Bazen karşımıza, daha önce hiç adını sanını duymadığımız eski bir film veya taze çıkmış yeni bir film düşer. Bilgi edinmek için IMDB sayfasına baktığımızda kenarda 8 üzeri bir puan görünce izlemeye karar veririz. Ama izledikten sonra tepkimiz "nasıl yani? neden ki?" diye olur ve o yüksek puana bir türlü anlam veremeyiz. Bu durumu yaşayanımız çoktur. Peki 1 Aralık 2023 tarihi itibariyle 8.3 puana sahip olan The Holdovers bunlardan biri mi?


The Holdovers filminin yönetmeni Alexander Payne'i Sideways filminden hatırlayanlarınız olacaktır. Tıpkı bu filmin baş karakteri Paun Hunham'ı canlandıran Paul Giamatti'yi de hatırlayacağınız gibi. Yönetmenlerin, benzer tattaki filmler için aynı ya da benzer oyuncularla çalışma zafiyetleri var. Önceki filme tadını verenin hikaye mi anlatım mı yoksa oyuncular mı konusundan emin olmadıkları durumda yeni projelerinde çok da değişikliğe gitmezler. Bu bazen kişilere alışkanlık, bazen de anlaşım ve uyumda kolaylık verdiği için olabilir. Birçok Cem Yılmaz filmi gibi.

Kısaca bu filmden bahsetmem gerekirse; Barton Akademisi kısmen kalburüstü aile çocuklarının kaldığı yatılı bir öğrenci okuludur. Christmas tatilinde de öğrenciler 2 haftalık izne çıkar ve ailelerinin yanlarına giderler. Ancak bazı sebeplerden dolayı tatile çıkamayacak olan öğrenciler oluyor. Ve bunlara eşlik edecek olan okulun demirbaş öğretmenlerinden Paul Hunham (Paul Giamatti). Ve 3 ayaklı masa oluşuyor.

Paul Hunham, öğrencileri ve okul personeli tarafından pek sevilen biri değildir. Hatta hayatın geneli itibariyle pek seveni yoktur. Bu yüzden her christmasta olduğu gibi bu christmasta da okulda nöbetçi kalacak kişi odur. Nöbet derken, sanki bir evi varmış da oraya gitmiyormuş gibi de düşünülmesin. Okulda yatıp kalkan, okulda yaşayan, okul dışında bir yaşamı olmayan bir öğretmen kendisi.Tek gözünde çarpıklık olan ama hangi gözünün bozuk olduğuna yer yer sizin de emin olamayacağınız şekilde bakıyor, ki bu değişimin de bir anlamı var.

Masanın ikinci ayağını okulun aşçısı Mary oluşturuyor. Karakter ismiyle de, kendisine biçilen aile yapısıyla da ve olayların geçtiği zaman itibariyle manidar bir durum oluşmuş. Mary, oğlunu kaybetmiş bir anne. Doğumdan önce de kocasını kaybetmiş. Yani yalnız başına doğum yapmış ve sonrasında oğlunu da kaybetmiş bir anne. Ve adı da Mary. 

Masanın son ayağını oluşturan kişi ise okulun munzur öğrencisi Angus. Sınıf tekrarları yaptığı için arkadaşlarına nispeten daha gelişmiş ve daha olgun durması onu biraz kibirli yapmış. Ki gösterdiği zekasıyla bunu hakediyor da diyebiliriz. Ama içini açıp Angus'un hayatına baktığımızda çevresine gösterdiği o vurdumduymaz tavrın kibirden kaynaklanmadığını, aile hayatında yaşadıklarının dışavurumunu bu yolla gizlemeye çalıştığını görebiliyoruz. Zira annesi ile tarafından dışlandığı için christmas tatilini okulda geçirmek zorunda kalmıştır kendisi. Ne gariptir ki filmin bir yerinde okulun aşçısı kaybettiği oğlu için "oğlum onu terk ettiğimi düşünecek" diyor. Çünkü oğullar hep terk edildiklerini düşünürler. İsa da öyle düşünmüş "eli eli lema şevaktani ( tanrım beni neden terkettin)" demişti ölmeden önce.



Filmin 3 ayağına da kısaca değinmiş olduk. Ve anlaşılacağı üzere bu film bir christmas filmi. Christmas filmi ile kasıt christmasta geçen ya da onu konu edinen filmler değildir sadece. Christmas döneminde izlenmesi beklenen, o dönemde daha manalı olan ve o dönemde izlenildiğinde kişilerin daha çok empati kurarak filmin içine sızabilecekleri filmleri kastediyorum. Bunlar da genelde aile üzerinde konu edilir. Ya tüm ailenin bir araya geldiği mutlu bir resim çizilir. Ya da ailesizliğin verdiği yalnızlık. Aile kültürünün bir tutma gibi bir misyonu vardır yani bu filmlerin. Ve en büyük alıcısı da Amerika, Kanada ve Avrupa'dır haliyle. O yüzden bu filmler çıktıkları an itibariyle bu ülkelerden ciddi bir izleyici ve beğeni toplar. Ve zamanın geçmesi, filmin öteki ülkelere de yayılmasıyla puan daha ortalamaya kavuşur ve düşmeye başlar. Bu da onlardan biri olacaktır. Film kesinlikle kötü değil, güzel film. 8.3 etmez, 7,5 da etmez, ama 7,2 hakkıdır ve bu da gayet iyi bir film demektir. Christmas sonrası 8.3ten aşağı inip kaça oturacak bekleyip göreceğiz. 

