20. yüzyılın sonlarında İspanya’da Don Kişot olmaya soyunmuş Alfredo Baeza ve etrafında toplanan gençler korkusuzca bir savaş yürütürler. Uğruna savaştıkları sanatı her şeyin üstünde görürler. Sanatın asla para, sahne, şöhret gibi karşılıklarının olmadığına inanırlar ve kendi hazırladıkları birtakım “sosyal mesaj” içerikli -çoğu zaman doğaçlama oynadıkları- oyunları sokaklarda sergileyerek insanlara bir şeyler anlatmaya çalışırlar. Ve bunu öyle güzel yaparlar ki filmin daha ilk dakikalarından içinizde yükselen heyecan duygusu filmin ortalarında bir anda hayal ettiğiniz her şeyi yapabileceğinizi zannettirecek bir gaza dönüşür.

Filmde Alfredo ve arkadaşlarının yaşlanmış halleriyle yapılan röportajlar hikâyeyi olabildiğince gerçek kılıyor. Ama 90larda geçen olaylardaki kişilerin 2000lerde ellili yaşlarında verdiği bu röportajlar hikayeyi bir o kadar da kurgusal gösteriyor. Yani yönetmen gerçekle kurguyu bir potada eritip bize aynı zamanda bir belgesel tadı veriyor. (Aslında bununla izleyiciye filmin sonu hakkında birazcık da ipucu vermeye çalışıyor gibi: canım izleyici, böyle şeyler ancak filmlerde olur; otur oturduğun yerde.)


Sanat, özgür bir ortamda doğmuş, sadece özgür ortamlarda varlığını sürdürebilir ve belki de en önemli insanlık değeridir. Sanat olmadan insanlar kör ve sağırdır: Etrafını ve kendi içini göremez, duyamazlar. Günümüzde giderek kapitalizmin acımasız pençeleri arasında yok olan diğer önemli insanlık değerleri gibi sanat da metalaşıp gerçek amacını yitiriyor ve yok oluyor. Bu duruma göz yummak istemeyen Alfredo, defalarca engellerle karşılaşmasına rağmen direnir ama sonunda o da pes eder ve hayat hengamesi içinde mutsuz bir adam olur. Üstelik evlenmiş ve bir de bebeği olmuştur. Sonra –aslında her şeyi onun için yaptığı- zihinsel özürlü kardeşinin hastalanmasının ardından onu ziyarete gider ve tekrar cesaretlenir: Altın vuruş için. Fakat bu kez yel değirmenlerinin acımasız çarkları onları affetmez…

Dünyanın bize dayattığı ve hepimizin bir nevi rollerimizi ezberleyip oynadığımız kurmaca gerçeklik yerine Alfredo kendi gerçeğimizi yaratıyor. Sahne dekorundaki çalı yerine nefes alan birer oyuncu olmanın herkesin kendi elinde olduğunu gösteriyor. Seçim basit: Bu düzen içinde gerçek bir insan olmaya çalışmak yolunda gidebildiğin yere kadar gitmek ya da karşıdan yiten güzel şeyleri izleyip gözyaşlarını içine akıtmak. Ve film hayatında biraz olsun bir şeylerin eksikliğini hisseden herkesin vicdanının bir köşesini durmadan rahatsız eden soruyu bir kez daha soruyor: Don Kişot olmaya cesaretin var mı? Fakat Noviembre, filmin başında size verdiği heyecan ve enerjiyi daha film bitmeden sizden alır ve sizi acımasız dünyaya geri gönderir: Artık bu dünya için yapılabilecek her şey için çok geçtir. Tek yapabileceğimiz kendimizi ondan korumak ve değişmemeye çalışmaktır. Noviembre bir film değil, başlı başına, yaşanması gereken bir deneyimdir aslında.

KONUK YAZAR: Zeynep Çengel

http://korkusuzco.blogspot.com/

"Konserin en güzeli, ücretsiz olanıdır."

Artık "Ali Teküntüre" yoksa da biz grubu o varken sevmiştik. Hala sevilesi, hala dinlenesi. Dinlemeyenler için tadımlık, dinleyenler için ise etkinlik. Konser ücretsizdir, bilin istedim.


28 Ekim Perşembe - Saat : 22.00
Nublu@Babylon
Jurnal sok. no.4 Asmalımescit, Beyoğlu/İst.

Sait Faik Abasıyanık'ın kaleminden, Serhat Ceylan'ın kamerasından bir sarhoşluk hikayesi.

bir sarhoşluk from serhat ceylan on Vimeo.




