Mar21

"Downpressor Man", baskıcı, zalim ve adaletsiz yöneticileri veya sistemleri eleştiren, hesap ve yargı gününün kaçınılmaz mutlak oluşunu anlatan bir protesto şarkısıdır. Kutsal kitaplardaki kıyamet günü anlatılarıyla da bağlantılı olan şarkıda, zalimlerin dağlara, denizlere ve güneşe kaçmaya çalıştığı ancak hiçbir yerde kurtuluş bulamadığı anlatılır. 


Şarkının kökeni geleneksel folk müziğine dayanıyor. Zaman içinde Bob Marley de dahil farklı sanatçılar tarafından da yorumlanan şarkıyı popüler eden ise Jamaikalı reggae sanatçısı Peter Tosh olmuş. 1977 yılından yayımlanan Equal Rights albümünde en bilinen versiyonu bulunuyor. Ancak benim için en sevdiğim versiyonu geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz İrlandalı sanatçı Sinead O'Connor versiyonudur. Dinlemek için..

"Downpressor" kelimesi, İngilizce'deki "oppressor"(zalim, baskıcı) kelimesinin Jamaika Patois'ine uyarlanmış haliymiş. Şarkının teması; baskıcı, zalim, adaletsiz yöneticileri veya sistemleri eleştiriyor ve bu kişilerin nihayetinde yaptıklarının hesabını vereceği ve kaçacak yer bulamayacaklarını anlatıyor. 

Şarkı, İncil'deki kıyamet günü anlatılarıyla da bağlantılıdır. Dini ve toplumsal adaletin kaçınılmaz olduğu fikrini yansıtıyor ki benzer hesap günü tasavvuru Kur'an'da da mevcut. Şarkı sözlerinde zalimlerin denize, dağlara ve güneşe kaçmaya çalıştığını ama hiçbir yerde kurtuluş bulamadığı şu sözlerle anlatır:

"When you run to the sea
The sea will be boiling All along that day
You gonna run to the rocks
The rocks will be melting
You can run but you can't hide
You gonna run to the LordBeggin' to hide you"


Şarkının bu sözleriyle anlatılan bu sonuçsuz kaçış İncil'de şöyle geçiyor;

“O zaman yeryüzünün kralları, büyükleri, komutanları, zenginleri, güçlüleri, köleleri ve özgür olanları, hepsi mağaralara ve dağların kayalarına saklandılar. Dağlara ve kayalara seslenerek, ‘Üzerimize düşün! Bizi tahtta oturanın yüzünden ve Kuzu’nun gazabından gizleyin!’ dediler. Çünkü onların büyük gazap günü geldi ve kim dayanabilir?” VAHİY 6:15-17

Yine devamında Vahiy 20:12-13 te " Kitaplar açıldı ve her biri yaptıklarına göre yargılandı" diyor.

Benzer kıyamet ve hesap günü anlatısı Kur'an'da şöyle yer alıyor;

“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O, sadece onların cezalandırılmasını, gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” İbrahim 42.

Ve bir başka yerde de; 

“İnsan o gün, ‘Kaçacak yer neresi?’ der. Hayır, hayır! Sığınacak hiçbir yer yoktur.”  Kıyamet 10-12.


Özetle; Downpressor Man, baskıcı güçlerin ve zalimlerin kaçınılmaz ilahi adaletle birgün muhakkak yüzleşeceğini anlatan, hem müzikal hem de ideolojik anlamda önemli olan, günümüz adalet arayışı mücadelelerinde de kullanılan önemli bir şarkıdır. Sözlerini genelde İncil'ki kıyamet anlatısından almış olsa da kutsal kitaplara inanan kadar, dünyevi adalet mekanizmasına inanan kişilerce de bu hesap gününün dünyada da kaçınılmaz olduğu umuluyor. Aslolan da odur, dünya meselesinin hukuku, dünyada görülmelidir. 

Mar13

97.Oscar Ödüllerinde En İyi Yabancı Film oscarını kazanan Brezilya yapımı I'm Still Here filmi, 1964-1985 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde yaşanan trajedileri merkezine alarak hem bireysel hem de toplumsal belleğin izini sürüyor. Ama 10 senede 1 darbe gören, Babam ve Oğlum filmine ağlamış bizler için sıradan bir hikaye. 


Gerçek bir hikayeye dayanan I'm Still Here filmi, 1970 yılında Rio de Janeiro sahilinde başlıyor. Baba Rubens, devrim sonrası 6 sene yurt dışında sürgün yaşamış ve dönmüş birisi. 1964 yılından beri süren ordu yönetiminin günlük hayata müdahalesine rağmen, kalabalık olan Paiva ailesinin mutlu bir aile tablosu sergileyişini izleyerek başlıyoruz. Filmin senaryosu, ailenin küçük çocuğu Marcelo'nun yazdığı anı kitabına dayandığı düşünülürse, geçmiş ile ilgili hatıraların mutlu olması doğal kalıyor. Kötü anıları daha hızlı siliyor zihin, geriye mutlu bir aile tablosu kalmış oluyor. 

Filmin asıl konusu, birgün ordu mensuplarının ansızın Paiva ailesinin yaşadığı eve gelip, Rubens'i alıp götürmesiyle başlıyor. Bu noktadan sonra Fernando Torres'in canlandırdığı Eunice Paiva'nın, kocasının akıbetini öğrenme mücadelesi başlıyor.

Mücadele desem de mücadele kısmını bizler çok görmüyoruz, göstermeye de niyet edilmemiş. Brezilya halkı için dönemi hatırlatacak kadar doneler sunulmuş, ama hikaye bizler -diğer ülke insanları- için ise oldukça yüzeysel kalıyor. Ailenin mücadelesi ve  yaşadığı psikolojik yıkım daha fazla detaylandırılabilirdi. Yine aynı şekilde konunun diğer muhatabı olan ordu yönetiminin baskıcı rejimi sert şekilde yansıtılmalıydı. Diktatörlük dönemi yalnızca arka plan olarak kullanılmış, dönemin atmosferi ve baskıları bir araba çevirme sahnesinden öteye çıkamamış. Bu sebeple filmin En İyi Film oscarına aday gösterilmesi oldukça şaşırtıcı. Kaldı ki En İyi Yabancı Film oscarını da hakedecek düzeyde değil. Bu sene bu filmi hak eden bir film var ise o da kesinlikle The Girl With The Needle filmidir. Aynı şekilde, Fernando Torres'in En İyi Kadın Oyuncu oscarına aday gösterilmesini de fazla ve siyasi buluyorum. Filmin en etkileyici kısımlarından biri olan Eunice'nin tutsak edildiği sahneler, Fernando Torres'in iyi oyunculuk sergilediği ve izleyiciye en çok dokunan kısımlarıydı. Ancak bu sahnelerin hem süresi, hem de filmin geniş zamana sıçrayan hikayesi, bu yaşanmışlığı çabuk dağıtan etkenlerden oluyor benim gözümde.


