığın ufak ayrıntı değişen şehirlerin yerlerin bir önemi olmadığını gösterir. Tıpkı sürekli aynı rüyayı görmek gibi bir his uyandırır seyircide film ve hikayenin somutluktan uzak bir anlatıya sahip olduğunu gösterir. Değişen mekanlar ve insanlardan ziyade anlatılanlar, suretlerdeki hikayeler önemlidir.


Filmin edebiyatla kesiştiği noktalar sadece Orhan Pamuk ile sınırlı da değildir. Bariz bir şekilde Tanpınar esinlenmesi de vardır. Zaten Pamuk’un en çok etkilendiği yazarlardan biridir Tanpınar. Filmdeki saatçi birebir Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki saatçinin aynısıdır. Saatlerin canlılığını vurgulayıp onlara duyarlılıkla yaklaşıldığı takdirde insanın varlığını hatırlayacağı ve kederlerinden kurtulacağına dair sözleri direkt olarak kitaptaki karakterin bir yansıması olduğunun kanıtıdır. Ayrıca senelerdir çalışmayan su işlerinde bekçilik yapan adamın yine de maaş alarak bir kurumda çalışıyor görünmesi durumu, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ nün kuruluşunun aynısıdır.

Gizli Yüz için düşünülenler fotoğrafçının bazı insanlar için düşündükleri gibidir. Bazı filmler vardır birçok şey anlatır, söylerler fakat film bittikten sonra bunların hiçbirini hatırlamazsınız. Fakat aklınız bir yığın düşünceyle doludur. Çok şey sezinletip anlatmasına rağmen hiçbirini hatırlamadığım ama derin bir ıssızlık duygusuna kapıldığım bir film, bir iç sıkıntısı, bir bulantı.

25 Mayıs 2012 Cuma

Önemli Hatırlatma

Her ne kadar gercekci duranlari olsa da, hatta bazen gercek hayattan uyarlanmis olsalar da tum bu izlediklerimizin birer filmden ibaret olduklarini unutmayalim. Bir Nintendo oyunu misali.


Taxi Driver

The Big Lebowski

RocknRolla

Reservoir Dogs

...belong to kent sheely

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yeraltı



Muharrem kapının önüne geldiğinde ufak bir tereddütten sonra kapıyı çaldı ve içeri girdi. Tereddüt yaşadığında dahi o kapıyı çalacağını ve içeri gireceğini biliyordu. Mevcut toplumsal ilişkileri zedelenmiş bir bireyin kanayan bir yarayı kaşırcasına üzerine gitmiş olması bundan zevk aldığını gösterir. Kapıyı çaldığında yaşadığı tereddüt ise kendisine acımaktan aldığı zevkin bir parçasıdır.  Zira  her zamanki gibi yanlış olduğunu bildiği şeyin özellikle bir tarafından tutuyor ve bu anı uzatabildikçe uzatmaya çalışıyordu. Her zaman utancın peşinden gidiyor, utanç için yaşamak ve kendini küçük düşürmek;  onun için acınası duyguların vücuda enjekte edilmesi gibiydi.  Zira öyle ki ; hür iradeye kavuşmak adına atılan adımlar onun için öncelikle insanın kendine acıması ve diğer insanların da aynı fikre sahip olmalarıyla sağlanabilirdi. Muharrem kendine karşı tamamen içten olmaya çalışıyordu.

Muharrem yapıcı eylemlerin uzağında yıkıma giden yolları açmaya çalışan bir karakter. Düzenin içinde düzülen noktalara yoğunlaşıp en karanlık eylemleri gerçekleştirmek ister. Bile bile dibe batmayı isteyenler ve dibe battıkça bundan zevk alanlar vardır. Muharrem halihazırda bir örnek. Muhtemelen de Can Yücel’in Sevgi Duvarı adlı şiirini yanlış yorumlayanlardan. “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” mısrasında Can Yücel sonunu görebilecek olan insanın daha temiz bir şekilde yeniden yükseleceğine atıfta bulunurken Muharrem için rezil olmak amacın ta kendisidir. Zira Muharrem de sevgiyi acıya boğarak sevenlerdendir …