Facebook Sayfası


Geçen gün Hacitokankoli yazdığı yazıda Şahan Gökbakar’ın sanatsal filmlerle ilgili bir sözünü alıntılamıştı.Yazının devamında Hacitokankoli’nin de dediği gibi kişisel,Şahan Gökbakar’ın özelinde olan bir söz.Şahan gibi düşünenler üzerinden gidecek olursak bir insan bir takım eserlere sırt çevirmiş olabilir.Sinema hayatında pek yer tutmuyordur veya kişisel beğenileri sonucu Recep İvedik ve türevi yapımları beğeniyordur.Bu gayet olası bir durum ve rekor kırdığına göre de ülkenin büyük bir çoğunluğu böyle düşünmektedir.Esas sorun sanat filmi olsun,bağımsız sinema olsun görsel yapımların her türlüsünün peşinden koşanların Recep İvedikcileri eleştirmesidir.

İnsan eleştiri yetisini kazandıktan sonra kendi beğenilerini olağan ve olması gereken sayar.Nick Hornby bu durumla ilgili Fever Pitch isimli romanında “Eleştirel yeti korkunç bir şeydir.11 yaşındayken,benim içim kötü film diye bir şey yoktu,seyretmek istemediğim filmler vardı;kötü yiyecek diye bir şey yoktu,yalnızca Brüksel lahanası ve ıspanak vardı;kötü kitap diye bir şey yoktu,okuduğum bütün kitaplar harikaydı.Sonra birden,bir sabah uyandım ve her şeyin değiştiğini gördüm .Nasıl olur da kız kardeşim David Cassidy’nin Black Sabbath ile aynı klasmanda olmadığını duymamış olabilirdi?Nasıl olur da edebiyat öğretmenimiz The History of Molly’nin,Agahta Christie’nin On Küçük Zenci’sinden daha iyi olduğunu düşünebilirdi?O andan itibaren bir şeyden keyif almak,nadiren yaşanan bir duygu haline geldi.” der. Sinemadan bağımsız olarak toplumumuzda eleştirinin tavan yaptığı nokta genellikle futbol müsabakaları olmaktadır.Eleştirme ve kendi beğenilerini ortaya koymakta esasında hiçbir sakınca yoktur lakin körü körüne düşüncelerimizin ve beğenilerimizin esiri olunca eleştirinin sonraki durağı kişisel haklara saldırı olmaktadır.Eline klavye alanın düşüncesizce(hangi hakla?) eleştirdiği noktalarda geziniyoruz.Futbol birçoğumuzun kıyısından köşesinden dahil olduğu bir spor dalı ve ülkemizde diğer sporların toplamından daha fazla konuşulmaktadır.Hal böyle olunca ülkenin büyük bir çoğunluğu futbol hakkında az çok bilgi sahibi oluveriyor ve her birey kısıtlı bilgisiyle eleştiri yapmaya çalışıyor.En taze örnek olarak Guus Hiddink üzerinden konuyu açarsak;salt çoğunluğun eleştirileriyle iki mağlubiyette kariyeri yerle bir edilen bir insan oluveriyor,çünkü hepimiz futbolu yiyip bitirtmiş adamlarız..Bir an için o adamın bilgi olarak bizden fersah fersah önde olduğunu unutup akıl verme yarışına giriyoruz ve futbol özelinden konuşabiliceğimiz nokta tıkanınca aldığı ücreti pişirip pişirip konuşuyoruz.Gene sinemaya dönücek olursak beğenmediğimiz bir yapımla ilgili yönetmeninden,senaryosuna kadar ölçüsüz bir şekilde eleştirme gücünü kendimizde bulabiliyoruz.Her daim ortada bir iş ve emek olduğu görmezden geliniyor.Stanley Kubrick’inden Şahan Gökbakar’ına kadar sinema için bir şeyler yapmış,yapan milyonlarca insan var ve ortaya çıkan işlerim kimini beğeniyoruz,bir çoğunu ise beğenmiyoruz. Beğenmeyince başka insanların zevkleri olabiliceğini görmezden gelip oturduğumuz yerden klavyenin bize verdiği özgürlüğü sınırsızca kullanarak yapımla ilgili ahkam kesiyoruz..Beğenmemek ve beğenmediğimiz yapımı eleştiriyor olmak gayet doğal bir tutum lakin eleştiri neden beğenmediğimizden ziyade “ o da film mi yaa” demekten öteye gidemiyorsa ortada sorun var demektir.Çünkü izlediğimiz ve beğendiğimiz filmler bizim referansımızdır ve beğenmediğimiz yapımları beğenenlere üstten bakmayı severiz.Özellikle de kolayda,bazı yapımlara göre daha amatör oyunculukların sergilendiği ve senaryosunun üzerinde fazla çalışılmamış yapımları beğenen varsa onları yaftalamak kaçınmıyoruz.Bu aynen geçtiğimiz ay seçim sonuçları açıklandıktan sonra milletimin aydın geçinen kesiminin Aziz Nesin alıntısı peşinde koşup karşı tarafa akılları sıra laf sokma çabasına girmelerine benziyor.Bir insanın kendini diğerinden üstün görmesi nedir Allah aşkına?Bu ellerinde sarılabilicekleri bir şey olmayan insanların sergilediği davranış biçimidir.Nick Hornby’nin bir diğer eseri High Fidelity’de müzik dükkanı işleten Rob ve arkadaşlarının en iyi bildikleri şey olan müziğe sarılmaları gibi.Ellerinde uğruna savaşabilicekleri sadece müzik olunca beğenilerinin uyuşmadığı insanları bilgileriyle ezmektedirler.Yetmediği gibi birbirlerinin bile en iyi müzik listelerine saldırmak ve fütursuzca eleştirmek bu karakterlerin rutini olmuştu.Aklı evvel sinemaseverlerin de bulunduğu nokta burasıdır.Oturduğumuz yerden bir hiç uğruna verdiğimiz savaş işte bunun savaşıdır.

