En sevdiğim dizilerden ikisi olan Breaking Bad ve Better Call Saul dizilerinin yapımcısı Vince Gilligan, yeni bir yapım ile gündeme sert bir giriş yaptı; Pluribus. Bu kez suça ve ahlaki çöküşe değil, kitlesel-bütünleşik mutluluk ile özgür iradenin çatışmasına yöneliyor. Bunu da kıyametvari mutlak bir sona doğru yol alacak şekilde yapıyor. Ancak Pluribus basit bir kıyamet hikayesi değil. Kötü görünen bir sonun aslında iyi, iyi görünen bir düzenin aslında korkutucu olabileceğini bize düşündürtüyor. 


Dizi, bilim insanlarının uzaydan gelen ve tekrar eden bir sinyali fark etmesiyle başlıyor. Her türlü varyasyon deneniyor ve en son bu sinyalin bir RNA tarifi içerebileceği düşünülüyor. Tarifin olası bileşenleri fareler üzerinde aylarca deneniyor ama farelerde bir değişiklik gözlenmiyor. Taa ki farelerden biri labte çalışan bir kadını ısırana kadar. Bir süre garip bir tepkimeden sonra normale dönen insanlar diğer insanlara da bu garip virüsü bulaştırma peşine düşüyor ve neticede kısa sürede tüm insanlığa bulaşıyor. Bu virüs, bulaştığı tüm insanlığı tek bir kolektif bilinç haline getiriyor. Tüm bilgilerin tek bir havuzda toplandığı ve herkesin o havuzdan faydalandığı 'all in one' durumu. Ancak 13 kişi müstesna. Ve bu 13 kişiden biri de başrolumuz Carol Sturka.

Carol Sturka (Rhea Seehorn), romantik-fantastik kitaplar yazan, mutsuz, içine kapanık, kendi eserlerinden bile nefret eden, şöhretini ve kendi okurunu küçümseyen öfkeli bir yazar. Virüsün henüz yayılım gösterdiği zaman, anlam veremediği o kaosun içinde hayat arkadaşı olan Helen'i (Miriam Shor) de kaybediyor. Olan biteni anlamlandırdıktan sonra buna sebep olanlardan nefret etmek için bir sebebi daha olmuş oluyor bu sebeple. 

Carol bu olaydan etkilenmeyen diğer 12 kişiyle görüşmek istiyor. İngilizce konuşan 6 kişiyle görüşüyor da. Ancak diğerlerinin bu durumdan çok da rahatsız olmadıklarını fark ediyor. Hiçbirinin bu geçiş esnasında yakın ailelerini ya da sevdiklerini kaybetmemiş olmasından belki de, hepsinin keyfi yerinde. 3.bölüm sonu itibariyle olaylar şimdilik bu kadar. Peki nereye kadar gidebilir? Ve şu ana kadar olanın anlamı ne? 3 bölüm sonunda akla gelen 2 soru bu.


İlk olarak dizinin ne kadar sürebileceği ihtimalini konuşalım. Henüz 3 bölüm yayınlandı. Ama yapımcısının vermiş olduğu bir güven var. Yine de beni heyecanlandıran en son bilimkurgu dizisi olan The Peripheral'in ikinci sezonunun iptal edilmesinden sonra buna da temkinle yaklaşıyorum. Her ne kadar Apple Tv ile ikinci sezon için anlaşılmış olsa da ve yine her ne kadar yapımcı Vince Gilligan 'elimde 4 sezonun senaryosu hazır' dese de, artık çabuk sıkılan izleyiciyi 4 sezon dizide ilgiyle tutmak eskisi kadar kolay gözükmüyor. Neticede süreçte aldığı keyfi unutup 'itibar sonadır' diye Lost ve Game of Thrones dizilerini harcamış bir kitle var karşında.

Gündeme biraz yoğun giriş yapmış olmasının 2 sebebi var. İlki tabi ki yapımcısı Vince Gilligan. Boşu yok denecek kadar az ve sadık bir kitle oluşturmuş vaziyette. İkincisi ise dizinin bütçesi ve tanıtımı için harcanan miktar. bölüm başına 15 milyon dolarlık bir bütçe alıyor Vince Gillian. Tanıtım filmleri ve pano reklamlarının ne kadarı kendisinden ne kadarı Apple Tv tarafından karşılanıyor bilmiyorum ama Amazon Amerika'da da bu dizinin yayınlanıyor oluşu bu bütçenin oldukça fazla olduğunun da bir göstergesi konumunda. Özetle, puanı azalarak gerileyecek bir yapım diyerek tahminimi buraya not düşmüş olayım.


İkinci konuya, ne anlatmak istediği mevzusuna gelecek olursak, burada çeşitli tahminler var. Akla ilk gelenin bunun bir Yapay Zeka, hatta Chat GPT eleştirisi olduğu. Değişime uğramayan 13 kişiye tahsis edilen asistanların (ki baş karakterimiz Carol'a tahsis edilen de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Zosia (Karolina Wydra) ) sürekli gülümseyerek ve her konuda yardımcı olarak yaklaşması. Kolektif bilincin Carol'a  her istediğini vermesi, gereksiz derecede olumlu yaklaşması, tehlikeli bir şey istese dahi (ki el bombası bile tedarik ediyorlar) 'evet' denmesi, yanlış anlama korkuları üzerinden sürekli özür dilemesi konuyu Chat GPT'ye benzeten diğer unsurlar. Hatta bu virüsü kapan 6 yaşında bir çocuğun, dünya üzerinde bulunan tüm bilgilere vakıf olması da, Chat Gpt'ye erişimi olan herkesin aslında her şeye vakıf olma durumuyla eşleşiyor. Ancak dizinin yaratıcısı Vince Gillian, bu dizi fikrinin 10 yıl önce oluşmaya başladığını, o yıllarda 'yapay zeka' kavramı hayatımızda olsa da, Chat Gpt'nin henüz var olmadığını ısrarla söylüyor.