Zeki Demirkubuz Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eserinden yola çıkarak senaryolaştırdığı Yeraltı adlı yapımda eserin kahramanından feyz alarak Muharrem karakterini yaratmıştır. Dostoyevski karakteri yaratırken saf insanın “kötü” olarak nitelendirilen düşünceleri üzerinden yürümüş ve bir anti kahraman yaratmıştır. Dostoyevski’nin yarattığı bu karakter ile ilgili en güzel tanımı da gene yazarın diğer eseri Karamazov Kardeşler’den bir alıntıyla süsleyebiliriz ;  “Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurbanın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirinden boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böbreklerin verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar.”  Bu bağlamda Dostoyevski’nin yarattığı her karakterin içine çekildiği bir kabuk ve kendini özgür kıldığı bir “yeraltı” vardır. Karakterlerin kendi düşüncelerinde yarattıkları yeraltı da her zaman zifiri karanlık düşüncelerin metaforudur. Öyle ki yeraltı dediğimiz karadelik; karakterin kendisiyle çelişki yumağına döndüğü ve doğa yasalarının kanunlarında dahi mantıken yanlışlar bulmaya çalışan ve ahlaken hasar görmüş düşüncelerin barınak noktasıdır.

Yeraltı yapımına geçecek olursak film genel itibariyle yeraltı adamının düşüncelerinden kesitler sunmaya çalışmaktadır. Hatta o derece ki Muharrem kendini bir sahnede “Yeraltından Notlar” okurken bulur. İzleyicilerin Zeki Demirkubuz’dan beklediği romanın basit bir uyarlaması değil de Muharrem karakterinin kendine ait bir dünyada durum ve olay silsilesi yaratabilmiş olmasıdır.  Zira romana bağlılığı sadece Muharrem ile sınırlı tutabilmiş olsa Yeraltından Notlar adlı romandan esinlendiğini söylemek doğru olurdu fakat film bu haliyle basit bir örnekten öteye gidememektedir. Filmin diyalologları da eser ile paralellik gösterir. Muharrem’in yemek sonrası yaptığı tirad filmin en çarpıcı noktasını oluşturuyor. Yapımın bazı noktalarında da kopukluklar olduğunu söylememiz gerek. Örneğin Muharrem’in arkadaşları ile ayrıldıktan sonra Madrid Hotel’e bir şekilde gitmiş olması ve hayat kadını ile arasındaki muhabbetin sonraki aşamalarında kendisine yönelttiği suçlamalar filmin esere bağlı kalmayı istediği zorlama sahnelere örnek gösterilebilir. Zira romanda bu sahneler daha detaylı ve mantığa uygun ilerlemektedir. 

Zeki Demirkubuz’un sevdiği eserlerden esinlenerek yapımlarını yaratması anlaşılabilir bir konu ama eserden bağımsız olarak yapımlara derinlik ve bütünlük katılmadığı vakit romanların gölgesinde birer basit kopya olarak kalmaktadır. Zira hayalgücümüz ve imgelemeler her zaman görsel bir yapımdan daha üstün ve detaylıdır. Bir çok uyarlama yapımın da başarısız ve vasat olarak nitelendirilmesi de bu detayın birer parçasıdır zira beyazperdeye uyarlandığında romana ek olarak kendine bir şey katmayan her yapım vasat  kelimesini aşamamaktadır. Tıpkı Yazgı, tıpkı Kıskanmak, tıpkı Yeraltı gibi.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Tarkovski ve Zamansal Gerçeklik


"Bir keresinde rastgele bir diyalogu kaydettim. İnsanlar kayıtta olduklarını bilmeden konuşuyorlardı. Daha sonra kaydı dinledim ve ne kadar mükemmel "yazılmış" ve "oynanmış" olduğunu düşündüm. Karakterin hareketlerinin mantığı, his, enerji-her şey nasıl da gerçekti. Sesler nasıl da heyecanlıydı, ne de güzeldi."

Andrey Tarkovski

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Rachel Getting Married (2008)


Muhtemelen, insan doluluğunun yarattığı yalnızlaşma hissiyatı doğrultusunda kocaman harflerle sorunlar inşa ediliyor. Bunu bariz bir şekilde görmek aşırı zekanın ürünü değil elbet. Bunu yapan insan kafası, başka bir şey değil. Ya samimiyet, neşe, şen olma? Hiç biri yokmuşçasına davranır bazen insan. Ne oldum delisi olma yolunda bunlar da yaşanır, daha doğrusu. Kimi duygusunu yokmuş kabul eder, kimilerini de sevmeye sevmeye gözünün önüne koyar. Daha çok canı yansın, daha çok içerlesin, kahrından öldürsün ister insan. Hem de kendini. Buna dahil yaşamak, mekan kavramını ölesiye tatmak. Zor olanı seçiyorum dercesine kafayı kaldırmak, kolaya kaçtığını eziş büzüş beyninde yankılamak. Mekanları seçerler, ellerindedir biraz diye, zaman aramadan yerleşmeyi ad gibi bellerler ya bir de.