Her defasında Tüketim toplumu olarak addettiğimiz günümüz insanı;eleştirinin ve insanları yermenin kolaydalığına kaçıyor.Bir işi beğenmekten ziyade beğenmemek önem kazandıkça kendi çapımızda dahi olsa iki satırda yapımları ve insanları harcamak günlük rutinlerimizden oluveriyor. Yazdığım satırlardan eleştiriye karşı olduğum algılanmasın.Benim derdim eleştirinin kişisel haklara tecavüze vardığı noktadır.Bu satırları yazmama rağmen zaman zaman ben de haddimi aşan eleştiriler yapıyorum.Bir yapımı beğenmediyseniz ‘beğenmedim’ der ve varsa nedenleri açıklarsınız.”O ne yeaa o da film mi?” demekten ileri gidemiyorsanız da susun ve yerinize oturun.Zira bir yapımı beğenmeyip yapıma ve yapımı beğenenlere sövmek dayanılamaz bir kibir örneğidir.



Nuri bilge ceylanın 2002 yapımı filmi. Kasaba üçlemesi (kasaba – mayıs sıkıntısı - uzak) son filmidir. Yusuf’un (Mehmet Emin Toprak) köyden iş bulma umuduyla İstanbul’a akrabası Mahmut’un (Muzaffer Özdemir) yanına gelmesiyle başlamaktadır. Mahmut fotoğrafçılık yaparak geçimini sağlamaktadır. Yusuf ise gemide iş bulma peşindedir. Mahmut eşinden ayrılmıştır ve eşi çocuk aldırmıştır. Bu yüzdende eski karısını çocuğu olmamaktadır. Ayrılış sebebi de Mahmut’un eşini aldatmasıdır. Yusuf köyde gelişiyle şehre uyum sorununu kendince çözmeye kalmaktadır. Hemen hemen ilk sahnede kapıcı kıza (nbc eşi olur kendisi) yazmaya başlamıştır. Güneş gözlüğü ve sigara (samsun) ile gösteriş başlamıştır. Mahmut uzaktan gelene gelir gelmez gitme zamanını alttan alttan sormaktadır. Çünkü onun yalnızlığında başkasına yer yoktur (arabası bile iki kişiliktir) özelliklede kendisinin yıllar öncesini hatırlatan bir geçmişe. Mahmut’un arkadaşlarıyla konuşma geçen sahnede Yusuf verilen örneklerden hiç bir şey anlamamasına rağmen kendince bazı hayat çözümlemeleri çıkarmaktadır. (konuşma boyunca netlik Yusuf’un üstündedir) fotoğraf mı karılar mı repliği sanki nereye kadar sanat eleştirisini yapar.( karıları ayarlayacak olan arkadaş iklimlerde kaş’taki abimizdir). Paket bekleme sahnesinde Yusuf tarafından kolayca yanlış anlaşılacak bir replik en iyisi eve gidelim orda takıp gösteririm sana. Beraber film izledikleri sahnede ekranda tarkovsky’nin Stalker’in efsane sahnesi (bölgeye giriş) görünmektedir. İki akrabanın kültürel uzaklığı çok güzel simgelenmiştir. Biri yatarken diğeri pür dikkat izlemektedir. Yusuf’un rahat karakteri telefon konuşmalarından bile anlaşılmaktadır. Sürekli bir ya ne olcak durumu mevcuttur. Stalker’dan sıkılıp porno izleyen Mahmut basılınca Türk kanallarından birine geçer ve ekrandaki Türk filmi Mahmut tarafından gülerek izlenir benimde kendimi hissetiğim