Giriş kısmında bahsettiğim, "kötü görünen bir sonun aslında iyi; iyi görünen bir düzenin aslında korkutucu olabileceği" düşüncesinin oluşması da bu sebebe dayanıyor. Bilim dünyasında ve sinemada yapay zeka kavramı hep feci son ile bitiyor. Terminatör'de Skynet, Matrix'te makinalar hep bizim sonumuzu getirdi, bizi karanlığa ve karamsarlığa mahkum etti. Ancak burada mutluluğu vaadeden bir yapay zeka formuyla karşı karşıyayız. Bunun için de bir takım bedeller ödememiz gerekiyor elbet, o da özgür irade.

Cümlenin diğer kısmı da bu noktada karşımıza çıkıyor. Özgür irademiz olmadan o mutluluğun bir anlamının olmayacağı düşüncesi. Kısacası mutluluk vs özgürlük çatışması oluşturuyor. Mutluluk ile özgürlük karşı karşıya geldiğinde hangisi daha değerlidir? Diziye romantik yaklaşanlar bu soruya cevap olarak özgürlük diyecektir. Ama kendileri hali hazırda özgür iken mutsuzluktan da dert yanacaktır. Mutluluğu tercih edenler de hali hazırda zaten teslim oldukları ve ne yazık ki kurtulamayacakları bu sistemde en azından mutluluğu tadalım konusunda uzlaşanlar olacaktır. 


Kolektif Bilinç vs Vahdet'i Vücut

Olayı bilim kurgudan çıkarıp fantastik ölçüde de okuyanlar olabilir. Dizideki kolektif bilincin 'tek' olması akla bazen İslam tasavvufundaki Vahdet-i Vücut kavramını da akla getirmiyor değil. Vahdet-i Vücut, varlığın birliği anlamına geliyor. Yani mevcudiyeti olan her şeyin tek bir varlıkta bulunması. Pentegram'ın Bir adlı şarkısında da dediği gibi "bu dünyada gördüklerinin, hepsi bir hepsi haktan." Pluribus dizisinde gerçekleşen olay da bir bakıma bunu taklit eden bir biçim gibi duruyor. Ancak aralarında ziyadesiyle farklar var. Öncelikle Pluribus'un birliği bulaşıcı iken Vahdet-i Vücut irade üzerinedir. Bilinçli bir yönelimdir. İkinci bir uyuşmazlık ise Pluribus'ta bireyin ölümüdür. Bir olmak adına bireyin öldürülmesi, kendinden vazgeçmesi vardır. Vahdet'i Vücut'ta ise bir olmak kişinin kendisine daha çok benzemesini ifade ediyor. Bir olmak, tüm varoluşun tek bir hakikatte, tek bir olay karşısında irade koyup birleşmesi anlamına geliyor. Uzaylıların istilasına karşı bir olmak daha belirgin bir benzerlik oluşturabilirdi mesela. Bu nedenle dizideki birlik kavramı, metafizik bir bütünleşme değil, insanın kendinden vazgeçmeye zorlanması şeklinde ele alınıyor ve tamamen Vahdet-i Vücut'tan ayrışıyor. 


Son söz olarak söylemek istediklerimi de derleyip yazıyı sonlandırayım. Pluribus'a başlamak için her daim bilim kurguya aç ve açık olan benim gibilere fazla bir neden sunmaya gerek yok. Ancak ilk bölümde yaratılan gerilim ve gizem, ikinci ve üçüncü bölümde yerini komediye bırakıyor. Bu yoldan gittiğinde karşımızda The Good Place gibi bir dizi bulabiliriz ve bu da büyük beklentiyle başlayan sadık kitleyi diziden uzaklaştıracaktır. Komedi dizisi arayan kişiler de ilk bölümün gizemi yüzünden zaten uzak durduğundan dizi sahipsiz kalma sorunuyla yüzleşebilir. Tek güvencem ise 4 sezonun senaryosunun hazır olduğunu söyleyen Vince Gilligan. Dizinin komediye evrilmesi izleyiciden çok, senarist olarak kendisini sıkacağından bu konuda bir hamle yapmıştır. Bekleyip göreceğiz. 


HATIRLATMA: Son yazıdan (30/10/25) bugüne (17/11/25) 245'i ateşkesten sonra olmak üzere 953 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !


İslam inancına göre Sırat Köprüsü; insanların imanına ve eylemlerine göre geçip geçemeyeceği, geçerlerse cennete, geçemezlerse cehenneme gideceği bir köprüdür. Kimi rüzgar gibi geçer, kimi kayıp düşer. İspanyol asıllı Fransız yönetmen Oliver Laxe'in Fas'ta çektiği bu filmdeki çöl yolculuğu, bu köprünün dünyadaki karşılığıdır. Filmdeki her bir ölüm, karakterin tabi olduğu sınavdan geçememesinin görsel bir metaforudur. Ve bunu çölün ortasında yankılanan bir techno müzik ritmiyle anlatıyor.

Oliver Laxe'in, insanlığın modern çağdaki manevi çöküşünü anlattığı Sırat filminde, bir baba-oğulun kayıp kızlarını ararken kendilerini çölün ortasında, bir 'rave*' kültürünün içinde bulmalarını anlatıyor. Ancak yönetmenin ilgilendiği şey, bu basit 'kayıp arama' anlatısından çok daha fazlası; insanın varoluşu, inanç, ölüm ve umut kavramları asında gidip gelişi. 

Filmin merkezinde Luis (Sergi Lopez) ve oğlu Esteban (Bruno Nunez) var. Kendisinden haber alamadıkları kızını bulmak için arayışa giren baba Luis, yolculuk ilerledikçe içsel bir anlam arayışına da girişiyor. Raver'larla tanışmaları, edinilmiş yeni bir aile duygusu yaratırken, aynı zamanda uygarlığın yıkıntıları arasında kurulan geçici toplulukların da alegorisi haline geliyor. Bunu da askerlerin baskınla dağıttığı parti grubundan kaçarken edindiği bu yeni minik grubuyla yolculuğa devam etmesinden anlıyoruz.

