Türk sinemasının underrated filmlerinden biridir Gölgesizler. Uyarlandığı kitap En İyi Roman ödülü alsa da film adaylıklardan hep boş dönmüştü. İlk olarak 2009 yılında İstanbul Film Festivali'nde izlemiş, sevmiştim. Şöyle de bir yazısını yazmıştım o tarihte: Festival Günlüğü.
Geçenlerde yeniden izledim, yeniden sevdim. İlk izlediğimde "İnsan hem burada, hem de uzaklarda olmak istiyor" cümlesine takılmıştım. Şimdi ise "kaybolması için önce var olması lazım insanın" sözüne.


Hasan Ali Toptaş'ın 1993 yılında yayımlanan Gölgesizler isimli romanından, yönetmen Ümit Ünal tarafından 2008 yılında sinemaya uyarlanmıştı bu film. Zaman ve mekan arasındaki geçişleriyle, karakterlerin derin varoluşsal sorgulamaları ve üstkurmaca öğeleri her daim taze tutmasıyla zihni biraz karıştıran bir eser. Üstkurmaca kısmı önemli, çünkü anlatımın kendisini çözmek için bu tanıma aşina olmak gerekiyor. Peki nedir üstkurmaca? Vikipedi tanımı ile: Gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkiyi sorgulamak için bilinçli şekilde, anlatının bir kurmaca olduğuna dikkat çeken bir anlatım tarzıdır. Kurmaca içinde bir kurmaca anlatımına başvurmak kısaca. 

Toptaş'ın romanında üstkurmaca, yani yazarın kendini kurgunun bir parçası olarak metne dahil etmesi, hikayeyi gerçek ile kurgu arasında götürüp getiriyor. Gerçek ile kurgunun arasındaki ilişki berberdeki berber ve yazar ile vurgulanıyor. Hatta yazarın varlığı, berberin hayatını şekillendiren bir güç olarak sunuluyor ve ona var olması için kendisinden dokunuşlar, eklentiler de yapıyor. Ümit Ünal da bunları görsel bir dille başarılı bir şekilde işlerken, romandaki şiirsel ve zaman/mekan açsından oluşan döngüsel yapıyı sinematografik bir anlatıya dönüştürmüş. 

Filme geçecek olursak; film, edebi eserin karmaşık yapısını sinemaya uyarlamanın ne kadar zor olabileceğinin bir kanıtı. Çünkü satırlara gizlenme şansın yoktur, ekranda bir şeyler göstermen gerekir ve zihindeki düşünceyi ekran ile örtüştürmek bu karmaşıklıkta zordur. Kitabın yazarı Hasan Ali Toptaş "ben bile kitabın sonuna dair soru işaretleri taşıyor iken filmin bazı şeylere cevap veriyor oluşuna şaşırdım" demişti. Romanda zaman, mekan ve karakterler arasında net bir çizgi bulunmazken, bu yapıyı filmde de korumaya çalışmış yönetmen Ümit Ünal. Bu sayede romanın postmodern dokusu büyük ölçüde korunmuş. 

Gölgesizler, iki ana mekanda geçen bir "kayboluş" hikayesidir. Biri, şehirdeki bir berber dükkani, diğeri ise yeri, zamanı ve sakinlerinin var olup olmadığı belirsiz bir köy. Bu kayboluşlar sorgulanırken asıl sorgulanması gerekenin ne olduğuna ise muhtar filmin 30.dakikasında söylüyor bize "kaybolması için var olması lazım bir insanın". Bu kayboluşlar sadece fiziki değil, metafiziksel bir kayboluştur ayrıca. İnsanların kendi varlıklarını sorguladıkları, birbiri içine geçmiş kimlikler ve belirsizliklerle dolu bir sürü şey. Hikayenin ilk kaybolanı olan Cıngıl Nuri'nin yıllar sonra geri dönmesi bile var olmaya yetmemiş, gecikmeli de olsa devletten gelen bir telgraf ile hala kayıp olduğu resmi makamlarca teyitlenmişti. Bunun şerefine kendisinden çay ısmarlaması istenince " ben yokum ki, nasıl çay ısmarlayayım size" sözü ile yine bizi varlık/yokluk sorununa itiyor. Bununla da kalmıyor, bu meseleyi açık açık bize göstermek yetmez gibi, bir de dinletiyor. Filmde müziklerini yapan ve aynı zamanda misafir oyuncu olarak bulunan Candan Erçetin film için hangi şarkıyı seslendiriyor peki? "Var mıyım, yok muyum? Ben neyim? "


Hikayede bazı kilit noktalar:
 - Aynalar ve Yansımalar: Aynalar önemli bir sembol. var olan bir şeyin yansıması, gölgesi olur. O yüzden var olabilmek için bunlara sahip olmalısın. O sebepledir ki varlığından şüphe eden veya bir değişim sezen her film karakteri önce aynaya koşar.

- Köydeki Kayıplar: Köyün en güzel kızı Güvercin'in kaybolması, köydeki atmosferi gererken, Cıngıl Nuri'nin dönüşü bu yokluk/varlık sarmalını devam ettiriyor. Cıngıl Nuri'nin üzerindeki aynalar, köyde kaybolanların ve yokluk/varlık arasındaki geçişlerin sembolüdür. 

