May26

Fransa'nın Cannes kentinde bu yıl 78.si düzenlenen ve jüri başkanlığını Fransız oyuncu Juliete Binoche'nin yaptığı Cannes Film Festivali'nin ana yarışma bölümünde 22 film büyük ödül olan Palme d'Or için yarıştı. Festivale damga vuran iki yapım ise Jafar Panahi'nin It Was Just an Accident filmi ve Joachim Trier'in Sentimental Value filmi oldu.

Jafar Panahi

Festival yine politik mesajlarla örülü yapımların ve bağımsız sinemanın ön plana çıktığı bir festivaldi. İranlı yönetmen Jafar Panahi'nin seyahat yasağı altında çektiği It Was Just an Accident ile kazandığı Palme d'Or, festivalin özgürlükle kurduğu bağı yeniden hatırlattı. 

Ve kazananlar;

Ana Yarışma

Un Certain Regard

May24

Amerikalı felsefeci Hugh LaFollette, "Licensing Parents" adlı makalesinde oldukça radikal bir öneride bulunmuştu: Tıpkı araba kullanmak, silah taşımak ya da doktorluk yapmak gibi, ebeveynliğin de belirli bir ehliyete, yani bir sertifikaya bağlanması gerektiği.

Peki bu ne kadar doğru, ne kadar etik ve hatta ne kadar demokratik? The Assessment filminin bazı cevapları var. 


Fleur Fortune'nin bu ilk uzun metrajlı filmi, estetik ve de duygusal olarak buz gibi bir geleceği resmediyor. Sınırlı kaynaklar gerekçe gösterilerek gerçek hayvanların yasaklandığı, çocukların yalnızca "sertifikalı" çiftlere verildiği bir distopyayı bize çiziyor. Tüm yaşamın organikliği ve kaosu sterilize edilip algoritmik formüllere dönüştürüldüğü bu gelecekte bilim ile uğraşan bir çifte, Mia ve Aaryan'a misafir oluyoruz.

Mia (Elizabeth Olsen) geçmişin bitkisel dünyasını yeniden formüle edip, daha kısıtlı kaynaklarla laboratuvar bitkileri üreten bir bilim insanı iken, eşi Aaryan (Himesh Patel) gerçek hayvanların yasak olduğu bu dünyada eski hayat dostlarımızı simüle etmeye çalışan diğer bir bilim insanı. Organik olarak değilse de sentetik şekilde eski dünyayı yaşatmayı amaçlayan bir çift. Ancak her ikisinin de yapay şekilde tatmin olamadığı bir konu var; çocuk sahibi olmak. Fakat bunun için devletten izin almak zorundalar.

Bu noktada filme Virginia dahil oluyor. Virginia (Alicia Vikander), çocuk sahibi olmak isteyen ebeveynlerin başvurusu sonrası devlet tarafından eve gönderilen bir "gözlemci". 1 hafta boyunca aile ile birlikte kalan, onları mülakata alan, ev hayatını ve hatta seks hayatını inceleyen ve kendisinin de 'çocuk' olarak dahil olduğu bir 'role play' ile onların ebeveyn olarak çocukların yarattığı sorunlara karşı yaklaşımlarını test eden bir tür denetmen. Alicia Vikander'in Ex Machina'daki robot rolüyle hafızalara kazınan oyunculuğu, bu filmde Virginia karakteri ile rahatsız edici derecede kontrollü oluşuyla pekişmiş. Ex Machina'daki rolünden daha soğuk durduğu için Virginia bir insan mı yoksa sistemin surete bürünmüş bir algoritması mı, uzun bir süre emin olunamıyor. Takındığı tavır, sadece Mia ve Aaryan'ı değil, izleyiciyi de sürekli sınayan bir güç, bir tehdit oluyor. Çünkü ebeveynlik izni, sadece onun iki dudaklarının arasında.