Filmin ilk yarısı, kayıp kızı peşinde koşan bir babanın çaresizliğini seyretmekle geçiyor. Ancak ikinci yarısında anlatı birden değişiyor. İzleyiciyi hazırlıksız yakalıyor bu kopuş. Filmdeki karakterler kadar izleyici de şoka giriyor anlık bu kopuş sırasında. Ve noktadan sonra Sırat filmi, bir yol filminden çıkıp, kıyamet anlatısına dönüşüyor. Techno kültürü bir eğlenceden ziyade, ölümle dans etmeye benzeyen, ölümü yaadeden bir ritüele dönüşüyor. Bahsettiğimiz o beklenmedik kopuş sahnesinin ilerleyen dakikalarında baba Luis'in kendisini müziğin ritmine bırakıp dans ettiği sahne, dini bir ritüel gibiydi. Sufilerin kendilerini müziğin ritminde kaybedişi gibi bir ruhani kayboluş veya belki de ruhani bir varoluşa evrildiğini hissediyoruz. Bence film bu dans ile bitmeliydi ve benim için daha da etkili bir film olurdu. 

Filmi, ismini aldığı 'sırat köprüsü' metaforu üzerinden okuduğumuzda, bu çöl yolculuğu boyunca ölen karakterlerin her biri, insanın varoluşsal sınavındaki düşüş/kaybediş biçimlerini temsil ediyor diyebiliriz. Ruhsal olmanın yanında fiziksel elenmenin de yaşandığı bu yolda, cezalar Tanrı'nın değil, insanın kendi içindeki cehennemin tezahürü de diyebiliriz. 

Luis ve Estaban'ın köpeği Pipa'nın LSD'li atık yüzünden hastalanması, filmdeki sembolik dönüm noktalarından ilki. Köpek burada doğanın saflığını ve koşulsuz sevgiyi temsil etmekle ortamın en günahsızı. Onun zehirlenmesi, insanlığın doğayı ve masumiyeti mahvetmesinin bir göstergesi. Ve bu günahtan sonra bireylere cezalar kesilmeye başlanıyor. 

Mesela grubun merkezinde yer alan Jade (Jade Oukid) karakteri, film boyunca techno müziği 'bedensel bir dua' olarak görüyor. Tanrı'ya değil, ritme inanıyor adeta. Yolun ilerleyen kısmında yaşadığı kayboluş, ruhsal yönelimini tamamen dünyevi bir transa indirgemesinin bedelidir. Belki de kendi inancı çerçevesinde bir kurtuluşa ermiş, nirvanaya ulaşıp kendisini orada yok etmiş de olabilir. Bir nevi vahdet-i vücut.

Filme teknik açıdan bakacak olursak , yönetmen 16mm lik kamera tercihi ile bir garçeklik yaratmak istemiş diyebiliriz. Ortamın tozunu organik şekilde izleyiciye hissettiriyor. Oyunculuklara baktığımızda çok da bir ustalık görmüyoruz, zira buna gerek kalmıyor. Herkes kendi doğallığını oynuyor gibi. Filmde birden fazla dilin kullanılması, oyuncuları kendi dilinde rahat ettiriyor diyebiliriz. 

Filmin en çarpıcı teknik unsuru şüphesiz ses tasarımı. Sus bu filmde yalnızca atmosferi değil, anlatım kendisini de taşıyor. Technonun metalik ritimleri ile çölün uçsuz doğallığı iç içe geçince transa geçme isteğini izleyici de oluşturuyor. 2 gündür sufi techno dinleme isteğim buradan geliyor. 

*rave: tekrar eden ritimlere sahip elektronik müzik ile dans edilen partilerdir. 

HATIRLATMA: Son yazıdan (09/10/25) bugüne (30/10/25) 3'ü açlıktan 1035 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !



Genç yönetmen Ecre Begüm Bayrak'ın politik bilinçle örülü Kurtlar adlı kısa filmi, ilk bakışta küçük bir Anadolu kasabasında geçen yerel bir sorunu anlatıyor gibi görünse de, aslında adalet, suç, tanıklık ve sorumluluk kavramlarının bulanık sınırlarını cesurca sorguluyor. Yönetmenin kendi deyimiyle film, "mağdur-tanık-fail" üçgeninin iç içe geçtiği bir evrende, bireyin suskunluğu üzerinden toplumsal bir eleştiri getiriyor. 


Önceki gün Kurtlar filminin, yönetmeni Ecre Begüm Bayrak'ın da katıldığı bir gösterimine gittim ve filmi daha önce izlemiş olmama rağmen nihayet yönetmeniyle de izleme fırsatım oldu. Kendisine yöneltilen sorular ve verdiği cevapları da not ederek yazıma eklemeler yaptım. Buna ek olarak yönetmenin ötekisinema.com'da Banu Bözdemir'e verdiği söyleşiden de faydalandım. Tüm bunlara yönetmen Ecre Begüm Bayrak'ı biraz da olsa kişisel tanışıklığımı da ilave ederek film için bu yazıyı oluşturdum. Hikayesinin ötesinde, küfesinde yüklü dertler barındıran bir yapım olduğunu söylemeliyim öncelikle. Saatlere sığmayacak bu derdi anlatması için 20 dakikada kullanmış. Ancak ben bu filmi sanki uzun metrajmış gibi yorumlayacağım ve kısa film oluşundan mütevellit hikayedeki sıkışmışlıkları,  bazı karakterlerce (asker ve fatma) 'kör göze parmak' şeklinde atılan tiratları es geçeceğim. Kısadır, olur onlar. Ve başlayalım.

Filmin hikayesinden bahsedelim önce. Filmde Behçet (Anıl Ateş) adlı bir kaymakam, eşi Ilgın (Ceren Kaçar) ile birlikte yeni görev yeri olan Anadolu'nun küçük bir kasabasına gelir. Gelir gelmez köylülerin sorunları içerisinde kendisini bulur. Köylüler, köyde bulunan su kanalının çocukların boğulmasına yol açtığını söyleyerek kapatılmasını ister, fakat Behçet bu isteği 'devletimiz lüzum görürse kapatır' diyerek reddeder. Köylülerin öfkesi giderek büyür.

Kaymakamın eşi Ilgın, bir senarist olarak köyde yaşananları gözlemlemeye ve not etmeye başlar. Başta tarafsız gibi görünür, fakat bu tarafsızlık onu etik bir ikileme sürükler. Çünkü bakkalda, mezarda, evde komşuları dinler ve yaşanan acılara tanıklık eder ama hiçbir şey yapmaz. Bir sanatçıdan beklenen tepkinin karşısındaki bu tepkisizliği ve iki yüzlülüğü komşusu Fatma suratına vurur bir konuşmasında. 