ve anladığım var gibi. Gemiciler kahvesinde ibo’nun çaresiz kalmışım çile rüzgârında savrulmuşum ben parçası sahneye ve duruma özenle nakşedilmiştir. Mahmut’un çalışma odası sanki stalkerin son sahnesine gönderme gibidir. İki büklüm olarak dinlediği telefon konuşmasından sonra Yusuf’a acımaktadır fare tuzağına kendisinin düşmesi sanki beynini tırmalayan düşünceler gibidir. Gemiciler kahvesine ikinci gidişte yine ibo çalmaktadır. Sıradan hayatların tekdüzeliği (bu sahnenin benzeri Demirkubuz’un bekleme odasında Ferit’i mahalleye bırakırkenki kahvede ve tekrar sormaya gittiğinde yine onur akını çalması gibidir) seyirciye hissettirmektedir. Mahmut’un eski eşiyle konuştuktan (uzaktan gelinenin içinden uzağa gidilen) sonra sigara içtiği sahnede arka planda cami (kürtajdan kaybedilen bebeğin ahlaki ve daha çok dini sembolü) ve tren (gidişin simgesi) vardır. Mahmut’ta nbc nin iklimlerde yaptığı gibi kadınının evini kontrole gelmesi göze çarpar. Barda tek başına otururken ilk sahnede eşini aldattığı kadın bir erkek (üç maymundaki patron) ile bara girerler. Bu mutsuzlukla eve giden Mahmut Tarkovsky’nin Zerkalo’sunu izler. Bu sahnede saşırtıcı olan Zerkalo’nun merak etme iyileşeceksin sahnesi kesilmiştir ve insan bedeni tıpkı yalnızlık gibidirden başlamıştır.(beni benden almıştır). Sahnede Zerkalo’nun müziği ve İstanbul’da kar. Cami sahnesinde camiye gidip namaz kılanları izlenmektedir. Kapıcı kızı izlediği sahnede orda bir şey yiyen adam bizim akrabadır nbc doğallıktan yanadır 3, 5 sn görünmesini istemiştir galiba. Mahmut’un ablasının evinde Yusuf’un ise Mahmut’un evinde fasion tv izlemeleri sanki erkekliğin sosyokültürel birikime ihtiyacı yoktura çıkar. Kitapçıda Kıraç’ın umudun kaybedip pes etmek olmaz demesi sanki Yusuf için söylenmektedir. Kızın elindeki dergide büyük adam küçük aşktaki kızın resmi vardır. Çırpınan bir balık ve yüzüne karartı düşmüş Yusuf büyüksün nbc. Yusuf ‘un ışık gördüğü sahnede nbc Edward Artemiev’in müziğini kullanmıştır. Film başından beri yakalanamayan farenin Yusuf’un giderken yakalanması Yusuf’un döneceğinin göstergesidir. Tekrar köye ve kaçınılmazın içine gidecektir. Mahmut ise tekrar yalnızlığıyla baş başa kalacaktır. İnsanın kendine uzak olması ve yaşamın bazen çekilmez olduğu düşüncesi filmin genelinde hakimdir. Yusuf gittikten sonra bıraktığı anahtar tamamen mavi renktedir. David Lynch’in Mulholland Drive filmine gönderme niteliğindedir. Uzak ‘ta daha birçok gönderme ve duygu gizlidir. Çekim tekniği, kamera açıları, netlik ve ışık mükemmeldir. Yazdıklarım sadece şuan aklımda kalanlardır. İstesen Uzak üzerine bir kitap yazarım ama istemiyorum.