Ebevenylik Sertifikası

The Assessment filmi, insanları çocuk sahibi olmadan önce bir haftalık bir gözlem sürecine tabi tutan bir distopik bir sistemde geçiyor dedik. Peki bu ne kadar distopik? Ve hatta ütopik? Ütopik diyorum, çünkü olması gerekenin bu olduğunu düşünen ve savunan görüşler var. Giriş kısmında bahsettiğim Hugh LaFollette bunlardan biri. 

LaFollette'ye göre ebeveynlik, hem birey, hem de toplum için yüksek risk barındıran bir sorumluluk, tıpkı araba sürmek gibi. Kötü ebeveynliğin çocuğun gelişimine ve toplum sağlığına ciddi zararlar içerebileceğini ve bu yüzden devletin, riskli faaliyetleri düzenlediği gibi, ebeveynliği de düzenlemesi gerektiğini savunuyor. Yalnız da değil. Bir diğer Amerikalı felsefe hocası Michael T. McFall yazmış olduğu 'Licensing Parents: Family, State and Child Maltreatment' adlı kitabında, çocuk istismarı sorunuyla en iyi şekilde nasıl başa çıkabileceğini ele alırken çeşitli politika seçeneklerini inceledikten sonra nihayetinde ebeveynlere lisans verme politikasının en doğru çözüm olduğunu savunuyor. 

Tüm bu görüşlere eleştiriler tabi ki var. En basitiyle bu, temel insan haklarına aykırı bulunuyor. Üreme hakkı, çoğu anayasal sistemde temel bir insan hakkı olarak tanımlanıyor. İkinci bir neden ise ayrımcılığa açık kapı bırakıyor oluşu. Karar verici mekanizmanın belli bir siyasi, etnik, dini grubu destekleyecek ve onların üremesine müsaade edip, diğerlerine etmeyerek demografik bir dizayna girişebileceği endişesini taşıyor oluşu. Bu risk ile dünya Hitler zamanında yüzleşmişti. Hitler de ari ve sağlıklı bir ırk yaratma fikriyle sağlıklı ve beyaz Alman olmayan kişilerin itlafını(!) ve kısırlaştırılmasını istemiş ve bunu geniş bir çapta da uygulamıştı. 


Tekrar filme dönersek, The Assessment görsel diliyle Alicia Vikander'in daha önce oynadığı Ex Machina filmini andırıyor olsa da ondan daha çok renk paletini ve simetriyi barındırıyor. Oyunculuklara baktığımızda Aaryan karakterini canlandıran Himesh Patel sürekli şaşkın bakışlarıyla ortada dolanırken Mia karakterini canlandıran Elizabeth Olsen daha fazla duygusal çeşitliliğe sahip oyuncu olarak sunumunu yapıyor. Ama alkışın en büyüğü tabi ki Virgina karakterine can veren Alicia Vikander'e gidiyor. Soğuk ve ciddi duruşunu film boyunca korusa da arada onu güldürmeyi başarabildikleri zamanlarda attığı minik gülüşler bizlerin de yüzümüzün gülmesine sebep oluyor.

Finalde film, sistemi eleştirenlere bir çözüm sunmak yerine onları sistemin dışına atıyor. İzleyici açısından da filmin finali tıpkı sistemin kendisi gibi, bir son sunmak yerine kontrolü elden bırakıyor, soruları seyircinin kucağına bırakıp kaçıyor. İyi de ediyor. 

May19

Geçen sene Cannes'da yarışan bu animasyon filminin yüzeyine baktığımızda bir masal anlatıyor gibi: yakın zamanda çocuklarını kaybetmiş fakir bir ormancı çift, tanrılara edilen dualar ve bir gün ormanda bulunan tren camından dışarı atılmış bir bebek. Onu camdan atan kişiye lanet ediyorsun. Ama daha dur, trenin içini henüz görmedin. 


Oscarlı yönetmen Michel Hazanavicius (The Artist, 2011) imzası taşıyan The Most Precious of Cargoes, Jean-Claude Grumberg'ün aynı adlı eserinden uyarlanan bir animasyon filmi. Film, karlar içinde yaşayan bir çiftin, trenden atılan bir bebeği bulmasıyla değişen hayatlarını konu alırken, aynı zamanda bizlere tarihsel bir hafıza tazelemesi yapıyor: insanlığın en karanlık dönemlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı yıllarını ve tabi ki Yahudi Soykırımını. 