Bir gün Behçet eve geldiğinde Ilgın'ın bulamaz ve köylülerle birlikte onu aramaya çıkar. Köyün muhtarı (Hakan Karsak), Ilgın'ı "kurtların yemiş olabileceğini" söyler. Bu son sahne, kurtların gerçekten hayvan mı yoksa öfkeli halkın bir sembolü mü olduğunu sorusunu yönetmen açık bırakıyor.


Filmin senarist ve yönetmeni Ecre Begüm Bayrak, Kurtlar'ın çıkış noktasını, 2021 yılında katıldığı Berkin Elvan davasıyla ilişkilendiriyor. Bu kişisel tanıklık, zamanla birikmiş kolektif acıların, bastırılmış öfkenin ve sürekli ertelenen adaletin sinemasal bir izdüşümüne dönüşüyor. Yönetmen, hem bireysel hem de toplumsal bir vicdan muhasebesi yaparak şunu ima ediyor: Tanık olmak, eğer harekete geçirmiyorsa, bir suç ortaklığına dönüşebilir.

Filmin merkezinde yer alan Ilgın karakteri bu bağlamda bir vicdan aynası gibi işlev görüyor. O, bir kaymakam eşi ve aynı zamanda senarist olarak, çevresinde olup bitenleri ancak 'estetik bir malzeme'ye dönüştürmekle yetiniyor. Yönetmen bu karakter üzerinden, özellikle kentli ve aydın(!) sınıfın politik olaylar karşısındaki mesafeli tavrını sorguluyor. Ilgın'ın da tanık olduğu halde takındığı tarafsızlık için yönetmen etik bir suç tanımını kullanıyor. Ve bu sebeple Ilgın'ın 'mağdur-tanık-fail' üçgenindeki konumunu değiştiriyor. 

Mağdur-Tanık-Fail Üçgeni

Yönetmen'in ifadesiyle, film mağdur-tanık-fail kavramlarının iç içe geçtiği bir dünya kuruyor. Oluşan tablo şu şekilde:
  • Köylüler bir yandan mağdur, diğer yandan kendi adaletlerini kurarken fail konumuna geçiyor.
  • Ilgın tanık olarak başlıyor; ancak sonradan, önce failleşiyor ve sonra mağdura dönüşüyor.
  • Behçet ise devletin temsilcisi ve sitemin adaletsiz simgesi olması hasebiyle fail ve tanık kısımlarında bulunuyor.

Filmin mekanı olan kasaba, Anadolu sinemasının klasik temsillerini anımsatsa da, yönetmen bakışı bu kalıpları biraz tersine çeviriyor. Yönetmen, köylüleri 'ilkel' ya da 'irrasyonel' bir topluluk olarak değil, adaletsizliğe karşı kendi yöntemleriyle direnen insanlar olarak konumlandırıyor. Köylülerin öfkesi, çocuklarını kaybettikleri kanala ve bu ölümleri görmezden gelen devlete yönelmiş haklı bir isyanın sembolü haline geliyor.

Filmde hem gerçek anlamıyla, hem de metafor olarak kullanılan iki şey var: kanal ve kurtlar. Bu çıkarımı, yönetmeni biraz tanıyan biri olarak rahatlıkla yapabilirim. Buradaki kanal; yalnızca bir fiziksel yapıyı değil, devletin açtığı ve toplumla arasında giderek büyüyen ve büyüdükçe çocukları yutan bir uçurumun metaforu. Devletin temsilcisi konumundaki Behçet'in kanalı kapatmayı reddetmesi, bürokrasinin soğuk yüzünü somutlaştırıyor. Kurtlar ise yalnızca kasabanın dışındaki vahşi hayvanlar değildir, aynı zamanda toplumun içinde, her birimizin içinde dolaşan korku ve öfkenin tezahürünün sembolü olarak yer alıyor. Bu bakımdan filmin sonunda Behçet'in karısı Ilgın'ın kurtlarca alınıp götürülmesi, adaletin nihayet halk eliyle sağlanması gibi okunabilir, ancak bu, kurtuluş değil, yozlaşmış bir döngünün tamamlanışıdır. 


Filmi yapısal açıdan inceleyecek olursak da; görüntü ve ses tasarımının, bir usta yönetmeni aratmayacak seviyede iyi olduğunu söyleyebilirim. Her ikisi de devamlılığını başarıyla koruyor ve sahne geçişlerinde bir sıkıntı yaşatmıyor. Bu sebeple filmin teknik ekibini de kutlamak gerekiyor. Filmin 20 dakikaya sıkıştırılma mecburiyeti (bazı festival dayatmalarından dolayı) yüzünden acelecilik oluşmuş ve fikrin direkt tirat şeklinde verilmesine neden olmuş. Ama bunun sebebini biliyoruz en azından (kısa film standartları). Bu yönetmene 90 dakika verin, bunların hiçbirini göremezsiniz diyebilirim rahatlıkla.

Yönetmen Ecre Begüm Bayrak 'olabildiğince sert politik filmler yapmak istiyorum' diyor ve bu politik gerçekçiliğini de fırsat bulduğu her alanda gösteriyor. İzleyicisini rahatsız etmekten çekinmeyen, hatta bunu bilinçli olarak hedefleyen bir tarzı var ve öyle de devam edecek gibi duruyor. Çünkü kendisi sinemayı bir tartışma alanı olarak görüyor ve kitlelere fikirsel anlamda ulaşmanın sinema yoluyla daha kolay ve mümkün olduğuna inanıyor. Henüz ilk filmde susmayacağını ve susanları en azından kalemiyle ve kamerasıyla cezalandıracağını bizlere gösteriyor. Bu sebeple cesaretini de ayrıca tebrik ediyorum. 

PS:  Hasan Ali Toptaş'ın romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Ümit Ünal'ın yaptığı Gölgesizler filminin tadını, Kurtlar kısa filminin de verdiğini yönetmenine söylemiştim, size de söylemiş olayım. Bu filmdeki 'kurtlar' bilinmezliğinin, Gölgesizler'deki 'ayı' bilinmezliğine benzettiğimden olabilir. Tatsal benzerlik kurulabilecek bir diğer film de Emin Alper'in yönettiği Kurak Günler filmi olabilir. Kurtlar kısa filmini beğenenlerin bu 2 filmi de beğeneceğini düşünüyorum. Ya da tam tersi. 