Nereye gider, ne yaparım. Duvarların örüldüğü minnacık evlere nasıl sığarım. İçine koyduklarıma nasıl eşya derim, sabahları uykumu alırım? Bunları düşünmekten yorulur beden. Aidiyetinin sorunları kazıklarıyla beynine doğru hücum ederken, koşmaya başlarsın. Dala, ağaç gövdelerine takılır, tozun toprağın içinde kalırsın. Şanslıysan gözüne toprak kaçmaz o ara. Dizinde aşınma izleriyle doğrulursun, sanırsın vahşi doğa, olmuş sana kaç yıldır tüm insansı dediğin ahmaklığına sahne olmuş odandır, başka bir yer değil. Kocaman kocaman sen lekeleri çıkar. Kimini ciflersin, kimini daha bir parlaklaştırırsın. Aidiyet, alır seni, tutar yakandan getirir eski aitliğine. Bir yenisi başlayana kadar gözünü ateşin parkalığına alıştırır. Göz korkutmasıdır, şeytani varlığın bu yaptığı.

Evim evim. Neresi benim yerim?
-
Rachel Gettin Married, 2008, Jonathan Demme



10 Mayıs 2012 Perşembe

The Matrix

The Matrix evrenine dönmeye hazır mısınız? Bilimkurgu sinemasını kökünden değiştiren, kendinden sonra gelenlere ilham kaynağı olan, sanal gerçeklik filmleri arasında tepeye oturan The Matrix üçlemesi.


1999, sanal gerçeklik filmleri için sıradışı bir yıl oldu. David Cronenberg’in eXistenZ’ı ve en büyük talihsizliği The Matrix ile aynı yıl çekilmek olan The Thirteenth Floor, birçok seyirci tarafından 1999’dan yıllar sonra keşfedilen filmler oldular. Zira 1999, The Matrix’in yılıydı. Sinemalarda dönmeye başlayan fragmanları, sadece sıradan sinema izleyicisinin değil bilimkurgu/aksiyon severlerin de daha önce perdede görmedikleri görüntüler içeriyordu. Filmin ne ile ilgili olduğu konusunda en ufak bir ipucu vermeyen bu fragmanlarda, baştan aşağı siyahlara bürünmüş karizmatik oyuncular dövüş sanatlarını yenilikçi müdahalelerle benzersiz şekilde uyguluyor, kamera daha önce göstermediği şık hareketlerle bütün kontrolü elinde tutuyordu. Siyah ekran üzerinde durmadan akan yeşil semboller eşliğinde perdede beliren “What is the Matrix?” (The Matrix nedir?) yazısı ana merak konusuydu.

İzleyiciler nihayet sinema koltuklarına oturduklarında, beklediklerinin çok ötesinde bir film ile karşılaştılar. The Matrix, bir bilimkurgu/aksiyon filminin ötesindeydi. Felsefesi, altyapısı, mitolojik kaynakları, ilham perileri ve sembolleriyle, bir filmden fazlasıydı.

“The Matrix nedir?” sorusunun cevabı ilk filmde veriliyordu. Hem de Morpheous’ın sözleriyle: Gerçeğe karşı gözlerimizi kör etmek için önümüze çekilen sanal dünya… Gerçeğe ulaşmak için özgürlük mücadelesi veren karakterler, hepimizin yaşadığı dünyanın bir bilgisayar programından ibaret olduğunu iddia ediyordu. Her şey kontrol altında tutulmak içindi. Özgür olmak istiyorsak, bütün dünyevi zevkleri bir kenara bırakıp gerçek dünyanın peşine düşmeliydik.



ÜÇLEME NE ANLATIYORDU?

