iran sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iran sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Film açılışta bize bir bilgiyle geliyor. "Ficus Religiosa, alışılmadık yaşam döngüsüne sahip bir ağaçtır. Tohumları, kuş dışkıları vasıtasıyla diğer ağaçların üzerine düşer. Filizlenen tohumun kökleri yayılır ve tabana kadar ulaşır. Sonra büyüyen dallar, üzerine düştüğü ağacın etrafını sarar ve onu boğar. Geriye artık yalnızca 'Kutsal İncir Ağacı' kalır.
Filmi izleyenlerin çoğu bu tohumu, karakterin içine serpilen "süphe" olarak tanımlasa da, aslında ekilen tohum rejimin propagandası, ideolojisi ve baskıcı politikalarıdır. Peki nasıl?


Mohammad Rasoulof'un yönetmenliğini yaptığı Kutsal İncir Tohumu filmi, İran'da geçtiğimiz senelerde yaşanan Mahsa Amini olayların minimal ölçekte ailelere, kitlesel ölçekte İran toplumuna yansımalarını konu alıyor. Yönetmen, toplumsal ve siyasal baskının bireyler üzerindeki etkisini işleyen bir aile dramı filmi yaratmak istemiş. Bunu yaparken sonlara doğru bir nebze olsun kantarın topuzunu kaçırmış gibi görünse de son perdeye kadar iyi bir şekilde sürecin gerilimini hem bize, hem aileye yaşatabildi. Neredeyse 3 saate yakın uzunluğu bu sebeple çok hissedilmiyor.

Filmin hikayesine kısaca değinecek olursak; Mahsa Amini'nin polislerce darbedilerek öldürüldüğü olayları da konu edindiği için 2022 Eylül'ünde geçen, İran Devrim Mahkemelerinde hakimlik yapan İman ve ailesinin yaşadığı bir süreci konu alıyor. Yeni terfi almış hakimin görevleri ağırlaştığı için kendisine bir silah tahsis ediliyor. Ve bu silah birgün ortadan kayboluyor. İman, silahı 2 kızı ve karısıyla yaşadığı evinden dışarı çıkarmadığına emin. Bu sebeple silahı birileri almışsa, bu evden biri olmalıydı. Yeni rütbe almış, amirlerinin gözüne girmeye niyetli bu taze hakimin yükselişi böylesine bir ihmal ile durmamalıydı. Bu sebeple hem kendisi, hem de profesyonel sorgu ustası bir polis arkadaşınca tüm aile sorguya çekiliyor. İşte bu noktada aile içi güvenin kaybolduğu yerde, hem ailesine güvenen İman'ın içine kuşku giriyor, hem de kocasına tamamiyle sadık olan annenin sadakatinde çatlaklar oluşuyor. 'Aile dinamiklerini, huzurunu ve bütününü bozan şeyin, silahın kaybolması ve bunun sonucunda aile fertleri içine düşen kuşku ve güvensizlik' seklinde bir okuma yapacak olursak, filmin isminin buraya refer ettiğini düşünebiliriz. Kısmen doğrudur da. Ama bu okuma filmin derin metnine yapılan bir haksızlık olarak karşımıza çıkacaktır. Gelin sizinle bir de Zymunt Bauman'ın modernite kavramı üzerinden bir okuma yapalım.

FİLMİN 'MODERNİTE' OKUMASI

Zygmunt Bauman 'modernite' kavramını, toplumsal kontrol ve düzeni sağlama adına, otoritenin bireyler üzerinde kurduğu baskının aracı olarak tanımlar. Ve modernitenin 'düzenleme ve denetim' üzerine kurulu olduğunu, her şeyi kontrol altına alarak kaos ve tehlikeyi bertaraf etmeye çalıştığını savunur. Bunu yaparken de devletin bürokrasi mekanizmasını kullanır. Bürokrasinin içinde var olan insanlar da bu yapıların birer aracına dönüşerek kendi özgürlüklerini kaybeder. 