- Kar Neden Yağar: Hikayedeki biraz aklı kıt karakterimizin ,ki bir ismi bile yok, kendisine annesinden ötürü "Cennet'in oğlu" deniyor, sık sık tekrarladığı "kar neden yağar?" sorusu var elimizde. Bu sorunun cevabını düşünmeden önce sorunun zamanını düşünmemiz gerekiyor. Zamanı anlamasak da havadan ve zeminin kuruluğundan anladığımız kadarıyla kış mevsimine oldukça uzak bir zamanda geçen bu hikayede bu soru çok zamansız duruyor. Olmayan bir şeyin varlığını kabul etmiş ve çoktan nedenini sorgulamaya geçmiş Cennet'in oğlu. 

- Muhtar: Hikayedeki devlet figürü muhtar ile sağlanıyor. Asayişi, yargıyı, yürütmeyi ve hatta orduyu yöneten tek bir yapı şeklinde. Tüm bunları uygulamak ile mükellef biri iken ahıra saklayıp kimseye göstermediği ve sır gibi sakladığı çocuğu üzerinden çürümüşlüğün belki de baş müsebbibi konumunda aynı zamanda. 


Daha yazılacak, konuşulacak çok şey var benim açımdan. Şu an parmaklarımı klavyeye bıraktım ve ne yazıyorsa onu okuyor vaziyetteyim. Sonuç olarak; Gölgesizler hem edebi hem de sinematik bir başyapıt. Filmin yönetmeni Ümit Ünal'ın da söylediği gibi " Bu izlediğiniz film, bu romandan çıkarılabilecek filmlerden sadece biri" diyerek romanın derinliğine güzel bir dokunuş yapmıştı. Romanın yazanı iyi, filmi çekeni iyi de oynayanları kötü mü ki? Onları da sayıp şimdilik yazımı sonlandırayım. Şimdilik diyorum, çünkü devam edeceğim.
Oyuncular: Selçuk Yöntem, Taner Birsel, Altan Erkekli, Ahmet Mümtaz Taylan, Ertan Saban, Hakan Karahan ve Aydemir Akbaş.

Matt Reeves'in yönettiği ve Robert Pattinson'ın başrolde oynadığı 2022 yapımı The Batman filminden alınan bir yan hikayenin ana hikayeye dönüştürülmesiyle oluşturulan bir dizi The Penguin. Dizi, Batman olmadan Gotham'ın karanlık suç dünyasını bizlere sunarken, merkezinde yine filmde olduğu gibi Colin Farrell'ın canlandırdığı Oswald Cobblepot, namıdiğer Penguen, yer alıyor. Dizinin en büyük çekiciliği ise bir HBO yapımı olması.


Henüz tek bir bölümü yayımlanmışken bir diziye kefil olmak riskli evet, ancak buna cesaret edebilmek için bazı sebeplerim var. Öncelikli sebebim yukarıda da yazdığım gibi bir HBO yapımı olması. Her dizi açılışında karşınıza çıkan HBO introsundan sonra ya bir Sopranos jingle ı bekliyorsunuz ya da GOT. Bu beklenti, beğeni algılarının açılmasına neden oluyor. Diğer etkiler ise dizinin yönetmenliğinde. Serinin 2022 yapımından yola çıkılarak hikayeleştirildiği için sinematografik açıdan filme sadık kalınmaya çalışmış diyebiliyoruz. Çalışılmış diyorum, çünkü filmin yüksek bütçeli görsel zenginlikleri dizide bir nebze daha sınırlı, yani daha ucuz. Ve son etken de Colin Farrell. Ona birazdan daha geniş değineceğim.

The Penguin'in hikaye anlatımı, klasik olmuş, bir kahramanın yükselme ve güç mücadelesi anlatısına dayanıyor. Colin Farrell'in canlandırdığı Oswald Cobblepot, Gotham'ın suç dünyasında kendisine yer açmaya çalışırken, diğer yandan kişisel trajedileri ve eksiklikleri ile de mücadele ediyor oluşunu izleyeceğiz. Suç camiasında kendisine yer edinmeye çalışma hikayesinindeki gangster havası bize yer yer The Sopranos havası da verecek gibi gözüküyor. Ama bu konudaki şahsi hırsını daha çok Ferry dizisine benzettim. En azından ilk bölüm için.

Filmin hikayesi özetle: Gotham'ın en kötü şöhretli ailesinin lideri Carmine Falcone öldürülünce yerine uyuşturucu bağımlısı oğlu Alberto Falcone'nin geçmesi bekleniyor. Ancak uzun yıllar Carmine Falcone'nın yanında çalışmış biri olarak Oswald Cobblepot artık sahneye çıkma kararı alıyor ve Alberto Falcone'yi saf dışı bırakıyor. Bu kez de hiç beklemediği şekilde Alberto'nun kız kardeşi Sofia Falcone ile olan güç mücadelesi çekişmesine taraf buluyor kendisini. Tüm bunlara ek olarak Oswald Cobblepot (The Penguin) in karakter gelişimine sebep olan etkenlere annesi üzerinden değinilecek gibi de duruyor. Ama annesiyle olan ilişkisine bakılırsa The Sopranos'taki gibi anne-oğul çekişmesinin tersini izleyeceğiz gibi. En azından bu hikayede anne suçlu değil.