The Matrix

The Matrix’te beyaz tavşanı takip eden Neo adındaki hacker, kendisine sunulan kırmızı hapı seçip gerçek dünya için savaşan direnişçilerin arasına katılıyordu. İnsanlığı sanal gerçekliğin esaretinden kurtaracak “seçilmiş kişi” olduğu düşünüldüğü için, türlü eğitimlerden geçtikten sonra sistemle savaşmaya hazır hale getiriliyordu.

The Matrix Reloaded

İlkinde yaşananlardan altı ay sonra geçen ikinci filmde Neo, olgun ve gücünün farkında bir savaşçıya dönüşmüştü. Ancak özgür insanların yaşadığı Zion’ın saklandığı yer, makineler tarafından keşfedilmişti. Amaçları Zion’ı ve içindekileri tümüyle yok etmekti.

The Matrix Revolutions

Gerçek dünya ile sanal gerçeklik arasına sıkışıp kalan Neo, diğerleri tarafından kurtarılmaya çalışılırken, Zion yaklaşan savaşa karşı savunma hazırlıkları yapmakla meşguldü. Bu da Ajan Smith’i durdurmak, savaşı durdurmak ve insanlığı kurtarmak anlamına geliyordu.

THE MATRIX’TEN SONRA…

Film bittikten sonra hissedilen en belirgin duygu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı. Gerçekten de bilimkurgu sinemasında bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

1. Sinemada dövüş sahneleri konusunda yeni bir çağ başladı. Uzak Doğu kökenli koreograflar Hollywood filmlerinin vazgeçilmezlerinden oldu.

2. Wachowski Kardeşler’in kamera kullanım yöntemleri dua gibi ezberlendi. Özellikle kamera etrafında bir tur atarken, donan ya da ağır çekimde hareket eden figürler seriyle özdeşleşti. Bu teknik daha sonra birçok film tarafından kullanıldı.

3. Üç filmin ardından piyasaya çıkan video oyunları, çizgi roman serisi, kısa animasyon filmler ve The Matrix felsefesini her biri kendince yorumlayan onlarca kitap uzun bir süre boyunca üçlemenin hayranlarını meşgul etti.

4. Seri aynı türde çekilen birçok filme ilham kaynağı oldu. Bu filmler arasında bu ay CNBC-e’de yayınlanacak Equilibrium da var.

5. The Matrix popüler kültüre adını altın harflerle yazdırdı. Ünlü sahneleri, parodi ve komedi filmlerinde defalarca canlandırıldı. Çizgi dizilerden The Simpsons, The Fairly Oddparents ve Family Guy da efsane seriyi kendi süzgeçlerinden geçirme fırsatını kaçırmadı.


ntvmsnbc.com

8 Mayıs 2012 Salı

Genc Yonetmen Seyfi Teoman'i Kaybettik

35. yasina bastigi 16 Nisan 2012 gunu motorsiklet kazasi geciren yonetmen
Seyfi Teoman bugun hayatini kaybetti.

Seyfi Teoman ilk uzun metraj calismasi Tatil Kitabi ile Berlin Film Festivaline katilmisti. Son filmi Bizim Buyuk Caresizligimiz ile de Altin Ayi odulune aday gosterilmisti. Bu seneki istanbul Film Festivalinde de Altin Lale odulunu kazanan Tepenin Ardi filminin de yapimciligini ustlenmisti. Kisa bir zamana buyuk basarilar sigdirmis, gelecek icin buyuk beklentiler olusturmustu hepimizde.

Tum sevdiklerine, sevenlerine, izleyicilerine ve ailesine bas sagligi diliyoruz.

4 Mayıs 2012 Cuma

Happy Star Wars Day

Star Wars filmindeki 'may the force be with you' sozu, bu filmin fanlari tarafindan 'may the fourth be with you' diye uyarlanmis ve 4 Mayisi Star Wars gunu olarak anmaya baslanmisti.

Hepinizin Star Wars Gunu Kutlu Olsun!

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Regici : Bir Müzik Belgeseli


‘İçinde yaşadığımız şehirden, ülkeden beslenen bir müzik yapıyoruz. Hiç birimiz Jamaica’da doğmadık.’

Derya Eke (Sattas)

Reggae müziğinin Turkiye'deki en önemli temsilcisi olan Sattas grubunun günlük hayattan ve sahnelerden hikayesini sunan bu belgesel 31 Mayis'ta saat 22.30'da Ghetto'da gösterilecek.Oncesinde tabii ki Sattas konseri var.

