"Gece saat 02:17'de Bayan Gandy'nin sınıfındaki bütün çocuklar uyandılar, evin kapısını açıp karanlığa karıştılar. Ve bir daha asla geri dönmediler." Film bu girişle başlayarak daha ilk dakikadan merak duygusuyla sizi içeri buyur ediyor. İyi bir kadro, rashomon* anlatım tekniğiyle çok katmanlı bir anlatımının olması ve konunun 'kaybolan çocuklar' olması onu 2025'in en çok konuşulan korku filmi yapıyor. Peki yılda ortalama 15 bin çocuğun kaybolduğu (tüik'e göre) bir ülkede yaşayan bizler için de bu film korkutucu mu? 



Kim ne derse desin, Weapons yılın en unutulmaz açılış sahnelerinden birine sahip. 17 çocuğun gece 02:17'de evlerinden çıkıp, kollarını bir uçak gibi açıp aynı istikamete doğru koşmaları, hem rahatsız edici hem de büyüleyici bir giriş. Sırf bu sahne bile filmin neden bu kadar övgü topladığını anlamak için yeterli. Daha ilk sahneden yönetmen Zach Cregger, seyirciye saf bir kabus atmosferi yaşatıyor: açıklanamayan, mantıkla kavranamayan, ama his olarak derinden sarsan bir duyguyla.

Filmin anlatı yapısı da beğenilmesi için bir diğer etken. Hikayeyi 6 farklı kişinin penceresinden anlatarak, en sonunda çözüme kavuşturuyor. İlk başta hikaye sınıfındaki 18 öğrenciden 17sinin kaybolduğu öğretmen Justine Gandy (Julia Garner) ile başlıyor. İkinci kısımda ise çocuğu kaybolan velilerden biri olan Archer'ın (Josh Brolin) gözünden izliyoruz. Üçüncü kısımda yorgun polis Paul (Alden Ehrenreich), dördüncü kısımda esrarkeş James (Austin Abrams). Beşinci kısımda da sevdiğimiz Hong Kong asıllı İngiliz aktör Benedict Wong'un canlandırdığı, okulun müdürü olan Marcus'u izliyoruz. Ve son olarak o gece 02.17'de sınıfın kaybolmayan tek öğrencisi olan Alex (Cary Christopher). Bu yapı, filmin yalnızca bir gizem çözme çözme hikayesi olmasının önüne geçiyor ve bu kaybolma olayının farklı yüzlerini görmemizi sağlıyor. Ama yine de buraya bir şerh koymak istiyorum, ona birazdan geleceğim. 

Filmin bu yapısal kurgu başarısını cebimize koyup, filme teknik açıdan bakmaya devam edecek olursak, bir artı da görüntü yönetmenine yazmamız gerekiyor. Kamera hareketleri izleyiciyi olayların içine sokuyor ve filmin temposunu canlı tutuyor. Yönetmen bu tarzını bir önceki korku filmi olan Barbarian'da da izlemiş ve onu da beğenmiştik. Buraya kadar geldiyseniz ve filmi izlemediyseniz filmi izlemeye davet ediyorum sizi. İzlemiş olanları yazının devamına alıp gidiyorum.


Geleyim madalyonun öteki yüzüne, yani filmin eleştirilecek yanlarına. Weapons, filmin başlangıcında öylesine güçlü bir gizemle izleyiciyi yakalıyor ki, devamında sunduğu açıklamalar yetersiz kalıyor. Çocukların kayboluşunun ardındaki cadı figürü, masalsı bir korku motifi olarak karşımıza karikatürize şekilde çıkıyor, baştaki derinliği doldurmuyor. Toplumsal travmalar, okul saldırısı göndermeleri ya da kuşak çatışmaları gibi yorumlanabilecek güçlü çağrışımlar, filmin sonunda 'yaşlı bir cadının gençleşme büyüsü'ne indirgenmiş oluyor. Ve bunu çok acelecilikle yapıyor. Girdisi çıktısı epi topu 20 dakika misali gibi karga tulumba filme dalıp çıkarılıyor. 

Az önce düştüğüm şerhe dönelim. Filmin farklı karakterlere bölünmüş yapısı her ne kadar anlatıyı güçlendirse de, bir noktadan sonra ana hikayeden uzaklaştırabiliyor. Filmin dikine akmasından ziyade, yanlara doğru genleşmesine sebep oluyor. Filmin başında merakla dolan izleyici 'hadi artık, ver bana şu çocukların hikayesini' diyebilecek kıvama geliyor. 

Filmin ismi 'silahlar' anlamına geliyor. Filmi izlediğimizde neye silah diyebileceğimizi tahmin edebiliyoruz, ısı güdümlü füzeye gibi zombileştirilmiş, büyülenmiş çocuklar ve diğerleri. Ancak filmin genel temasında bu ismin hakkı çok verilmiyor ve yan hikaye gibi duruyor. Tüm bunların yanında evin tepesine bir silah görseli konması da filmin bence en kötü anı idi.