Bazen anlam veremediğimiz yüksek puanlı filmlere gereksiz yere fazla anlam aramayın yani, kültürel bir şey. Bizim dönüp dolaşıp Hababam Sınıfı izlememiz gibi, dönüp dolaşıp The Breakfast Club izleyenler var. Yapacak bir şey yok.


The Holdoevers filmini oylayan ülkeler ve oy dağılımı.


Şu sıralar gündemimizi yoğun şekilde meşgul eden bir Dilan Polat olayı var. Para akladıklarına kesin bir inanç var. Ama aklanan para neyin parası, bu henüz netlik kazanmış değil. İlk tahminler illegal bahis parası dese de, aklanan para uyuşturucu parası olabilir. Neden mi? Cevabı Netflix'te yayınlanan Ferry dizisinde bulabilirsiniz. 


Ferry - De Serie, Netflix'te daha önce yayınlanan Undercover dizisinin spin-off'u. Uyuşturucu işinde olan Ferry Bouman karekterinin Undercover dizisi öncesi, yani büyük bir çeteye dönüşmeden önceki dönemlerini konu ediniyor.

Basit ölçekli lokal bir ekstazi üreticisi ve satıcısı olan Ferry'nin karşısına bir fırsat çıkar. Bölgenin en büyük uyuşturucu üreticisi içeri alındığında müşterilerin tedarik sorunu çekeceğini gören Ferry, bu krizi kendi lehine çevirmek için çat kapı Pusaka çetesini ziyarete gider. Ve bir anda kucağında 1 milyon adetlik ekstazi siparişi bulur. Ancak şöyle bir sorun var, daha 2 gün önce 30 bin ekstazi kaptırdığında dünyalar başına yıkılacak kadar küçük ölçeklidir kendi şebekesi. Ama bu işin şampiyonlar ligine giriş yapabilmesi için bu siparişin yapılması muhakkaktı.

Aldığı bu siparişi, şebekesinin kimyacısı ve aynı zamanda kayınbiraderi olan Lars'a söyler ve o da bu siparişin altından kalkamayacaklarını, bu işin sonunda da Pusaka çetesi tarafından öldürüleceklerini düşünür. Siparişi yapamayacaklarını düşünmesinin 2 sebebi var. Birincisi; teçhizat kaynaklı imkansızlıklar. Yani üretim bantları bu sipariş hacmini karşılamaz. Ancak aşılabilir bir durumdur bu. Ve geliyoruz ikinci sebebe; ham madde tedariği. Tezgah kapasitesi büyütülse de uyuşturucu yapımında kullanılan kimyasal maddelerin tedariği kolay değildir. Sıkı takip üzerine satışları yapılır, özellikle de büyük miktarlı alımlarda. Asıl ham maddesi olan PMK maddesinin bu büyüklükte tedarik edemeyeceğini anlayan Ferry, Lars'a bunların yerine alternatif olarak kullanabilecekleri başka maddelerin olup olmadığını sorar. Ve işte tüm bir diziyi yukarıdaki girizgaha bağlayan kısım da burası. Lars, tedariği imkansız olan PMK yerine, satışı legal olan ve şampuan, krem gibi kozmetik ürünlerin yapımında kullanılan "sassafras yağı"nın da kullanılabileceğini söyler. Ama buradaki tek sorun da sassafras yağını tedarik edecek legal bir kozmetik firmasının gerektiği. Ferry'nin aklına çocukluk arkadaşı olan Marco gelir. Çünkü Marko bir kuafördür ve yıllardır kendi markası altında şampuan üretmek istemektedir. Ferry, Marco'ya bu fikrini hayata geçirmesi için yardımcı olmayı teklif ediyor. Karşılığında da şampuan yapımı için sipariş vereceği sassafras yağının bir kısmını el altından kendisine vermesini istiyor. Hem Marco'nun hayali gerçek olacak hem de Ferry Bouman uyuşturucu yapımında kullanılacak olan ham maddelerin bir kısmını legal yoldan kolayca tedarik etmiş olacak. Win- Win.
 'Neden bu şüpheliler hep kozmetik sektöründen çıkıyor'un cevabı da bu kısımda gizli olabilir. 

Bu sigara yanığı notundan sonra gelelim tekrardan diziye. Ferry ve Undercover dizisi yer yer Breaking Bad, yer yer de Sopranos tadı alabileceğiniz keyifli bir Hollanda dizi. Netflix bu yapımın ekmeğini iyi yiyor olacak ki spinofflar ve seriye ek olarak 2 film çıkardı. Siz de bir şans verin derim Ferry Bouman'a.

Bağlantılar;

Ferry dizisinin Netflix Sayfası için tıklayın

Undercover disizinin Netflix sayfası için tıklayın.


