anime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1650li yılların Edo dönemi Japonya'sında Avrupalıların insandan aşağı, hatta yuvarlak gözlerinden ötürü köpek olarak görüldüğü dönemde, bir Avrupalının annesine tecavüz etmesi sonucu melez doğan ve Japonya'da bulunmayan o mavi gözleriyle bu melezliği kolayca ifşa edilen, küçükken akran zorbalığı yetmezmiş gibi büyüyünce de toplum zorbalığına maruz bırakılan bir insanın intikamına hazır olun. Uğruna canavarlaştığı bu intikam için nefret tek başına yeterli değildi. Bir malzeme daha gerekiyordu. O da ihanet ile zehirlenmiş bir aşk. Tüm bunlar bir araya gelince Netflix'in son dönemde yaptığı en iyi yapım karşımıza çıkmış oluyor.


Ekim ayında Pluto dizisini izlediğim için Netflix Kasım boyunca bana Blue Eye Samurai'ı önerip durdu. Klasik netflix algoritması diyip geçiştirdim. Yeni bir diziye başlamak sağlam bir cesaret gerektiriyor günümüzde. Bu yüzden sevileni tekrar izlemek daha kolayıma geliyor. İkinciye başladığım Seinfeld in 9 sezonluk serisi de bitince düştüğüm boşlukta tıklayıverdim Blue Eye Samurai'ı. Henüz ilk 10 dakikasında beni almıştı içine. Kill Bill sever biri olarak o kılıçların çıkartıp oraya buraya fışkırttığı kanlar diziye devam etmeme yeterli bir doneydi. Kurdun dişine kan değmişti artık. Ama içeride bundan daha fazlasını buldum.

Dizi 1650li yılların Edo dönemi Japonya'sında geçiyor demiştim girişte. Bu dönemi biraz açmak gerekiyor. Edo dönemi, 1603-1868 arası Japonya'da hüküm süren Tokugawa şogunluğunu içeren dönemdir. Bu dönemin başlıca özellikleri başkentin Tokyo'ya taşınması ve ülkenin kapanmacı politika izlemesidir. Edo dönemi 1850lerde ülkeye gelen Amerikalıların ülkeyi önce ticaret sonra kültür ve din ile dış dünyaya açmasıyla son buldu. İşte bu dönüşüme kadarki kapalı süreçte içeride bulunan Avrupalı sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı. Mecazen değil, tam olarak 4 kişi.

Dizimizin baş karakteri mavi gözlü samuray Mizu'nun annesi ülkede bulunan o 4 Avrupalıdan birisi tarafından tecavüze uğramış. Melezliğin nişanesi olan o büyük mavi gözleri yüzünden çocukluğundan başlayan bir dışlanmaya maruz bırakılıyor. Bu dışlanma o dönemin Japonya'sında sadece sözlü olarak "tü kaka" şeklinde de olmuyor. Neredeyse hiçbir hakkınızın bulunmadığı, uygulanan darbın ve hatta katlin neredeyse meşru görüldüğü bir toplum dışlanmasından bahsediyoruz. Öyle ki karakterimiz bile bu dışlanmayı içten içe haklı bulup, çevresinin ona deyimiyle kendisinin bir "yaratık" olarak dünyaya gelmesine sebep olan biyolojik babasının peşine düşüyor. O 4 Avrupalıdan hangisi olduğunu bilmediği için dördünü de hedefine koyuyor. İntikam ateşi yaşam çizelgesinin bazı evrelerinde dinecek gibi olurken, o en zayıf anında yeni bir dışlanmaya, yeni bir canavarlık etiketine maruz bırakılınca aklımıza yazının başında refer ettiğim Kill Bill filminde kullanılan ve bu seride de sıklıkla söylenen alıntı geliyor: "Those men deserve to die"
      Kill Bill Vol.1-2

Seriyi ilk sezon itibariyle kadın karakterlerin hikayeleri yönlendiriyor. O dönemin Japonyasında toplum hakimiyetini elinde bulunduran erkekler bu seride ya kusurlu ya da kötüler. Prenses olmasına rağmen kendi hür iradesiyle yaşamı, kısaca özgürlüğü arayan Prenses Akemi, sevgilisini aramaya çıktığı yolda kendisini bularak yeni bir challange açıyor kendisine. Serinin en sosyolog insanı  olan ülkenin en iyi genelevini işleten Madam Kaji'nin ifadesiyle "erkekler geneleve gelip zayıflığının keşfedilip kendilerinin rezil edilmesini istiyorlar. Kimisi poposuna tokat, kimisi başına şefkat istiyor." Kadınların daha kaşif ve güçlü durduğu dizide erkeklerin güçlü görünüm altında birer ezikler olduğunu görüyoruz. 