Colin Farrell makyajın ardında adeta kayboluyor. Bilmesem asla tahmin edemem kimin olduğunu. Yüzünü gizlemiş ama oyunculuğu ayan beyan ortada. Performansı fiziksel dönüşümünün ötesine geçiyor. Acımasız, hırslı ama aynı zamanda kırılgan bir karakteri bize fazlasıyla sunuyor bu oyunculuğuyla Colin Farrell. Bu kalın maskenin bazı jest ve mimikleri gizlemesi karakteri daha betonarme yapıyor. Eğer kasıt buysa ok, ama değilse Colin Farrell mimikleri maskenin altında ziyan oluyor demektir. Sofia Falcone'yi de Cristin Milioti canlandırıyor. Bu ikilinin karşılıklı sahneleri, dizinin en gerilimli ve önemli anlarını oluşturuyor şimdilik. 

Genel olarak iyi yapımın bizi beklediği kanısına hakimim. İyi oyunculuk devam edecektir, hikaye de iyi devam ederse seneye birkaç Emmy süpürür. Bekleyip göreceğiz. En azından birkaç bölüm daha.


76.sı düzenlenen, Tv ve dizi yapımlarının Oscar'ı kabul edilen Emmy Ödülleri açıklandı. Zirvede, 25 adaylığı bulunan ve bunların 18ini almayı başaran Shogun dizisi var. Dizi, tek bir sezonda 18 Emmy ödülü kazanan tek yapım olarak tarihe geçti. Onu, komedi dalında 10 Emmy kazanan The Bear takip ediyor. Ancak En iyi Komedi Dizisi ödülünü bu sene Hacks dizisine kaptırdı. Bu sene benim favori dizim olan Blue Eye Samurai ise En İyi Animasyon dizi dalında ödülün sahibi oldu.

Adaylar ve Kazanlar listesi şu şekildi:


DRAMA DALINDA

  • En İyi Dizi

    Shogun (KAZANAN)

    The Crown
  • Fallout
  • The Gilded Age
  • The Morning Show
  • Mr. and Mrs. Smith
  • Slow Horses
  • 3 Body Problem


    En İyi Erkek Oyuncu

  • Hiroyuki Sanada, Shogun (KAZANAN)
  • Idris Elba, Hijack
  • Donald Glover, Mr. & Mrs. Smith
  • Walton Goggins, Fallout
  • Gary Oldman, Slow Horses
  • Dominic West, The Crown


  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Anna Sawai, Shogun 
  • Jennifer Aniston, The Morning Show
  • Carrie Coon, The Gilded Age
  • Maya Erskine, Mr. and Mrs. Smith
  • Imelda Staunton, The Crown
  • Reese Witherspoon, The Morning Show


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

  • Billy Crudup, The Morning Show (KAZANAN)
  • Tadanobu Asano, Shogun
  • Mark Duplass, The Morning Show
  • Jon Hamm, The Morning Show
  • Takehiro Hira, Shogun
  • Jack Lowden, Slow Horses
  • Jonathan Pryce, The Crown


  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Elizabeth Debicki, The Crown (KAZANAN)
  • Christine Baranski, The Gilded Age
  • Nicole Beharie, The Morning Show
  • Greta Lee, The Morning Show
  • Lesley Manville, The Crown
  • Karen Pittman, The Morning Show
  • Holland Taylor, The Morning Show


  • En İyi Yönetmen

  • Frederick E.O. Toye, Shogun "Crimson Sky" (KAZANAN)
  • Stephen Daldry, The Crown ""Sleep, Dearie Sleep
  • Mimi Leder, The Morning Show, "The Overview Effect"
  • Hiro Murai, Mr. & Mrs. Smith "First Date"
  • Saul Metzstein, Slow Horses "Strange Games"
  • Sallj Richardson, Winning Time: The Rise Of The Lakers Dynasty "Beat L.A."


  • En İyi Senaryo

  • Slow Horses "Negotiating With Tigers", Will Smith
     (KAZANAN)
  • The Crown "Ritz", Peter Morgan, Meriel Sheibani-Clare
  • Fallout "The End" Geneva Robertson-Dworet, Graham Wagner
  • Mr. & Mrs. Smith "First Date" Francesca Sloane, Donald Glover
  • Sho¯gun "Anjin" Rachel Kondo, Justin Marks
  • Sho¯gun "Crimson Sky" Rachel Kondo, Caillin Puente


  • KOMEDİ DALINDA

  • En İyi Dizi

    Hacks (KAZANAN)

    Abbott Elementary
  • The Bear
  • Curb Your Enthusiasm
  • Only Murders in the Building
  • Palm Royale
  • Reservation Dogs
  • What We Do in the Shadows


  • En İyi Erkek Oyuncu

  • Jeremy Allen White, The Bear
     (KAZANAN)
  • Matt Berry, What We Do In The Shadows
  • Larry David, Curb Your Enthusiasm
  • Steve Martin, Only Murders in the Building
  • Martin Short, Only Murders in the Building



  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Jean Smart, Hacks (KAZANAN)
  • Quinta Brunson, Abbott Elementary
  • Ayo Edebiri, The Bear
  • Selena Gomez, Only Murders in the Building
  • Maya Rudolph, Loot
  • Kristen Wiig, Palm Royale


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

  • Ebon Moss-Bachrach, The Bear
     (KAZANAN)
  • Lionel Boyce, The Bear
  • Paul W. Downs, Hacks
  • Paul Rudd, Only Murders In The Building
  • Tyler James Williams, Abbott Elementary
  • Bowen Yang, Saturday Night Live