Filmde kullanılan Kutsal İncir Ağacı metaforu, modern devletin bu kontrol mekanizmasını daha da somutlaştırır. Çünkü Kutsal İncir Ağacı, diğer ağaçları sararak onları boğar ve böyle hayatta kalır. Bu noktada sarmalanarak ölenin İman'ın ailesi değil, bizzat İman'ın kendisidir. Normal zamanda bir dava için 3 hafta çalışması gereken İman, günde onlarca davaya bakmakta ve hatta bakmamakta. Çünkü kendi önüne konan dava dosyalarında karar devrim muhafızlarınca çoktan verilmiş, kendisinden sadece imza atması istenmekte. Başlarda bunun vicdanını kaldıramayan İman'ın, filmin sonlarına doğru vicdanını 'bunu benden rejim istiyor, ben yapmasam yapacak bir başkasını bulurlar' düşüncesine doğru evrilişini görüyoruz. Yaşadığı değişim, Kutsal İncir Ağacının kurbanının, ailesinin değil, kendisinin olduğunu gösterir vaziyette. 

İman'ın film boyunca yaşadığı içsel çatışmalar ve ailesini kontrol etmeye çalışması, kendisinin artık Kutsal İncir Ağacı'nın kontrolüne girdiğini gösteriyor. Tohumun kendisine ekilişi de İman'ın boyun eğmesiyle başlıyor. Modern toplumda birey, devletin kontrol mekanizmalarına boyun eğdiği sürece bir 'eşyaya' indirgenir ve kendi varlığını yitirir. Filmde İman'ın geçirdiği dönüşüm, bu sürecin trajik bir anlatısıdır. İman, rejime olan sadakati nedeniyle ailesi üzerindeki baskıyı arttırırken, kendi kişisel kimliğini ve ahlaki değerlerini de yitirir. Bu noktada film, modernitenin birey üzerindeki baskısının nasıl bir kimlik yıkımına yol açtığını gösteriyor. Çünkü yine Bauman'a göre modernite, bireyi kimliksizleştirip onu bir makineye, bir siborga dönüştürüyor. Tıpkı İman'da olduğu gibi. 


Bauman'a göre modernitenin bürokrasi yoluyla kurmaya çalıştığı baskıcı rejim, sadece bireyleri değil, aynı zamanda aile yapısını da hedef alır. Aile, modern devletin baskıcı yapısının bir minyatüre edilmiş hali gibidir. Bu noktada bürokraside çalışan İman, rejime olan sadakatini nedeniyle kendi ailesini de bir 'düşman^gibi görmeye başlıyor ve baskıyı önce aile mekanizması üzerinden işleme alıyor. Çünkü bedeni ve ruhu -Kutsal İncir Ağacı metaforundaki- modernite sarmaya başladığında, kişi aile mefhumu da kaybeder. Ailesini bir aile bireyi olmaktan çıkarır ve diğer tüm insanlar gibi bir 'eşyaya' çevirir ve uygulaması gereken kanun veya baskıcı dikte onlar için de geçerli hale gelir. İkinci Dünya Savaşının ardından Arjantin'e kaçan ve daha sonra Mossad tarafından yakalanıp İsrail'de yargılan SS subaylarından Adolf Eichmann "Almanya'ya ihanet eden babam dahi olsa vururum" diyordu. İhanet kavramının zamana ve duruma bağlı değişken bir olgu olmasına bakmaksızın hem de. "O an gelen emir bu ise, ettiğim yemine bağlılık gereği gerekeni düşünmeden yaparım" diye de ekliyordu. Çünkü rejim, bireylerden mutlak bir itaat beklerken, bireylerin kendi ailelerine bile güven duymalarını engeller. İşte bu noktada İman'a gelen emir de buydu. 'Silahını senden saklayanı ne pahasına olursa olsun, bul' emri.