NETFLİX ÖZELİNDEN BAKARSAK;

Blue Eye Samurai tipik bir anime gibi gözükmesine rağmen aslında çok farklı. Bunda öncelikli neden sanılanın aksine Japon yapımı değil, Fransız/Kanadalı animasyon şirketi Blue Spirit tarafından oluşturulmuş olması. Bu sebeple diğer animelerden ayrışmayı kolay yapıyor. Netflix platformunda anime yapımları daha çok arttırmayı planlamakta ve bu konuda yatırımlar yapmakta. Bunun öncelikli sebebi geçtiğimiz yıllarda greve giden senarist ve sinema emekçilerinin platformu üzerindeki baskıdan kaçınmak. Üzerinde çalıştığı yapay zeka senaristliği ile bol miktarda senaryo üretip, animasyon anlatımlarla bunları izleyiciye sunmayı planlamakta. Bu yüzden Netflix pek de alışık olmadığımız bir yöntemle bu seriyi pazarladı ve bölümün ilk bölümünü Youtube sayfalarında yayınladı. Seriyi platforma sokmadan önce bunu yaptı ve kısa sürede 3 milyon izlenmeye ulaştı. 
 

Serinin ilk bölümünü Youtube'da izlemek için Tıklayın..

Seriyi Netflix'te izlemek için Tıklayın..

Trakya Birleşik Devleti önderliğinde tüm dünyanın Pers Devletine karşı açtığı savaşta yer alan en gelişmiş 7 robot hedeftedir (bu 7 robottan biri de türktür bu arada). Savaşın nedeni ise Pers Devletinin gizlice 'Kitle İmha Robotları' üretmekte olduğudur. Tüm ülke, robotların da katılımıyla diğer ülkelerce yakıp yıkılmış ve gelin görün ki hiçbir kitle imha robotuna rastlanılmamıştır (!). İçinde Türkiye'nin, Sultanahmet'in de geçtiği mangadan uyarlanan bu bilim kurgu anime serisi Pluto için şimdi asın bayrakları.. 


Naoki Urasawa tarafından 2003'te yayınlanmaya başlayan manga serisinin animesi geçtiğimiz hafta Netflix'te yayına girdi. Gelişmiş yapay zeka teknolojisiyle donatılmış insansı robotları barındıran bu seri size ilk olarak Blade Runner'ı da anımsatacaktır.  Özellikle 'cyborg' veya 'humanoid' gibi tanımlamaların yerine "insansı robot" tabirini kullanıyorum. Çünkü bu mangadaki robotlar, robotluğu bir insan gibi yaşıyor ve daha fazlasıyla yaşamaya da çalışıyor. Sosyal etkinlikler edinmek bir yana, aile kavramlarını oluşturmuş, evlat edindikleri savaş mağduru robot çocuklarla duygusal bir birliktelik oluşturabilmiş yapıdalar. İnsanlarla kafelerde buluşup kahveler içebiliyor, onların emrinde ya da amiri olarak da liyakat içerisinde görev alabiliyor. Sadece yalan söyleyemiyorlar. Taa ki iyice insanlaşana kadar.

Dünyanın en gelişmiş robotlarından biri olan ve kendisini Alp Dağlarının eteğinde doğaya hizmete adamış olan, tüm dünyaca sevilen devasa Mont Blanc'ın gizemli ölümünü, yine aynı gün Almanya'nın tanınmış robot politikacısının ölümü izleyince olayları araştırmak için Europol dedektifi Gesicht görevlendirilir. Bu iki cinayeti 2. bir robotun öldürülmesi takip edince Gesicht bu suikastlerin ortak noktasının çözer. Mont Blanc bu doğa hizmetine kendini adamadan önce Pers Devleti'ne açılan savaşta yer almış ve binlerce ölüme sebep olmuş bir robot. Ancak yalnız değildi. Kendisi gibi üstün zeka ve güç ile donatılmış 6 diğer üstün robot da bu savaşın bir ucunda bulunmuşlardı. Gizemi çözülmeye çalışılan ve yapımda Pluto adının verildiği bu gücün amacı Pers Devletinde yapılanların intikamını almak olduğu anlaşılıyor. 