Ferry dizisinin IMDB sayfası için tıklayın

Undercover disizinin IMDB sayfası için tıklayın.

 Amerika borsasında işlem gören GameStop hissesi 2021 Ocak ayının başlarında 15$ civarında gezinirken, tarih 27 Ocak'a geldiğinde bu hissenin fiyatı 460$ a kadar çıkmıştı. Peki ne oldu? Nasıl oldu?
Yine Amerika'daki mortgage krizini anlatan 2015 yapımı The Big Short filmi gibi olayları sinema anlatımıyla görmek isteyenler bu filme buyursunlar. 

       

Olayı size kısaca özetlemem gerekirse eğer; GameStop firması, Amerika ve Kanada'da 5000 e yakın mağazasıyla elektronik alet, dijital oyun ve oyun gereçlerini satan bir firma. Oyun sektörünün daha çok dijitalleşen, stream'e ve mobile yöneldiği düşünen ve bu yüzden fiziksel olarak oyun cdleri pazarlayan GameStop'un yakın zamanda batacağını ön gören büyük balinalar, GameStop hissesini shortluyorlar (acığa satıyorlar yani batacağına bahis oynuyorlar diyelim amiyane tabirle). Ancak çocukluğunun en önemli mağazasının GameStop olduğunu düşünen Y kuşağı temsilcisi Keith Gill hisse ederinin olması gerekenden düşük olduğunu düşünüyor ve varını yoğunu (53bin dolarını) GameStop hissesine yatırıyor. Her akşam youtube'da "Roaring Kitty" mahlasıyla yayın yapıp hisse portföyünü kanalında paylaşıyor. Önce kendi sadık izleyicileri yaptıkları alımla Keith'e destek çıkıyor. Daha sonra shortlanma olayının da biraz açığa çıkmasıyla sosyal medya platformu Reddit kullanıcılarını da bu alımlara dahil oluyor. Üzerine Elon Musk da twit atınca işler hepten çığrığından çıkıyor ve hisse fiyatları 500 dolara kadar çıkıyor.

Ocak başında 53bin dolar ile bu alımı gerçekleştiren Keith Gill, 27 Ocak'a gelindiğinde 48 milyon dolarlık bir servete ulaşıyor. Küçük yatırımcılardan oluşan bu kitleden kimi bu yükselişi yeterli bulup hisseyi nakde dönüştürürken kimileri daha da yükseleceğine inandığı için satış yapmıyorlar. Hisseyi satmayan büyük bir kesim daha var, ki bu olayın anarşik yönü de burası, artık aptal parası görülen küçük yatırımcıların büyük balinalara bir ders verme zamanının ve fırsatının geldiğini düşünenler. Bu olaylar sonunda GameStop hissesini shortlayan balinalara 6,5 milyar dolarlık bir batık verdiriyorlar. Aptal parası diye alaylanan küçük yatırımcı bu kez balinalara sağlam bir gol atıyor. 

Yaşanmış gerçek finans olayların konu edinildiği filmleri, The Big Short'u sevenlerin seveceği bir anlatımda ve pandemi döneminde yaşandığı için kongre tarafından zoom üzerinden verilen ifadeler ve gerçek görüntülerle anlatımın bir nevi belgeselleştirildiği bir film olmuş.

Filmin künyesinden bahsedecek olursak yönetmen koltuğunda sevdiğim birkaç filmin de ( I,Tonya ve Lars and the Real Girl) yönetmenliğini yapan Craig Gillespie oturuyor. Oyuncu kadrosu ise ufak ufak rollerle yine zengin tutulmuş. Başrolde There will be Blood ve Little Miss Sunshine filminden sevdiğimiz Paul Dano oynuyor. Ona eşlik eden diğer isimlerden bazıları da şunlar: Shailene Woodley, Pete Davidson, Nick Offerman, Seth Rogan, Vincet D'Onofrio..

Film müzikleriyle de güzel bir ritm yakalamış. Bu yüzden filmde çalan bazı şarkıların Spotify linklerini de şöyle bırakayım:

Cardi B - WAP

Darko - 21

Megan Thee Stallion - Savage

Kendrick Lamar - Humble

Mark Batson - You Make Me Wanna Purr

Mark Batson - Litt

Little Simz - Boss

The White Stripes - Seven Nation Army

Usta yönetmen David Fincher'in merakla beklenen filmi The Killer geçtiğimiz hafta Netflix'te yayına girdi. Kimisi için olmamış bir John Wick, kimisi için killer of time, kimisi için yine bir David Fincher filmi. Ama kesin olan bir şey var ki o da filmde müziklerini sıkça duyduğumuz Britpop grubu The Smiths'in diskografisine hakim birisinin bu filmden alacağı zevki yukarıya taşıyacak oluşu. Zira yer yer tetikçimizin duygularına tercüman olan şarkılar seçilmiş, yer yer de bazı olayları trajikomikleştirmiş. Sevgilisi komada yatarken fonda çalan The Smiths - Girlfriend in a Coma şarkısı bu örneklerden biri. 