HATIRLATMA: Son yazıdan (02/10/25) bugüne (09/10/25) 20'si açlıktan 969 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !


Belçika'lı yönetmen Koen Mortier'in Skunk filmi, yalnızca bir gencin travmalarına odaklanan bir karakter draması değil, aynı zamanda batı toplumunun en derin yaralarından birini teşhir eden güçlü bir sosyal eleştiri. Film, aile içi şiddetin, ihmalin ve akran zorbalığının yalnızca bireyi değil, bütün sosyal yapıyı nasıl çürütebileceğini bize adeta bir İngiliz filmi gerçekçiliği ve rahatsız ediciliği ile sunuyor. 



Skunk filmi, ailesinden şiddet gören ve devletin gençlik bakım merkezine yerleştirilen Liam'ın  gözünden gösteriyor. Film, Liam'ın (Thibaud Dooms) sahip olduğu bu aile için 'çocuğun en güvenli olması gereken yerin neden en tehlikeli alan haline geldiğini' sorguluyor. Buradan baktığımızda Liam'ın gençlik bakım merkezine yerleştirilmesini ilk bakışta bir kurtuluş olarak görebiliriz. Ancak yönetmen burada bir başka gerçeği ortaya koyuyor; devlet kurumları, çocukları korumak için tasarlanmış olsalar da çoğu zaman şiddetin yeniden üretildiği, sevgisiz yerlere dönüşüyor. Filmdeki kurum da baskın kişilikler, sürekli gerilim ve patlamaya hazır şiddet ile dolu. Bu noktada Skunk, kurumların da bireylerin yaralarını sarmaktan çok, derinleştirdiğini gösteriyor. Bu yüzden cezaevlerine girmiş çocuklar çıktıklarında daha fazla suç makinesine dönüşüyor. Islah yöntemindeki pratiksel hatalardan dolayı.

Tam da burada film, Türkiye'deki güncel tartışmalarla birleşiyor. Son yıllarda işlenen suçlarda çocuklar, gasp, hırsızlık ve hatta cinayet vakalarından 'fail' olarak  karşımıza çıkıyor. Bu artışı yalnızca bireysel ahlaki çöküşle açıklamak kolaycılık olur. Tıpkı Skunk'ta olduğu gibi çocuykların suçla erken tartışmasının arkasında evdeki şiddet, ebeceyn ilgisizliği, devletin yetersiz koruma mekanizmaları ve toplumsal kayıtsızlık var. Bir de buna ekonomik bozulmadan dolayı yoksulluk ve geleceği görememe endişesi eklenince suça meyletmenin yolları bulunmuş oluyor. Evet, suça sürüklenen çocuklar diye kayda geçiriyor devlet, ama kendini bu oluşumdan hariç tutarak. Oysa listenin başında tutulması gereken mekanizma kendisi olması gerekirken.

Tekrar filme dönecek olursak, filmin en güçlü yanı şiddeti bir an olarak değil, bir süreklilik olarak göstermesi. Liam'ın yüzündeki kırgınlık, sinir, tahmin edilememezcilik ve öfke patlamaları film boyunca izleyiciyi de tetikte tutuyor. Liam içerisinde bir çelişki de bulunduruyor. Bu çelişki doğru birey olmak ile suça meyletmek arasında gidip gelen bir çelişki. Oyunculuk açısından Liam'ı canlandıran Thibaud Dooms'un performansı, Liam'ın ruhundaki çelişkisel ifadeyi mükemmel yansıtıyor. 



Film aynı zamanda toplumsal sınıf meselesine de işaret ediyor. Liam'ın ailesi yoksulluğun, bağımlılıkların ve umutsuzluğun pençesinde. Bu koşullar, çocuğun geleceğini belirleyen yapısal faktörler. Dolayısıyla Skunk, bireysel tercihlerden çok sistematik bir başarısızlığı anlatıyor. Aile içi şiddet, yoksulluk, devletin ihmal zinciri birleşerek bir çocuğun hayatını geri dönülemez biçimde şekillendiriyor ve de karartıyor. 

Yönetmen Koen Mortier, izleyiciye bir 'mutlu son' armağan etmiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, iyileşmenin garanti olmadığını filmin sonuyla hissettiriyor. Çocukların şiddetin hem mağduru, hem de faili olduğu günümüzde, film şu soruyu önümüze bırakıyor: Çocukları suça (aslında) kim sürüklüyor?

HATIRLATMA: Son yazıdan (14/09/25) bugüne (02/10/25) 18'i açlıktan 1354 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !




Yeni bir yönetmenin ilk uzun metraj filmin izlemek benim için çok heyecanlı oluyor. Çünkü yönetmenin ilk filmi, yalnızca bir hikayeyi değil, aynı zamanda yönetmenin sinema ile kurduğu ilişkiyi, dünyaya bakışını anlatır ve ileride izleyeceğimiz filmlerinin de habercisidir. Jesper Quistgaard'ın Sonnike'si tam böyle bir film: henüz şekillenme çağında olan bir sinema dilini, topluma ve aileye bakışını, sinemayı kullanış amacını bizlere sunuyor. 



Küçük bir çocuğun önüne bir top yuvarlanır ve onun topa vuruşuna göre 'bu çocuktan topçu olur' denirdi. Hangi ayakla vurduğuna göre mevkisi bile şekillenirdi. Sol ayakla vuruyorsa kesinlikle defansta heder edilmez. Bir yönetmenin ilk filmi de çocuğun önüne yuvarlanan o ilk top gibidir. İlgisine, vuruşuna, tercih ettiği ayağına bakılır. Teknik aksaklıklar ve oyunculuklar göz ardı edilir, odak noktası anlatının kendisi ve anlatım metodudur. Yönetmenin kendisini ayıklayıp, o filmden çıkarabiliyorsak eğer, hakkında bir fikrimiz oluşabiliyor. Nitekim ilk uzun metrajını taze taze izleyip yazdığım ve metodunu belli etmiş ve bunu çok da iyi şekilde icra etmiş Philip Barantini, geçen hafta Emmy ödüllerinde En İyi Yönetmen ödülünü kucaklayan kişi oldu. Kendim almış kadar sevindim. İşte ileride kaldıracağı ilk ödülde sevineceğim bir diğer yeni yönetmen de bu kişi; Jesper Quistgaard.