Bütün bu artı ve eksilere rağmen Weapons hala yılın en iyi korku filmlerinden biri. Ancak filmin aldığı övgülerin biraz overrated olduğu fikrindeyim. Alışılmış korku kalıplarını bozduğu için otomatik olarak bir başyapıt yapılmaya çalışılıyor, yavaş olunsun biraz. Oysa bir adım geriye çekilip baktığımızda Weapons filmi, çok güçlü bir giriş ve teknik beceri üzerine kurulmuş, ama dramatik ve tematik olarak derinlemesine işlenememiş bir film gibi duruyor. Yönetmenin son dönemde çektiği diğer korku filmi olan Barbarian ile kıyaslayacak olursak, yapım olarak Weapons daha iyi ve üst seviye. Ancak korku için bence Barbarian bir adım daha önce. 

*rashomon: aynı olayı farklı yön ve kişiler tarafından ele alıp, bakış çerçevesini zenginleştirme tekniği.


Türkiye'de Kaybolan Çocuklar:

Birazdan yazının başında değindiğim konuyu yazayım. Geçen sene bu aylarda basında şöyle bir haber çıkmıştı: "Türkiye'de her sene 10 bin çocuk kayboluyor. Ve Tüik bu rakamları son 10 yıldır açıklamıyor". Oldukça vahim ve endişe uyandırıcı bir iddiaydı. Bu sebep olacak olsa gerek İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) hemen bir yalanlama yayınlayarak 'Türkiye'de resmi rakamlara göre yılda 10 bin çocuk kayboluyor" iddiasının doğru olmadığını söyledi (03/09/2024). Ki bu konuda haklıydı. Çünkü Tüik'in 17/10/2024 tarihinde açıkladığı rapora göre bu sayı 10 bin değil, 15 bindi. DMM bir nevi sayının az söylendiğine itiraz etmiş gibi oldu. Yayınladığı rapora göre 2023 yılında yapılan kayıp ihbarları + kayıp çocuk bulma ihbarları toplam 15716 !. Yandaş medya bu raporu : 2023 yılında kaybolan 15716 çocuk bulundu diye servis etti. Oysa tamamen okuduğunu anlamama ya da algıyı yönetme hareketiydi bu. Raporun okunma şeklini tekrar edeyim. Verilen bu 15716 sayısı, hem aileler tarafından çocuklarının kaybolduğu ihbarını içeriyor. Hem de vatandaşlar tarafından 'sokağımda kayıp bir çocuk buldum' ihbarını. Yani totalde kaç çocuğun bulunduğunu ya da hala bulunamadığını bilemiyoruz.

DMM'nin 10bin sayısına itirazı


Tüik'in Eylül 2024 tarihinde yayınladığı rapoa göre kaybolan çocuk sayısı tablosu

Kaybolan çocukların kaçının öldürüldüğünü, kaçının organ mafyasının, suç örgütlerinin, dilencilerin veya tecavüzcülerin eline düştüğünü bilmiyoruz. İşin kötü tarafı, bunu devlet de bilmiyor. Sonu bilinen vak'alarda devletin neler yaptığı, daha doğrusu neler yapmadığı da ortadayken, bu gevşeklikten cesaret bulanlar, bu çocukları kaçırmayı, onları suçluya çevirmeyi, öldürmeyi sürdürecek.

Kendi vatanındaki çocuklara sahip çıkamayan devletin Gazze'de açlıktan ölen çocuklar için bir şey yapacağını ummak hayal kurmaktan daha ötesi olsa da ben yine hatırlatmamı yapayım. Gazze'de çocuklar ölmeye devam ediyor. ‘Ölüyor’ demek bile olayı yumuşak gösteriyor. Vahşice katlediliyor.

HATIRLATMA: Son yazıdan (08/09/25) bugüne (10/09/25) 11'i açlıktan 134 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !

Yaptığı 2 milyar dolarlık gişe hasılatı ile 2025 yılının en çok kazananı, tüm zamanların ise en çok kazanan beşinci yapımı Ne Zha gerçekten iyi mi? Yönetmen Yu Yang'ın imzasını taşıyan film, Çin mitolojisinin en bilinen karakterlerinden birinin hikayesini yeniden anlatıyor. Ve yalnızca mitolojik bir uyarlama ile kalmıyor; birey, toplum ve kimlik üzerine güçlü söylemler de getiriyor. İyi'nin ve Kötü'nün, İnsan'ın ve İblis'in ters yüz edileceği bir animasyona buyur edeyim sizi.


Ne Zha

Klasik kahramanlık anlatılarında dünya ikiye ayrılır: 'iyiler' ve 'kötüler'. İyiler, doğuştan ya da kader tarafından seçilmiş kahramanlardır. Kötüler ise ya yozlaşmış ya da basit bir gerekçeyle lanetlenmiş kişilerdir. Ne Zha bu basit ikililiği biraz yıkıyor. Nasıl mı? Anlatayım.

Hikaye, serinin 2019 yapımı olan birinci filmi ile başlıyor. Ölümsüzlerin Ustası, dünyada sorun çıkaran Kaos Pearl'ü yok ederek onun ruhunu iki ayrı parçaya bölüyor; Ruh İncisi ve İblis Hapı. Ve öğrencisine bu 2 yumurtanın takibi görevini veriyor. İblis Hapı, Kaos Pearl'ün tehlikeli kısmını temsil ediyor ve neredeyse yok edilemez bir güçte. Ancak Ölümsüzlerin Ustası, İblis Hapını üçüncü yılında yok edecek olan bir şimşek laneti yapıyor. O vakte kadar bu iki yumurtadan öğrenci sorumludur. 