KONUK YAZAR: Emre Karadaş

http://thedarktalesofzarathustra.blogspot.com/


Blog arşivine şöyle bir göz attım ve film olsun,dizi olsun hatta etkinlikler olsun pek çok konu hakkında fikir beyan etmişiz,fakat mevzu bir türlü yönetmenlere gelmemiş.Ortada bir yapım varsa muhakkak tüm bileşenlerin belirli bir önemi vardır lakin film işçiliğinde yönetmenlerin payının daha fazla olduğunu düşünenlerdenim.Zira kağıt üzerinde taslaktan ibaret olan bir yapımı allayıp pullamaları ve kendi bakış açılarını da eklemeleri yapımın sinema endüstrisindeki yerini belirler.Bu sebeple yönetmenlerle yapılmış olan röportajlardan ilgi çekici bulduklarımı pasajlar halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.Açılışı Lars Von Trier ile yapalım zaman içinde diğer yönetmenlerden de birşeyler paylaşarak yeni bir seri oluşturmuş oluruz.

"Fakat Funny and Alexander'i gördüğümde resmen ağladım.Bu filmin bir hata olduğunu düşünüyorum.Bir rock video klibine falan benziyor.Bergman'a duyduğum sevgi,bütün kişisel deneyimlerin buhar olup uçtu o filmden sonra...Gördüğüm tüm filmleri kişisel bir deneyim gibi sahiplenirim,bazen de ihanete uğradığımı hissederim. Bergman bir tıpa gibi isveç film dünyasının tepesinde durmaktadır ve yaratıcılığı kısıtlayan bir güç merkezidir adeta.O filmleri çektikten sonra ölse daha iyi olacaktı.Pek çok yönetmen için aynı şey söylenebilir aslında;belirli bir filmi çektikten sonra ölmeleri daha iyi olacaktı.Fassbinder doğru zamanda ölerek kendisine bir iyilik etmiş oldu.Truffaut çok geç öldü.Bunu söylerken insanlardan çok yönetmen olarak söz ediyorum onlardan.Tabii ki erken ölseler yakınları için çok üzücü olacaktı*"

Lars Von Trier,Ingmar Bergman'ın Persona ve The Silence yapımlarını beğendiğini söyledikten sonra Ingmar Bergman sineması ve yönetmenlerin sonsuzluğa ermesi adına düşüncelerini belirtirken.

*Danimarkanın günlük gazetesi Berlingske Tidende'ye 1991 yılında verdiği röportajdan alıntıdır.

Herkese merhaba!Grafik Tasarımcısı Jared Gibson, 37 Posters  şeklinde bir proje hazırlamış, bazılarını burada da okuyabileceğiniz, filmlerdeki "seçme cümleler" den oluşan cümleler kullanmış.Klasikleşmiş filmleri sevenler ve sinemayı yakından takip edenler için hoş bir çalışma ortaya çıkmış.Daha önce görüp hoşuma giden bu çalışmaları sizlerle de paylaşmak istedim. İşte o posterlerden bazıları;


 Herkese iyi haftalar,
special'n

Filmekimi'nin 1.günü izlenimlerinizi ve L’Illusionniste (Sihirbaz), Somewhere (Başka Bir Yerde), The Girl Who Played With Fire ( Ateşle Oynayan Kız ) filmleri hakkındaki yorumlarınızı önceki konuya (Filmekimi 1.Gün) yazabilirsiniz.

Revolucion ( Devrim ) , Room in Rome ( Ateşli Oda ) ve Kaboom ( Gümmm ) filmleri için ise Filmekimi 2.Gün başlığı altına yorumlarınızı yazabilirsiniz.

My Son, My Son, What Have Ye Done? ( Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? )


Yönetmen: Werner Herzog
Oyuncular: Michael Shannon, Willem Dafoe, Chloë Sevigny, Udo Kier
ABD-Almanya, 200935 mm / Renkli / 93'İngilizce; Türkçe altyazılı



Filmin etiketine bakıldığında en ilgi çekici yanı David Lynch in yapımcılığını, Werner Herzog’un ise yönetmenliğini yapması oluyor. Tek başlarına bile harikalar yaratabilecek bu usta ismi tek çatı altında toplayan bir film ister istemez ilgi uyandırır ve beklentiyi de yükseltir.

Benim şahsi ilgim ise etiketteki 2 usta ismin arkasına sığınmış oyuncularda. 2008 yapımı “Revolutionary Road” filmindeki oyunuyla “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar ödülüne aday gösterilen fakat şansızlığından olsa gerek The Dark Knight’ın Joker’ine takılan Michael Shannon ve Master of Horrors serisinin Cigarette Burns (Sigara Yanıkları) filminde oynayan Udo Kier gözüme çarpan ve beni heyecanlandıran 2 isim oldu.