Trenden atılan çocuğa geri dönelim ve trenden onu atana bakalım. Trenle Nazi toplama kampına götürülen binlerce insan ve içlerinde ikiz çocukları bulunan bir baba. Camdan gördüğü kadının onu kurtarması umuduyla çocuklarından birini camdan dışarı, karların üzerine atılıyor. Nil Nehri'ne bırakılan Musa gibi, o bebek de kendi ırkına düşman olan ellere emanet ediliyor. Treni izleyen ve trenin tanrısına dua eden kadının dikkatini çekiyor ağlayan bir bebek sesi ve onu bulup sahipleniyor. Yakın zamanda kendisinin de kaybettiği çocuğunun yerine tren tanrısı tarafından gönderilen bir "hediye" olarak. Siyah beyaz tonda hazırlanmış bu filmin, ilk canlı rengi de burada beliriyor gözümüze, bebeğin üzerindeki kırmızı. Bu kırmızı ile de yine bir soykırım filmi olan Schindler's List filmindeki kırmızı paltolu kız çocuğuna bir gönderme düşünülmüş. 

Filmin başlarında eve getirilen bu bebeği 'kalpsizler'in çocuğu olduğu gerekçesiyle istemeyen, onlara ait olan bir bebeğin eve getirilmesinin eve uğursuzluk getireceğini düşünen oduncu baba, filmin ilerleyen zamanlarında 'kalpsizler'in de birer kalbi olduğunu çocuğa dokunduğu bir anda hissettiği kalp atışıyla anlıyor. Karakter ismi veremiyorum, çünkü yok. Bununla da anlatının bireyleri değil, insanlığın evrensel halini temsil ettiği vurgulanmış. Yani tüm insanlık, Yahudileri kalpsiz belleyen ve onlara karşı ön yargılı-imiş(!). 


Ancak filmin bakış açısı bana fazlasıyla anti-antisemitik geldi. Filmin sonunda anlatıcının Holokost inkarcılarına gönderme yaparak "bu film de bir kurgu, ama inkarcılar da Holokost'un kurgu olduğunu düşünüyor" demesi, amacın sarkastik bir sataşma olduğunu gösteriyor. Çünkü bu ifade her türlü eleştiriyi 'inkarcılık' kategorisine sokan kapalı bir retoriğe dönüşüyor.

Kurgu mu? Size gerçeğini vereyim:

İkinci Dünya Savaşı ve dram bir arada kullanıldığında aklımıza ilk gelen şey Holokost oluyor. Holokost'un inkarı ya da küçümsenmesi düşünülemiyor, düşünülmemeli de. Oysa 85 milyona yakın insanın öldüğü bir savaşın yegane mağdurları tek bir millet olamaz, olmamalı. Kaldı ki bu mağdur edebiyatının ekmeği 100 yıla yakındır bitmek tükenmez şekilde yeniyor. Yahudi halkının tarihsel travmaları, onları adaletin evrensel savunucuları haline getirmesi gerekiyorken, bugün bir devlet aygıtı olarak İsrail'in yürüttüğü yıkım, bu tarihsel hafızaya keskin bir tezat oluşturuyor.  Yahudi kimliğini taşıyan bir bebek için verilen bir savaşın anlatıldığı bir filmle, günümüzde Filistinli çocukların hedef alındığı bir gerçek arasındaki çelişki, yalnızca siyasi değil, derin bir insani problem olarak karşımıza çıkıyor. Filmde anlatılan bu dramın kurgu olduğunu pişkince söylemek yerine, dram için kurgu bir hikayeye girişmeyip, hali hazırda Gazze'de gerçekleşen bir katliam ele alınabilirdi. Sırf kimlikleri Yahudi değil diye ve hatta sırf katleden kişilerin bizzat Yahudilerin kendisi diye bu zulme sessiz kalmak filmde anlatılan iki yüzlülüğün, hayvanlığın, taraflılığın ve ön yargının ta kendisidir.