Yazının başında bahsedildiği gibi ise tüm bu süreç, bir kuş dışkısından bir ağacın kaçışı mümkün değil. Ancak bireyler de bir ağaç değil. Tohumu masum görüp kabullenmek ve onu yeşillendirmek kadar tohumun def'i de mümkündür. Nitekim İman'ın kızlarının rejime başkaldırışı ve karısının kocasına karşı değişen tutumu, modern toplumda bireylerin kontrol edilmeye karşı verdikleri tepkinin bir yansıması. Aile içinde yaşanan bu çatışma, aslında modernitenin bireyler üzerindeki baskısına karşı direnişin küçük çaplı bir örneği, minyatürüdür.



Toparlayacak olursam, Mohammad Rasoulof'un Kutsal İncir Tohumu filmi, İran sinemasının kronikleşen sorunu ile kronikleşen sinema anlatısını birleştiren bir toplumsal eleştiri filmi. Sadece İran'daki rejimi eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda aile içi baskı ve kadınların mücadelesi gibi evrensel temalara (ama bölgesel sorunlara) da değiniyor. Filmde Mahsa Amini olaylarına da değinerek filmi gerçeklik algısından uzak bir kurgusal yapım olmaktan çıkarıyor, ona gerçek yaşanmışlıklar katarak bir nevi belgesele çeviriyor. 

2024 Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye'ye aday gösterilen ama kazanamayıp Juri Özel Ödülü ile yetinen bu film, bu sene Almanya'nın Oscar aday adayı aynı zamanda. Geçen sene de Türk yönetmen İlker Çatak'ın The Teachers' Lounge filmini aday göstermiş ve En İyi Yabancı Dilde Film adayları arasına sokmuştu Almanya. Bu sefer de şansını İran sinemasından yana kullanıyor. Bakalım İlker Çatak ile yaklaştığı ödüle bu sefer yaklaşabilecekler mi, göreceğiz. Ama sanmıyorum.
( Gelecekten not: Yabancı Dilde En İyi Film dalında Almanya'nın adayı olarak yarıştı. Ancak ödülü I'm Still Here filmiyle Brezilya'ya kaptırdı. ) 

Son senelerde birçok ülkenin en önemli sinema yapımları mülteciler hakkında oluşmakta. Geçtiğimiz sene Everything Everywhere All At Once filminin Oscar'daki başarısının da bunda etkisi olsa gerek, Avrupa ülkelerinin Yabancı Dilde En İyi Film'de Oscar aday adayları da bu filmlerden oluşuyor. Bunlardan birisi de İran asıllı yönetmen Milad Alami'nin İsveç Yapımı Motstandaren (Opponent - Rakip) filmi. İsveç'e iltica eden eski bir güreşçinin hikayesinin anlatıldığı filmin başrolünde, İranlı yönetmen Asghar Ferhadi'nin Oscarlı ödüllü A Separation filminden tanıdığımız Peyman Moadi oynuyor.

Iman ( Peyman Moadi)

"Benim sessizliğim beni korumadı. Sizin sessizliğiniz de sizi korumayacak.

Feminist yazar Audre Lorde'nin bu sözleriyle açılan film, her ne kadar İsveç'e gitmiş ve ilticalarının kabul edilmesini bekleyen İranlı  eski bir güreşçiyi anlatsa da, özünde baş karakterin ailesi ile bastırılmış cinsel duyguları arasında kalışını işliyor. Bu yüzden sevdiği spor olan güreşi yaparken rakipleriyle değil, kendi iç benliğiyle güreşiyor desek yeridir. Böylesine bir iç çatışmayı güreş metaforu üzerinden anlatıma sunmak mantıklıca. Çünkü güreş, kaba kuvvet gerektirdiği için daha maskülen bir spor dalı olmasına rağmen iki erkek cinsin birbiri ile en fazla tensel temas halinde olduğu spor olması sebebiyle ironiktir de. Hele ki bizim Kırkpınar yağlı güreşlerinden sıkça gördüğümüz güreşçilerin ellerini birbirlerinin kıspetlerinden (giydikleri şort) içeri sokmaları bu olayın zirvesi niteliğinde.