Size tavsiyem tüm bu isimlere bakarak –belki de haklı olarak- beklentiyi yüksek tutmadan izlemeniz. Her ne kadar “kan ve testerenin gözükmediği fakat korkutan bir polisiye” adı altında geçse de daha çok psikolojik bir film sizi bekliyor olacak. Film, Altın Aslan için Venedik’te yarışmış fakat bu ödülü Somewhere ( Başka Bir Yerde)’e kaptırmıştı.

CineBonus GM2 9 Ct. 16.00 / Atlas 10 Pz. 13.30 / CineBonus GM2 11 Pt. 21.30 / Beyoğlu 12 Sa. 13.30 / CineBonus GM2 13 Ça. 11.00

---------------------------------------------------------------

Alting Bliver Godt Igen ( Her Şey Güzel Olacak )


Yönetmen: Christoffer Boe
Oyuncular: Jens Albinus, Igor Rado, Marijana Jankovic
Danimarka-İsveç-Fransa, 201035 mm / Renkli / 90'Danca; Türkçe altyazılı



Filmde, senaryo yazım aşamasında olan bir senarist-yönetmen konu ediliyor. Konudan öte benim ilgimi çeken ise; filmdeki karakterin, Christoffer Boe’nin kişiliğinden esinlenmiş ve onun durumundan duygular barındırdığının söylenmesi. Yönetmeni biraz daha fazla tanımak için iyi bir fırsat olsa gerek bu yüzden.

Danimarka sinemasını severim, Christoffer Boe’ e olan sevgimden ötürü. İzleyin, siz de sevin derim kısaca.
Christoffer Boe - Reconstruction

CineBonus GM2 8 Cu. 11.00 / Beyoğlu 9 Ct. 13.30 / CineBonus GM2 10 Pz. 16.00 / Beyoğlu 11 Pt. 13.30 / Atlas 14 Pe. 13.30


Filmekimi'nin 1.günü izlenimlerinizi ve L’Illusionniste (Sihirbaz), Somewhere (Başka Bir Yerde), The Girl Who Played With Fire ( Ateşle Oynayan Kız ) filmleri hakkındaki yorumlarınızı önceki konuya (Filmekimi 1.Gün) yazabilirsiniz.



Revolucion ( Devrim )


Yönetmenler: Gael Garcia Bernal, Mariana Chenillo, Fernando Eimbcke, Amat Escalante, Diego Luna, Gerardo Naranjo, Rodrigo Garcia, Rodrigo Plá, Carlos Reygadas, Patricia Riggen
Meksika, 2010DigiBeta / Renkli ve Siyah-Beyaz / 105'İspanyolca; İngilizce ve Türkçe altyazılı


Meksika devriminin 100. yılında 10 farklı yönetmen tarafından 10ar dakikalık, senaryo anlamında birbirinden bağımsız tutulsa da devrim sonrası değişimin konu edildiği, Meksika’daki genç nüfus için 100 yıl önceki devrimin ne anlama geldiğini görmeyi amaçlayan 10 farklı kısa filmin birleşimi.

Ana konu etrafında dönen ,yahut işlenen, birkaç kısa filmden oluşan uzun metrajlı filmler son yıllarda revaçta. Kimi için aynı temanın farklı gözlerle izlenebildiği bir şölen, kimi için ise bir kısa film yarışması tadında geçen bu tarz filmlerde yapımcının asıl amacı izleyicinin yönetmenden ve oyuncudan öte konuya odaklanmasını istemesi ve farklı bakış açılarını izleyiciye sunmak istemesidir.

Son yıllarda yükselişe geçen Meksika sinemasının genç yaşta ustalaşmış yönetmenlerinin bir arada bulunduğu Devrim, Meksika sinemasını yakından tanıma olanağı sunduğu gibi, devrimin getiri-götürüleri hakkında da fikir edinmemize yardımcı oluyor.

CineBonus GM5 8 Cu. 13.30 / CineBonus GM5 9 Ct. 11.00 / CineBonus GM5 9 Ct. 16.00 / CineBonus GM5 11 Pt. 16.00 / CineBonus GM5 11 Pt. 21.30

--------------------------------------------------------------

Room in Rome ( Ateşli Oda )
Filmekimi’nin en erotik filmi. Ve belki, de aynı zamanda en romantik filmi.