Filmin kısaca konusu; tetikçimiz başarısız olduğu bir iş sonrası cezalandırılır ve bu cezayı da evine saldırılarak öder. Tabi her şeyin bedeli olduğu gibi bu ev baskının da bir bedeli olacaktır ve katilimiz John Wick gibi cephanesini gömülü olduğu yerden çıkararak intikam yoluna koyulur. John Wick dediysek hemen bir shoot'em all filmi beklemeyin. O kadar bir hareket bulamayacaksınız. Hatta filmin ilk 25 dakikasında hiçbir hareket bulamayacaksınız ama buna rağmen filmin en sevdiğiniz kısmı bu ilk 25 dakikası çıkabilir. Hor görmeyin.

Filmin bileşenlerinden bahsedecek olursak David Fincher, daha önceki kült filmlerinde çalışmış olduğu kişilerden karma oluşturarak ekibini oluşturmuş. Orijinali Alexis Nolent'ın yazdığı fransız bir çizgi romana dayanan hikayenin film senaryosunu Seven filminin de senaryosunu yazan Andrew Kevin Walker üstlenirken, görüntü yönetmeni koltuğunda Gone Girl filminden Eric Messerschmidt, kurguda da The Social Network filminden Kirk Baxter oturuyor. Tüm bu toplamalardan sonra rahatlıkla filmin yönetmenin imzasını taşıyan bir işçilik sunduğunu söyleyebiliriz. Ancaaaak, anlatılan karakter diğer  filmlerdeki kadar ilgi çekici birinden oluşmadığı için tüm bu tempoyu nötrleyecek bir etken gerekiyor ki bunu da oyuncu seçimiyle hallediyor. Çok sevdiğim Prometheus filminin donuk suratlı robotu David'i canlandıran Michael Fassbender  tüm filmi mimiksiz tamamlayak sıkıcı bir katilin hakkını layıkıyla veriyor. Film boyunca devam eden iç konuşmaları sıklıkla tekrarlardan oluşuyor. "Plana sadık kal","Kimseye güvenme", "Asla avantaj kazandırma", "Sadece parasını aldığın savaşı ver","Empati kurma, empati zayıflıktır"... Tetiği çekeceği her sahne öncesinde iç sesiyle bunu dillendirmesi, karakterin her iş öncesinde kendisini tekrar ve tekrar katilliğe ikna etmek zorunda olduğunu bizlere gösteriyor.  Soğuk, deneyimli, profesyonel bir katil ama Zodiac filmindeki karakter gibi bir psikopat olmadığının göstergesi bu da. Bunun sadece para karşılığı yaptığı bir meslek olduğunun, diğer mesleklerden bir farkının olmadığını önce kendisine inandırmakta, sonra da bizim inanmamızı beklemekte. Ve iç ses konuşmasındaki her cümleyi klişe ezber olarak tekrarlamadığını, bunu bilinçli şekilde yapıp her seferinde cevaplara göre de aksiyon aldığını filmin son sahnesindeki karşılaşmada görüyoruz. Tekrarlardan biri olan  "Benim çıkarım ne?" sorusuna bir cevap bulmuş olacak ki yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiği sırada çıkarı olmadığına ikna olduğu için kuyruğu orada bırakıyor.  

Trakya Birleşik Devleti önderliğinde tüm dünyanın Pers Devletine karşı açtığı savaşta yer alan en gelişmiş 7 robot hedeftedir (bu 7 robottan biri de türktür bu arada). Savaşın nedeni ise Pers Devletinin gizlice 'Kitle İmha Robotları' üretmekte olduğudur. Tüm ülke, robotların da katılımıyla diğer ülkelerce yakıp yıkılmış ve gelin görün ki hiçbir kitle imha robotuna rastlanılmamıştır (!). İçinde Türkiye'nin, Sultanahmet'in de geçtiği mangadan uyarlanan bu bilim kurgu anime serisi Pluto için şimdi asın bayrakları.. 


Naoki Urasawa tarafından 2003'te yayınlanmaya başlayan manga serisinin animesi geçtiğimiz hafta Netflix'te yayına girdi. Gelişmiş yapay zeka teknolojisiyle donatılmış insansı robotları barındıran bu seri size ilk olarak Blade Runner'ı da anımsatacaktır.  Özellikle 'cyborg' veya 'humanoid' gibi tanımlamaların yerine "insansı robot" tabirini kullanıyorum. Çünkü bu mangadaki robotlar, robotluğu bir insan gibi yaşıyor ve daha fazlasıyla yaşamaya da çalışıyor. Sosyal etkinlikler edinmek bir yana, aile kavramlarını oluşturmuş, evlat edindikleri savaş mağduru robot çocuklarla duygusal bir birliktelik oluşturabilmiş yapıdalar. İnsanlarla kafelerde buluşup kahveler içebiliyor, onların emrinde ya da amiri olarak da liyakat içerisinde görev alabiliyor. Sadece yalan söyleyemiyorlar. Taa ki iyice insanlaşana kadar.