Bu film, bizden çok Brezilya'nın insanlık dışı işlediği ama yine de bir iç meselesini anlatıyor. Bu sebeple Brezilya'da daha çok yankı bırakması doğal. Öyle ki filmden sonra darbenin 60.yıl dönümünde kayıp cesetlerin bulunması için yeniden bir komisyon kurulmuş. Brezilya Eski Devlet Başkanı filmi saçma bularak ordu yanlısı bir taraf ortaya koymuş. Yine ordu yanlısı taraf, kazanılan bu oscar için 'yabancı güçlerin ülkemiz üzerinde yapmış olduğu bir oyun' açıklamasında bulunmuş. Tüm bu açıklamalar da, ülkenin bir mesele özelinde radikal şekilde ikiye bölünmüş olması da bizlere yine tanıdık.
 

Babam ve Oğlum mu, I'm Still Here mı?


Madem Çağan Irmak'ın 2005 yapımı Babam ve Oğlum filmine değindik, kıyaslamanın devamını da getirelim. Şartlar ve koşullar açısından hikayenin geçtiği ortamın benzerliği mevcut ancak yönlendirmeleri ve amaçları farklı. 


Benzerlikleri ve Farklılıkları


Her ikiside baskıcı bir rejimin altında geçen bir aile trajedisi. Ancak odak noktalarına baktığımızda I'm Still Here daha toplumsal hafızayı canlandırma ve adalet arayışı güdüsünde iken, Babam ve Oğlum daha minimal bir aile çatışması ve kuşaklar arası duygu aktarımı ile bireysel hafızaya odaklanıyor. Bu sebeple siyasi eleştiriyi Babam ve Oğlum'da çok görmemiştik, ama bu filmde görüyoruz. Ancak bireysel hafızanın güçlü aktarılıyor oluşu ile izleyicinin kurduğu duygusal bağ ve empati, Babam ve Oğlum'u kolektif hafıza açısından da güçlü kılıyor. 

Duygusal etkilerine baktığımızda ise, Babam ve Oğlum'u daha sıcak, samimi ve bireysel bağlar üzerinden kurmuş olduğu duygusal etki sebebiyle daha etkili buluyorum. I'm Still Here çok uzun bir dönemin üstünkörü anlatımı ile yüzeysel durduğu için Brezilya dışı insanlara çok dokunacağını düşünmüyorum.


Sonuç olarak I'm Still Here filmini izlemeyi aylarca beklemiş biri olarak büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Bu filmin oscar ve adaylıklar kazandığını düşündükçe de ayrı bir üzüntü yaşıyorum. Zira daha iyi olduğunu düşündüğüm filmler bu sene ve geçmiş senelerde elleri boş döndü. Kötü bir film mi? Değil elbette. Ancak ne 8 üzeri bir IMDB puanını, ne de oscarı hak ediyor diyebilirim. 

Mar11

The Handmaid's Tale dizisi evreninde Gilead Cumhuriyeti, ABD'nin yerini alan radikal Hristiyan temelli totaliter bir rejimdir. Rejimin yegane amacı; kitlesel kısırlığın olduğu bir dünyada, doğurganlığa hala sahip olan kadınları üreme köleliğine zorlayarak nüfusu devam ettirmek. Ama içlerinden bir kadın çıktı ve şunu dedi: "Ben senin varoluş gerekçen değilim."


8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın hakları için verilen mücadelelerin anıldığı ve kadınların toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlardaki kazanımlarını kutladığı bir gündür. Sovyet ülkerinde resmi tatil olarak dahi kutlanıyor. Ancak bu gün, sadece kutlama değil, aynı zamanda dünya genelinde süren cinsiyet eşitsizliklerine ve baskılara dikkat çeken bir farkındalık günü. İşte bu noktada The Handmaid's Tale dizisi toplumsal farkındalığın önemini anlatan bir anlatısıyla kendisini öne çıkarıyor. 

Margaret Atwood'ın aynı isimli romanında uyarlanan dizi, kadın bedenin nasıl sistematik şekilde denetim altına alınabileceğini anlatan çok katmanlı bir hikayeye sahip. Gilead Cumhuriyetinin baskıcı rejiminde, hala üreyebilen kadınlar zorla "handmaid" olarak atanıyor ve sadece çocuk doğurmak için kullanılıyor. Bu basit bir düşünce ile distopik bir hikaye gibi duruyor. Yapımı izlerken 'bu biraz aşırı değil mi?' diye bir soru geliyor akıllara, ama hiçbir şeyin bu kadar aşırılıkla başlamayacağı, suyun zamanla ısıtılıp kaynatılacağını bilince de oluru var diyebiliyoruz bu hikayeye. 



Dizideki kırmızı handmaid kostümleri, bizim ülkemizde değilse de bazı yerlerde kadın protestolarında bir direniş sembolüne dönüştü. Kürtajı kısıtlayan yasaları protesto etmek amacıyla Teksas ve Washington'da düzenlenen eylemlerde bu kostümler kullanıldı. Aynı şekilde Polonya'daki benzer amaçlı eylemlerde de kullanılan ve simgeleşen kıyafetler yine The Handmaid's Tale dizisi kostümleriydi. Ancak ülkemizde bu akım pek benimsenmemiş gözüküyor. Bunun başlıca sebebi The Handmaid's Tale dizisinin, kıyafetleri ülkemizde popülerleşen Squid Game ve La Casa De Papel gibi Netflix platformunda yayınlanmıyor oluşu ve bu yüzden ülkemizde çok takip edilen bir yapım olmamayışıdır. Bir diğer sebebi de 8 Mart Kadınlar günü eylemlerinin, enleminden çıkıp kadın hakları yerine daha çok cinsiyet hakları rolüne dönüşmesi olabilir. 

Oysa dizi/kitap, kadın hakları özelinde oldukça güçlü mesajlar barındırıyor. Dizi, kadınların elde ettikleri hakların hiçbir zaman garantide olmadığını ve hakların korunması için mücadelenin sürekliliğini vurguluyor. Bunun yanında, baskıcı sistemlerin yavaş yavaş kurulduğunu ve insanlar sessiz kaldığında nasıl normalleşebileceğini gösteriyor. Sessiz kalınan küçük hak ihlalleri zamanla büyük toplumsal meselelere dönüşebilir. 

Dizi aynı zamanda kadın dayanışmasının önemi de vurguluyor. Kadınlar birbirlerini desteklediklerinde mevcut totaliter rejime karşı daha güçlü durabiliyor. İçlerindeki tek bir aykırılık bile, tüm kazanımların yok olmasına sebep olabilir ki günümüzde de kadın haklarına en çok zarar veren seslerin, yine kadın sesi olmasına şahit oluyoruz. 

2017 yılında Trump'ın ilk dönemi esnasında yayınlanmaya başlayan dizi 5 sezonu geride bıraktı ve 2025 Nisan'ında 6. sezonunu da yayınlayarak final yapmayı düşünüyor. Başladığı yere geri dönerek, yine bir Trump döneminde. Ve üstelik bu seferki Trump daha sert ve bu yüzden bu kostümleri en azından ABD'deki eylemlerde görmeye devam edeceğiz gibi duruyor. 

Yazıyı bağlamak gerekirse, The Handmaid's Tale, kadın haklarına dair güçlü bir uyarı niteliğinde bir dizi. Çoğumuzun İstanbul Sözleşmesini unuttuğu bir ortamda bu dizi bizlere, kazanılmış hakların bir anda hızla kaybedilebileceği, sessizliğin ve kayıtsızlığın baskıcı sistemleri güçlendirebileceği ve tüm bunlara yalnızca kadın dayanışmasının engel olabileceğini hatırlatıyor. 6 sezonluk diziye ya da ülkemizde Damızlık Kızın Öyküsü adıyla satılan 380 sayfalık kitaba göz atmakta fayda var.