Tüm bu iç çatışmalar yaygın da olsa sonuçta sahşi meseleler diyip yeniden toplumsal meselemiz olan mültecilere dönelim. Filmde mülteciler yerliler için flu görünümdeler. Bürokratik kayıtsızlıklarını aşmanız için onlara insan olmanızın ötesinde ölçülebilir bir şeyler sunmanız gerekiyor. Çaresiz oluşunuzun, çocuk oluşunuzun, kadın oluşunuzun, hatta hamile bir anne oluşunuzdan daha önemli bir kriter varsa o da iltica ettiğiniz ülke için yarışacak bir sporcu oluşunuzdur. Tüm kartlarını oynadıktan sonra elinde kalan -ama kullanmak istemediği ve kendisini yine o iç çatışmaya sürükleyeceğini bildiği- güreş kartını sürerek ilticasının kabulünü umuyor. Ve bedel ödemesi o noktada başlıyor. İç çatışmasında iki zıt kutbu oluşturan karısı Meryem ile güreşten arkadaşı Thomas arasında gitgeller yaşıyor. Birine yakınlaşmak diğerinden uzaklaşmak demekti kutup ve bu uzaklaşmayı Meryem cephesinde bariz bir şekilde görüyoruz. 

Mülteciler üzerinde yapılan bunca yapımın soruna odaklanılmasına mı yoksa tüm yaşananların önemsizleştirilmesine mi yol açacağını bekleyip göreceğiz. Çünkü yazının başlığında kullandığım "Sessiz Yığınların Gölgesinde" kitabında Jean Baudrillard'ın yine aynı kitapta geçen bir sözü var. "İçinde yaşadığımız dünyada haber oranı arttığı ölçüde anlam oranı da azalmaktadır." Ve yine aynı  kitaptan başka bir ifade de "Kitlelerin aradığı şey gösteridir. Yalnızca gösteri." diyor sosyolog yazar. Belki de tüm bunlar istenilen bu gösterinin bir parçasıdır.

Filmin yönetmeni İran asıllı fakat İsveç ve Danimarka'da yaşayan Milad Alami'nin bu ikinci uzun metraj filmi ve İsveç'in bu sene Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı. Geçen sene de İsveç yine başka bir müslüman yönetmen yapımı olan Boy From Heaven filmini aday göstermişti. Sünni islam alemi için önemi olan El Ezher Üniversitesindeki baş imam / rektör seçiminin anlatıldığı bu filmin büyük bir bölümü de İstanbul'da çekilmişti.  

Filmin kamera kaydı bize okuma yazma bilmeyen küçük Baktay'ın arkadaşı Abbas tarafından okuma yazma bilmediği için aşağılanması ve Baktay'ın bundan utanç duymasıyla başlar.Abbas küçük bir çocuktur ve arkadaşının okuma-yazma bilmiyor olmasının dalga geçilebilecek bir konu olmadığını henüz öğrenememiştir.Özellikle de Afganistan'da yaşıyorsanız,söz konusu bile olmamalıdır.

Filmin esas konusu utançtır.Utanç çerçevesinde gelişir herşey ve böylelikle ilk utancı Baktay yaşar.Abbas'ın okuduğu hikayeden sonra okumayı ve yazmayı öğrenmek Baktay için okumayı öğrenmek, bilmediği dünyalardan hikayeleri öğrenebilmek demektir.Annesi evden uzakta çalışmaktadır ve bakmakla hükümlü olduğu küçük bir kardeşi vardır.Defter lazımdır,kalem lazımdır ve bunları elde etmek için en önemlisi para lazımdır ve bunları sağladıktan sonra mühim olan önyargıları aşabilmektir.