Yönetmen: Julio MedemOyuncular: Elena Anaya, Natasha Yarovenko, Enrico Lo Verso İspanya, 2009DCP / Renkli / 109'İngilizce; Türkçe altyazılı

Rus oyuncu Natasha Yarovenko ile İspanyol Elena Anaya’nın oynadıkları filmde Roma’da tanışan iki kadının otel odasındaki bir gecelik aşkını anlatıyor. Ruhlarına kadar işleyen fiziksel yakınlaşmaların yanında, birbirlerini birer sırdaş olarak görüp onları rehabilitize edecek ortamı kuruyorlar. Güzel, samimi ve erotik bir birlikteliğin ardından yine mutlu ayrılabilmek de önemlidir. Filmde bunu ne denli başarabildiklerini de görebilir, ayrılırken de mutlu ayrılanabiliyormuş diyebiliriz. Kim bilir.

Benzeri erotizmi Lucy and Sex filminde de gösteren Jolio Medem’in Ateşli Oda filmi festivalde kaçıranlar için sonradan da olsa, isteyen erotizmi için isteyen romantizmi için izlesin, ama mutlaka izlenmeli diye düşünüyorum.

CineBonus GM5 8 Cu. 19.00 / Atlas 9 Ct. 16.00 / CineBonus GM5 10 Pz. 21.30 / CineBonus GM5 13 Ça. 11.00 / Beyoğlu 14 Pe. 13.30


---------------------------------------------------------------

Kaboom ( Gümmm)

Yönetmen: Gregg Araki
Oyuncular: Thomas Dekker, Chris Zylka, Roxane Mesquida, Haley Bennett
ABD-Fransa, 2010DCP / Renkli / 86'İngilizce; Türkçe altyazılı



Geçen sene de bir eşcinsel filmi "Humpday" i programa ekleyen Filmekimi bu sefer de boş geçmemiş ve bu yılki Cannes’da “Eşcinsel Palmiye” ödülü kazanan Kaboom’u etkinliğe eklemiş. Festivalin genç ve seksi kızlarıyla en teenage filmi olarak düşünsem de sinemada eşcinsellik arayanlar için önerilebilir diye düşünüyorum.

CineBonus GM5 9 Ct. 19.00 / CineBonus GM5 9 Ct. 21.30 / CineBonus GM5 10 Pz. 11.00 / CineBonus GM5 12 Sa. 13.30 / CineBonus GM5 13 Ça. 16.00

Yarın start verecek olan Filmekimi, daha başlamadan erken tükenen biletleriyle şikayet konusu oldu. İstanbul Film Festivaline kıyasla daha az filme, gösterime ve sinemaya sahip olan Filmekimi, biletleri satıştan önce sponsorlara mı dağıttı bilinmez ama saatlerce beklenilen uzun kuyruklar sonucunda dahi sahip olunamayan biletler, izleyicilerin –daha doğrusu izleyemecilerin- canını sıktı gibi. İzleyici bilet arayadursun, sponsorlar ufak twitter oyunlarıyla bilet dağıtmaya devam etsin. Her neyse, ben asıl yakınmamı yaptıktan sonra ek olarak da sizlere Filmekimi’nin ilk günü gösterilecek olan filmlerden birkaç seçki sunayım istedim. Artık biletiniz olduğu için kendinizi şanslı mı hissedersiniz, yoksa seans öncesi sinema önünde bilet mi kovalarsınız bilmiyorum ama “festivaller haricinde de filmler izlenebilir, izlenmeli” düsturuna uygun olarak filmlerden söz edeyim istedim.
İzleyenler de yorumlarını esirgemesin.



L’Illusionniste ( Sihirbaz )


Yönetmen: Sylvain Chomet
İngiltere-Fransa, 201035 mm / Renkli / 90'İngilizce-Fransızca; Türkçe altyazılı

Fransız Yönetmen Sylvain Chomet, Belleville’de Randevu filminden 7 yıl sonra Sihirbaz filmi ile tekrar perdede ismini gösteriyor. Her çalışmasından sonra bir sonrakini merakla beklememize değiyor açıkcası. Senaryonun asıl sahibi ünlü ve de merhum yönetmen Jacques Tati’ye ait. Ondan kalan senaryoyu kendine has çizgilerle katkıda bulunuyor sadece Chomet. Tati’ye olan hayranlığından dolayı bu kalan senaryoyu başka bir yönetmenin çekmesi biraz eksik kılabilirdi sanki. Belleville’de Randevu filminde Tati’ye saygılı bir duruş sergilerken bu seferki filminde de ona armağan sunmayı eksik etmemiş. Eski filmine nazaran filmin Tati’ye uygunluk sağlaması için sahneler daha uzun tutulmuş ve durağanlaştırılmış. Filmdeki sihirbaz karakterin çizgi görünümünü senaryonun sahibi Tati’ye benzeterek hem onun da filme dahil olmasını istemiş, hem de senaryoda Tati’ye ait biyografik özelliklerin bulunduğunun dikkatlerden kaçmamasını istemiş.