Grubun solisti Orcun ile yaptigimiz soylesiyi buradan okuyabilirsiniz.

Türkiye’de neredeyse olmayan bir müzik türünün temsilciliğine soyunan Sattas’ın yaşadıkları sadece türü tanıtmak adına değil. Aynı zamanda hitap ettikleri gençlere hayata farklı bir bakış şekli kazandırma dertleri var.

Müzikalitesi “alaylı” sınıfından palazlanmış olan Sattas’ın, okullu sınıfını sollayan performansı bir sene içerisinde bir çok otoritenin dikkatini çekti.

regici belgeseli, bir grubun içinde bulunan cevheri hissetmesi ve onu dışarı çıkartmak için üzerine gitmesinin kurgusuz en “günlük hayat” hikayesini barındırıyor. Bir grubun doğuşu, varoluşunu sorgulayışı, edindiği izlenim, kazandığı saygı ve beraberinde gelen şöhretin basamakları tüm çıplaklığıyla anlatılıyor.

regici belgeseli bir varoluş hikayesi, belgeseli izletirken öğrettiği reggae kültürü ise, Sattas’tan zevkli bir hediye.

Günlük hayatlarından kesitleri barındıran hikayede grubun ilerleyen durumunu sürekli sorgulayan ve yorumlatan bir anlatım dili hakim olması söz konusu. Sözlerin hakim olamadığı noktalarda ise sadece müziğin konuşacak olması, esas mesaja ne kadar yakın olduğumuzu gösterir nitelikte olacak.



Irea @ Disco Krali


Mustafa ( Acayip ) @ NTV



Basin Bulteni

Reggae türüne adanmış bir geceye hazır olun!

Lee Scratch, Gregory Isaac, Bob Marley and the Wailers, Count Ossie gibi ustalara saygılarını sunmak üzere bir araya gelen SATTAS, yönetmenliğini Batu Akyol’un üstlendiği "REGİCİ – BİR MÜZİK BELGESELİ’nin ilk gösterimi ile Ghetto sahnesinde olacak!

Reggae türünün ülkemizdeki önde gelen temsilcilerinden SATTAS, hem canlı performansıyla hem de bu kültüre olan bağlılıklarını günlük hayatlarından kesitlerle anlatan "REGİCİ – BİR MÜZİK BELGESELİ’ gecesinde oldukça keyifli anlar yaşatacak...

Bir reggae grubunun tutkusunu en yalın haliyle hissettirecek belgeselin ardından caz, ska, dub ve erken dönem rock formları arasında gezineceğiniz başlı başına bir reggae gecesi yaşayacaksınız.

REGİCİ BELGESELİ, üyeleri Türk müzisyenlerden oluşan bir reggae müzik grubunun (SATTAS), yerel bar sahnelerinden, uluslararası festivallerde saygı gören ünlü bir müzik grubuna dönüşmelerini anlatan bir başarı hikayesi.

Türkiye’de neredeyse olmayan bir müzik türünün temsilciliğine soyunan SATTAS’ın yaşadıkları sadece türü tanıtmak adına değil... Hitap ettikleri gençlere farklı bir bakış şekli kazandırma dertleri var. REGİCİ BELGESELİ aslında bir varoluş hikayesi... Belgeseli izletirken öğrettiği reggae kültürü ise, Sattas’tan zevkli bir hediye...

REGİCİ BELGESELİ, her insanın içindeki cevheri hissetmesi ve onu dışarı çıkartmak için üzerine gitmesinin kurgusuz, en “günlük hayat” hikayesini barındırıyor. Bir grubun doğuşu, varoluşunu sorgulayışı, edindiği izlenim, kazandığı saygı ve beraberinde gelen şöhretin basamakları tüm çıplaklığıyla yönetmen Batu Akyol’un gözünden REGİCİ BELGESELİ’nde anlatılıyor.

REGİCİ BELGESELİ ve SATTAS’ın sürpriz konuklarıyla birlikte yer alacağı konser, 31 Mayıs Perşembe akşamı Ghetto sahnesinde!


30 Nisan 2012 Pazartesi

Moru Sevdik Morrissey'den Ötürü

3-19 Temmuz tarihleri arasinda gerceklesecek olan Istanbul Caz Festivalinin kuskusuz en cok beklenen ismi Morrissey. Peki bekleyenler bu ozlemine kavusacak mi?

Oncelikle konserin yapilacagi mekanin Cemil Topuzlu olmasi bu sayiyi azaltiyor. Maksimum 4000 kisinin izleyecegi bir konser olacak. Bu yuzden baya bir kisi zaten elenmis oldu. Ama dur, 'madem 4000 kisi olacak, kimlerin gelebilecegini de ben seceyim'e gitti IKSV. Bilet fiyatlari ve beilet satislarinda Lale'lere taninan oncelikle o 4bin kisinin arasina girmek isteyenlerin de bircogunu yine elemis oluyor. 67 gibi iyi bir bilet fiyatini 'Ogrenci bileti' adiyla sadece gostermelik tutmus. Almak isteyip de alabilenin sayisi bir hayli az cevremde. Kime gidiyor, nasil gidiyor. bizimkilerin beceremedigi nedir anlayamadim. 'Hadi bu seferlik ogrenciligimi unutayim' diyorsaniz da fiyatlar 375e kadar cikiyor.

'Topu topu 4000 kisilik bir mekan, bilet fiyatlarinin dusuk olmasi beklenemez' gibi bir savunmayi ise komik buluyorum. Sorunun ise tam bu oldugunu, mekanin Cemil Topuzlu olarak secilmesi oldugunu dusunuyorum. Gecmiste Cemil Topuzlu'da Bob Dylan'i dinlemistim. Tamam Bob Dylan sesini yitirmis, hoplayip ziplatmayi da vadetmiyor, oturup uslu uslu dinleyecek sarkilarina eslik edeceksin. Ama Morrissey oturmaktan fazlasi. Yine bu adam gomleginin dugmelerini acar, once bi sallar sonra da seyircilere dogru firlatirsa bunu tiyatroda sunulmus bir striptiz sovu olarak arkalardan izleyecek binlerce kisi olacak. Daha acik alanin oldugu, oturarak degil de ayakta durulacak floor katinin daha hakim oldugu bir mekan secilmeliydi diye dusunuyorum. Kisacasi bu Morrissey konseri bircok kisiyi sinirlendirecek ve yalnizca 4bin kisiyi sevindirecek.

'Olmadi gider Morrissey'i memleketinde dinlerim diyenleri de uyarayim. Morrissey'i kendi memleketinde dinlemeyi umit etme hatasina ben dustum siz dusmeyin. ( Ama gelin gorun ki bu sene buraya da geliyor, bu da benim sansim)


The Smiths Yeniden Biraraya Geliyor Mu ?

Bazi dergilerde dile getirilen 'The Smiths tekrar toplaniyor' haberine birinci agizdan yalanlama geldi. Grubun gitaristi Johnny Marr ' Mevcut hukumet istifasini aciklarsa, ben de grubu toparlarim. Yeterince adil bir anlasma' diyerek topu en azindan hukumetin kucagina birakmis.
J.Marr 2010 yilinda ise The Smiths'i sevdigini soyleyen ingiltere Basbakani David Cameron'a 'The Smiths gurubunu sevmeyi' yasaklamisti. Boyle de sakaci bir abimiz iste.

19 Nisan 2012 Perşembe

Being Alfred Hitchcock

Sacha Gervasi'nin yonettigi ve gerilimin usta ismi Alfred Hitchcock'un biografisinden kesit sunacak filmde Hitchcock'u canlandiracak Anthony Hopkins'in makyaj sonrasi fotografi yayinlandi. Film 2013'te vizyonda.


Filmde Hitchcock ile karisi Alma Reville (Helen Mirren) arasindaki bir ask hikayesinin anlatilmasinin yaninda, Psycho filminin yapim asamasindaki yasananlardan bahsedilecek.

Anthony Hopkins'in yani sira filmde; Psycho filminde oynayan Vera Miles'i Jessica Biel, yine o filmde oynayan Janet Leigh'i Scarlett Johansson canlandiracak.

Film, Julian Jarrold'un yonettigi The Girl ile karistirilmasin. The Girl filminde Hitchcock'un takintili oyuncusu , The Birds filminde oynayan Tippi Hedren ile olan iliskisi anlatiliyordu.



Makyajin altinda Anthony Hopkins'i arayip bulmak biraz zor olsa da sarkik bidiklariyla, kafasi dik bakisiyla Hitchcock'a benzemis diyebiliriz.