  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Liza Colón-Zayas, The Bear (KAZANAN)
  • Carol Burnett, Palm Royale
  • Hannah Einbinder, Hacks
  • Janelle James, Abbott Elementary
  • Sheryl Lee Ralph, Abbott Elementary
  • Meryl Streep, Only Murders In The Building


  • En İyi Yönetmen

  • Christopher Storer, The Bear "Fishes" (KAZANAN)
  • Randall Einhorn, Abbott Elemantary "Party"
  • Ramy Youssef, The Bear "Honeydew"
  • Guy Ritchie, The Gentlemen "Refined Agression"
  • Lucia Aniello, Hacks "Bulletproof"
  • Mary Lou Belli, The Ms. Pat Show "I’m The Pappy"


  • En İyi Senaryo

  • Hacks "Bulletproof", Lucia Aniello, Paul W. Downs, Jen Statsky (KAZANAN)
  • Abbott Elementary "Career Day", Quinta Brunson
  • The Bear "Fishes", Christopher Storer, Joanna Calo
  • Girls5eva "Orlando", Meredith Scardino, Sam Means
  • The Other Two "Brooke Hosts A Night Of Undeniable Good", Chris Kelly, Sarah Schneider
  • What We Do In The Shadows "Pride Parade", Jake Bender, Zach Dunn

  • MİNİ DİZİ DALINDA

  • En İyi Mini Dizi

  • Baby Reindeer
     (KAZANAN)
  • Fargo
  • Lessons in Chemistry
  • Ripley
  • True Detective: Night Country


  • En İyi Erkek Oyuncu

  • Richard Gadd, Baby Reindeer
     (KAZANAN)
  • Matt Bomer, Fellow Travelers
  • Jon Hamm, Fargo
  • Andrew Scott, Ripley
  • Tom Hollander, Feud: Capote vs. The Swans


  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Jodie Foster, True Detective: Night Country
     (KAZANAN)
  • Brie Larson, Lessons in Chemistry
  • Juno Temple, Fargo
  • Sofia Vergara, Griselda
  • Naomi Watts, Feud: Capote vs. The Swans


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
  • Lamorne Morris, Fargo (KAZANAN)
  • Jonathan Bailey, Fellow Travelers
  • Robert Downey Jr., The Sympathizer
  • Tom Goodman-Hill, Baby Reindeer
  • John Hawkes, True Detective: Night Country
  • Lewis Pullman, Lessons In Chemistry
  • Treat Williams, Feud: Capote vs. The Swans


  • En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Jessica Gunning, Baby Reindeer (KAZANAN)
  • Dakota Fanning, Ripley
  • Lily Gladstone, Under The Bridge
  • Aja Naomi King, Lessons In Chemistry
  • Diane Lane, Feud: Capote vs. The Swans
  • Nava Mau, Baby Reindeer
  • Kali Reis, True Detective: Night Country


  • En iyi Yönetmen

  • Steven Zaillian, Ripley (KAZANAN)
  • Weronia Tofilska, Baby Reindeer "Episode 4"
  • Noah Hawley, Fargo "The Tragedy Of The Commons"
  • Gus Van Sant, Feud: Capote vs. The Swans "Pilot"
  • Millicent Shelton, Lessons In Chemistry "Poirot"
  • Issa Lopez, True Detective: Night Country


  • En İyi Senaryo

  • Baby Reindeer, Richard Gadd
     (KAZANAN)
  • Black Mirror "Joan Is Awful", Charlie Brooker
  • Fargo "The Tragedy Of The Commons", Noah Hawley
  • Fellow Travelers "You’re Wonderful", Ron Nyswaner
  • Ripley, Steven Zaillian
  • True Detective: Night Country "Part 6", Issa López

    DİĞER KATEGORİLER

  • En İyi Animasyon Dizi

  • Blue Eye Samurai
     (KAZANAN)
  • Bob's Burgers
  • Scavengers Reign
  • The Simpsons
  • X-Men '97


  • En İyi Talk Show
  • The Daily Show (KAZANAN)
  • Jimmy Kimmel Live!
  • Late Night With Seth Meyers
  • The Late Show With Stephen Colbert


  • En İyi Reality Yarışma Programı

  • The Traitors
     (KAZANAN)
  • The Amazing Race
  • RuPaul’s Drag Race
  • Top Chef
  • The Voice

Ghostlight, tiyatro terminolojisinde sahne boşken, özellikle gece boyu açık bırakılan tek bir ışığı ifade eder. Bu ışık hem güvenlik amacıyla ( bir nevi evden çıkarken açık bıraktığımız o tek bir ışık), hem de bir tür batıl inanç olarak, geçmişte sahnede performans sergileyen kişilerin ruhlarının geri dönmesi için bırakılır. Bu bağlamda Ghostlight, geçmişle olan bir bağa, hem görünmez hem de sürekli var olan bir şeye işaret eder. Tıpkı bu filmdeki Dan karakterinin, intihar eden oğlu için kendi dünyasında yaktığı sembolik lamba gibi. 


Ghostlight, Kelly O'Sullivan ve Alex Thompson'ın yönetmenliğinde, minimalist bir bütçeyle çekilen ancak duygusal yoğunluğu ile izleyiciyi etkilemeyi başarabilen bir aile dramı filmi. Filmin merkezinde, oğlunun intiharının ardından büyük bir yas yaşayan ama bunu da bir türlü kabul etmeyen Dan Mueller (Keith Kupferer) ve ailesi yer alıyor. Hem içinde yaşadığı kendi acısıyla hem de ailesinin dağılmaya yüz tutmuş yapısıyla mücadele ederken, beklenmedik bir şekilde kendisini yerel bir Romeo ve Juliet oyununun içinde buluyor. 