Dünyanın en gelişmiş robotlarından biri olan ve kendisini Alp Dağlarının eteğinde doğaya hizmete adamış olan, tüm dünyaca sevilen devasa Mont Blanc'ın gizemli ölümünü, yine aynı gün Almanya'nın tanınmış robot politikacısının ölümü izleyince olayları araştırmak için Europol dedektifi Gesicht görevlendirilir. Bu iki cinayeti 2. bir robotun öldürülmesi takip edince Gesicht bu suikastlerin ortak noktasının çözer. Mont Blanc bu doğa hizmetine kendini adamadan önce Pers Devleti'ne açılan savaşta yer almış ve binlerce ölüme sebep olmuş bir robot. Ancak yalnız değildi. Kendisi gibi üstün zeka ve güç ile donatılmış 6 diğer üstün robot da bu savaşın bir ucunda bulunmuşlardı. Gizemi çözülmeye çalışılan ve yapımda Pluto adının verildiği bu gücün amacı Pers Devletinde yapılanların intikamını almak olduğu anlaşılıyor. 

Modern toplum eleştirisini robotlar ve insanlar üzerinden yapan bu yapımda iyi bir toplum bireyi olmak için atan bir kalbe ya da damarlarda akan kana ihtiyaç olup olunmadığını da sorguluyor. Ve bu bakış açısını robotların gözünden bize göstererek sunuyor. Bilim insanlarının gelecekte kaçınılmaz gördüğü olası insan vs robot savaşını anlatan yapımların genelinde insan tarafının gözüyle olaylara bakıyoruz. Ancak bu yapımda bize olaylara robotların gözünden ve hatta gelişmekte olan duygusal iç yapısından bakılması gerekliliğini de öneri olarak sunuyor bir bakıma. Ancak robotlara sunulacak olan duygu gelişimi ile onları daha da insanlaştırmanın çok da matah bir şey olmadığı düşüncesi de çıkıyor. Tarih boyunca çıkan savaşların, akan kanların müsebbibi robotlar değil, %100 insanlaştırılmış insanlar olduğu gerçeği var ortada. O zaman robotları insanlaştırma gayreti neden iyi bir sonuç çıkarsın ki düşüncesi oluşabilir. 

"Nefretten (iyi) bir şey çıkmaz, sadece daha fazla nefret (nothing comes from hatred, except more hatred)" sözü bu manganın mottosu konumunda. Ancak Netflix hep ingilizce hem de türkçe alt yazıda o kadar kötü bir iş çıkarmış ki bu sözü bizler sadece "nefretten hiçbir şey doğmaz"  altyazı çevirisiyle yetinmişler. Hem ingilizce hem de türkçe alt yazısı dizi boyunca felaket seviyesindeydi, ama bari bu mottoyu tam çevireydiniz.


Amazon Prime’ın bugünlerde billboardları süsleyen sci-fi dizisi The Peripheral’ın şimdilik ilk 3 bölümü  yayınlandı. Henüz ilk iki bölümünü izlemiş olsam da dizinin giriş bölümünde herkesi meşgul eden bir mevzu var: “Bu dizi daha önceki yapımlardan hangisine benziyor?
Şimdilik iki cevabı var. 

İlki:Hepsi
.
Çünkü Ready Player One diye başlıyor, Matrix diye ilerliyor, The 13th Floor olacak diye sanılıyor ama neden Fringe de olmasın ki diye giderek uzuyor liste. Listeye Avatar'ı hatta Terminator'ü bile ekleyebiliriz. İzlediğiniz tüm Sci/fi yapımlarını toplayın, hepsinden var gibi.

İkinci cevap ise: Hiçbiri!




Peripheral kavramını The Matrix filmindeki Matrix dünyası gibi kullanıldığından bir tür simülasyon evreni içerisinde olabileceğimizi düşünüyoruz. Ama reel world sandığımız kısımda da doğaüstü birkaç şeye tanıklık edince bu kez Another Matrix in the Matrix oluşuyor ki bu da simülasyon içi simülasyon filmi olan The 13th Floor a götürüyor. Bayrağı bu filmden daha sonra Fringe dizisi alıyor. Yapılar ve ya adını henüz koyamadığımız boyutlar arası bir kavganın içerisinde buluyoruz kendimizi. Cidden
kategorize edebileceğimiz bir yapısı henüz yok dizinin. Ama şu ana kadar oldukça sağlam gittiğini ve şimdiden sci-fi konusunda izleyicinin zihnini açıp düşüncelere gark ettiğini söyleyebilirim. Sci-fi severlerin Matrix Resurrections hüsranından sonra yüzlerini güldürebilecek bu yapıma hemen atlayıp seveceğini de söyleyebilirim. Henüz söyleyemeyeceğim şey ise dizinin konusunun nasıl çözümleneceği ve sonlanacağı. Bir diziyi ya da yapımı kalıcı şekilde güzel yapacak olan kısımları konuşmak için henüz erken. Nihayetinde, itibar sonadır.