Mar3

Favorilerin durmadan değiştiği bir Oscar Ödül sezonu, ödüllerin dağıtılmasıyla nihayet son buldu. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu ödüllerinin sahibi olan Anora filmi gecenin kazanan filmi oldu. Bu 5 ödülün 4ünü şahsi olarak kazanan filmin yönetmeni Sean Baker ise hem gecenin, hem de tek bir gecede 4 Oscar alarak Oscar tarihinin en büyük kazananı oldu. 


Çok konuşulan yapımların başında olan The Brutalist'in ve BAFTA'da En İyi Film ödülünü alan Conclave'in büyük ödülleri Anora'ya kaptırmış olması biraz şaşkınlık yarattı. 5 dalda ödül kazanan Anora'nın 4 ödülü direkt filmin Yönetmeni, Senaristi, Kurgucusu ve Yapımcısı olan Sean Baker'a gitti. Bu da oscar tarihinde tek bir ödül gecesinde en fazla ödül kazanan isim olmasını sağladı. Bu başarıya en çok yaklaşan Parazit filmiyle Bong Joon-ho olmuştu. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Yabancı Film ödüllerini almış, ancak En İyi Yabancı film ödülü teknik olarak yapımcıya değil, ülkeye verildiği için kazandığı oscar sayısı 3 olarak sayılmıştı. Bir diğer üçleyen ise Titanic filmiyle James Cameron ( En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu).

Oyuncu kategorisinde En İyi Erkek Oyuncu oscarını, daha önce The Pianist filmindeki performansıyla da oscar kazanan Adrien Brody kazandı. The Brutalist filminde yahudi bir mimarı canlandıran Brody'i, The Pianist filminde de yahudi bir piyanist rolündeydi. Benzer karakter olması hasebiyle akademinin tekrara düşmeyip A Complete Uknown filmindeki Bob Dylan rolüyle Timothee Chalamet'e gideceğini ummuş idim ancak olmadı. En İyi Kadın Oyuncu ödülü ise beklenenin aksine The Substance'den Demi Moore'a değil, Anora filmindeki rolüyle Mikey Madison'a gitti. Yardımcı rollerde ise beklenenler oldu. Erkeklerde A Real Pain filminden Kieran Culkin'e, kadınlarda ise Emilia Perez filmindeki rolüyle Zoe Saldana'ya gitti heykelcik.

Gecenin en tatmin edilen ödüllerinden biri ise En İyi Belgesel dalında yarışan No Other Land yapımına verilen oldu. Filistin'in Batı Şeria bölgesinin dağlık ucunda 20 Filistin köyünden oluşan kırsalında, çoğunlukla tarımla uğraşan halkın günlük yaşamını ve nesiller boyu süren mücadelesini özet bir şekilde anlatan yapımın, İsrail lobisine rağmen kazanması büyük bir başarı ve sevinç kaynağı.

KAZANANLAR 

EN İYİ FİLM:  ANORA

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM : I'M STILL HERE (Brezilya)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: ADRIEN BRODY (The Brutalist)

EN İYİ KADIN OYUNCU: MICKEY MADISON (Anora)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU: KIERAN CULKIN (A Real Pain)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU: ZOE SALDANA (Emilia Perez)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO: ANORA (Sean Baker)

EN İYİ UYARLAMA SENARYO: CONCLAVE

EN İYİ KURGU: ANORA (Sean Baker)
EN İYİ ANİMASYON:  FLOW

EN İYİ BELGESEL: NO OTHER LAND 
  • Black Box Diaries
  • Porcelain War
  • Soundtrack to a Coup d'Etat
  • Sugarcane

EN İYİ SES: DUNE: PART TWO
EN İYİ GÖRSEL EFEKT: DUNE: PART TWO

EN İYİ SİNEMATOGRAFİ : THE BRUTALIST
EN İYİ ÖZGÜN MÜZİKTHE BRUTALIST

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI: EL MAL - Emilia Perez
  • Like a Bird - Sing Sing
  • The Journey - The Six Triple Eight
  • Mi Camino - Emilia Perez
  • Never Too Late - Elton John: Never Too Late

EN İYİ KISA FİLM: I'M NOT A ROBOT
  • Anuja
  • A Lien
  • The Last Ranger
  • The Man Who Could Not Remain Silent

EN İYİ KISA BELGESEL: THE ONLY GIRL IN THE ORCHESTRA
  • Death by Numbers
  • I Am Ready, WArden
  • Incident
  • Instrıments of a Beating Heart

EN İYİ KISA ANİMASYON: IN THE SHADOW OF THE CYPRESS
  • Beautiful Men
  • Magic Candies
  • Wander to Wonder
  • Yuck !


Mar1

31 Mayıs 2010'daki Harbiye konserinde Bob Dylan'ı canlı izlememin üzerinden 15 yıl geçmiş. A Complete Unknown filminde Timothee Chalamet, o gün sahnede olan Bob Dylan'dan daha fazla Bob Dylan. Ve tüm zamanlarda en çok dinlediği 3 sesten biri Bob Dylan olan benim için, güzel bir dinleti sundu. En İyi Film dahil toplamda 8 dalda Oscar'a aday olan bu film, Bob Dylan'ın 1961-1965 yılları arasındaki sanat yolculuğunu konu alıyor. 

James Mangold'un yönetmenliğini yaptığı A Complete Unknown filmi, Bob Dylan'ın sanat döneminin ilk evrelerine odaklanıyor. Bob Dylan'ı tüm boyutlarıyla anlamaya yönelik bir keşif olmaktan çok, onun bir fenomen olarak yükselişine ve dönemin kültürel atmosferine duyulan hayranlığı konu alıyor. 1961-1965 yılları arası gibi spesifik bir alana odaklanırken, Dylan'ın iç dünyasına erişmek yerine, onun bu yıllar arasındaki sahne personasını anlatıyor. O yüzden daha geniş tarihli bir biyografi filmi isteyenleri 2007 yapımı ve zengin oyuncu kadrolu I'm not There filmine buyur ediyorum. Ama Bob Dylan için yapılmış en iyi yapımlardan biri bence usta yönetmen Martin Scorsese'nin çektiği No Direction Home belgeseli diyebilirim. O belgesel de 1961-1966 yılları arasındaki müzik kariyerini ve folk müziği değiştirme evresini anlattığı için şu anki A Complete Unknown filmine daha yakın bir anlatıya sahip. Kısaca bu film, No Direction Home belgeselinin canlandırılmış versiyonu diyebilirim.

Filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Timothee Chalamet, Dylan'ın sahnedeki duruşunu, vücut dilini ve o kendine has vokal stilini büyük ölçüde başarıyla yansıtıyor. Özellikle Dylan'ın gitarı ve mızıkasıyla olan enstrümantal uyumu rahatlıkla performe edebilmiş. Bu rolün hakkını verebilmek için 5 yıl boyunca gitar ve müzik eğitimi aldığı söyleniyor ve evet, filmdeki seslendirilen şarkıların hepsi Timothee Chalamet'in kendi sesiyle söylenmiş. Dylan'ın müzik dna'sını bu önceden çalışmışlıkla başarılı şekilde izleyiciye aktarırken, gerçek kişiliğine dair pek bir şey açığa çıkarmıyor. Yani Bob Dylan'ın kafasında neler dönüyor, hangi konuda ne düşünüyor, bunu öğrenemiyoruz. Bu bilinçli bir tercih de olabilir, neticede filmin adı 'a complete uknown', yani 'tamamen bilinmez'


Filmin en büyük başarısı, dönemin müzik sahnesinin ruhunu yakalamakta yatıyor. 1960'ların başındaki Newport folk sahnesi, yeşil parkaları ve entelektüel sohbetleriyle yaşayan bir dünya olarak resmedilirken, Dylan'ın bu dünyayı nasıl şekillendirdiği ve kendisinin de nasıl şekillendiğini gösteriyor. Ama tüm bunlar olurken biz yine Dylan ne düşünüyor bilemiyoruz. Edward Norton'un hayat verdiği Pete Seeger ve Monica Barbaro'nun başarılı şekilde canlandırdığı Joan Baez gibi karakterler, Dylan'ın etrafındaki kültürel etkileşimleri görmek açısından önemli. Dylan'ın folk müzikten elektrik gitara geçişi de filmin ana eksenlerinden biri ve bu dönüşümün nasıl tepki yarattığını gördüğümüz sahne, filmin dramatik doruk noktalarından birini oluşturuyor.

Filmde seslendirilmek için tercih edilen şarkılar da dönemin politik ruhunu yansıtıyor. Ve aynı zamanda Dylan'ın sanatsal evrimini sıralıyor. Seslendirilen şarkılardan bazılarını not düşecek olursak;

Song to Woody - Bob Dylan'ın müzikal idolü Woody Guthrie'ye bir saygı duruşu niteliğinde olan bu şarkı, Dylan'ın ona olan hayranlığını temsil ediyor. Ki filmde Bob Dylan'ın saygı ve sevgi duyduğundan emin olduğumuz tek kişinin de Woody Guthrie olduğunu görüyoruz.

The Times They Are a-Changin' - Dönemin toplumsal eğilimini ve gençliğin yükselen sesini simgeleyen bu şarkı, eski kafalılara 'artık devir değişiyor' sesini yükselten ve bunu gençlere de marş yaptıran bir eser. Politik olarak zamanın artık değiştiğini vurguladığı gibi, kendisinin ve sanatının da değişeceğine çakılan bir işaret niteliğinde aynı zamanda.

Master of War - Soğuk savaş döneminin gerginlikleriyle birlikte Dylan'ın protest müziğe olan katkısını vurgulayan şarkılardan biri. Filmde, bu şarkının sözleriyle dönemin politik atmosferi arasında paralellik kuruluyor.

Don't Think Twite, It's All Right - Bob Dylan'ın duygusal dünyasına dair ipuçları veren bu parça, özellikle ilişkileri ve bireysel özgürlüğü ele alışıyla -veya vurdum duymazlığını- film anlatısı içerisinde önemli bir yer tutuyor. 

Maggie's Farm - Bob Dylan'ın geleneksel folk müziği terk ederek elektronik müziğe geçişinin simgesi olarak kullanılıyor bu şarkı.

Like a Rolling Stone -  Elektro müziğe geçişte halkı verdiği tepkinin tavan yaptığı bu şarkı sahnesi -ki benim en sevdiğim müzik anlarından biridir- filmin en top noktası oluyor. No Direction Home belgeselinde izlemeye doyamadığım Newport Folk Festival sahnesinde bu şarkının seslendirildiği kısmı bire bire yakın bir benzerlikle harika sahnelemiş Timothee. Sırtı seyirciye dönükken 'Play it fuckin loud' dedikten sonra seyirciye dönüp şarkıya başlaması benim 2 saati aşan film süresi boyunca en çok beklediğim sahneydi. 


2007 yapımı I'm Not There filminden bahsetmişken, o film (i'm not there) ile bu (a complete unknown) filmin karşılaştırmasını da yapayım bir ölçüde. O filmde Bob Dylan'nın çok yönlü karakteri ele alınırken, bu film daha kısıtlı bir dönemin sanatsal atmosferini yansıtıyor. O filmde Bob Dylan'ın müziğinden çok onun kimliği ile ilgileniliyor iken, bu filmde kişiliğine dair en ufak bir bilgi yok. O filmin izleyeci tarafından anlaşılması daha zor iken, bu film ise daha basit bir anlatım sunuyor. I'm Not There filmde Bob Dylan'ı canlandıran isimler listesi oldukça kabarıktı; Christian Bale, Heath Ledger, Ben Whislaw, Richard Gere ve Cate Blachett. Her biri Bob Dylan'ın farklı dönemini anlatıyor. En beğenilen performansı ise yine ne hikmetse 1961-1965 dönemine denk gelen kısmı canlandıran Cate Blachett idi. Bir kadının bir erkeği canlandırdığı en başarılı performanslardan biridir. Bu filmde ise tek bir Bob Dylan canlandırması var ve o da Timothee Chalamet'e ait. O da bu işin fazlasıyla hakkını vermiş gözüküyor.


Sonuç olarak, A Complete Unknown filmi Bob Dylan'ı anlamaya çalışan bir film olmaktan çok, onun etrafındaki mitolojiyi ve dönemin popüler kültüründeki yankısını ele alan bir yapım. Yönetmen James Mangold, kesinlikle Bob Dylan'ı çözmeye, onu anlamaya çalışmıyor. 1961-1965 arası dönemi belgesel olarak sunan No Direction Home belgeselinin canlandırmasını yapmış adeta. Bu sebeple biyografi türüne sıkı sıkıya bağlı kalıp sanatsal riskler alıp yorumlar katmaktan sakınmış. Timothee Chalamet'in etkileyici performansı, aday olduğu En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde iddialı bir konuma taşıyor bana göre. Alırsa şaşırmam, hatta tüm adayları izlemiş biri olarak bence en hak edeni. (Gelecekten not: aday olduğu 8 daldan da eli boş döndü. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü The Brutalist filmiyle Adrien Brody'e kaptırdı.)

Türkiye'de verdiği konserinden bahsetmişken o kısmı da açayım. Bob Dylan 1989, 2010 ve 2014 yılı olmak üzere İstanbul'da 3 kez konser verdi. 2010 tarihli konserine katılım sağladım ve beklentim çok yoktu yaşından ötürü. Ki beklendiği gibi de oldu. Amaç ustayı görmek, ona olan saygı duruşunu yapmaktı. Bu sebeple 2014 yılındaki konserine gitmedim. Ama 83 yaşında olmasına rağmen konserleri bırakmış değil. 2025 yılı konser takvimi de bir hayli kalabalık. Yolunuz düşerse göreceğiniz şey ne yazık ki piyano başında oturmuş, mırıldanan bir adam olacak. Ama yine de hayran hayran o azmine bakacaksınız. Biz baktık. 1989'daki konserine gidenler kadar şanslı değildik belki de. Aynı tarihte az ötede Gülhane parkında konser veren İbrahim Tatlıses'i tercih etmeyip, Harbiye'de Bob Dylan'ı seçen o 4000 koca yürekli insanı tebrik ediyorum.