Ghostlight filminin ana teması, sanatın yası iyileştirici bir güç oluşu fikrine kurulu. Oğlunun intiharıyla sarsılan Dan'ın hem bireysel hem de ailesel olarak yaşadığı duygusal kırılmaları, olağanın dışında kendisini bir tiyatro kulübünün içinde bulmasıyla bir nevi tedavi ediliyor. Filmin anlatım dili de izleyiciye kendi duygusunu oluşturmada yardımcı oluyor, çünkü bu konuda manipüle etmekten kaçınıyor. Bu sebeple seyirciye hemen her şeyi açıklamaktan uzak duruyor ve aile içindeki geriliminin kaynağını yavaş yavaş, ilerleyen dakikalarda açığa çıkarıyor. O vakte kadar ailenin bir tarafında saf gerginlik ve de ergenlik, diğer tarafta ise monotonluk ve  vurdumduymazlık görüyoruz. Bu da önce karakterlerin önce duygularına yoğunlaşılmasına olanak taşıyor. Sebebini başta verip empati yolu ile kolayca duyguyu çözmemizi istemiyor. 


Ghostlight filminin en dikkat çekici yanlarından bir diğeri de, oldukça düşük bir bütçeyle çekilmiş olması ve buna rağmen film festivallerinden ilgi görmesi. Dan karakterini canlandıran Keith Kupferer, gerçek hayatta da eşi olan Tara Mallen ve kızları Katherine Mallen Kupferer ile birlikte rol alıyor. Aile oluşları rol olmuyor gerçi bu noktada. Bu gerçek aile bağları, inandırıcılığı kolaylıkla sağlıyor bu sebeple. 

Film genel anlamda olumlu izlenim bıraksa da bazı bölümlerinde abartılı bulunan ya da fazla tesadüfi görülen sahneler mevcut. Mesela, Dan'in yerel tiyatroya dahil oluşu (ki kendisi bir belediye asfalt işçisi) ve bu sürecin aile üzerindeki etkileri çok hızlı gelişiyor. Sokakta karısının Dan'e denk gelmesi ise abartılı tesadüfilik diyebileceğim bir kısım. Ancak tüm bunlar genel duygusallığı gölgelemiyor ve Dan'in yasla olan mücadelesinde tedavi olarak kullandığı sanat perdesi ile izleyiciye sanatsal bir iyileşme süreci sunuyor. Bir noktada oğlunun ölümünü kabullenip, ruhunun geri gelmesi için açık bırakılan bir tiyatro ışığı görevi görüyor bu yeni uğraşısı. Dan'in bu oyuna katılarak kendini bulması ve yeniden hayata dönmesi ile Ghostlight ismi de bu manada anlam kazanmış oluyor.

Bir taraftan uyuşturucu ve bahis parasını aklayanların güle oynaya dışarıda dolaştığını görmek, diğer taraftan da tüm ailenin ve hatta bir köyün karıştığı 8 yaşındaki bir kız çocuğunun cinayetini görmek insanı delirtiyor. Dogville filminde olduğu gibi tüm bir köyü ateşe vermeyi istesem de en azından yapılması gerekenin ilk önce Network filminin tiradında olduğu gibi cama çıkıp bağırmak olduğunu düşünüyorum:

"Krizi, enflasyonu, benzin fiyatlarını daha sonra çözeriz. Önce öfkelenmelisiniz. Oturduğunuz yerden kalkıp. camı açıp haykırın 'deliler gibi öfkeliyim ve buna daha fazla katlanamıyorum' "


Filmdeki bu tiradı sesi güçlü bir figür, bir tv yapımcısı, bir sosyal medya fenomeni, bir siyasi dile getirmeli. Hiçbir ekleme yapmadan..

"İşlerin kötü gittiğini söylememe gerek yok, zaten bunu herkes biliyor.
Bu bir kriz.
Herkes ya işsiz ya da işini kaybetme korkusu yaşıyor.
Tezgâhtarlar masa altında silah taşıyor.
Serseriler sokaklarda terör estiriyor.
Tek bir insan bile ne yapacağını bilmiyor ve bu işin sonu yok.
Soluduğumuz hava berbat,yediğimiz yemekler iğrenç.
Televizyonun karşısına oturmuş,sanki böyle şeyler olması normalmiş gibi
bugün 15 cinayet ve 63 ağır suç işlendiğini söylemesini izliyoruz.

İşlerin kötü gittiğinin farkındayız. Hatta kötüden de beter. Herkes çıldırmış.
Her şeyde, her yerde öyle çılgınlık var ki artık dışarı bile çıkmıyoruz.
Evimizde oturup yaşadığımız dünyayı giderek küçültüyoruz...
ve tek söylediğimiz:
"En azından odamızda bizi rahat bırakın. Bana tost makinemi,
televizyonumu ve kumandamı verin, başka bir şey istemiyorum.
Bizi rahat bırakın!"

Ama ben sizi rahat bırakmıyorum. Sizden öfkelenmenizi istiyorum.
Ayaklanma çıkarmanızı, kargaşa çıkarmanızı istemiyorum.
Milletvekillerine yazı göndermeyin.
Size ne yapacağınızı söyleyemem.
Bu kriz hakkında ne yapabiliriz bilmiyorum...
Bildiğim tek şey, önce öfkelenmeniz gerektiği.