Billboardlarda göğsünü gere gere de afişe iliştirilen "Westworld dizisinin yaratıcılarından" ibaresi biraz trick kaçıyor. Bu ibare ile kastı ünlü yönetmen Christopher Nolan'ın da filmlerinin senaristliğini yapan kardeşi Jonathan Nolan kastediliyor. Oysa Jonathan Nolan, Westworld dizisinin yapımcıları arasında olduğu gibi o dizinin senaristleri arasında da yer alıyor. Ama Peripheral dizisinin ise sadece onlarca yapımcısından birisi ve çok da söz sahibi olduğu söylenemez an itibariyle. Westworld dizisiyle bir diğer ortak yapımcısı da Lisa Joy. O da onlarca yapımcıdan birisi. 

10 dakikalık tek çekimden oluşan açılış sahnesinin muhteşemliğiyle her yerde konuşulan Athena filmi, Netflix yapımı olan ender kaliteli filmlerden biri olmuş. Uzun çekim sahneleriyle izleyicisini atmosferin içine çeken bu filmi biraz yorumlayalım. Ama genel görüşümü şimdiden özetleyeyim: Mükemmel bir yönetmenlik, çok güzel ve her daim güncelliğini koruyan bir konu ama sonlara doğru vasat bir bitiriş..
( Filmin kamera arkasını ve o meşhur giriş sahnesinin nasıl çekildiğini izlemek için aşağıya buyrun. )



Paris gettosunda polislerce(!) öldürülen küçük bir çocuğun ardından çıkan olayların anlatıldığı bu filmin gövdesini bir aile oluşturuyor. Ölen çocuğun, karakterleri farklı 3-benzemez abisi ( Kerim, Abdel, Muhtar) ve annesi..Bu 4 karakteri biraz tanımlamak gerekirse:

Karim: Bu 3lünün en küçüğü, abisinin tabiriyle bozulan yeni neslin temsilcisi ve en radikal görüşlüsü. Kardeşini öldüren kişilerin isminin verilmesi için ayaklanmayı başlatan ve tüm o kaosu organize eden çete lideri. (Bu karakteri canlandıran Sami Slimane'nin ilk ve tek oyunculuk deneyimi bu filmmiş bu arada)

Abdel: Ortanca kardeş. Yıllarca Fransa ordusu için savaşmış, madalyalar almış ve o toplumu özümsemiş bir birey. Ayaklanmalarda her iki taraftan da olan çevresi için ara buluculuk rolünü üstlenen kişi. 

Muhtar: Ailenin en büyüğü. İki kardeşinden de alaşımlar yapmış ve bunu makyavelist ölçüde kendisine fayda sağlar hale getirmiş bir kokain ve silah kaçakçısı. Olaylar ve görüşler umurunda değil, kendi yoluna bakan bir tip.

Anne: Bu 3lüyü bir arada tutan unsur. Babaları farklı olan bu 3lüyü kardeş yapan bileşke. Filmin adının barış tanrıçası olan Athena'dan geldiği düşünülürse, filme adını verebilecek olan yegane dişi karakterin anne motifi olduğunu söyleyebiliriz. Film süresince her 3 kardeşi de sırayla arayıp teskin etmeye çalışan ve onları düşünen kapsayıcı bir motif. 

Bu 4 karakterden 1'i dışında diğer 3'ü baştaki halleri üzerine tüm filmi devam ettiriyorlar. Değişime uğrayan tek karakter ortanca kardeş olan Abdel. Devlet yanlısı olan duruşu ile başlayan karakter, önce cenaze evine geldiğinde üzerindeki askeri kıyafeti çıkarıp kendisine verilen yerel kıyafeti giymesiyle diğer tarafa yolculuğunun başlayacağını önceden bize sezinletiyor. Ancak kıyafet değişimi sonrası eski devletçi tavrından yine ödün vermiyor. Karakterin bu değişimi sürece iyi yedirilememiş ve tek bir sahne sonrası keskin U dönüşü ile bu geçiş sağlanıyor. Filmin aşağıya doğru evrilen kısmı da zaten bu noktada başlıyor. lki dakika önce herkesi sukunete davet eden o Abdel gidiyor, bir anda tüm isyanı organize eden çete liderine dönüşüveriyor.

Avrupa'da giderek artan göçmen sorunu ve aynı doğrultuda artan milliyetçilik akımı, bu filmin hikayesini uzunca bir süre gündemde tutacaktır. Sayıları günden güne artan etnik gruplara karşı olabilecek yerli neo-faşist grup saldırılar için bir ön sezi oluşturur nitelikte çünkü. Film bu konuda, gerek olayları başlatan kesimin manipüle edilmiş olabileceğini ve gerekse de tüm olacaklara rağmen her daim herkesi kapsayan bir Anne/Athena rolünün bulunabileceğini izleyicisine aşılamak istiyor.  Bu filmde kötü gösterilmeyen, aksine iyi ve tüm bu olaylardan masum, hata mazlum ayrılan taraf Fransız polisi çıkıyor. 