Modern toplum eleştirisini robotlar ve insanlar üzerinden yapan bu yapımda iyi bir toplum bireyi olmak için atan bir kalbe ya da damarlarda akan kana ihtiyaç olup olunmadığını da sorguluyor. Ve bu bakış açısını robotların gözünden bize göstererek sunuyor. Bilim insanlarının gelecekte kaçınılmaz gördüğü olası insan vs robot savaşını anlatan yapımların genelinde insan tarafının gözüyle olaylara bakıyoruz. Ancak bu yapımda bize olaylara robotların gözünden ve hatta gelişmekte olan duygusal iç yapısından bakılması gerekliliğini de öneri olarak sunuyor bir bakıma. Ancak robotlara sunulacak olan duygu gelişimi ile onları daha da insanlaştırmanın çok da matah bir şey olmadığı düşüncesi de çıkıyor. Tarih boyunca çıkan savaşların, akan kanların müsebbibi robotlar değil, %100 insanlaştırılmış insanlar olduğu gerçeği var ortada. O zaman robotları insanlaştırma gayreti neden iyi bir sonuç çıkarsın ki düşüncesi oluşabilir. 

"Nefretten (iyi) bir şey çıkmaz, sadece daha fazla nefret (nothing comes from hatred, except more hatred)" sözü bu manganın mottosu konumunda. Ancak Netflix hep ingilizce hem de türkçe alt yazıda o kadar kötü bir iş çıkarmış ki bu sözü bizler sadece "nefretten hiçbir şey doğmaz"  altyazı çevirisiyle yetinmişler. Hem ingilizce hem de türkçe alt yazısı dizi boyunca felaket seviyesindeydi, ama bari bu mottoyu tam çevireydiniz.


Bildiğiniz gibi ülkemizde bu sene Japonya Yılı olarak kutlanıyor.Bu vesileyle Japonya'da 1997'den beri düzenlenen Japonya Medya Sanatları Festivali ülkemizde ilk kez sergileniyor.Japonya dışında 5.kez sergilenmekte olan festival medya sanatlarının iki yönüne Yaratıcı Akıl ve Anlatıcı Akıl'a odaklanıyor.Festivalde bu iki başlığın anlatımında geçmişten günümüze ödüllü yapıtlar ve son dönemden yapıtlar kullanılarak bir nevi Japon özgün anlatımı ile ileri teknolojinin birleştirilmesi sonucu aktarılmaya çalışılıyor.Festivalin blogla birleştiği ortak payda ise Pera Müzesi'nde 3 Eylül- 3 Ekim tarihleri arasında gösterilicek olan anime filmler.



Anime Film günlerinde Hayao Miyazaki'nin Ruhların Kaçışı ve Howl'un Yürüyen Şatosu filmleri,Anno Hidekai'ye ait olan Evangelion serisinin ilk filmi Evangelion 1.0 Yalnız Değilsin,geçtiğimiz hafta vefat eden ünlü Kawamato Kihachiro'ya ait olan Ölülerin Kitabi ve Kış Günleri ve Tomino Yushiyuki'ya ait olan efsane Gundam serisi festival kapsamında Pera Müzesinde gösterimi yapılacak olan animelerin sadece birkaçı.Toplamda 18 uzun metrajlı,8 tane de kısa metajlı filmin gösteriminin yapılacağı etkinliklerin seans ücretleri ise 5 lira.Etkinlikle ilgili daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Teknolojinin gelişimi, savaşların meydan
muharebelerinden çıkıp stratejik hamleler eşliğinde hava saldırılarına dönüşmesinden mütevellit yaşanan her savaş halkların dramı olmuştur.Ve devletlerin ideolojik olarak savaşı körüklemeleri,ortak deyim olan 'barış için savaş' nidaları halkların arkalarında bıraktıkları savaş yüklü trajedilerin önemsiz nedenleridir.Hotaru no haka insani değerler açısından savaşı anlatan yada daha yalın haliyle savaştaki insan dramını anlatan bir anime.