Şub27

Afişi ilk gördüğümde benim de aklıma Maymunlar Cehennemi filmi gelmişti. Ama değil. 2003 yılında Number One Tv ekranlarında dönen Feel şarkısının klibiyle tanıdığım Robbie Williams'ın filmi. Kendisinin filmde bir maymun olarak resmedilmesinin de bir sebebi var elbet.


Better Man filmi, 1990larda Take That adlı bir boy-band ile ismini biraz duyuran ve gruptan ayrıldıktan sonra solo olarak müzik hayatına devam eden ve bu noktada giderek efsaneleşen Robbie Williams'ın hayatını anlatıyor. Take That zamanlarını pek bilmesem de solo yükselişine 2003 yılında çıkardığı Feel şarkısından itibaren takip edip gözlemleyebildiğim bir isim kendisi. Solo yükselişi adına kendisine teklif edilen Queen solistlik teklifini de reddetmiştir. Efsane sanatçı Freddie Mercury'nin yerine gruba gelen kişi diye anılmaktansa Robbie Williams olarak tanınmayı yeğlemiş ve bunu da başarmış.

Michael Gracey'in yönetmen koltuğunda oturduğu bu film, alışılmış kalıplarını kıran anlatıya sahip bir biyografi. İzleyiciye sadece Robbie Williams'ın müzikal başarılarını değil, aynı zamanda içsel çatışmalarını de gösteriyor. Bunu da farklı bir metotla; baş rolü, kendisine çok benzeyen veya aşırı makyajlarla kendisine zorla benzetilmeye çalışan bir aktörle değil, bir CGI maymunun canlandırmasıyla yapıyor. İlk bakışta tuhaf bir tercih gibi görünse de bu yaratıcı kararın alt metninde Robbie Williams'ın kendisini bir "performans maymunu" olarak görme hissi yatıyor. Gerçek hayatta Williams, sahne de sürekli ilgi ve onay peşinde koşan biri olarak, kendisinden uzaklaştığını ifade ediyor. Yönetmen de bu içsel çatışmayı görselleştirmek için bu yolu seçmiş. Film boyunca Williams'ın sahnedeki enerjik kişiliği ile özel hayatındaki kırılganlığı arasındaki uçurum, maymun imgesi sayesinde daha belirgin hale geliyor.

Özellikle baba-oğul ilişkisinin işlendiği sahneler izleyicide derin bir etki bırakabilir. Babasının evi terk ettiği sahnede çalan Feel şarkısını yıllardır dinlememe rağmen bu kez farklı gözükmesinin başka bir açıklaması olamaz. Filmin sonunda baba-oğul beraber sahne alması bazı eleştirmenler tarafından fazla iyimser bulunmuş. Ama bilmedikleri bir şey var ki bu sahne kurgusal değil, yaşanmışlık barındırıyor. Filmde olması hikayesel bir tercih değil, biyografik bir zorunluluk. Yine de film zaman zaman biyografi türünün klişelerine kapılmaktan kurtulamamış. Başarı-düşüş ve tekrar yükseliş döngüsü bir süre sonra tahmin edilebilir hale geliyor. 


CGI için yeşil ekran önünde hareket yakalama teknolojisiyle canlandırılan maymun karakteri,  Jonno Davies'in performansıyla kayda alınıyor. Ama seslendiren ise Robbie Williams'ın kendisi. Bunun yanında filmde kendisi gördüğümüz kişiler kendisini The Little Death filmiyle sevdiğim Damon Herriman ve keşke daha fazla izleyeni ve konuşanı olsa dediğim dizi Inside No:9'un usta oyuncusu 3 Bafta ödüllü Steve Pemberton. Ama yine de filmde öne çıkan bir oyunculuk performansı yok. Bu da filmin eksisi. Bir eksilerinden biri de filmin bilerek tercih ettiği soluk, grenli görsellik. İzleyiciye kasvetli bir hava sunan bu tercih, mizahi bir yaklaşım ile dramatik anlar arasındaki geçişlerde dengesizlik yaratıyor.


Film, Robbie Williams'ın müziğini tanımayan izleyiciler için bir hayran kazanma amacı gütmüyor. Bunun için bir karaktere hayranlık duyulmasını gerektirecek herhangi bir olay da yaşanmıyor. Ancak filmin yine bir etki yaratması düşünülüyor olsa gerek ki 2025 yılında konser turlarını hızlandırmış sanatçı. Bu tur çerçevesinde 7 Ekim 2025 günü Yenikapı etkinlik alanında da geniş katılımlı bir konser verecek. Fiyatı şimdilik 3000-7000 TL arası değişen bilenler şu an satışta. İlgilenenler bilet alımı için bu sayfadan ayrılıp Biletix, Bubilet ve Biletinial sitelerine gidebilirler. 

Şub22

Oscar'da 10 dalda adaylığı olan, Bafta'da En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan The Brutalist filmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Amerika'ya göç eden Macar mimar Laszlo Toth'u merkezine alıp, göçmenlik, sanat, kapitalizm ve kimlik temalarını inceliyor. 3 buçuk saatlik bu yapım bize başka neler anlatıyor bir bakalım.


Baştan söylemekte fayda var, bu film gerçek bir kişinin hayatını anlatmıyor, tamamen kurgusal. Her ne kadar gerçek hayatta Macar asıllı Laszlo Toth isminde biri var ise bu filmdeki o değil. Gerçek Laszlo Toth bir mimar değil, bir jeolog. Mimari ve sanat ile tek ilgisi, 1972 yılında Vatikan'daki San Pietro Katedralinde bulunan Michelangelo'nun Pieta heykeline yaptığı saldırıdır. Ve bu saldırıda Meryem Ana'nın sol kolunu ve burnunu kırmış. Kendisini İsa Mesih olarak da gören bu şahıs, akıl sağlığı gerekçe gösterilerek ceza almamış. Bir nevi Hasan Mezarcı. 

Filmin ismi olan Brutalist ile ilk olarak 1950'lerde moda olan mimari bir dönem kastediliyor. 1950'lerde moda olan bu akımda betonlar sıva veya boya ile kapatılmayarak tamamen çıplak bırakılıyor. Ve böylece yapımlar daha vahşi, doğal ve ilkel bir görünüme sahip oluyor. (Bir dönem Topkapı Cevizlibağ'daki Vatan Computer'ın bulunduğu eski Tercüman Gazetesi binası bu yapımlara örnek. Ne yazık ki yıkıldı.) Ancak kelimenin önüne 'The' gelip isim 'The Brutalist' olunca sanırım kastedilen şey mimariden fazlası oluyor. 

Bu ön bilgilerden sonra gelelim filme. Film, Laszlo'nun (Adrien Brody) Amerika'ya varışı ile başlıyor. Filmin posterlerinde görmüş olduğumuz ters dönmüş Özgürlük Heykeli, filmin başında karşımıza çıkıyor. Bu görsel metafor, filmin sanat ve kapitalizm arasındaki gerilimi irdeleyen ana temasına işaret ediyor ve Amerika'ya göç etmiş kişilerin bazı beklentilerin ters tepebileceği mesajını en başta veriyor. Göçmen kimliği ve savaşın bıraktığı travmalar, Laszlo'nun kişisel mücadelesinin temelini oluştururken, kimliğini ifade etmek için tek araç olarak mimarlığı görüyor ki tasarladığı mimari ile verdiği mesajları filmin sonunda dinliyoruz. 