Filmin merkezindeki karakter Lasse (Morten Agerholm Jensen), hayattan ve insanlardan kendini uzak tutmaya çalışan, içine kapanık bir genç. Bunun sebebi ise sahip olduğu ve tutmaya mecbur bırakıldığı bir sır. Henüz 15 yaşında iken istem dışı baba olmuş, henüz kendisi çocuk iken bir çocuğa babalık edemeyeceği düşünüldüğünden, Lasse'nin ebeveynleri bir karar alıyor. Bebeği kendi çocukları gibi büyütecekler, Lasse de ona babalık değil, abilik edecek. Ancak Lasse bu kırgınlığını da alıp ailesinden ve çocuğundan uzakta bir hayat sürüyor. Tam 14 yıl.  Ta ki birgün ebeveynlerini bir otobüs kazasında kaybedene kadar. İşte vermesi gereken bir kararın aşamasındayız: oğlunu, abisi olarak himayesine mi almalı, yoksa gerçeği mi açıklamalı? Veya eski yolu seçip daha önce de yaptığı gibi kendi yoluna devam mı etmeli? 

Lasse karakterinin donuk, içe dönük ama her an kırılmaya hazır enerjisi filmin omurgasını oluşturuyor. Lasse'nin bastırdığı duygular jestlerine ve sessizliğine yansıyor. Potansiyel olarak o patlamayı yapabilecek biri olduğunu en başından beri hissettiriyor ve izleyiciyi bu beklentiye sokuyor. Ancak donukluğundan pek de taviz vermeden ufak tadımlıklar sunarak o çözülmeyi yine kendine has şekilde yapıyor. Mavi saçlarıyla ortama renk katan Vincent ile abisi (babası) Lasse'in uyumu da filmi sıradan bir aile dramının önüne taşıyor. 


Polisinden rahibesine, tamircisinden kasabına kadar herkesin birbirini ismen tanıdığı bu küçük kasabada bu sır 14 gün nasıl saklı tutulabilmiş, devletin ya da Vincent'ın kulağına gitmeden nasıl mümkün olabilmiş, işte bunlar yeni bir yönetmenin ilk filmi için görmezden gelebileceğimiz kısımlar. Bir diğeri de belki de 'aileye duyulan ihtiyaç' temasının bazı sahnelerde doğrudan dile getiriliyor oluşu. Oysa yönetmen Quistgaard bu duyguyu, kelimelere bırakmadan filmin anlatısında gösterebilmişti. Bu da yönetmenin ileride daha iyi işler çıkarabileceğinin kanıtı gibi duruyor.

Yönetmenin anlatım tarzı, Danimarka sinemasının Dogme 95 sonrası toplumsal gerçeklik eğilimlerine uygun tonda. Küçük bir alanda geçiyor oluşu, karakterlerin içsel çatışmalarına doğal bir çerçeve sunuyor diyebiliriz. Karikatürize edilen bir şey bulunmuyor, bu açıdan da Dogme 95'e uygun. Ancak yönetmen salt gerçekliğin yanında Jurassic Park ve Reservoir Dogs gibi popüler kültür referansları aracılığıyla kendi kuşağının kültürel belleğini de filme dahil ediyor. İlk filmlerinde yönetmenlerin sıkça yaptığı bir şeydir bu, filmin hikayesi kadar, kendi kimliğini de inşa etmek isterler. O sebeple otobiyografik ögeler, bireysel tercihler ve sunumlar ilk filmlerine sıkça yansır. Bir nevi 'film bu, ama ben de buyum' demek ister yönetmen. 

Sonnike filmini Jesper Quistgaard değil de Joachim Trier çekseydi, Lasse rolünü de Anders Danielsen Lie olsaydı çok daha konuşulan bir film olmuştu. Daha iyisini çekeceğinden değil, bazen sinema/sanat sadece böyle işliyor. İleri de tekrar görüşmek üzere Quistgaard

Together filminin merkezindeki fikir, oldukça eski bir mitolojik anlatıya dayanıyor. Platon'un Şölen diyaloğunda geçen Aristophanes'in "yarım insanlar" hikayesine. Bu mite göre insanlar bugünkünden farklı; 4 kolu, 4 bacağı, 2 yüzü, tek kafası olan ve kendi kendine yeten güçlü varlıklardı. Ancak bu güçleriyle tanrılara meydan okumaya kalkınca Zeus insanları cezanlandırdı ve  her birini ortadan ikiye böldü. İşte insanlar o andan itibaren hep diğer yarısını aramaya koyuldu. Bulunca ne olduğu ise bu filmde.



Yıllar önce bir arkadaşıma ilişkisini sorduğumda "Çok iyi. Ben mandalinanın içini yiyorum, o ise kabuklarını" demişti. Birlikte olmanın tuhaf ama aynı zamanda tamamlayıcı bir şey olabileceği gerçeğini göstermişti bana. Michael Shanks'in ilk uzun metraj filmi Together'ı izlerken bu anımı hatırladım. Çünkü filmde iki insanın birbirini tamamlamasının güzelliği ile boğuculuğu arasındaki ince çizgiyi, hem mitolojik hem de korku öğeleri üzerinden sorguluyor.

Hikaye, öğretmen olan Millie'nin (Alison Brie) yeni işi nedeniyle şehirden kırsala sevgilisi Tim (Dave Franco) ile taşınmasıyla başlıyor.  Tim 30'lu yaşlarının ortasına gelmiş olmasına rağmen hala müzik kariyerinde tutunmaya çalışan, ehliyeti olmayan bir 'yetişkin ergen' görünümünde iken Millie ayakları sağlam yere basan ve düzenli bir işi olan taraf. Film boyunca ikilinin birbirinin zıttı oluşunun yanında birbirini tamamlayan çift oluşuna da değiniyor. Bu altlığın sebebi ise yukarıda anlattığım mitolojik hikayeden kaynaklanıyor. İkilinin arasındaki bu durum, bir doğa yürüyüşü yaptıkları sırada içine düştükleri mağarada ortaya çıkıyor. Mağaradaki suyun teması ile gizli olan bir ayini istemeden de olsa gerçekleştirmiş oluyorlar ve bedenleri birbirine doğru çekilmeye başlıyor. Burada Shnaks'ın yaptığı şey, Platon'nun 'öteki yarını bulmak' fikrini korku merceğinden okumak oluyor. Ruh eşini bulmak mı istiyorsun? Film diyor ki: "dikkat et, bu arayış seni yok edebilir." Tabi bu yok oluşun bedensel bir yok oluş. İki bedenin tek bedene sığdırılarak bir bedeni yok eden bir yok oluş. Buna ek olarak Cronenberg'in beden korkusuna göndermeler ve John Carpenter'ın The Thing'ini hatırlatan yapışkan efektler filmi hem rahatsız edici hem de düşündürücü kılıyor. 