Sihirbaz filminde ilgisizliğe sanatını devam ettirmeye çalışan bir sihirbaz anlatılıyor. Artık eskisi kadar büyük kitleleri etkisi altına alamasa da çevresindeki insanların yüzlerine ufak bir tebessüm kondurabilmeyi yeterli görüyor. Yeni tanıştığı kızın gönlünü edebilmek için de bundan fazlasına gerek duymayacaktır da zaten.

İzlenimi rahat, komik ve güzel bir çizgi film. Kaçırmayın derim. Festivalde kaçıranlar için ise başka bir haberim var; Sihirbaz 29 Ekim’de sinemalarda.

Beyoğlu 8 Cu. 11.00 / Beyoğlu 8 Cu. 16.00 / CineBonus GM2 9 Ct. 13.30 / CineBonusGM2 9 Ct. 19.00 / Atlas 10 Pz. 21.30

------------------------------------------------------------------------------


Somewhere (Başka Bir Yerde)


Yönetmen: Sofia Coppola
ABD, 201035 mm / Renkli / 98'İngilizce-İtalyanca; Türkçe altyazılı


Bu filmin yönetmeni, İtalyan asıllı Amerikalı usta yönetmen Ford Coppola’nın kızı Sofia Coppola. Ailedeki bu yetenek babadan çocuğa miras bırakılıyor sanırım.
Sofia Coppola, sinemaya oyunculukla giriş yapan yönetmenlerden. İzlerken fark etmeye ya da bilmeye gerek duymadıysak da –ki buna gerçekten gerek yok- ilk oyunculuğu babası Ford Coppola’nın en önemli eseri The Godfather filminde olmuştur.Öncesinde Lick the Stars ve The Virgin Suicides gibi filmlerin yönetmenliğini yapsa da kendisini asıl tanıtan Lost in Translation filmi oldu.

Sofia Coppola’nın senaryosunu yazıp yönettiği Somewhere filminin ana kahramanı olan Hollywood yıldı Johnie Marco, sahip olduğu eğlenceli, bol kızlı, aşırı hızlı hayatına küçük kızının kendisini ziyaret etmesiyle bira yavaşlar. Artık babalık oynamanın zamanı gelmiştir.
Bu yılki Venedik Film Festivalinde Altın Aslan ödülünü kazanan Somewhere, günün ve festivalin iyilerinden.

Atlas 8 Cu. 19.00 GALA / Atlas 8 Cu. 21.30 GALA / Atlas 9 Ct. 21.30 GALA


-------------------------------------------------------------


The Girl Who Played With Fire ( Ateşle Oynayan Kız )


Yönetmen: Daniel Alfredson
İsveç-Danimarka-Almanya, 200935 mm / Renkli / 129'İsveççe-İtalyanca-Fransızca; İngilizce ve Türkçe altyazılı


Stieg Larsson’un Milenyum üçlemesinin ikincisi. İlki 2009 yapımı olan ve hala vizyonda gösterilmeye devam eden “The Girl With the Dragon Tattoo” ( Ejderha Dövmeli Kız) filmiydi. Dövmeli kızımız Lisabeth Salender’i yine Noomi Rapace canlandırırken, kadrosal anlamda ilk filme göre olan önemli değişiklik yönetmen koltuğunda olmuş. Bu seferki yönetmen Daniel Alfredson . Yönetmen değişikğinin anlatım biçimine katkı sağladığı söylense de bu filmin ilkinden farklı bir etki bırakacağını düşünmüyorum. İlkini izleyenler için söyleyeyim; onu sevenler bunu da sevdi. Sevmeyenler uzak olsun.


CineBonus 8 Cu. 21.30 / Beyoğlu 9 Ct. 16.00 / Atlas 11 Pt. 16.00 / CineBonus 13 Ça. 21.30 / Beyoğlu 14 Pe. 16.00