Bazı hikayeleri sinemaya aktarırken basit anlatmak gerekir ve Yönetmen Hana Makhmalbaf Afganistan'da günlük hayatta var olan önyargılar eşliğinde okul hayatına atılmaya çalışan Baktay'ın ilk okul gününü yalın bir anlatım kullanarak bizlere sunar.Afganistan son 30 yılda 'iki süper gücün' işgaline uğramış ve Taliban rejiminin katı kurallarına göre yönetilen bir ülke.Afganistan ile ilgili hepimizin bildiği kabul gören en doğru bilgi budur sanırım.Bilmediğimiz ise bu rejimin ve süper güçlerin baskıları ülkeyi ve insanlarını ne hale getirdiğidir.Okula başlamak Baktay için Taliban rejimiyle tanışmak anlamına gelir ve önyargıların toplumun her kesimine nasıl işlediğine Baktayla birlikte seyirci oluruz.


Filmin isminin Buddha Collapsed Out of Shame olmasının nedeni Taliban rejiminin 2001 yılında ülkedeki Buda heykellerini yıkması ve filmin yıkılan heykellerin olduğu köyde geçiyor olmasıdır.Bu heykellerin yıkılması Afganistan adına bir utançtır.İdelojinin çocuklarda yarattığı tesir oyunların Taliban-Amerikan savaşı ekseninde şekillenmesi ve kız çocuklarına verilen değerle ölçülebilir.İçlerindeki nefretle ülke geleceğinin hangi doğrultuda şekilleneceğini tahmin etmek pekte zor değil.Uygulamaları oyun olarak çocukluğa yerleştirmek büyüyünce mücahit olmalarının en temel eğitimidir.Burada suçlanması gereken tek olgu Taliban rejimi değildir elbette.Sovyet işgali ve sonrasında Amerikan destekli Talibana emanet edilen bir ülke ve bu rejime uymak zorunda bırakılan halk ve son olarak Amerikan işgali.İşgaller arası kökten dinci bir zihniyete bırakılmak halkın bakış açısını da etkiler ve kurtuluşun burada olduğu düşüncesi halk içinde de yaygınlaşabilir.Bu nedenle son 30 yıldır Afganistan'ın kaderine itilen bir ülke olması tüm dünyanın suçudu,utancıdır.

İmgelemeler filmde çok önemli yer tutuyor ve Buda heykelinin önünde başına kese kağıdı geçirilmiş Baktay ve çocukların Talibancılık oyunu filmin konu anlatımının en yoğun olduğu sahnelerdir.Gökyüzünde her cisim Amerikayı temsil eder.Kağıttan yapılmış uçaklar veya uçurtma.Çocukların gözünde yere düşen herşey Amerikaya vurulan birer darbedir.Bazı şeyleri basit anlatmakta fayda var demiştik ve bu sahnede yönetmen bunu fazlasıyla basitleştiriyor.Taliban için Amerikanın ne demek olduğu,kız çocuklarının okumasına bakış açısı ve kadının toplumdaki yeri.Baktay'ın ilk okul gününde eğitimin sağlandığı mekanlardan bağımsız olan şeyler bunlar.Çünkü eğitim sistemi ve eğitim alanları işin içine dahil olduğunda eğitim sadece kadınlar için değil erkek çocukları için de gereksiz bir hâl almaktadır.


Filmin yönetmeni Hana Makhmalbaf İranlı bir yönetmen.Makhmalbaf ailesini İran sinemasını yakından takip edenler bilir.Muhsin Makhmalbaf'ın kızı olan Hana 19 yaşında iken bu filmi çekmiştir.Filmde hem Taliban rejimine,hem de Amerika'ya eleştiriler getirerek yaşanılan olaylara dıştan bir göz olarak bakmayı seçmiştir.Çocuklar Talibancılık oynarken ellerine birer ağaç dalı tutuşturduğu gibi,aynı çocuklar Amerikancılık oynamaya başladığında ağaç dalından daha detaylandırılmış silahlar tutuşturmuştur.Bu da Afganistan'daki Amerikan ordularına bir bakış açısıdır.

Yapımda Baktay'ın ve Afganistan'ın utançları dışında en önemli utanç son sahneye saklanmıştır.Kamera kaydını bitirirken beynimize dank eden tek düşünce;özgür olmak için başka yolların olması gerektiğidir.