Hotaru no haka;Akiyuki Nosaka adlı japon vatandaşın kaleme aldığı otobiyogrofisinin yönetmen İsao Takahata'nın elinde ufak değişikliklere uğrayarak 1988'de animeye uyarlanmış halidir.Konusu genel yapı itibariyle 2.dünya savaşı sırasında Japonya'nın Kobe şehrine gerçekleştirlen hava saldırılarından etkilenen iki kardeşin annelerini kaybettikten sonra yaşadıkları dram.

Teyzelerinde yaşamaya başlayan kardeşlerden 14 yaşındaki abi Seita güçlü olmak zorundadır zira babası donanmada,annesi ise bombardıman sırasında yaşamını yitirmiştir.Evleri de hava saldırılarında zarar görmüştür.Annesinin ölümüne ağlayacak zamanı bile olmamıştır zira artık kardeşinin yaşamından sorumlulu olmuş bir çocuktur.Teyzelerinin yanında kalmak fazlalık olduklarını hatırlatan ve sığıntı olarak yaşadıkları bi yer olmuştur onlar için.Çocuktur Seita ve dayanamaz daha fazla sığıntı olmaya,laf işitmeye.Alır kardeşini çeker gider.Düzgün kararlar veremez ve verilen kararlar genelde yanlış olur.

Gökyüzünde görülen her uçak sığınmak demektir ama Seita'nın kardeşini koruyacağı,sığınıcağı bir yer tam manasıyla yoktur.Harabeyi andıran göl kenarındaki mağaralar yeni evleri olmuştur.4 yaşındaki Setsuko içinse hayat henüz belirsiz birşeydir.Umutsuzlukla çok erken yaşlarda tanışıyor Setsuko.Oysaki tek isteği meyveli şekerlerden yiyebilmek.Hayat dolu bir şekilde 'Seita' demesi bile yüzümüzde tebessüme neden oluyor fakat acı bir tebessüm çünkü hayat gitgide daha zor oluyordur.Savaşın sürmesi,kıtlığın meydana getirdiği yiyecek bulma zorluğu ve paranın olmayışı.Kulübelerinde gece ışığı sağlamak adına bol bol ateşböcekleri topluyorlar.Setsuko her sabah onları toplu bir şekilde gömerken esasında savaşın hüküm sürdüğü topraklardaki insan mezarlığına benziyor gömülmeleri ve burada film adının neden 'ateşböceklerinin mezarı' olduğunu belli ediyor.

Yönetmen metafor kullanarak toplu mezarlar halinde gömülen insanları ve savaşın acıtan yüzünü izleyiciye aktarmaya çalışıyor.Bunu yaparken dram öğelerinin dozajını sıkı tutuyor ki bu da savaşın getirdiği trajedileri izleyiciye daha kolay empoze etme amacı taşıyor.Zorlu hayatlara çevremizde,yakınlarımızda elbette belirli aralıklarla şahit oluyoruz lakin genelde buna sadece sebep-sonuç düzleminde şahit oluyoruz.Yönetmenin vurgulamaya çalıştığı ise son gelmeden önce yaşanılanlar.Seita'nın kardeşi için içi boş şeker kutusuna su doldurarak meyve suyu yapışı,Setsuko'nun oyun oynamak için yaptığı çamur toplarını açlıktan hayal görerek pirinç lapası zannedip bunu yemesi sadece birer örnek.Sonun başlangıcından başlıyor bizim için herşey ve bilinen sona hazırlıyor bizi.Bu son kimine göre dibe varış,kimine göre ise kurtuluş olucaktır ama dibe varış olduğunu düşünenler filmin başına dönüp ateşböcekleri arasındaki iki kardeşin ruhlarına tekrar baksınlar.Ayrıca anime Imdb'nin listesinde an itibariyle kendisine 182.sırada yer bulmuştur.Imdb'nin listesine pek itibar etmem lakin 1988 yapımı bir japon animesi olduğu düşünüldüğünde yapımın hakkını teslim etmek gerek.Çünkü çizgiden oluşan yapımların listede kendilerine zor yer bulduğu ve bulanlarında genel olarak Walt Disney ve Pixar gibi dev Hollywood stüdyolarından çıkan işler olduğu düşünülürse yapımın savaştaki dramı ne derecede anlattığı daha kolay algılanır.

Ayrıca Nazım Hikmet Ran'ın 1955de kaleme aldığı yıllar içinde Zülfü Livaneli'den de dinlediğimiz 'Kız Çocuğu' adlı şiirde benzer dertleri anlatır.


...
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Nazım Hikmet Ran