"Ben bir insanım lanet olası. Hayatımın bir değeri var" demeniz lâzım.

Hemen ayağa kalkmanızı istiyorum.
Hepinizin sandalyelerinizden ayağa kalkmasını istiyorum.
Hemen şimdi kalkın, pencereye gidin, camı açın,
kafanızı dışarı çıkarıp haykırın:
"Deliler gibi öfkeliyim ve buna daha fazla katlanamıyorum!"

Bazı şeyler artık değişmeli... "Buna daha fazla katlanamıyorum!"

Krizi, enflasyonu, benzin fiyatlarını daha sonra çözeriz...
ama öncelikle oturduğunuz yerden kalkın, camı açın,
kafanızı dışarı çıkarıp haykırın:
"Deliler gibi öfkeliyim ve buna daha fazla katlanamıyorum!"



Korku türünde film yapmanın zorluğundan Longlegs filmi yazısında bahsetmiştim. Longlegs filmi kimilerince bu senenin en iyi korku filmi diye sunulsa da değil. Smile 2'nin vizyonu beklenirken bu erken yargıya gerek yok. Ama en azından mevcutta ondan daha iyi olan bir yapımın varlığı aşikar çünkü; Oddity.

Damian McCarty, ilk uzun metraj filmi olan "Caveat"ta seyirciyi bir kapının hafifçe aralanması gibi basit bir sahneyle bile tedirgin etmeyi başarmıştı. Aynı sabırlı ve gerilim dolu anlatım Oddity'de de devam ediyor, fakat bu kez daha da rahatsız edici bir tonla. Her iki filmde de sahnenin ortasından bulunan nesnelerle germeyi başarıyor. Caveat filminde cam gözlü bir tavşan vardı, bunda ise tahta bir adam.

Film çok güçlü bir açılışla başlıyor ki bu sahnedeki gerilimi en son Nactornal Animals filminde tatmıştım. Dani (Carolyn Bracken) şehir merkezinden uzakta, taş bir kır evinde tek başına iken çalan bir kapı ve kapının arka tarafında tek gözü cam olan olan vahşi bakışlı bir adam. Dani'nin kocası geceleri çalıştığı için kendisi evde yalnız olduğundan kapıyı bu yabancıya açmıyor tabi ki. Ama onunla konuşmaktan da geri durmuyor. İşte bu sekanslı bir başlangıç bizi gergin bir şekilde filme bağlamaya yetiyor.

Daha sonra film 1 yıl sonrasına atıyor hikayeyi. Dani'nin öldürülmüş olduğunu, üzerinden geçen 1 yılın ardından kocasının yeni bir aşka yelken açtığını görüyoruz. Her şeyi normale döndürenler var iken Dani'nin ölümünü hala unutmayan tek bir kişi var, o da Dani'nin tek yumurta ikizi Darcy.

Darcy, gözleri görmeyen ve ailesinden kalan antika mağazasını işleten bir kadın. Bunun yanında metafizikle uğraşan ve eşyaları konuşturduğunu iddia eden biri. E öyle bir gücün var ise bu cinayetin müfettişliğini de yürütürsün elbet. Tek ihtiyaç; konuşturacak doğru eşya. Bunu da elde ettikten sonra elinde koca bir tahta adam maketiyle ölen kardeşinin eski kocasının evine ziyarete gidiyor. Ve ikinci gerilim perdesi bu noktadan sonra başlıyor.


Paul McDonnell tarafından tasarlanan tahta adam, filmin en önemli gerilim unsuru. Gece boyunca masanın ucunda oturuyor ama bazen olması gereken yerde değil ve bırakılan sabitlikte de olmuyor. Bu değişim bize yaklaşmakta olan olaylar olacağı gerilimini her daim taze tutuyor. Sahnede tahta adamın sürekli varlığı bir anlatı modelidir. Klasik korku filmlerinde tehlike genellikle saklanır ve sürpriz şekilde ortaya çıkar. Bu da izleyici de refleksif bir korkuya neden olur. Ancak Oddity filminde tahta adam her zaman sahnededir ve dolayısıyla korku anlık değil, sürekli ve kaçınılmaz hale geliyor. Başta pasif bir obje olarak görülse de zamanla varlığı şüphe uyandırmaya başlıyor. Bu da etrafımızda yıllardır sabit duran eşyaların harekete geçip bize saldıracak hissini zihnimize yerleştiriyor. Bir zamanlar harekete geçen oyuncak beben Chucky gibi. 


Filmin gerilim güzelliği yanında oyunculuk kısmı da iyi. Özellikle iki farklı rolü üstlenen Bracken kendisine hayran bıraktırıyor. Canlandırdığı Dani ve Darcy karakterleri, enerjileri, görünümleri ve duruşları ili iki farklı kadın olmasına rağmen ikisini de tam yerinde canlandırıyor.  

Sonuç olarak, Oddity istediği gerilimi çok da klişelere girmeden, içerisinde gizemli bir polisiye hikayesi de barındırarak başarılı şekilde veriyor. Final sahnesinde de izleyicinin beklentilerini aşıyor; geçmişe ve geleceğe dair ipuçları niteliğinde bir sonla filme veda ediyor. Gerilim severler için denenmesi gereken filmler listemde şimdiden yer etti kendisi ve bu senenin övülen filmi Longlegs'in de önünde yer alarak.

"Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum." Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabı bu cümle ile başlıyor. İlk sayfada hatta ilk cümlede sizi bir süre alıkoyan bir giriş. Bu cümle, yaşandığı esnada fark edemediğimiz, belki de sıradan ve geçiştirilen anların varlığını geç farkedişimizin pişmanlığını içeriyor. Koreeda bu filminde herkesin o "ân"ını arıyor. "Öldükten sonra yaşamak zorunda bırakılacağınız tek bir anı olsaydı, o ne olurdu?" sorusunu sorarak. 

Japon yönetmen Hirokazu Koreeda'yı bu yıl üçüncü kez yazıyorum. 2023 yapımı son filmi Monster filminin ardından, 2008 yapımı Still Walking i yazmıştım. Ve şimdi daha eskilerine giderek 1998 yapımı After Life filmi için buradayız. Koreeda, fikirleri olan ve fikirlerini olabildiğince basit yollarla ifade edebilen bir yönetmen olduğunu bir kez daha gösterdi bana. "Bir adaya düşseniz, yanınıza alacağınız  3 kitap/film/kişi ne olurdu?" sorusundaki bahsi yükseltip "yanınıza yalnızca tek bir ânı almanızı" istiyor. 

Filmin hikayesinden bahsedecek olursak, ölen insanların toplandığı ara bir kampta kendilerinden 1 hafta içerisinde, hayatta iken yaşamış oldukları bir ânı seçmeleri isteniyor. Sonsuza dek saklayacakları ve buna değecek bir anıyı. 1 hafta sonunda da After Life tesisindeki ekip, seçilen o anıları kısa filmleştirip kendilerine izletiyor ve sonra da onları sonsuzluğa uğurluyor.

Filmde kullanılan mekanlar ne fütüristik ne de fantastik. Sıradan bir okul, ucuz bir pansiyon gibi. Anlatım ise daha çok ölenlerle, görevliler arasında geçen mülakat/röportaj tadında. Bu sebeple hikaye yavaş ilerleyen bir yapıya sahip ve ana noktalara ulaşması biraz zaman alıyor. Ancak filmin vermesi gereken mesaj ta en başından beri izleyicinin zihnini meşgul ediyor zaten. Tıpkı Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabının ilk cümlesinde birçok okuru esir aldığı gibi.

Film, yapım olarak üzerine konuşma yapılacak bir yapıda değil, talebi de bu değil. İzleyici fikri satın almış ve kendisine "Acaba ben ne seçerdim?" diye sormuşsa ve buna cevap aramak için geçmişin tozlu anları gün yüzüne çıkmışsa ne ala, amaca ulaşılmıştır. Hepimizin geçmişe bakıp "harbi güzel günlermiş" ,"o meseleyi de fazla dert etmişim", "o ânı layıkıyla yaşamamışım" diyeceği anıları var. Ve sonrasında eklenen bir "keşke" sözcüğü. 


29 Ağustos tarihi Terminator severler için önemlidir. 29 Ağustos 1997 tarihinde Skynet ele geçirdiği sistem ve akıl ile tüm dünyayı atom bombasına boğmuş ve dünyadaki makine egemenliğini başlatan The Judgment Day'i insanlığa yaşatmıştı. Dün, yine bir 29 Ağustos tarihinde Netflix, Terminator severlere bir hediye sundu; Terminator Zero. Tokyo'da geçen; farklılıklarıyla, güzellikleriyle ve de olmamışlıklarıyla bir Terminator animesi. 



1984 yılında James Cameron Terminator'u vizyona sokarken gelecekteki felaket varsayımını çok yakın bir tarih olan 1997'den yana kullanmıştı. O günlere ulaştığımızda henüz tuşlu cep telefonları bile yaygın olmamıştı. 2024,2035 gibi tarihlerde de olası gözükmeyen hikaye işlenmişti. O yüzden fütüristik yapıdan despotik bir yapıya evrildi kimimizce. Ve günümüze kadar çekilen tüm Terminatör serisi yapımları bu tarihler arasında sıkıştı. En önemlisi John Connor ve Sarah Connor karakterlerine sıkıştı. 

Terminatör Zero, bu sıkışmışlığı zaman yolculuğu paradoksunu işleyerek aşıyor. Yani şu ana kadar izlediğimiz serilerde geleceği, hep bir geçmişe yolculuk yapan insanlar ile kurtarılması işlenmişti. Ancak zaman yolculuğu paradoksunda geçmişe gidip değişimler yapsak bile, kurtardığımız gelecek bizi geçmişe yollayan olmayacak, geçmişte yaşayanların alternatif geleceği olacak. 

Hikayesine gelecek olursak; Tokyo'da yaşayan Malcolm adlı bilim insanı, Amerikalıların sahip olduğu Skynet'in birgün insanlığa ihanet edeceğinden emindir ve ona rakip olması için kendi yapay zekasını yaratıyor; Kokoro. Zamanı gelip Malcolm'un da tahmin ettiği gibi 29 Ağustos 1997'de Skynet tüm dünyayı atom bombasına boğunca, Kokoro yardım etmek ve Skynet ile mücadele etmek için kendisinin artık "online" edilmesini istiyor. Çaresizlikten de olabilir, kendi yarattığı yapay zekanın ahlaki olgusunun sağlamlığına olan inancından da olabilir, Malcolm bu isteği kabul ediyor ve Kokoro'yu online hale getiriyor. Ne oluyorsa bundan sonra oluyor.


Yapımda orijinal seriye ithaflar görmek mutlu ediyor. Yine geçmişe gönderilen kötü terminatörün polis kıyafeti giymesi bize Terminator T-1000 i hatırlatıyor. 3-5 mini göndermeyle gönlümüzü hoş etse de genel itibariyle bekleneni verdiğini söyleyemem. İlk sezon için böyle. Yani evet, izlenme olarak beklentiyi karşılarsa ki umarım karşılar, serinin devam sezonları olacak gözüküyor. Diğer türlü zaman paradoksuyla kendisine koca bir yeni alan açmış olmanın bir anlamı yok. John Connor'dan devam edip geçebilirdin. 

Son sözüm Netflix'e. Netflix altyazı kısmında bocalamış. Seslendirme dili olarak Japonca ve İngilizce var. Altyazı da ise Türkçe seçeneği mevcut. Ancak Türkçe altyazının ne arkadan gelen ses ile bir uyumu var ne de sahne ile. Karakterler sustuklarında bile önünüze bir altyazı metni düşebiliyor alakasız şekilde. Dili olanlar için ingilizce altyazılı izlemelerini tavsiye ediyorum. 

Türkiye'nin Oscar aday adayı Zeki Demirkubuz'un Hayat filmi oldu. Ülkelerin birer birer kendi adaylarını açıkladığı şu dönemde, takip edip izlenecek çok film çıkacağı aşikar. Ancak o nehre dalıp watchlist oluşturmak için henüz erken. O yüzden mevcut listedeki filmleri tüketmeye devam. Korku filmi aşermelerimi baskılamak için seçtiğim Longless filminin olmamışlığı üzerine biraz konuşmam gerekiyor bu yüzden.
Zilyon adet stand up'çının olduğu ve her birinin izleyeni/güleni olduğu düşünüldüğünde, günümüzde güldürmek kolay gibi. Ama korkutmak, germek, tedirgin etmek? işte o ustalık gerektiriyor. 

Gülmek, üzülmek kadar korkmanın da insani bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ve bu ihtiyacı filmlerle gidermek günümüzde oldukça zor. Artık korkmak için filmlere gerek duymadığımızdan da olabilir, filmlerin ucuz hikaye ve kurguyla yapılıyor oluşundan da. Güldürmek kolay olanı. Sıkıysa gel beni korkut. 

Longlegs filmi, bir FBI ajanı olan Lee Harker'ın (Maika Monroe) bir seri katil olan Longlegs'i (Nicolas Cage) yakalama çabasını konu alıyor. Çocuğu olan aileleri hedef alıp kurban seçen Longlegs'in bu cinayetleri işleyiş tarzı ve geride bıraktığı satanist işaretler filmde bir gizem oluşturuyor. True Detective dizisi tadında bir başlangıç ve gizemle bizi karşılıyor film desek yeri olur. Ama gizemi korumada ve çözümlemede kolaya kaçılmış. Sezgileri oldukça kuvvetli olan FBI ajanı Lee Harker'ın bazı gizemleri ve şifreli mesajları çok kolay çözmesi o tadı bir an önce alıp götürüyor. Hikaye ile izleyiciyi bir süre baş başa bırakmak yerine, her şeyi net bir şekilde açıklaması, filmin başında yakaladığı tansiyonu düşürüyor ve izleyici üzerindeki etkiyi zayıflatıyor. 

Ana karakterler olan Lee Harker ve Longlegs, ilgi çekici derin karakterler olarak sunulsa da, karakter gelişimleri tam anlamıyla tatmin etmiyor. Lee Harker'ın doğaüstü sezgi yetenekleri edinmesi ile ilgili, seri katil Longlegs'in bu evreye geçiş süreci ile ilgili de derinlemesine bir keşif sunulmaması, hikayeyi gökten zembille indirilmiş bir anlatı olarak önümüze bırakıyor. 


Filmin yönetmenliğini yapan Osgood Perkins'in korku türündeki önceki yapımlarına bakacak olursak, geçmiş yapımlarına kıyasla daha iyiye gittiği söylenebilir. Bundan sonra yapması gereken güzel olan fikri ve hikayeyi seyirciye daha iyi bir şekilde aktarmak olmalıdır. Yaratılan gizemi bir an önce ve tüm ayrıntısıyla çözümlemek ne kendisine ne de yapıma ne de seyirciye bir fayda sağlayacaktır. Kaldı ki korku türündeki filmler, gizemin filmin finalinde bile tamamen çözülmemesinin ekmeğini oldukça yiyiyor. Hem izlenebilirliği ve bıraktığı etkisi açısından, hem de devam filmine olanak sağlaması açısında. 

Filmdeki en istikrarlı şeyden bahsetmeliyim. Longlegs'i canlandıran Nicolas Cage'in performansı kendisine hayran bırakıyor. Çok bir sahnesi olmasa da kendisinin gözüktüğü sahnelerde seyirciye gerilim takviyesi yapması belki de filmi ayakta tutan ve hala da izlenebilir kılan bir ayrıntı. Yazının başında da dediğim gibi, korku türü zordur, az bulunur. Bu yoklukta yine bir nebze olsa izlenebilir filmler arasına alıyorum bu filmi. O da Nicolas Cage'in oyunculuğu hatırına ki kendisinden de pek haz ettiğim söylenemez.