Amerika'daki kuzeni Attila'nın yanında marangoz olarak çalışırken zengin bir iş adamı olan Harrison Van Burren (Guy Pearce) için bir kütüphane tasarlar ancak hem işiyle, hem de kuzeni Attila ile ilişkisi bozulur. Taa ki o kütüphane bir dergide övülene kadar. Harrison Van Buren, Laszlo'yu tekrar bulur ve kendisi için çalışmasını ister. Laszlo ile onu entelektüel açıdan, fiziki açıdan ve hatta bedensel olarak sömüren zengin bir iş adamı ilişkili filmimiz de burada başlıyor. 


Filmin ikinci yarısında, zengin iş adamı Harrison Lee Van Buren ile Laszlo'nun ilişkisi, sanat ve güç arasındaki çatışmayı daha da belirginleştiriyor. Van Buren'in toplum için inşa ettirmek istediği anıtsal yapı, aslında kendi mirasını ölümsüzleştirme arzusunun yansımasıdır. Laszlo'nun yaratıcılığı, patronunun finansal desteği karşısında giderek kısıtlanır. Film, bu dinamiği ele alırken, bu gibi yüksek bütçeli mimari sanat eserlerinde eserin gerçek sahibinin kim olacağı konusu çelişkili şekilde irdelenir. Yapıyı tasarlayan ve imarı yöneten mimar mı, yoksa yapımı finanse eden banisi mi? 


Konuşulan Mağara Sahnesi

Van Buren'in Laszlo'yu sömürüsü sadece finansal açıdan değildir. Mermer seçimi için gittikleri İtalya'da, Laszlo bağımlısı olduğu uyuşturucunun tribinde iken Van Buren'in kendisine tecavüz ettiği sahne sömürünün ne kadar genişletilebileceğini gösteriyor. Sahnenin gereksizliği ve anlatıda bir eğreti oluşturduğunu düşünenler olsa da Van Buren'in film boyunca Laszlo'ya hayranlık beslemesi bu sahneye biraz bağlam kazandırıyor açıkcası. Olay öncesi yaptığı konuşmada da adeta 'kendini haddinden fazla büyük gören göçmenlere gerçek patronun kim olduğunu gösterircesine' işliyor bu fiili. Ve bir diğer bağlam da Laszlo'nun eşi Erzsebet'in (Felicity Jones) Van Buren'i tecavüzcü olmakla suçladığı sahne. Van Buren'in oğlunun 'baba, baba, baba' diye dolanması akıllara yıllar önce yaşanmış aile için bir cinsel tacizin olabileceği ihtimalini de sokmuyor değil. 


Artılar ve Eksiler

Filmin en önemli artısı şüphesiz oyunculuklar. Adrien Brody ve özellikle Guy Pearce'in oyunculukları filmin en çok tutulan unsuru olmalı. Bunun yanında VistaVision formatında çekilen geniş açılı görüntüler, mimariyi ve doğa görüntülerini güzel çerçeveliyor. 

Eksileri için ilk olarak çok uzun oluşu. 3 buçuk saatlik bir film değil kesinlikle. Uzun tutulan filmde seyirciyi ekranda tutacak merak, gizem, polisiye, aksiyon gibi unsurlar olması gerekirken bu filmde izleyiciyi diri tutacak ne bir anlatım var ne de bir olay. Anlatımın giderek zayıflaması filme olan odağı zorlaştırıyor. Oscar için yarışan bu filmi, akademi üyelerinin birçoğu bitiremediğini açıklamıştı.


Filmin yapımında kullanılan yapay zeka: Respeecher

Ana karakterimiz Laszlo aslen bir Macar olduğu için kendisinden macarca konuşması da bekleniyor haliyle. Bunun için Adrien Brody'nin ve Felicity Jones'un Macarca konuşmayı öğrenmesi gerekiyordu. Fakat bunun hem uzun ve meşakkatli oluşu, hem de aksanın çok bozuk ve eğreti duracağı bilindiği için yönetmen yapay zekaya başvurmuş. Karakterleri, kendi sesiyle o dili konuşuyormuş gibi gösteren Kiev/Ukrayna merkezli yapay zeka uygulaması Respeecher'ı kullanmış. Bunu da bir gizlilik sözleşmesiyle gizlemek yerine, filmin sonundaki jeneriklerde belirtmiş.


Sonuç olarak The Brutalist, sadece bir mimarın hayatını anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda göçmenlik, sanatın özgürlüğü ve kapitalizmin birey üzerindeki baskısını sorgulayan bir anlatı sunuyor. Bunu 3 saat 35 dakikada yaptığı için sıkıyor. Yine de Adrien Brody'nin içsel çatışmaları ustalıkla yansıtan performansı ve Guy Pearce'in canlandırığı güç düşkünü patron karakteri filmi izlemeye bir nebze değer kılan unsurlar. 10 dalda aday olduğu Oscar töreninden oyunculuk kategorilerinden ödülle dönerse şaşırmam. Ancak En İyi Film dalında heykelciği kaldırırsa ağır kudururum. Gelecek nesillere bunu anlatamayız. Tek diyebileceğimiz Ricky Gervais in dediği olur ancak: "ödül almak istiyorsan, bir soykırım filmi yap."
(Gelecekten not: aday olduğu 10 daldan 3ünü kazandı. Biri beklendiği gibi En İyi Erkek Oyuncu, diğer ikisi de En İyi Müzik ve En İyi Sinematografi)

Şub19

Önceki sene bloga konuk olan Boiling Point filminin uyarlaması olan Umami, orijinali gibi tek çekimden oluşan bir mutfak filmi. Tek çekimi şöyle düşünün; Bir tiyatro oyununun, tek bir kamerayla sahne içerisinde filme alınması gibi. 4 günde toplamda 7 ayrı çekim yapıldı ve 1 tanesi kullanıldı. Şu an için zirvesi Victoria filmi olan bu modelin ülke sinemamızda da denenmiş olması beni sevindirdi.

      


Umami, Disney Plus'ta gösterime girdiğinde büyük bir heyecanla izledim. Çünkü uyarlandığı Boiling Point filmi çok beğenmiş, benzer çalışmaların Türk sinemasında yapılmıyor oluşuna hayıflanmıştım. Taa ki Umami'ye kadar. Yapımın anlatım ve oyunculuk bakımından eleştirilecek yerleri var elbet. Ama asıl ürünü içeriğinden ziyade, tekniği, yani tek çekim oluşu olduğundan o kısımlara değinip keyfimi kaçırmayacağım. Tiyatro kökenli birçok oyuncuya sahip olduğumuzu ve bu yüzden tek çekim gibi deneysel projelerin aslında ülkemizde kolaylıkla yapılabileceğini savundum. Daha iyi (daha deneyimli tiyatro kökenli) cast seçimi ile daha güzel projeler de çıkabilir. 



Boiling Point'in kamera arkasını izlediğimde yönetmen zaten tekniğin tüm ayrıntılarını bizlere veriyordu. Tekniğin kullanımının en önemli unsuru, teknik ekibi oyuncu olarak sahneye gizleyebilmekte ve olabildiğince ekip ve oyunculara telsiz dağıtmaktı. Bu filmde de teknik ekipten birkaçının müşteri rolüyle sahneye yedirildiğini biliyoruz. Bu da sanat ekibine, kamera olmadığında sahneyi tekrar kameraya hazırlamak için zaman kazandırıyor. 