Millie'yi canlandıran Alison Brie ile Tim'i canlandıran Dave Franco'nun gerçek hayatta da birlikte oluşları, filme hem samimiyet hem de rahatsız edici bir yoğunluk da katıyor. Seyircinin önünde canlanan şey, yalnızca bir çiftin gerilimi değil, ilişkilerdeki bazı korkular: bağımsızlığını kaybetme, ötekinin gölgesinde kalma, 'biz' olurken 'ben'i yitirme. 


Filmin eksikliklerini de görmezden gelmemek gerekiyor. Öncelikle, mitolojik arka plan çok güçlü olmasına rağmen karakterlerin psikolıjik derinliği yeterince işlenmediği için bu mit bazen sadece yüzeyde kalıyor. Ayrıca filmin ritmik temposu da dengesiz. İlk bölümde ilişkiye dair gerçekçi çatışmalar güzelce kuruluyor ama finalde olayların hızla toparlanması ve kolay açıklamalara girişilmesi filmin etkisini düşürüyor. Olay hızlıca çözülüp, tüm gizemlerinden arındırılarak seyirciye buyur ediliyor adeta. 

Her ne kadar kimi yerlerde 'Body Horror for Beginners' havası verse de, türün kalıplarını, romantik ilişki dramasıyla kaynaştırma cesaretiyle yılın en dikkat çeken korku filmi yapımlarından birisi oldu Together. Daha güçlü psikolojik derinlik, son bölümde daha güzel ve doyurucu bir çözüm olsa, potansiyelini daha iyi yansıtabilecek bir yapım olurdu. Ama yine de ilk uzun metraj denemesi olan yönetmen Michael Shanks'ın yönetmenlik yolculuğu için umut verici bir başlangıç. 


HATIRLATMA: Son yazıdan (10/09/25) bugüne (14/09/25) 18'i açlıktan 215 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !



Bu yıl düzenlen Emmy Ödüllerinde beklendiği üzere Adolescence mini dizisi damga vurdu. Netflix'te yayınlanan ve daha önce tek plan çekimli filmi Boiling Point ismini duyuran Philip Barantini'nin yönetmenlik yaptığı Adolescence mini dizisi, Mini Dizi dalında; En İyi Mini Dizi, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Sinematografi ve En İyi Cast ödüllerinin sahibi oldu. Bu ödüllerin 3'ü (En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu) direkt Stephan Graham'ın kucağına gitti.


Gecenin en büyük ödülü kabul edilen, drama dalında En İyi Dizi ödülünü bir hastanenin acil servisinde yaşananları, neredeyse gerçeğe yakın şekilde anlatan The Pitt (Çukur) aldı. En İyi Erkek oyuncu da dahil olmak üzere toplamda 5 Emmy'nin sahibi oldu. HBO Max'te izlenebilen The Pitt, 15 bölümlük ilk sezonunu tamamladı ve 2026 başlarına 2.sezon takvimini duyurdu.

Komedi dalında ise gecenin en büyük kazananı Seth Rogan'ın başrolünde olduğu ve Sal Saperstein diye ikonik bir karakterin yaratıldığı The Studio dizisi oldu. Toplamda 13 Emmy alarak geceye damgasını vuran yapımlardan oldu.

Mini dizi dalında yarışan The Penguen dizi de Cristin Milioti ile  En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi oldu.

Diğer Kazananlar:

En İyi Drama Dizisi

  • KAZANAN: The Pitt (HBO Max)
  • Andor (Disney+)
  • The Diplomat (Netflix)
  • The Last of Us (HBO Max)
  • Paradise (Hulu)
  • Severance (Apple TV+)
  • Slow Horses (Apple TV+)
  • The White Lotus (HBO Max)

En İyi Komedi Dizisi

  • KAZANAN: The Studio (Apple TV+)
  • Abbott Elementary (ABC)
  • The Bear (Hulu)
  • Hacks (HBO Max)
  • Nobody Wants This (Netflix)
  • Only Murders in the Building (Hulu)
  • Shrinking (Apple TV+)
  • What We Do in the Shadows (Hulu)

En İyi Mini Dizi

  • KAZANAN: Adolescence (Netflix)
  • Black Mirror (Netflix)
  • Dying for Sex (Hulu)
  • Monsters: The Lyle and Erik Menendez Story (Netflix)
  • The Penguin (HBO Max)

En İyi Aktör - Drama

  • KAZANAN: Noah Wyle - The Pitt (HBO Max)
  • Sterling K Brown - Paradise (Hulu)
  • Gary Oldman - Slow Horses (Apple TV+)
  • Pedro Pascal - The Last of Us (HBO Max)
  • Adam Scott - Severance (Apple TV+)

En İyi Aktrist - Drama

  • KAZANAN: Britt Lower - Severance (Apple TV+)
  • Kathy Bates - Matlock (CBS)
  • Sharon Horgan - Bad Sisters (Apple TV+)
  • Bella Ramsey - The Last of Us (HBO Max)
  • Keri Russell - The Diplomat (Netflix)

En İyi Aktör - Komedi

  • KAZANAN: Seth Rogen - The Studio (Apple TV+)
  • Adam Brody - Nobody Wants This (Netflix)
  • Jason Segel - Shrinking (Apple TV+)
  • Martin Short - Only Murders in the Building (Hulu)
  • Jeremy Allen White - The Bear (Hulu)