Film boyunca kurgu karakterden oluşan bir bebeği korumak için gösterilen cesaret, inanç, vicdan ve insanlık bugün gerçek dünyada ölen çocuklar için gösterilmiyor. Geçmişte zulme uğramış olan bir halkın, bu kez zulmü uygulayan aygıtı olan İsrail devletinin askeri operasyonlarıyla her gün onlarca çocuk ölüyor. Filmin tabiriyle "en kıymetli yükler" yine parçalanıyor ve biz de onları taşıyan trene, öküze bakar gibi bakıyoruz. 

May17

Yılın o zamanı geldi çattı. Geçen sene 163 milyon kişinin izlediği Avrupa'nın en büyük müzik etkinliği olan Eurovision sadece bir yarışma değil, aynı zamanda ulusal kimliklerin sahneye taşındığı kültürel ve yer yer siyasi bir gösteri. Ama işin sonunda herkesin aklında tek bir soru var: "Kim kazanacak?" Ve daha önemlisi: "Nasıl kazanılır?" Her iki soruya da cevap vereyim.


2003 yılında Sertap Erener'in Every Way That I Can şarkısı ile birinciliği kazandığı Eurovision Şarkı Yarışması'na 13 senedir Türkiye katılmıyor. En son 2012 yılında Can Bonomo ile katılmış ve 7. olmuştuk. Her ne kadar katılmama kararımızın bu derece ilişkisi olmasa da, daha iyi derece yapmanın ve hatta kazanmanın bazı formülleri olduğu gerçeği var. 

Şarkının Ritmi: Euro-banger mı, Ballad mı?

Müzikolog Joe Bennett'e göre Eurovision'da iki temelli müzikal tarz öne çıkıyor:
  • Euro-banger: Yüksek tempolu (120+ BPM), elektronik alt yapılı, sahneyi çoşturan parçalar.
  • Duygusal Ballad'lar: Yavaş tempolu (yaklaşım 70 BPM), his yüklü slow parçalar.
Son yılların kazananlarına bakıldığında yüksek tempolu şarkılarla kazananlar daha fazla. Ritm grafiği incelendiğinde ise yürüme hızı diye tabir edilen andante (80-100 BPM) ile başlanıldığı, daha sonra moderato (100-120 BPM) ile devam edip ritmin yükseltildiği ve kısa süreliğine ritmin yeniden 80 RPM civarlarına çekilip ardından allegro (120-150 BPM) ile yüksek ritmle sonlandırıldığını görüyoruz. Bana göre bu ritmik aritmetiğin ilk kullananı da Sertap Erener. Ondan sonraki şarkılarda ritmik olarak Every Way That I Can' e en yakın olanlar genelde başarıya ulaşanlar oldu.

Tema ve Sözler: Kendine Güven ve Evrensel Mesajlar

Kazanan şarkıların büyük bir kısmı özgüven, kişisel yükseliş ve birlik temalarını işlemiş. Mesajı olan dinleyende anlam ifade eden yapımlar öne çıkıyor. Ve tabi ki de dil. son 24 kazananın 18'i tamamen İngilizce şarkılardı. Akılda kalıcı melodisi ve seyirciye eşlik etmesi için ritmik bir ses veren şarkılar İngilizcesiz de başarılı olabilir ancak. 

Sahneleme: Akılda Kalıcı Bir Show

Harika bir şarkı kadar şarkının sunumu da her şeyde olduğu gibi burada da önemli. Ancak Eurovision'da bazı kısıtlayıcı kurallar var ve bunlardan biri de çılgın sahne showları. Bu sebeple sade ama akılda kalıcı ve performansın şarkı ritmiyle uyumlu olduğu sahne showları gerekli. Geçen senenin kazananı Nemo'nun The Code şarkısının sunumunda kullandığı dev bir dönen disk performansı bu sade ve etkileyiciliğe güzel bir örnek. 

Ulusal Esintiler: Azıcık Etnik, Çokça Pop

Ülkelerin yöresel folk müzik unsurlarını modern pop ile harmanlaması hem ülke müziğinin tanıtımına, hem de kitleye farklı bir haz vermesine sebep oluyor. Bütünüyle folk müzikten oluşan şarkılar beğenilse de geniş kitleye hitapta zorluk yaşıyor. 2024'te Ermenistan adına yarışan Ladaniva'nın Jako şarkısı buna örnek. Güzel bir parçaydı ama bütünüyle ermeniydi. Nitekim orta sıralarda kaldı.

Medya ve Tanıtım: Yarışma, Sahnesinden Önce Başlar

Her ödül organizasyonunda olduğu gibi bu yarışmada da bilinirlik önemli. Medyada daha önce yer edinmiş isimlerin halk oylamasında avantajı olabiliyor. Özellikle sosyal medyada önceden viral olmuş isimler ve şarkılar yarışma gecesi daha fazla ön planda oluyor. 

Ülke İmajı: Sevilmeyenlerden Olmayın

Bölgenin içinde bulunduğu siyasi konjonktür elbetteki bu yarışma için de önemli. Temsil edilen ülkenin sevilmese de en azından nefret edilmeyen bir ülke olması gerekiyor. Katılmaları yasaklanmış olsa da en iyi şarkıyı yapıp gelseler bile Rusya'nın kazanabileceği bir yarışma değil mesela. O sebeple ülke liderlerinin o sene içerisinde çok pot çok kalp kırmamış olması da gerekiyor. Bunun yanında birbirine sadık, her halükarda sana 12 puan verecek komşuluklar da önemli. Kemik puanlar bunlar. Üzerine de yukarıdaki maddeler eklenirse, gelsin sana birincilik. En azından ilk 3 garanti diyorum. 


Bu senenin Öne Çıkan Şarkıları:

Peki bu senenin adayları nasıl ve yukarıdaki kriterlerin kaçta kaçına sahipler. Öne çıkan birkaçına bakalım.

İsveç: Kaj - Bara Bada Bastu

Sözlerinin ingilizce olması dışındaki yapısal kriterleri en fazla yerine getiren parça bu, dolayısıyla ilk 3ü en garanti şarkı olabilir. Orta ritmle başlayıp, sonra yükselen ve biraz ritmi düşürüp tekrar yükselten ritm grafiğine en uygun şarkı bu gözüküyor. Şarkı ismini nakarat kısmında sıklıkla kullanıldığı için seyirciye eşlik etmelik malzeme de sunuyor. Bu sebeple kazanması yüksek muhtemel şarkıların başında geliyor.

Fransa: Louane - Maman

Geçen sene Slimane - Mon Amour adlı slow parçayla yarışmaya katılan ve 4. olan Fransa bu sene de slow ezgilerden devam edip ritmi bir tık daha arttırmış. O geçen sene kaldığı yerden yukarı doğru bir hamle yapacaktır. Ölüsü ilk 4.

Hollanda: Claude - C'est La Vie

Fransızca sözle yarışan bir diğer şarkı da bu. İngilizce'den sonra ekmeği en çok yenen ikinci dil. Fransanın şarkısının arkasında kalacaktır ama yine üst sıralarda yeni var. Geçen sene final öncesi diskalifiye edilen Hollanda için yine de bir can suyu olur.

Avusturya: JJ - Wasted Live

Geçen sene Ukrayna'nın Teresa & Maria şarkısı ile doldurulan Soprano tonu bu sene JJ dolduruyor diyebiliriz (ancak bir erkek ile). Geçen sene 3. olan bu segment, bu sene Ukrayna'nın başarısını yakalayamaz gibime geliyor. ama standart bir Avusturya sıralamasına göre üst sıralarda olacağı garanti.

Sürprizler

Bazı ülkelerin standart sıralamasından üstte olacağın düşündüğüm parçalar var. Kazansalar şaşırmayacağım, ama standart sıralamalarının altına düşerlerse şaşıracağım şarkılar bunlar.

Malta: Miriana Conte - Serving

İngilizce yazılan bu şarkı hem hareketli hem de K-pop izleri taşıyor. Bu sebeple gençlerden oy alabileceğini düşünüyorum.

Arnavutluk: Shkodra Elektronike - Zjerm

İngilizce dilini kullanmasa da ritm kuralına uyan şarkılardan biri. Bu sebeple üst sıraları rahatlıkla alacaktır.

Estonya: Tommy Cash - Espresso Macchiato

Şarkıyı dinlediğimde gözümde şimdiden bu şarkının kullanıldığı reels videoları belirdi. Yarışmada iyi bir derece alacak ve şarkı reels videolarında karşımıza çıkacak türden. Şimdiden hazır olun.

2025 in KAZANANLARI

Avusturya - 436 Puan ( JJ - Wasted Love )
İsrail - 357 Puan ( Yuval Rafael - New Day Will Rise )
Estonya - 356 Puan ( Tommy Cash - Espresso Macchiato )
İsveç - 321 Puan ( KAJ - Bara Bada Bastu )
İtalya - 256 Puan ( Lucio Corsi - Volevo Essere Un Duro )
Yunanistan - 231 Puan ( Klavdia - Asteromata )
Fransa - 230 Puan ( Louane - Maman )
Ukrayna - 218 Puan ( Ziferblat - Bird of Pray )
Arnavutluk - 218 Puan ( Shkodra Elektronike - Zjerm )
İsviçre - 214 Puan ( Zoe Me - Voyoge )
Finlandiya - 196 Puan. ( Erika Vikman - Ich Komme )
Hollanda - 176 Puan ( Claude - C’est La Vie )



May13

Yıl 1987...5 bölümlük mini dizi olan ve Faik Baysal'ın aynı isimli tiyatro eserinden uyarlanan Kavanozdaki Adam, o dönemin teknoloji ve estetik kısıtlarına rağmen ortaya konmuş bir eser. Düşünün ki televizyonda tek bir kanal var. Ama o kanalda beyin nakli üzerinden felsefe, kimlik, hafıza, benlik, sınıf ve iktidar gibi konular konuşuluyor. Tek kanaldan çoğulculuk fışkırmış. Şimdilerde ise bin kanalda tek ses çınlıyor. 



Özetle dizi; barış üzerine eserleri bulunan ünlü yazar Semih Şerifoğlu (Ahmet Mekin) beyninde tümör olduğunu öğrenir. 5 ay biçilen ömrü uzatmanın tek yolu Prof. Kenan Aksal'ın (Metin Serezli) kendisine önerdiği beyin naklidir. Önce "Beyin nakliyle hayatta kalan ben olmayacağım, nakledilen beyin olacak" diyerek kabul etmez. Daha sonra kabul eder ve kendisine zıt birisinin; eğitimsiz, köylü, kan davasında vurulmuş Mehmet'in beyni nakledilir. Ve bu sayede birbirine zıt bu iki karakterin sınıfsal çatışmasını tek bir bünyede görürüz.

Dizinin yönetmeni Mesut Uçakan'ın bir gazeteye verdiği röportajda;
"Biz orada bir kol, bir böbrek naklinden söz açmadık. İnsanın ve giderek cemiyetin hayatına hakim olabilecek, çok daha ürpertici neticeler doğurabilecek bir hadise üzerinde durduk. Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Direkt batıya yönelik, batının insan tipine yönelik bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Oysa doğu insanıyla, Müslüman prototiple batının kefere insan tipi birbirine zıttır." dediklerinden de anlaşılacağı üzerine dizinin, bir beynin başka bir bedende varoluşu üzerine getirdiği sorular sadece teknik ya da felsefi değil, aynı zamanda sosyololik bir metaforu da barındırıyor.

Dizideki Semih-Mehmet ikiliği üzerinden yürütülen 'kimlik' ve 'hakikat' meselesi, bugün çok daha geniş bir bağlamda ele alınabilir. 1980'lerin Türkiye'sinde, darbe sonrası yaşanan siyasi travmalar, kimlik krizleri ve modernleşme sancıları Kavanozdaki Adam'da beden/bilinç arasında simgeleşirken, bugünün Türkiye'sinde benzer sorunlar dijital kimlikler, yapay zekalar, gözetim kapitalizmi eşliğindeki yapay profiller düzleminde ortaya çıkıyor. Ancak bu sorulara sanatsal düzlemde verilen tepkiler ne yazık ki bünyemizde bulunmuyor. Sanki medya kanalları çoğaldıkça cesaret azaldı, ekranlar büyüdükçe hikayeler küçüldü. 

Bugünün dizilerinde beyin nakli değil, en fazla kalp çarpıntısı var. Karakterler genellikle baba parası, yarım kalan aşk, zenginin fakire aşkı üçgeninde dönüyor. Ya da mafya babası olup aynı zamanda romantik erkek olma başarısı gösterebilmiş erkekler doluşuyor. Çünkü kitle çok derine girerse boğulabilir diye korkuluyor. Halbuki Kavanozdaki Adam, izleyiciyi direkt okyanusa atıyor: "Al düşün bakalım".


Yapımsal ve oyuncu bakımından irdeleyecek olursak, yazının başında da dediğim gibi, teknolojik ve estetik kısıtlara takılmış bir dizi. Yapımsal ve anlatımsal eksiklikleri olsa da oyunculukları -ki özellikle Ahmet Mekin'in oyunculuğu- ile günümüzde bile hala izlenebilir bir yapım. Ancak bu vakte kadar değindiğim mesele de yapımın neyi nasıl anlattığından ziyade, denenen fikirsel yelpazenin genişliği. 

Yazıya, hastalığı sonrası yanına gelen kızı Nazlı'ya Semih'in şu sözleri ile son vereyim:
"Nasıl anlatsam bilemiyorum. Ne yazık ki her şey izaha gelmiyor. Bak Nazlı, bir yolda olduğunu düşün. Upuzun, hiç bitmeyecek sandığın bir yolda. Bir gün aniden yol tükeniveriyor ve önün uçurum. Dehşetle, korkuyla geri kaçmak istiyorsun, fakat bir de bakıyorsun ki yıllardır kat ettiğin yol ortada yok. Kala kalıyorsun ve nefesin daralmaya başlıyor. Derken bir cam kavanoz içerisinde olduğunu fark ediyorsun. Yıllarca bir cam kavanoz içinde boşu boşuna dolandığını.. Çaresiz,hava bitecek ve nefes alamayacaksın. İşte o an öleceksin sanıyorsun. Ölecek ve yok olacak, rahata, ebedi rahata kavuşacaksın. Ama ölmeyeceğini fark ediyorsun Nazlı. Artık nefes alamamanın ölmek demek olmadığını fark ediyorsun. Anlıyorsun değil mi? Sadece kavanoz! Kavanoz parçalanıyor, o kadar."

May8

Bazı filmler vardır, izleyip geçemezsiniz. Onlar, hikaye anlatmaz, bir coğrafyayı, bir kültürü, bir alt kimliği anlatır. Kaan Müjdeci'nin 2014 yapımı Sivas filmi tam da böyle bir film. Bugün Türkiye'de yeniden sokak köpeklerinin 'toplatılması' ve 'uyutulması' gündemdeyken, Sivas'ı yeniden hatırlamak gerekiyor. Çünkü bu film, sinemada gördüğümüz köpeğe üzülüp, sokakta gördüğümüz köpeğe kayıtsız kalmamızın çelişkisini yüzümüze vuruyor. 


Film, 11 yaşındaki Aslan ve yaralı bir dövüş köpeği olan Sivas'ın hikayesini anlatıyor. Filmi güzel yapan klişelikten uzak duran doğallığı. Tipik bir çocuk-köpek filmi anlatısına sahip değil. Ne Aslan tam anlamıyla 'masum' bir çocuk olarak resmediliyor, ne de Sivas romantize ediliyor. Aslan, toplumun dayattığı erkeklik kalıplarıyla büyümeye çalışan, hem öğretmeni hem de ailesi tarafından erkek olmaya, güçlü olmaya zorlanan bir çocuk. Sınıf arkadaşına aşık olur ama bunu gösteremez. Sahneye çıkmak ister ama 'büyümemiş' sayıldığı için bu da olmaz. İşte bu noktada yaralı olduğu için terk edilmiş dövüş köpeği Sivas giriyor hayatına. Tanıştıklarında her ikisi de yaralı, her ikisi de henüz 'olmamış' iken, Sivas astık Aslan için bir güç sembolü oluyor. Ailesinin dikkatini çekmesine, arkadaşları arasında itibarı artmasına sebep olur. Sivas'ı maskülenliğini ispat için kullanıp sevdiği kıza Sivas'ın gücü üzerinden kur bile yapıyor. Ama bu masum ilişki daha sonraları naif bir çocuk-köpek bağı olmaktan uzaklaşıyor. Sivas köpek dövüşlerinden kan, diş lekeleri arasında kalabalık tezahüratlar eşliğinde hem kendisinin, hem de sahibi Aslan'ın 'erkekliğini' ve 'gücünü' ispat için savaşıyor. Peki biz bu sahnelerde neyi izliyoruz gerçekte? Bir köpeği mi? Bir çocuğu mu?

Sivas filmi, Türkiye'nin kırsal gerçekliğine dair sert ama en azından dürüst bir tablo çiziyor. Hayvanların araçsallaştırıldığı, işe yaradığı sürece değer gördüğü kültürü bize gösteriyor. Dövüştürülen köpekler de dövüş edemez hale geldiklerinde ya dışlanıp açık arazilere terk edilir ya da yok edilir. Filmin sonunda köpeğini artık dövüştürmeyeceğini söyleyen Aslan'a söylenen sözler: " O niye la? O bir it. Kapının önünde dursun da çocukları mı kovalasın. Herkes yerini bilecek, it de itliğini bilecek. Sen ona yal (mama) veriyorsan o da bunun hakkını verecek, boğuşacak." insan ile köpek arasındaki çizgiyi bu menfaat çerçevesi üzerinden çiziyor. Şehirlerde de farklı manzara yok. Sokak köpekleri ya tehdit olarak görülüyor ya da romantize edilerek parlatılıyor. Arası yok. Bu ikili bakış arasında yok olan ise hayvanların kendisi oluyor. Sözüne şöyle devam ediyor "Sen it olarak doğ, vay ben aslanım, aslan olacam de" ile hem kendisini ispat etmeye çalışan Aslan'a sınıfsal bir had bildiriyor, hem de bir köpeğin sadece köpek olarak kalacağını vurguluyor. 


Filmin en dikkat çekici başarılarından biri, köpeği simgeselleştirmeden bir karakter olarak sunabilmesi. Sivas sadece bir hayvan değil, izleyicinin gözünde canlı, hissedebilen, acı çeken bir birey. Ancak film boyunca Sivas'ın kaderi, Aslan'ın toplumdaki konumuyla doğrudan ilişkilidir. Hatta çoğu kez bu iki karakter iç içe geçmiş vaziyette.  Sivas'ı dövüşüyor görürüz ama dövüşen Aslan'ın iç dünyasıdır. Yaralan Sivas'tır ama acı çeken Aslan. Sivas'a kimliği üzerinden had bildirilir, ama had bilen Aslan olur. 


Sokak köpeğinden vakti zamanında ben de dost edinmiştim. Çocukluğumuzda televizyon ekranlarında dönen Lassie filminden esinlenip adını da Lassie koymuş, bir aşağı bir yukarı koşturup durmuştuk. Her mahallenin vardı böyle köpeği. Çocukların isim verdiği, kasabın artık etleri verdiği, annelerin kızdığı ama gizliden su bıraktığı. Yeni yasa ile ne bu tarz yeni dostluklar kurulabilecek, ne de Sivas filmi gibi filmler yapılacak. Yapılsa da sokakta düşman olarak benimsememiz yüzünden toplatılmış köpekleri sinemada yeniden kahraman yapacak ikiyüzlülüğümüzle yapılacak.