Tek çekim filmlerinin muhakkak en en güzel yanı, kurgu aşamasının diğer filmlere nazaran çok çok kolay olması. 3-4 adet bütün çekimden sadece birini seçiyor, ses kaçaklarını düzeltiyor, ışık azlığında kareyi patlatıyor, basıyor geçiyorsun. Rabbim başka dert vermesin.

Filmi açın izleyin, tek çekimin başarısı bir yana, hikayenin sizi germesi gerektiği gibi geriyor oluşu da filmin diğer başarısı. Bazı sahnelerde oyuncuların ezbere replik okuyor görünmesini de göz ardı edin, kolay değil elbet.

Şub12

Yönetmen Andrea Arnold'u ilk Fish Tank filmiyle blogumuza konuk etmiştik. Daha sonra ben onu ineklerin günlük hayatını anlattığı 90 dakikalık İnek belgeseliyle sevmiştim. Şimdi ise karşımızda Bird filmiyle duruyor. Çocuk yaşta, büyümüş rolüne girmek zorunda kalan gençlerin hikayelerini merkeze alan, İngiltere'nin Kent bölgesinde yoksulluğun gölgesinde yaşamlarını sürdüren karakterler üzerinden sosyal gerçekçilik ve büyülü gerçekçiliğin harmanlandığı bir film Bird. İzlemek için bir diğer neden ise Barry Keoghan.


Baba Bug (Barry Keoghan) ve kızı Bailey (Nykiya Adams)

Film, 12 yaşındaki Bailey'nin (Nykiya Adams) perspektifinden anlatılıyor. Bailey, babası Bug (ki bu da Barry Keoghan oluyor) ve üvey kardeşleriyle birlikte kaotik bir yaşam sürüyor. Babası Bug, ergen yaşta baba olmuş, sorumluluklarını henüz tam anlamıyla kavrayamamış, düzensiz hayatı ve sorumsuz kararlarıyla başta basit bir figür gibi görünse de Keoghan'ın güzel performansı ile film ilerledikçe çok katmanlı bir karaktere dönüşüyor ve sevimsiz bir babadan, izleyicinin empati de kurabileceği sevgi dolu bir insana dönüşüyor. Babanın ve çocuklarının akran gibi durmaları uzaktan bakılınca evcilik oyunu oynayan çocuklar gibi duruyor başta. Bug, her ne kadar yaşı itibariyle çocuksu davranışlarıyla hayal kırıklığı yaratsa da, çocuklarına duyduğu sevgi ve koruyucu tavrı filmin ilerleyen dakikalarında açığa çıkıyor.

Filmin ana çatışması, Bailey'in hayatına aniden giren Bird adlı gizemli bir yabancıyla şekilleniyor. Bird, Bailey'in hayatına hem bir gizem unsuru katıyor, hem de koruyucu bir melek edasıyla ona gösterilen ilginin karşılığını veriyor. Bird, Bailey için hem bir kaçış, hem de aidiyet hissini bulma yolculuğunda bir rehber oluyor. Bird karakterine can veren Franz Rogowski'nin minimalist duran kendine has duruşu ve bakışı ile oluşan fiziksel oyunculuğu, karakterin hem büyülü hem de insani yanlarını rahatça dışa vuruyor. Ki Rogowski'nin bu oyunculuğunu geçen sene izlediğimiz 2 güzel film olan Anatomy of a Fall ve The Zone of Interest filmlerinin yıldızı Sandra Huller ile oynadığı 2018 yapımı Muhtemel Aşk filminde de izlemiştim.


Filmin sinematografisine de değinmek gerekiyor. Kuzey Kent'in gri, soğuk ve varoş ortamları, kamera sayesinde masalsız bir anlatıma dönüşmüş gibi duruyor ki hikaye de bunu istiyor. Film boyunca karşımıza çıkan doğa görüntüleri bizlere yapılan sadece bir manzara sunumundan ziyade, Bailey'in iç dünyasının tezahürü gibi sanki. Özellikle Bailey'nin kuşları videoya aldığı sahneler, hem estetik hem de sembolik açıdan derinlik katan görüntüler. Çünkü burada kuşlar, ergenliğe henüz ulaşmış Bailey'nin özgürlük ve kaçış arzusunu simgeliyor. 

Büyülü gerçeklik, filmin duygusal tonunu belirleyen en önemli unsurlardan biri. Bailey'nin bir kuş aracılığıyla arkadaşına bir not göndermesi gibi sahneler, izleyicinin gerçekçiliğini sorgulamadığı, aksine 'bu sahne bana ne hissettiriyor' sorusunu sorduğu sahneler olmalı. Böylelikle gerçeği sorgulayarak gerçekçilikten kopmamanızı engelleyebilir, gerçekliği daha derinden hissetmemizi sağlayabiliriz.

Yönetmen Andrea Arnold'un işlediği bir diğer güçlü tema, aile kavramının yeniden tanımlanması. Film boyunca Bailey'nin hem babası Bug, hem de Bird ile kurduğu bağ, alışılmış aile ilişkilerinin ötesinde (Bu temadaki aile yapısını İngiliz filmlerinde sıkça görüyor olsak da her defasında bir yabancılaşma yaşadığımız aşikar). Bug'un kaotik yaşantısının yanında Bird'ün huzurlu varlığı  Bailey'nin büyüme sürecindeki en büyük destek noktalarını oluşturuyor. 


Özetle Bird filmi, büyüme sancıları, aile bağları ve umut dolu bir dünyaya kaçış arayışını ele alan iyi bir film. Yönetmen  yoksulluk ve sınıf çatışması gibi konuları dramatize etmek yerine, karakterlerin bu koşullar altında hayatta kalma mücadelesini anlatarak yapıyor. Ve bunu büyülü gerçekçilikle toplumsal gerçekçiliği harmanlayarak, yer yer düşündüren, yer yer duygulandıran bir hikaye ile başarıyor. 

Şub1

Geçen sene bu vakitler izlediğim Saltburn filmini "rahatsız edici film" diye tanımlamıştım. Senenin yine aynı bu vaktinde The Girl with the Needle filmini de aynı şekilde tanımlıyorum. 1919 sonrası Kopenhag'ında geçen ve gerçek bir hikayeden uyarlanan bu film, görüntüsüyle, hikayesiyle, ağızda bıraktığı tat ile, gösterdikleriyle ve göstermeyip size gerisini hayal ettikleriyle rahatsız edici bir film. Aynı zamanda Danimarka'nın Oscar'da Yabancı Dilde En İyi Film adayı ve Oscar'ın en güçlü ikinci adayı bana göre. (Gelecekten not: Ancak ödülü I'm Still Here filmine kaptırdı)



Film, I.Dünya Savaşı'nın ardından Danimarka'da ekonomik ve sosyal kaosun hüküm sürdüğü bir dönemde geçiyor. Baş karakterimiz Karoline (Vic Carmen Sonne), toplumun dışlandığı bireylerden biri olarak hikayeyi taşıyor. Savaşa giden kocasından haber alamıyor oluşu onu hem yalnızlığa hem de fakirliğe dibine kadar iterken bunu izleyiciye çok net hissettirebiliyor. Bu düşüşün ardından umutla sarıldığı bir Kül Kedisi hikayesi doğuyor. Karoline'in kurtuluş olarak gördüğü bu ilişki, onu daha derin bir karanlığa sürüklüyor. Bu sene çok konuşulan Anora filminin hüzünlü Kül Kedisi hikayesini beğenenler bir de gelip bu filmi izlesinler diyorum. 

Film, yüksek kontrastlı siyah-beyaz çekimleriyle Kopenhag'ı oldukça kasvetli bir atmosferde izleyiciye yansıtıyor. Görüntüye eşlik eden müzikleri ile de izlerken yer yer bir kabusun içine çekiyor. Bu birleşim, yalnızca dönemin ruhunu yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda içsel bir mücadeleyi de görselleştiriyor. Film, izleyiciye direkt göstermediği sahneleri, gölge oyunlarının kasveti ile açık bir şekilde ortaya koyuyor. 

Karoline, Kül Kedisi hikayesinde tanıştığı Jorgen ile ilişkilerinden olan istenmeyen bir gebelik sayesinde Dagmar (Trine Dyrholm) ile tanışıyor. Hikayenin gerçek bir olayla ilişiği de bu noktada başlıyor. Filmden alacağınız tadı bozmamak adına şu an için daha fazla detaya girmeyeceğim. İzleyenler ya da spoiler takıntısı olmayanlar biraz aşağıya geçebilirler.

Filmin görsel estetik ve siyah-beyaz sinematografisin yanında oyunculuk performansı da oldukça iyi denecek kıvamda. Baş karakterimiz Karoline, yaşadığı tüm hisleri,duyguları yüz ifadesiyle bizlere rahatça aktarabilmekte ve bu sayede hiç zorlanmadan izleyiciyi o duyguya ortak edebilmekte. Yine filmin ikinci büyük karakteri olan Dogmar'ın hem güçlü duruşu ve mahkeme sahnesindeki toplumsal eleştiri yaptığı kısım ile kendisine hayran bıraktırıyor. Bu mahkeme sahnesinde, kadınların savaş döneminde oluşan kaotik durumdan dolayı nasıl yalnız bırakıldığını ve hayatta kalmak için ne denli zor seçimler yapmak zorunda kaldığını etkileyici şekilde anlatıyor Dagmar bize. 


Film, sinema öğrencilerinin seveceği eski yapımlara göndermeler de içeriyor. Tekstil işçilerinin vardiya sonunda fabrikadan çıkışını gösteren sahneler, Lumiere Kardeşler'in 1895 yapımı Fabrikadan Çıkan İşçiler adlı ilk hareketli görüntüsüne doğrudan bir saygı duruşu yapıyor. Işık-gölge oyunları ve eğik açılar ile korku ve belirsizlik hissi yaratması da Alman dışavurumcu Wiene'nin Dr Caligari'nin Muayenesi filmini hatırlatıyor. 

Tek bunlar da değil. Savaştan yüzü yaralı şekilde dönen Karoline'nin eski kocasının, bu deformasyon yüzünden maruz kaldığı dışlanma David Lynch'in Fil Adam filmine, Karaloine'nin kendi çocuğunu kürtaj yapmaya çalıştığı sahne ile Mike Leigh'in Vera Drake ve Cristian Mungiu'nun 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün filmini hatırlatıyor bize. 


Rahatsız Edici Kısımlar (Spoiler İçerebilir):

Karoline'in hayale kapılıp boşa düştüğü bir ilişkiden istenmeyen bir gebelik sahibi olduğunu söylemiş ve az önce de bir filme benzetirken bebeğini bir şiş yardımıyla kendi kendine kürtaj etmeye çalıştığından bahsetmiştim. İşte tam bu noktada filme dahil oluyor Dagmar karakteri. Gerçek bir kişinin canlandırıldığı bu karakter, istenmeyen gebeliklerde annelere bir teklifte sunuyor: "ücreti mukabilinde çocuğunuza çok iyi bir bakıcı aile bulabilirim". Zaten hayatın sillesini yemiş olan bu anneler de bir de çocuk ahı yememek için çocukları doğduğunda Dagmar'a getiriyor ve o da koruyucu ailelere o çocukları veriyor. Ya da biz öyle zannediyoruz. Çünkü işin bu noktadan sonrası cinayetler silsilesi. Filmde direkt olarak gösterilmese de, ipuçları ve ima yoluyla izleyicinin zihninde daha da rahatsız edici bir etki yaratıyor. Özellikle fırın, nehir ve kanalizasyon gibi sembolik sahneler tüyleri biraz ürpertip mideleri biraz bulandırıyor.

Film, hiçbir noktada izleyiciye rahat nefes aldırmıyor ve bu da duygusal açıdan izleyicide yorgunluğa neden olabiliyor. (Giderek şiddetini arttıran bu duygusal çöküntü hikayesini daha önce Memoir of a Snail animasyon filminde de izlemiştik, filmi izleyenler ve yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır.) Yine buna ek olarak Dagmar'ın işlediği cinayetlerin toplumun kayıtsızlığı nedeniyle mümkün olması, izleyiciyi sorgulamaya ve rahatsız edici bir gerçeklikle yüzleşmeye zorluyor. Mahkeme sahnesinde kendisine 'neden öldürdün?' diye sorulduğunda verdiği cevabın mahkemede sessizlik yaratmasına hem şaşırıyor, hem üzülüyor hem de bir nebze 'lan acaba' diyoruz. " Mecburdum. O çocuklar annelerine çok acı vermişti. Onlara yardım ettim. Ben sadece gerekeni yaptım. Sizin yapmaya korktuğunuz şeyi yaptım. Korkak olduğunuz için itiraf edemiyorsunuz sadece. Aslında bana bir madalya vermeniz lazım"

Oca23

3 Mart günü dağıtılacak olan 97. Oscar Ödüllerinin aday filmleri listesi açıklandı. The Brutalist filmi En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dahil toplamda 10 dalda aday olarak sert bir giriş yaptı. Succession dizinde miraz kavgasına düşen kardeşler bu kez de Yardımcı Erkek Oyuncu dalında birbirlerinin rakibi olacak. A Real Pain dizisindeki rolüyle Kieran Culkin bu dalda adayken, Jeremy Strong da The Apprentice filmiyle heykelciğe bu dalda aday oldu. Tüm liste aşağıda..


EN İYİ FİLM

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM

EN İYİ ERKEK OYUNCU

EN İYİ KADIN OYUNCU

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO

EN İYİ UYARLAMA SENARYO
EN İYİ ANİMASYON

EN İYİ BELGESEL
  • Black Box Diaries
  • No Other Land
  • Porcelain War
  • Soundtrack to a Coup d'Etat
  • Sugarcane

EN İYİ SES
EN İYİ GÖRSEL EFEKT

EN İYİ SİNEMATOGRAFİ
EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI

EN İYİ KISA FİLM
  • Anuja
  • A Lien
  • I'm Not a Robot
  • The Last Ranger
  • The Man Who Could Not Remain Silent

EN İYİ KISA BELGESEL
  • Death by Numbers
  • I Am Ready, WArden
  • Incident
  • Instrıments of a Beating Heart
  • The Only Girl in the Orchestra

EN İYİ KISA ANİMASYON
  • Beautiful Men
  • In The Shadow of the Cypress
  • Magic Candies
  • Wander to Wonder
  • Yuck !