Filmin en büyük alkışını şüphesiz yönetmen Romain Gavras hakediyor. Paris doğumlu Yunan asıllı olan Gavras'ın filmdeki gettolardan çıkan biridir diye düşünürken karşıma aksi bir profil çıktı. Ailesi bütünüyle sinema sektörünün içinde. Öyle ki babası Costa Gavras oscar ödüllü bir yönetmen. 1969 yapımı Z filmi ile Yabancı Dilde En İyi Film ödülünün yanında, En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerine de adaylığı bulunmuş. Geçtiğimiz senelerde Parazit filminin elde ettiği büyük başarıyı kısmen de olsa geçmişte elde etmiş bir yapımın yönetmeni. Böylesine donanımlı bir aileden çıkan yönetmenin bu derece başarılı bir iş çıkarmasına bu yüzden şaşırmamalı.  


Açılış sahnesinin nasıl çekildiğini bu videodan izleyebilirsiniz.



Çok ender olan politik mizah sinemasının usta yönetmenlerinden Luis Estrada'nın 2014 yapımı 'The Perfect Dictatorship' filminde medya sektörünün kullandığı bir methoddan bahseder; Çin Kutusu.
Tanım olarak da şöyle ifade eder: gizlenmesini ya da arka plana atılmasını istediğiniz bir haberi, başka bir sansasyonel haber ile örtbas edip, halkın ilgisini yeni habere kanalize etmek. Sorulması gereken ise şudur: Gizlenen haber ne?



İlk olarak 1999 yapımı 'La ley de Herodes' filmiyle tanıdığım Yönetmen/Senarist Luis Estrada, o filmde olduğu gibi 2014 yapımı bu filmde de Meksika'nın yozlaşmış siyasilerini konu alıyor. 1999 daki filminden farklı olarak bu kez bu yozlaşmaya medyanın nasıl çanak.tuttuğunu ve hatta medyanın yozlaşmasının siyasetin yozlaşmasından da önde ve önemli olduğunu vurguluyor. Tabi tüm bunları retorik anlatım diliyle anlatmıyor. Meksika halkı da Türkiye halkı gibi bu yozlaşma gerçeğine aşina olduğu için daha çok komedi diliyle içersinde bulundukları traji-komikliği gösteriyor. Yolsuzlukları ve uyuşturucu baronlarıyla meşhur olan Eyalet Valisinin bir medya grubuyla anlaşarak kendisini ülke başkanlığı yarışına sokmasını istiyor. Geçmişte işlediği ve hatta hala işlemekte olduğu suçları unutturmak için ülkedeki mevcut 'ölüm, katliam, çete savaşları vb' gibi sıradanlaşmış(!) suçlar ile halkın ilgisini çekemeyeceklerini anladıklarında kendi olayını kendileri oluşturur. Halkı vicdanen yakalayabilecek, dedikodusu bol olabilecek ve her bireyin kendine has teori ve görüşünün olabileceği türden bir haber tam da Çin Kutusu için bulunmaz bir nimettir. Ve bir çocuk kaçırma olayı organize ederler. 

Tozcu eyalet valisini 'la ley de Herodes' filminde de başrolü oynayan Damian Alcazar oynarken, anlaştığı medya grubunun yöneticiliğini ise geçtiğimiz hafta finalini yapan Better Call Saul'ün sevilen karakteri Lalo Salamanca'yı canlandıran Tony Dalton oynuyor.

Tartışmasız şekilde son yılların en iyi dizileri arasında yer alan Breaking Bad'in spinoffu olarak çekilen ve onun kadar başarılı olan Better Call Saul dizisi, 6 sezon 62 bölümün ardından, dün yayınladığı 63.bölüm ile final yaptı. Finale uzanan son 3 bölümün IMDB puanın yüksek olması, 6 sene süren bir dizinin final beklentisinin iyi karşılandığının bir göstergesi. 


---- spoiler alert ----

Final bölümü, birçok dizide yaşadığımız, eski bölümleri bir yere bağlama aceleciliğinde değildi. Standart bir Better Call Saul bölümünde yönetmenin sunumu ve bölümün kurgusu nasıl ise, hemen hemen aynı şekildeydi. Tek bir cümlelik refer bile birçok hikayeyi ve duyguyu toplamaya yetebiliyor. Mesela Mike'ın "zaman makinesi icat edilmiş olsaydı gitmek isteyeceği zaman" sorusuna verdiği ilk cevap olan 8 Aralık 2001 tarihi, oğlu Matt'in öldürüldüğü tarihti. Ama daha sonra o hatanın düzeltilmesi için aslında daha gerilere gidilmesi gerektiğini düşünüp "17 Mart 1984" olarak güncelliyor cevabını, ilk rüşvet aldığı tarihi. Çünkü o düzelmezse, 8 Aralık 2001deki olay da düzelmeyecekti. 8 değil de 18 Aralık, 2001 değil de 2007 olacaktı.