En İyi Aktrist - Komedi

  • KAZANAN: Jean Smart - Hacks (HBO Max)
  • Uzo Aduba - The Residence (Netflix)
  • Kristen Bell - Nobody Wants This (Netflix)
  • Quinta Brunson - Abbott Elementary (ABC)
  • Ayo Edebiri - The Bear (Hulu)

En İyi Aktör - Mini Dizi

  • KAZANAN: Stephen Graham - Adolescence (Netflix)
  • Colin Farrell - The Penguin (HBO Max)
  • Jake Gyllenhaal - Presumed Innocent (Apple TV+)
  • Bryan Tyree Henry - Dope Thief (Apple TV+)
  • Cooper Koch - Monsters: The Lyle and Erik Menendez Story (Netflix)

En İyi Aktrist - Mini Dizi

  • KAZANAN: Cristin Milioti - The Penguin (HBO Max)
  • Cate Blanchett - Disclaimer (Apple TV+)
  • Meghan Fehy - Sirens (Netflix)
  • Rashidah Jones - Black Mirror (Netflix)
  • Michelle Williams - Dying for Sex (Hulu)

En İyi Yardımcı Aktör - Drama

  • KAZANAN: Tramell Tillman - Severance (Apple TV+)
  • Zach Cherry - Severance (Apple TV+)
  • Walton Goggins - The White Lotus (HBO Max)
  • Jason Isaacs - The White Lotus (HBO Max)
  • James Marsden - Paradise (Hulu)
  • Sam Rockwell -The White Lotus (HBO Max)
  • John Turturro - Severance (Apple TV+)

En İyi Yardımcı Aktrist - Drama

  • KAZANAN: Katherine LaNasa - The Pitt (HBO Max)
  • Patricia Arquette - Severance (Apple TV+)
  • Carrie Coon - The White Lotus (HBO Max)
  • Julianne Nicholson - Paradise (Hulu)
  • Parker Posey - The White Lotus (HBO Max)
  • Natasha Rothwell - The White Lotus (HBO Max)
  • Aimee Lou Wood - The White Lotus (HBO Max)

En İyi Yardımcı Aktör– Komedi

  • KAZANAN: Jeff Hiller - Somebody Somewhere (HBO Max)
  • Ike Barinholtz - The Studio (Apple TV+)
  • Colman Domingo - The Four Seasons (Netflix)
  • Harrison Ford - Shrinking (Apple TV+)
  • Ebon Moss-Bachrach - The Bear (Hulu)
  • Michael Urie - Shrinking (Apple TV+)
  • Bowen Yang - Saturday Night Live (NBC)

En İyi Yardımcı Aktrist – Komedi

  • KAZANAN: Hannah Einbinder - Hacks (HBO Max)
  • Liza Colón-Zayas - The Bear (Hulu)
  • Kathryn Hahn - The Studio (Apple TV+)
  • Janelle James - Abbott Elementary (ABC)
  • Catherine O'Hara - The Studio (Apple TV+)
  • Sheryl Lee Ralph - Abbott Elementary (ABC)
  • Jessica Williams - Shrinking (Apple TV+)

En İyi Yardımcı Aktör – Mini dizi

  • KAZANAN: Owen Cooper - Adolescence (Netflix)
  • Javier Bardem - Monsters: The Lyle And Erik Menendez Story (Netflix)
  • Bill Camp - Presumed Innocent (Apple TV+)
  • Rob Delaney - Dying For Sex (Hulu)
  • Peter Sarsgaard - Presumed Innocent (Apple TV+)
  • Ashley Walters - Adolescence (Netflix)

En İyi Yardımcı Aktrist – Mini dizi

  • KAZANAN: Erin Doherty - Adolescence (Netflix)
  • Ruth Negga - Presumed Innocent (Apple TV+)
  • Deirdre O'Connell - The Penguin (HBO Max)
  • Chloë Sevigny - Monsters: The Lyle And Erik Menendez Story (Netflix)
  • Jenny Slate - Dying For Sex (Hulu)
  • Christine Tremarco - Adolescence (Netflix)

En İyi Senaryo - Komedi

  • KAZANAN: Seth Rogen, Evan Goldberg, Peter Huyck, Alex Gregory, Frida Perez - The Studio
  • Quinta Brunson - Abbott Elementary
  • Lucia Aniello, Paul W. Downs and Jen Statsky - Hacks
  • Nathan Fielder, Carrie Kemper, Adam Locke-Norton, Eric Notarnicola - The Rehearsal
  • Hannah Bos, Paul Thureen, Bridget Everett - Somebody Somewhere
  • Sam Johnson, Sarah Naftalis, Paul Simms - What We Do in the Shadows

En İyi Senaryo – Drama

  • KAZANAN: Dan Gilroy - Andor
  • Joe Sachs - The Pitt
  • R. Scott Gemmill - The Pitt
  • Dan Erickson - Severance
  • Will Smith - Slow Horses
  • Mike White - The White Lotus

En İyi Senaryo – Mini Dizi

  • KAZANAN: Jack Thorne, Stephen Graham - Adolescence
  • Charlie Brooker, Bisha K. Ali - Black Mirror
  • Kim Rosenstock, Elizabeth Meriwether - Dying for Sex
  • Lauren LeFranc - The Penguin
  • Joshua Zetumer - Say Nothing

En İyi Yönetmen – Komedi

  • KAZANAN: Adam Randall, Slow Horses
  • Janus Metz, Andor
  • Amanda Marsalis, The Pitt
  • John Wells, The Pitt
  • Jessica Lee Gagné, Severance
  • Ben Stiller, Severance
  • Mike White, The White Lotus

En İyi Yönetmen – Drama

  • KAZANAN: Seth Rogen, The Studio
  • Ayo Edebiri, The Bear
  • Lucia Aniello, Hacks
  • James Burrows, Mid-Century Modern
  • Nathan Fielder, The Rehearsal

En İyi Yönetmen – Mini Dizi

  • KAZANAN: Philip Barantini, Adolescence
  • Shannon Murphy, Dying for Sex
  • Helen Shaver, The Penguin
  • Jennifer Getzinger, The Penguin
  • Nicole Kassell, Sirens
  • Lesli Linka Glatter, Zero Day


HATIRLATMA: Son yazıdan (10/09/25) bugüne (14/09/25) 18'i açlıktan 215 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !