Kadınların yargılanmadan;erkeklerle flört etmek, evlilik dışı çocuk sahibi olmak, tecavüze uğramak gibi suçlardan hapse atıldığı ve ücretsiz çalışmaya mahkum edildiği dönemleri anlatan 2002 yapımı bu film Taliban yönetimi altındaki Afganistan'da geçmiyor. Kürtaj konusunda 'çocuğun ne suçu var, anası kendisini öldürsün' ya da mini etek giyen bir kızın tecavüze uğramasına "giyiyorsan neticesine katlanırsın" diyen Melih Gökçek dönemi Ankara'sında da geçmiyor. 2000li yıllara kadar bu uygulamaya ev sahipliği yapan ülke İrlanda.


Peter Mullan'ın 2002 yapımı The Magdalene Sisters filmi, Katolik Kilisesi'nin 20.yüzyıl İrlandası'nda kadınlara yönelik sistematik baskı ve şiddetini gözler önüne seren, sarsıcı ve öfke dolu bir gerçek uyarlaması. "Düşmüş kadınlar" olarak yaftalanan binlerce genç kadının zorla çalıştırıldığı Magdalene çamaşırhanelerine hapsedilen 4 genç kadının (Margaret, Bernadette, Rose, Crispina) yaşadığı travmaları, direniş biçimlerini, kaçmaya çalışmalarını mercek altına alırken, gerçeklik ile dramatik kurgu arasında gidip gelen etik ve politik bir söylem üretiyor. 

Magdalene çamaşırhaneleri, görünüşte 'günahkar kadınları arındırmak' amacıyla kurulmuş. Ancak bu arınmanın anlamı, kadınların fiziksel, duygusal ve ruhsal olarak aşağılanması olarak tezahür ediyor. Evlilik dışı hamilelik, tecavüze uğramak, flört etmek, fazla güzel olmak ya da sadece öksüz olmak gibi gerekçelerle bu kurumlara kapatılan kadınlar, yıllarca ücretsiz çalıştırılıp, ailelerinden ve dış dünyadan izole edilerek şiddete maruz bırakılmış. İrlanda hükumeti de sadece genç kadının anne ve babasının rızası karşılığında bu işlemleri, içeri konulan genç kadının rızası önemsenmeden, onaylamış. 

Film, Margaret (Anne-Marie Duff), Bernadette (Nora-Jane Noone), Rose (Dorothy Duffy), Crispina (Eileen Walsh) adındaki dört genç kadının çamaşırhaneye düşme hikayesi üzerinden bu sistemi anlatıyor. Margaret tecavüze uğradığı için, Bernadette erkekler kendisiyle ilgilendiği için, Rose evlilik dışı çocuk sahibi olduğu için buraya 'temizlenmeye' gönderiliyor. Hali hazırda içeride bulunan Crispina'nın suçu(!) ise zihnen biraz özürlü oluşunun erkeklerce suistimale açık oluşu. Ama gel gör ki erkeklerce suistimale uğramamak için kapatıldığı bu kurumda, erkek rahiplerin cinsel istismarına maruz bırakılıyor. 


Filmin en karanlık yüzlerinden biri, rahibe Sister Bridget (Geraldine McEwan). Kurumun başında bulunan bu rahibe, temizlenme/arınma kisvesi altında bir sadizm pratiği yürütüyor. Kadınların soyularak çıplak bedenleriyle alay edilmeleri, sopayla dövülmeleri, saçlarının kesilmesi, durmadan aşağılanıp değersizleştirilmesi gibi uygulamalar, dinin nasıl bir disiplin ve cezalandırma mekanizmasına alet edildiğini gösteriyor. Michel Foucault'un Hapishanenin Doğuşu (1975) adlı kitabında tarif ettiği gözetim toplumu, burada birebir işleniyor. Kadınlar sürekli izleniyor, kontrol ediliyor, 'kurtulmaları/arınmaları' için itaat etmeleri isteniyor. Bunu yaparken de kullanılan en büyük silah ahiret hayatındaki ebedi mutluluk oluyor. 

Yönetmen bu sistemi yalnızca dramatik sahnelerle değil, iğneleyici bazı unsurlarla da eleştiriyor. Örneğin bir papazın üç yeni çamaşır makinesini kutsaması ya da hapishanedeki kızlara noel hediyesi olarak The Bells of St.Mary's filmin izletilmesi. Şöyle ki baş rolünde Ingrid Bergman'ın oynadığı 1945 yapımı bu filmde; sıcak, sevgi dolu ve idealleştirilmiş bir Katolik okulu anlatılıyor. Oysa The Magdalene Sisters'ta izlediğimiz ortam, izletilen filmle idealize edilmiş tabloya tam zıt bir manzaradadır. Rahibeler merhametli değil, acımasızdır. Ortam eğitici değil, baskıcıdır. Kadınlar sevilmez, aşağılanır. 

Filmin gösterilmesinden sonra Katolik Kilisesi, filmi tek tarafllı, abartılı ve anti-katolik propaganda olarak suçlamış. Ancak bu tepkiler, filmin sunduğu tanıkların ve belgelerin karşısında etkisiz kalmış. Nitekim 2013 yılında İrlanda Başbakanı Enda Kenny, Magdalene mağdurlarından resmen özür dileyerek (BBC), devlete bağlı olarak çalışan dini kurumların sorumluluğunu da kabul etmiş. Bir bakıma tüm bu yaşananları doğrulamış ve akabinde tazminat ödemelerinde bulunmuş. Fakat bu özürler siyasi bir takım jestlerden öteye gidilememiş, asıl yüzleşmeyi yapması gereken Katolik Kilisesi herhangi bir özür yayınlamamış. 


The Magdalene Sisters, vizyona girdiği sene olan 2002 yılında birçok festivalde adaylık almış olsa da büyük çaptaki tek ödülü Venedik Film Festivali'nin en büyük ödülü olan Golden Lion olmuş. Ancak getirdiği ses ve tartışmalara bakacak olursak The Magdalene Sisters yalnızca bir film değil, toplumsal hafızayı tetikleyen bir vicdan yansımasıdır. Kadınlara yönelik kurumsal şiddetin, dinsel dogma ve ahlaki dayatmaların normalleştirildiğini gözler önüne sererken, izleyiciyi pasif bir tanık olmaktan çıkarıyor ve hesaplaşmaya zorluyor. Susan Sontag'ın dediği gibi 'acıya bakmak yalnızca onu görmekle değil, sorumluluk almakla ilgilidir.

(Kanadalı şarkıcı Joni Mitchell, bu düzeni anlattığı The Magdalene Laundries adlı şarkısında bu çamaşırhaneye gönderilen kızların suçlarının bazılarını şöyle sayıyor: "erkekler tarafından kendilerine bakılmaları", "evlilik dışı hamilelik, çoğu kendi babasından veya mahalle rahibinden." ve davamında o hayatı bizlere anlatıyor.)

Danny ve Michael Philippou kardeşler, ilk filmleri Talk to Me ile elde ettikleri başarının ardından çıtayı hem biraz daha yukarı, hem de biraz daha karanlık yere taşıyorlar. Çocuk bakım sistemindeki istismarlarla, ebeveyn veya çocuk kaybetmenin yasını; bastırılmış travmalarla, satanik tarikat ritüellerini harmanlayan yapısı ile, son dönem giderek daha sık rastladığımız "spaghetti-on-the-wall" yaklaşımının en son örneklerinden biri. Peki ne demek bu spaghetti-on-the-wall? Önce ona açıklık getireyim.



"Throw spaghetti at the wall and see what sticks" deyiminin kısa versiyonudur "spaghetti on the wall". Yani ortaya atılan birçok fikirden hangisinin 'tutacağını' görmek adına hepsinin aynı anda sunulmasını tanımlar. Philippou kardeşlerin bu filmdeki anlatı stratejisi de tam olarak bu benzetmeyi hak ediyor. Ev içi çocuk istismarı, travmatik yas süreci, satanik ritüeller, çocuk koruma sistemi eleştirisi, körlük, ürkütücü mekan kullanımı ve hatta gaslighting... Liste uzayıp gidiyor. O sebeple kimi nereden yakalayacağı belli olmuyor. Nereye gittiğini bilmeyen bir korku filmi gibi duruyor. Ama şu kesin; bir yerden yakalıyor.

Filmin hikayesi, babalarının ölümünden sonra yetim kalan Andy ve görme engelli kız kardeşi Piper'ın geçici olarak kalabilecekleri bir eve yerleştirilmeleriyle başlıyor. Ebeveyn yası tutan bu 2 çocuğun yanlarında gönderildiği kişi ise, eski sosyal hizmet görevlisi Laura. Ki kendisi de kaybettiği kızı Cathy'nin yasını tutmakta. Sally Hawkins'in canlandırdığı Laura, dışarıdan bakıldığında nazik, yardımsever ve çocuklara karşı ilgili gibi görünen ama bu görünürün altında çürümüş bir annelik anlayışı barındıran biri. Kendi ölen kızının yerine Piper'ı koymaya çalışan Laura, Piper ile beraber gelen abisi Andy'i, planını sekteye uğratacak bir tehdit olarak görüyor. Bu sebeple onu psikolojik olarak manipüle ediyor ve hatta altını ıslatması oyunuyla onu küçük düşürerek fiziksel olarak da aşağılıyor. 

Andy ve Piper'ın geldiği evdeki bir diğer gerilim unsuru ise evde bulunan, garip görünümlü ve konuşamayan bir çocuk olan Oliver. Piper'ın görmüyor oluşunun verdiği gerginlik unsurunun yanına, bir de Oliver'ın konuşamıyor oluşu, yukarıda bahsettiğim 'spaghetti-on-the-wall' deyimine bir diğer örnek oluşturuyor. (Konuşmayan çocuğun verdiği gerilimi geçen senenin korku filmlerinden ve baş rolünde James McAvoy'un oynadığı Speak No Evil ile görmüştük.) Oliver; sessizliği, durmaksızın kendisine zarar vermesi, bıçakla dişlerini deşmesi ile evin içinde dolaşan bir gerilim unsuru. Her an bir şeyler yapması beklenen ve bu sayede gerilimi canlı tutan bir unsur. (Bunu da yine geçen senenin korku filmlerinden Oddity'de salon içine oturtulan ahşap bir manken olayında görmüştük.)


Filmin görsel dili, bu tematik dağınıklığın aksine oldukça etkilyecii. Klostrofobik ev atmosferi, boş havuz gibi sembobik mekanlar üzerinden metaforik okumalar için açık alan yaratıyor. Özellikle su metaforunun kullanımı -babanın öldüğü duş sahnesi, boş havuz, musluk ve yağmur- hem temizliği hem de ölümü çağrıştırması ile filme çift anlamlılık katıyor. 

Oyunculuk açısından da filmi sırtlayan Laura karakteri ile Sally Hawkins oluyor. Hem anaç, hem de şeytani tavrı başarıyla perform ediyor. Filmde kör bir kız olan Piper'ı canlandıran Sora Wong'ın gerçek hayatta da görme engelinin bulunduğunu belirteyim. Bu sebeple rolünü ifade etmekte çok bir sıkıntı yaşamamış. 

Her şeyi bir kenara koyacak olursam ve filmin amacını yerine getirmedeki başarısına odaklanacak olursam, evet film germeyi rahatlıkla başarıyor. Hereditary ve Speak No Evil filmlerini sevmiş ve gerilmiş iseniz, bu filmde de benzer duygulara sahip olacağınızı düşünüyorum. Ama bende eksik bıraktığını düşündüğüm hususlar da yok değil. Bunun eksikliğin başlıcası tamamlanmayan ayin/ritüel. Filmin içinde barındırdığı değişik temalardan izleyiciye bu konuda bir final vermesi daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmeden edemiyorum. 

Bu sene henüz korku türüne pek giriş yapamadım ancak Final Destination beklentimi karşılamadığı için şu ana kadar izlediklerim arasında 2025'in en iyi korku filmi olarak not ediyorum. Şimdilik.