Saul Goodman, savcı yardımcısı ile 7 yıl ceza üzerine anlaşıp mahkemeye bunu tescil ettireceği sırada anlaşmayı kendisi bozuyor ve mahkemeye daha fazlasını anlatmaya başlıyor. İşte bu kısmın 2 açıklaması olabilir. Birincisi Saul Goodman bir arınma durumu yaşıyor ve vicdanını rahatlatıyor. İkincisi ise abisi Chuck Mcgill'e inat giriştiği bu yolda haklı olduğunu göstermek. "Hayatında sahip olduğu tek şeyi aldım; Hukuku" Saul Goodman abisine her şeyin yozlaştığını ve hatta hukukun da yozlaştığını ona bu yolla göstermişti. Ve tüm bu yaptıklarının da bir şekilde tescillenip kötü bir reputation da olsa hak ettiği o itibarı üzerine almak için. (Bunu Breaking Bad'de Walter White'ın gururla Heisenberg olduğunu söylediği, "I am the one who knocks" diye kendisinin de artık korkulan olduğunun bilinmesini istemesi ile benzer görüyorum. Birilerinin yanlış da olsa, illegal de olsa bir başarı elde ettiğinde onu duyurmak istediğini daha önce Wag The Dog filminde Dustin Hoffman'ın canlandırdığı Stanley Motss karakterinde de görmüştük.) Ve Saul Goodman bu itibar sahiplenişin bedelini aldığı 86 yıl ceza ile ödemek zorunda kalıyor. 

Ve böylece Breaking Bad'in ardından, Better Call Saul dizisinin de sonuna gelmiş olduk. 6şar sezondan 12 senemizi güzelleştirdiler. Anlatım o kadar temiz ve güzeldi ki, karakterlerin birçoğundan yeni spinofflar çıka da bilir. Temennim Hector Salamanca spinoff'u.
Adı da The Salamancas: La familia es todo (Aile Her Şeydir)

- Tanrı'ya inanıyor musun?
+ Evet
- Nasıl oluyor da inanabiliyorsun?
+ İnsanlara inanmıyorum çünkü. Bir şeylere inanmak zorundayım, yoksa düşerim.


J.B.Priestley
tarafından kaleme alınan, ilk kez sahnelendiği 1945 yılından beridir sahnelenmeye devam eden ve 2015 yılında BBC tarafından da filmleştirilen tiyatro oyunu bu diyalogla başlıyor. İnsanlara ve insanlığa dair tüm umutlarını yitirmiş olan Eva Smith'in feryadını, kimsesizleri kimi olarak bir müfettiş işitiyor ve Eva'nın hayatına dokunmuş olan bu insanları tek masa etrafında sorguya çekiyor. Daha doğrusu her biri belli bir sınıfı temsil eden karakterleri birbiriyle ve yaptıklarıyla yüzleştiriyor. 

1912 yılının İngiltere'sinde Birling ailesi bir akşam yemeğinde toplanıp müstakbel damatlarıyla kızlarının nişanını kutlamak için bir araya geldikleri sırada evin hizmetçisi odanın kapısını açar ve bir polis müfettişinin geldiğini bildirir. İntihar etmiş olan bir kızın evinde bulunan günlükten yola çıkarak bir soruşturma yürüttüğünü söyler müfettiş ve başlar soruşturmasına. İlk sorusunu evin beyi olan Arthur Birling'e sorar: "Eva Smith 'i tanıyor musun?" Kapitalist sınıfın temsilcisi olarak bu oyunda yer bulan fabrikatör baba Arthur Birling 'isim tanıdık geldi, ama bir şey ifade etmiyor' diye cevaplıyor. Tam olarak Eva Smith'in Arthur Birling'teki karşılığı bu. Müfettiş Goole, cismini de hatırlatmak için Eva Smith'in  fotoğrafını Arthur'a gösterdiği sırada odada bulunan oğlu Eric Birling de fotoğrafa bakmak ister. Ama müfettiş buna izin vermez ve karakteristik bir ekleme yapar "Ben böyle çalışırım, tek seferde tek soruşturma".

Müfettiş Goole odada bulunan tüm karakterlere sırayla sorular sorar, tam da söylediği gibi, her seferinde tek bir kişiyi teraziye alır, onu yaptıklarıyla yüzleştirir ve sıradakine geçer. Müfettiş öncesi yemek masasında her biri kendini pazarlayan ve çok bilmiş üst sınıfın parlak bireyleri olarak kendilerini sunan bu karakterler, soruşturma sonrası teker teker rüsvalaşır. Her karakterin temsil ettiği bir sınıfın olduğu bu oyunda peki Müfettiş Goole'un temsil ettiği neydi? İsmi 'ghoul (hayalet, gulyabani)' u çağrıştırdığı için odada bulunanlara kendileriyle yüzleştirme azabını vermek isteyen bir zebani mi? Yoksa oyunda da "Goole muydu yoksa Goold mu?" diye ikileme düştükleri gibi  'Goold' isminin çağrışımı olan 'god(tanrı)' mıydı ve Eva Smith kulunun feryadını duymuş ve kimsesizlere kim olmaya mı gelmişti?

Spoiler verip bu şaheseri ve izleyiciyi birkaç defa sağa sola sürükleyen o anlatımına zarar vermek istemediğimden daha fazlasını şimdilik yazmayayım. İngiltere'deyim diyen varsa bu seneki oyun takvimine şuradan ulaşabilir. Diğer izlemek isteyenleri isi şimdilik
2015 BBC yapımı filme
yönlendiriyorum. Hangisini tercih ettiğinizin bir önemi olmayacak, zira iki türde de beğeneceksiniz.