Her iki yumurtanın bir insan formunda tek bir bedende dünyaya gelmesi gerekiyorken, çıkan bir takım karışıklıklar sonucunda Ruh İncisi yumurtası ejderhaların eline geçiyor. Ve insanlarda kalan kısmı sadece İblis Hapı oluyor. İşte karşınızda Ne Zha!

Ne Zha

Ne Zha doğduğunda bir 'demon' kimliğiyle damgalanır. Yani kötülüğün taşıyıcı olarak görülür. Bu yüzden köylüler ve çevresindekiler ondan korkar. Ancak, özellikle annesiyle olan etkileşimi ile içindeki insani yönünün; sevgi, aile, empati ve özgür irade kavramlarını sorgulamasına neden olur. Bu da sınırların bozulmasına, flulaşmasına yol açtığından Ne Zha ne tam anlamıyla bir demon, ne de tam anlamıyla bir kahramandır. Hibrit bir varlıktır, hepimiz gibi.

Ne Zha'nın en takık olduğu kavram şüphesiz kaderdir. 'İblis Hapı olarak doğdun, neden kaderini kabul etmiyorsun?' sorusuna "çünkü o benim patronum değil, ben kaderimin efendisiyim. Karar veren ben olacağım." diyerek kendisine dayatılan kimliği reddediyor. Kimliğinin dışsal otoriteler, tanrılar, toplum ya da biyoloji tarafından tayin edilemeceğini, farklı unsurları kendisinde birleştiren her hibrit özne gibi kendi yolunu kendisi çizeceğini söylüyor. 

Ao Bing

Ayrıca film, dışlanmış olmanın yarattığı yalnızlık ile farklı olmanın bedelini de işliyor. Tam bu noktada Ne Zha'nın karşısına taa en başta kaybettiği diğer yarısı olan Ruh İncisini taşıyan Ao Bing çıkıyor. Ao Bing bir ejderha kralının oğlu olarak dünyaya geliyor. Geleneksel mitolojide ejderhalar çoğu zaman kötülüğün simgesi olarak gösteriliyor. Ancak Ao Bing, zarif, kibar, adil ve sorumluluk sahibi bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel anlatıda iyi olan insanların içinde iblis olarak doğmuş olan Ne Zha ile, yine geleneksel anlatıda kötü olan ejderhaların içinde Ruh İncisi olarak doğan Ao Bing'in dostluğu üzerinden hikaye; iyinin her zaman insanlardan, kötünün de her zaman canavarlardan gelmediğini bizlere söylüyor.

'Kimliği kader/coğrafya mı belirler, yoksa seçimler mi' sorusuna hikayenin bazı cevapları var. Ne Zha iblis olarak doğmuş olmasına rağmen kötü olmak zorunda değildir. Aynı şey kötü bir coğrafya olan ejderhalar mağarasında doğan Ao Bing için de geçerlidir. Hayat sürecinde yapılan seçimlerin, doğumdan güçlü olduğu mesajını veriyor cevap olarak. Bunun yanında toplum ile olan ilişkinin nasıl olması gerektiğine de cevaplar içeriyor. 'Toplumun damgaladığı biri, kendi değerini nasıl kanıtlar' sorusuna Ne Zha, giriştiği mücadeleyi toplumun onayını kazanmak için değil, kendi değerlerini savunmak için yaparak cevaplıyor. Neticede her iki tarafın beklentisi de orta noktada buluşuyor. 


Teknik açıdan bakıldığında film, Çin animasyon endüstrisinin ulaştığı noktayı yansıtıyor. Renk paleti oldukça canlı, aksiyon sahneleri hızlı ve dinamik. Bazen aşırı temposu izleyiciyi yorabilir, bu da özellikle son sahnede görselliğe kapılıp filmin dramatik yoğunluğunu kaybetme riski taşıyor. Bir diğer eksik unsur ise; filmin mizahi ögelerinin bazen çocuksu ve basit oluşu. Yetişkin izleyiciyi bir çocuk filmi algısına kısa süreliğine de olsa itebilir. Ancak filmin alt metnindeki kimlik, kader ve özgür irade tartışmaları bu algıyı hemen yok ediyor.

Şu ana kadar anlatıklarım yalnızca 2019 yapımı Ne Zha ve 2025 yapımı (gişe rekoru kıran) Ne Zha II filmlerinin ikisini kapsıyor. Bu ifademden de anlaşılıyor ki Ne Zha III gelecek. Ve o zaman daha büyük bir rekorla sahne alacak. Zira bu mitolojiyi Çin dışında tanıtmak için hiç çaba harcamayan bir Çin'in olduğunu, 2 milyar dolarlık gişenin 1,9 milyarının Çin'deki satışlardan olduğunu gördüğümüzde anlıyoruz. Üçünü film için 2 milyar dolarlık Çin satışı garanti, Çin dışından ne kadar kişi kaparsa o kadar ekstrası olacak. Şimdiden üçüncü film için beni kaptı diyebilirim. 

HATIRLATMA: Son yazıdan (03/09/25) bugüne (08/09/25) 26'sı açlıktan 776 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !




Louis Theroux'un The Settlers (Yerleşimciler) belgeseli, Batı Şeria'da yaşananları ve Gazze'de yaşanacakları yerleşimcilerin gözünden gösteriyor. Bu insanlar, uluslararası hukuka göre de yasa dışı olarak Filistinlilerin evlerini, tarlalarını, yaşam alanlarını gasp ederek, kendilerine yeni bir 'vaat edilmiş toprak' yaratıyorlar. Yerleşimcilerin söylemleri, hayalleri ve uygulamaları, İsrail'in Gazze'de bugün yürüttüğü politikanın yıllardır planlanan ve istenen bir şey olduğuna işaret ediyor. Gerekçeleri ise tek: "Tanrı'nın buyruğu!".

2025 yılı oscarlarında En İyi Belgesel ödülünü alan No Other Land yapımını bloga misafir etmiştik. O belgeselde Batı Şeria'nın Masafer Yatta bölgesinde yaşananları, o bölgede yaşayan Filistinlilerin gözünden izlemiştik. Şimdi kamera ve mikrofonlar meselenin diğer ucuna, yerleşimcilerin kendilerine tutuluyor. Vereceği cevapların bizlerin, en azından kendilerince, onları haklı görebilmemizi sağlayacak şeyler olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. 

Belgeselde öne çıkan figürlerden biri olan Daniella Weiss, kendini 'yerleşim hareketinin annesi' olarak tanımlıyor. Harita üzerinde Büyük İsrail hayalini gururla sergilerken, Filistinlilerin yaşadığı acıları ise küçümseyerek gülüp geçiyor. Belgeselin sonlarında Louis Theroux "kendi halkına ve çocuklarına öncelik vermeni anlayabiliyorum. Ama diğer insanlar ve çocuklar hiç mi önemli değil?" diye sorduğunda Daniella sadece gülüyor. Louis tamamlıyor: "Bu sosyopatça!"

Deniella Weiss'ın ve diğer yerleşimcilerin söylemlerinde tekrar eden bir motif var: Tanrı'nın buyruğu. Toprağa el koymayı, başkalarının evlerini yıkmayı, köylerini boşaltmayı dini bir emirmiş gibi sunuyorlar. Hukukun ve insan haklarının karşısına 'ilahi hak' kalkanını koyuyorlar. Modern bir kolonizmi, dinsel argümanlarla kılıflayıp hareketin tabanda daha geniş kitlelere yayılmasının önünü açmaktan başka bir şey değil. En çok patent sahibi ülkelerden diye modern ülke kategorisine sokulan İsrail'in, aslında hala Orta Çağ zihniyetinde olduğunun bir göstergesi.


Belgesele gelen eleştirilerden biri çok uç ve marjinal kişilerce görüşüldüğü, bunların çoğunluğu temsil etmedi oluyor. Ki bu eleştiri de yine tamamen bir algı çalışması çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Belgesel aslında, yerleşimcilerin ideolojisinin nasıl 'uç bir görüş' olmaktan çıkıp İsrail siyasetinde merkezi bir güç haline geldiğini de gözler önüne seriyor. Yapılan yağmalamaların, işgallerin, katliamların hükumette yer alan politik figürlerce de desteklendiği gerçeği, meselenin yalnızca bir uç grup vakası olmadığını kanıtlıyor. Öyle ki, Louis "Peki Hükümet ne diyor?" diye sorduğunda. Danielle elindeki yerleşim planını göstererek "Tüm bunları kim yaptı sanıyorsun. Biz, hükumetin yapamadıklarını hükumet adına yapıyoruz." diyor. Temel planın küçük küçük yerleşimlerle orada kalıcı olup, sonra da hükumetçe tanınmak olduğunu anlıyoruz. İki devletli çözüm ya da tek devletli ve herkesin eşit haklara sahip olduğu bir çözümü de kabul etmiyorlar. Filistinlilerin mutlaka Afrika'ya, Kanada'ya ve hatta Türkiye'ye gitmesi gerektiğini dile getiren Denielle, sadece yahudilerin bulunduğu ve yahudi yasalarıyla yönetilen bir yahudi devleti istediklerini dile getiriyor.

Belgeseldeki yerleşimcilerin zihniyetini izledikten sonra Gazze'de yaşananları ve ileride yaşanacakları anlamak daha kolay hale geliyor. Hatta Hamas'ın 7 Ekim'de gerçekleştirdiği saldırıya iten süreç için bir empati yolu dahi açabilir. Yerleşimcilerin lokalde uyguladığı şiddet, bugün Gazze'de devlet eliyle, uçaklarla, tanklarla, bombalarla sürdürülüyor. Bir halkın aç bırakılması, bırakılması, evsiz bırakılması, savaş dahi olsa temel ihtiyaçlarından alıkoyulması insanlığa karşı suç kapsamına giriyor. Tüm bu şiddet 'Tanrı'nın emri', 'kutsal topraklar', 'güvenlik' gibi kılıflarla meşrulaştırılmaya çalışılıyor ve ne yazık ki hiçbir ülke ya da uluslararası organizasyonlar da bu konuda bir şey yapmıyor. 


Bugün Gazze'de olan biten, sadece bir savaş değil. Bu, adaletsizliğin, dini kılıflar altında sistematik bir şekilde işlenmesidir. Louise Theroux'un The Settlers belgeseli, bu zihniyeti bire bir kişiler üzerinden gösterdiği için önemli. Belgesel bize, yerleşimcilerin dili ile devletin politikalarının aynı noktada buluştuğunu gösteriyor: "Filistinliler o topraklardan gitmeli!".  Ve şu gerçeği görmezden gelmeden, açıkça bilmek gerekiyor: Gazze'nin kalıcı işgali yeni bir fikir değil. Yıllardır istenen, yıllardır planlanan ve dini gerekçelerle cilalanan bir proje. Ve bu proje, modern dünyanın gözleri önünde, hala 'güvenlik' ya da 'savunma' yalanlarıyla sürdürülüyor. Ve kimse de bir şey yapmıyor. 


HATIRLATMA: Son yazıdan (31/08/25) bugüne (03/09/25) 28'si açlıktan 282 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !



Yönetmen Zinnini Elkington'ın ilk uzun metraj filmi olan Det Andet Offer (İkinci Kurban), yalnızca tıbbi bir hatanın sonuçlarını değil, aynı zamanda bu hatanın açtığı etik, psikolojik, toplumsal sorunları da masaya yatıran bir hastane filmi. Geçen ay Late Shift filmiyle yine hastane çalışanlarından hemşirelerin hayatına misafir olmuştuk, bu kez de doktorlara konuk oluyoruz. Masadaki menü: suç, sorumluluk ve bellek.


Film, Türk asıllı oyuncu Özlem Sağlanmak'ın canlandırdığı ve doktor olan Alex'in bir genç hastayı yanlış değerlendirmesiyle başlayan zincirleme bir trajediyi konu alıyor. Baştan sona seyirciyi hastanenin dar koridorlarında, kaotik bir ritimde dolaştırıyor. Filmin giriş kısmında yönetmen Zinnini Elkington uzun planlar ve el kamerası kullanmış. Bu kısmın okumasını yapmak önemli. Kamera adeta Alex ile birlikte koridorlarda akıyor. Bu sayede hem Alex'in kontrol altında olduğu hissi yaratılıyor, hem de hastane atmosferinin yoğunluğu seyirciye aktarılmış oluyor. Burada amaç, Alex'in yoğunluğa rağmen işine olan hakimiyetini göstermek. 

Ancak hikaye ilerledikçe ve genç hasta Oliver'in vakasında kritik hata orataya çıktığında bu görsel strateji değişiyor. Orta bölümlerde uzun planlar yerini daha keskin kesmelere ve daha parçalı bir anlatıma bırakıyor. Tercihin uzun plandan, kısa planlara geçilmesinin birkaç nedeni var. Uzun plan süreklilik ve hakimiyet duygusu verirken, kısa ve parçalı planlar belirsizlik, dağınıklık ve panik duygusu uyandırır. Alex'in kontrol kaybı, görsel dilde de uzun planın terk edilmesiyle yansıtılıyor. Bir diğer neden ise parçalanan kurgunun, parçalanan belleği de simgelemesi. Artık hatanın nasıl olduğu, kimin ne dediği, kimin neyi hatırladığı parçalar halindedir. Toparlanması gerekmektedir. Kısacası uzun planlardan vazgeçilmesi çekimdeki zorluklardan dolayı bir zorunluluk değil, Alex'in kontrol altında gibi görünen dünyasının parçalanışını ve suç-sorumluluk tartışmasının karmaşıklığını yansıtmak için bilinçli bir tercih gibi duruyor. 


Filmin başlığı, tıpta kullanılan bir terime gönderme yapıyor: "Second victim", bir tıbbi hata sonrası yalnızca hasta değil, hatayı yapan sağlık çalışanının da psikolojik ve sosyal anlamda derin yaralar almasını ifade ediyor. Oliver isimli genç hastanın beyin kanaması sonrası yaşananlar, Alex'i hem mesleki hem de kişisel bir çöküşün eşiğine getiriyor. Bu noktada film "suçlu kim?" sorusunu sormaktan çok, suçun tek bir kişide toplanmadığı, parçalar halinde pay edildiği bir resim çiziyor. Genç stajyer Emilie'nin Oliver hakkında rapor ettiği ama gözden kaçan belirtiler, Oliver'in ebeveynlerinin kendi ihmalleri, beyin cerrahının riskten kaçan tavrı.. Hepsi birbiriyle örtüşü bir suç ağı yaratıyor. Bu yönüyle film 'suçlu kim' bilmecesine girmeyip, sorumluluğun bölüşülemediği bir etik çıkmaza dönüşüyor. 

Film, sağlık çalışanlarının 'tanrısal' bir kusursuzlukla iş görmesi beklentisinin yükünü de tartışıyor. Ancak filmin sonlarında anne Camilla'nın (Trine Dyrholm) son bir mucize için hastane odasına getirdiği rahip şu sözlerle doktorların limitini de bir yerde çiziyor: "Neredeyse her şeyin kontrolünün bizde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Konrtolümüzün olmadığı tek şey;ölüm. Doktorlar bile bu konuda bize yardım edemez." Bu konuda filmdeki en deneyimli doktor olarak karşımıza çıkan beyin cerrahı Esben'in (Olaf Johannessen) 'her doktorun bir mezarlığı vardır' sözü, doktorluk mesleğindeki sorumluluğun kaçınılmaz bir takım bedelleri olduğunu bizlere söylüyor. Acemi stajyer Emilie ile deneyimli doktor Esben arasındaki geçiş süreci temsil ediyor bir bakıma bu noktada Alex


Filmde yakar top misali, elden ele verilen suç topunun, filmin merkezinde olan göçmen bir figürün üzerine pek ala tutuşturulur sezisi de izleyicide oluşabilir. Yani Alex, yalnızca bir 'ikinci kurban' değil, aynı zamanda toplumsal ön yargının hedefi olan bir günah keçisi haline de gelebilirdi. Filmin kırılma noktası olan kimin neyi hatırladığı meselesinde. Emilie "ben söyledim" derken Alex "hatırlamıyorum" diyerek kendisini savunduğu o sahneyi alternatif bir kurguda ele alıp ikisini de sorguya çektiğimizde "kime daha çok güvenilir?" sorusu gündeme gelebilirdi. Genç, yeni mezun ama yerli bir stajyer doktora mı, yoksa deneyimli ama göçmen bir doktora mı? Bu filmin altını çizmediği ama seyircinin süreçte takılabileceği bir gerilim unsuru olarak kenarda duruyor. 

Öte yandan yönetmen Zinnini Elkington'ın anlatısı göçmen kimliğini özellikle vurgulamıyor. Filmde Alex'in hatası öncelikle sağlık sisteminin stresleri, meslekten olan imkansız beklentileri ve insani sınırlar ile açıklanıyor. Bu da 'kimliklerin önemi yok, herkes hata yapabilir' mesajını güçlendiriyor. Ama dediğim gibi, bazı izleyicilerin göçmenlik konusunu da gündemine alması kaçınılmaz bir gerçek olarak masadaki menüye ekleniyor. 


Filmin kuşkusuz en güçlü yanı oyuncu performansı. Özellikle başrolde yer alan Özlem Sağlanmak olağanüstü bir performans sergiliyor. Alex'in kendinden emin bir doktordan, suçluluk ve bellek boşluklarıyla parçalanan bir insana dönüşümünü çok katmanlı bir şekilde yansıtıyor. Başlangıçtaki soğuk kanlılık giderek yerini göz temasından kaçışlara, sesi titreyen kısa cümlelere bırakıyor. Hata sonrası karakterindeki psikolojik değişimi beden diliyle çok iyi sahneliyor. 

Oliver'in annesi rolünü üstlenen Trine Dyrholm, Danimarka sinemasının güçlü isimlerinden biri olarak filme ağırlığını koyan bir diğer isim. Camilla karakteri, oğlunun başına gelenleri anlamlandırmaya çalışırken umut, çaresizlik ve öfke arasında gidip geliyor. Filmin başından beri güçleri elinde tutan dominant bir karakter iken, filmin sonlarında bir çaresize dönüşüyor. Tüm bunlara rağmen bir anne olarak hesap sorma isteğini de sahici bir şekilde yansıtıyor. 


HATIRLATMA: Son yazıdan (29/08/25) bugüne (31/08/25) 22'si açlıktan 493 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !

Stephen King'in 'If It Bleeds' kıtabında yer alan kısa bir öyküden uyarlanan The Life of Chuck, 39 yaşında sıradan bir muhasebeci olan Charles Krantz (Chuck)'ın hayatını geriye doğru 3 bölüm halinde anlatıyor. Bıraktığı tat ile Big Fish filmini hatırlatıyor. Tim Burton'ın filminde masalın büyüsü var iken bu filmde geri sayımın melankolisi var. Ancak her iki film de "bir insanın ölümü, aslında bütün bir evrenin ölümü" fikrinde birleşiyor.


Filmin ilk bölümü, dünyadaki düzenin yavaş yavaş çökmeye başlamasıyla açılıyor: internetin çöküşü, elektriklerin kesilişi, doğal felaketler.. Bu kaosun ortasında, insanların karşısına her yerde beliren "39 harika yıl için, Teşekkürler Chuck" yazılı billboardlar ve reklamlar çıkıyor. Buraya kadar bir bilimkurgu filmi bizi bekliyor desek de aslında olan bir ölüm. Chuck'ın (Tom Hiddleston) 39 yıllık hayatı sona ererken tüm kozmoz da sona eriyormuş gibi sunuluyor. Bu, bireyin ölümüyle bir evrenin de yok oluşunu eşitleyen bir perspektifin sinemasal karşılığı. Big Fish filminde de Edward Bloom'un ölümü yalnızca bir bireyin değil, onun yarattığı bütün masalsı evrenin de sonuydu. Her iki filmde de ölüm, biyolojik bir sona işaret etmekten çok, bir yaşanmışlığın, bir zihin aleminin, bir belleğin çöküşü olarak konumlanıyor diyebiliriz.

İkinci bölüm, filmin kalbini oluşturuyor. Filmin en çok konuşulan sahnesi; Chuck'ın bir sokak davulcusuna eşlik edip kendinden geçerek dansa başladığı ve yine oradan geçmekte olan Janice'in (Annalise Basso) ona eşlik ettiği sahne. Chuck'ın ölüme en yakın olduğu o yaşlarda bile hayatın küçük bir anında bulunabilecek saf sevinci bu dansta yakalıyor. Sebebini o an kendisi bilmese de ya da bunu dillendirmese de cevabının belleğinde gizli olduğunu bir sonraki bölümde görüyoruz. 

Üçüncü ve son bölümde ise Chuck'ın çocukluğuna gidiyoruz (ki çocukluğa gidiş Big Fish filminde de vardı). Ebeveynlerinden ayrı olan Chuck'ı, kendisine matematiği öğreten büyükbabası (Mark Hamill) ve kendisine dans etmeyi öğreten büyükannesi yetiştiriyor. Chuck'ın kaderini şekillendiren kayıpların ve travmaların anlatıldığı bu bölüm ile finale gidiliyor. Ancak filmin kapanışı duygusal bir final gibi dursa da ani ve tatmin etmeyen bir bitiş izlenimi de veriyor. Hızlıca dürülüp paketlenmiş ve servis edilmiş gibi. Oysa Big Fish filminde net ve duygusal bir kapanış vardı. 

Oyuncu kadrosu filmin güçlü yanlarından biri. Chiwetel Ejiofor, ilk bölümdeki melankolik öğretmen rolünü iyi oynuyor. Oynadığı karakteri Marty'nin şaşkınlığını, çaresizliğini ve korkusunu ayrıldığı eşi olan Felicia (Karen Gillan)'a iyi şekilde aktarıyor. Filmin ikinci bölümünde ortaya çıkan ana karakterimiz Chuck'ı canlandıran Tom Hiddleston ise filmin kalbindeki dans sahnesiyle, sınırlı olan rolüne ve ekran süresine rağmen filme kapak olacak bir performans sergiliyor. Star Wars'tan sevdiğimiz Mark Hamill ise üçüncü bölümde bilge ve asi bir dede rolünün hakkında iyi geliyor.

Estetik açıdan film, bilimkurgu ve fantezi öğeleri barındırsa da aslında türler arasında gezinerek kendine özgü bir kimlik kuruyor. Kimileri için bu türler arası geçiş, duygular arası geçişe kolaylık sağlasa da; kimileri için de dağınık bir seyir keyfi sunuyor olabilir. 

The Life of Chuck, seyirciyi bölen filmlerden biri olacaktır. Bazısı tarafından, hayatın değerini anlatan güçlü bir hatırlatma olarak sevilecek; bazısı tarafından ise boş bir duygusallık yaftası vurulup es geçilecek. 


Yönetmen Mike Flanagan'ın önceki filmleri korku türü ağırlıklı iken, bu filmde daha kişisel ve daha şiirsel bir anlatı sunmuş. Bu da onun 'istesem farklı işler de çıkarabilirim' deme şekli olsun. Ancak filmin sonu kısmında yaptığı acelecilik belki de onu bir oscar heykelciğinden edecek. Heykelciğe ulaşması zor görünse de En İyi Film dalında aday olacağına kesin gözüyle bakıyorum şimdiden. Önümüzde daha Ekim Kasım ayları duruyor iken peşin konuşmak gibi olacak ama hadi bakalım. Yine Uyarlama Senaryo dalında ve En İyi Kurgu dallarında adaylıkları olacaktır. Ve belki bir de Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinden, Mark Hamill'in iyi oyunculuğu hatrına. 

HATIRLATMA: Son yazıdan (26/08/25) bugüne (28/08/25) 14'ü açlıktan 147 kişi daha Gazze'de İsrail tarafından öldürüldü !

Brad Pitt'in başrolde yer aldığı F1: The Movie, daha vizyona girmeden önce beklentiler tavan yapmıştı: Brad Pitt'in dönüşü, gerçek pist sahneleri, Hans Zimmer'in müziği, Lewis Hamilton'ın danışmanlığı.. Liste neredeyse kusursuz bir paket vaat ediyordu. Ancak film beyazperdeye çıktığında geriye kalan şey hikayesi olmayan, hiçbir şey sunmayan koca bir reklam filmi. Öyle ki Shark Ninja burada da var. Bir Cambly eksik. 




Filmin neden olmamışlıklarına değinmeden önce -olmayan- konusunu biraz anlatayım. Film, bazı sporları filmlerinin klasik formülünü takip ediyor: yaşını almış bir efsane (Sonny Heyes), hırslı ama disiplinsiz bir genç (Joshua Pearce) ve iflas etmek üzere olan bir takım (APXGP). Bu çerçevede takımın sahibi olan Ruben (Javier Bardem), eski bir yarışçı ve arkadaşı olan Sonny'yi (Brad Pitt) takıma alarak hem yatırımcılarına 'batmıyoruz' mesajı vermek, hem de genç pilotları Joshua Pearce'e (Damson Idris) mentorluk yaptırmak istiyor. Bu noktada Any Given Sunday ya da Ford v Ferrari gibi yapımların izinden gidip "eski kurt - genç aslan" çatışması devreye giriyor. Ancak film, olmayan dramatik gerilimi öngürülebilir klişeler üzerinden kurduğu işin şaşırtmaktan ziyade tanıdık bir rota izliyor. Öngörülebilirlikte bu filme benzer izlediğim son film Şampiyon Zebra filmiydi. Bir zebranın katıldığı at yarışını kimin kazandığını tahmin etmek zor olmasa gerek. 

Gelelim hikayenin olmamışlığının ötesindeki diğer olmamışlıklara.Bir defa film haddinden fazla ürün yerleştirme içeriyor. Gerçek pistlerde çekildiği için bir Formula izleyicisinin maruz kaldığı tüm o reklamlara bu filmde de maruz kalınıyor. Gerçeklik algısını yaratması için hadi bu kısmı kabul edip cebimize koyalım. Ama bunun yanında Formula 1 organizasyonunu neredeyse kusursuz resmediyor. Yarışların politik ve tehlikeli doğası, milyar dolarlık sponsorların baskısı, takımlar arası hırs ve entrikalar filmde yok sayılıyor. Ütopik bir Formula 1 dünyası: herkes iyi, herkes vicdanlı, herkes empatik. Gerçek organizasyonun pisliklerinden arındırılmış bu yapay imaj, filmi bir sinema eserinden çok kurumsal tanıtım filmine çeviriyor.

Filmin diğer yanılsaması ise Brad Pitt'in canlandırdığı Sonny'nin yıldız gücü üzerine kurulmuş olması. Sonny karakteri hikayeye neredeyse kusursuz bir giriş yapıyor. Travmalarını aşmış, fiziksel olarak sapasağlam, karizmatik, bilge..  Onu yaşlanmayan, hata yapmayan,her daim çekici bir kahraman gibi sunuyor. Bu durum seyircinin kahramanın dönüşümüne tanıklık etmesini engelliyor, bir karakter gelişimine şahit olmuyor. Hafif bir gelişim diğer genç pilot olan Joshua da gözlemleniyor diyebiliriz sadece. 3.büyük karakterimiz olan Kerry Condon'un canlandırdığı takım mühendisi Kate, belki de filmin en çok ziyan edilen karakteri. Bir yandan takımın aklı ve teknik insanı olması gerekirken, aynı zamanda Sonny'nin flört ilgisine dönüşüyor. F1 dünyasında kadınların zaten sınırlı görünürlüğü varken, o önemli koltuğa bir kadını oturmanın verdiği ciddiyet ve cesaret, bu basmakalıp aşk hikayesi ile kayboluyor.


27 Ağustos 2025 itibariyle dünya çapında 607 milyon dolarlık hasılat yapmış bu filmin hiç mi iyi yanı yok peki? Var. Görsellik. Gerçek pistlerde gerçek araçlarla yapılan çekimler, 2 Oscar ödüllü besteci Hans Zimmer'in yüksek oktanlı müzikleri ile biraz pist deneyimi yaşatıyor. Araç şaselerine sabitlenen lensler, sürücünün yüzüne ani dönen açılar ile kamera yerleştirmeleri seyirciyi de o koltuğa oturtuyor. Ses ve görüntü dalında Oscar'a ciddi adaylıkları olacaktır bu yüzden. Ancak bunların hepsi duyusal hazdan ibaret. Duygusal yönden besleyemeyen film, izleyicinin kalbinde veya zihninde iz bırakmıyor. Filmi izlerken pistte gürültü kopuyor ama perde kapandığında akılda kalan sadece marka logoları ve Pitt'in parlatılmış sureti oluyor. 

Daha önce Top Gun:Maverick ile Tom Cruise'a ikinci baharını yaşatmış olan yönetmen Joseph Kosinski'nin bu filmi Brat Pitt'e ikinci baharını yaşatacak mı bilmiyorum. Sunulan karizma imajını birçok filminde zaten görüyorduk. Ama F1:The Movie filmi Formula 1'i geniş kitlelere tanıtmak için etkili bir seyirlik olabilir, ancak gerçeklerini gizleyen yanlı bir tanıtımdan öte gidemez. 



Minimal mekanın sinemadaki kullanımı, özellikle son on yılda oluşan bütçe daralmasıyla tercih değil, neredeyse zorunluk oldu. Bunu iyi kullanan örnekler de mevcut. Babak Anvari'nin Hallow Road filmi de bunlardan biri. Tom Hardy'nin oynadığı Locke (2013) ve sonradan Amerikan uyarlaması da yapılan Den Skyldige (The Guilty,2018) filmlerini beğendiyseniz, bu filmi de sıraya koyabilirsiniz. Film aynı zamanda şu rahatsız edici sorunu da görünür kılıyor: Bir ebeveyn, çocuğunu korumak için nerede durmalı?



Film, kaza yapıp birinin ölümüne sebep olan kızlarının kendilerini araması sonucu, anne ve babanın kaza yerine hareket etmesiyle başlıyor. Senarist William Gillies'in ilk uzun metraj senaryosu, telefonun ucundaki ses ile arabada giderek artan ebeveyn paniği üzerinden ilerliyor. Anne olan Maddie (Rosamund Pike), bir paramedik olarak soğukkanlı kalmaya çalışırken; baba Frank (Matthew Rhys) hem kızını koruma güdüsüyle, hem de kendi suçluluk duygularıyla boğuşuyor. Aralarındaki etik/ahlak farklıları gece boyunca giderek büyüyen çatlağa dönüşüyor. İki yol var: ya polis aranacak ve ne yaşanmışsa onun sonucuna teslim olunacak. Ya da olay yerine polisten önce varılıp olayın üzeri örtülecek veya hikaye değiştirilecek. Tıpkı 1 Mart 2024 meydana gelen ve Oğuz Murat Aci'nin hayatını kaybettiği trafik kazasının şüphelesi Timur Cihantimur ile annesi Eylem Tok'un o geceki ikilemi gibi. Eylem Tok'un hangi yolu seçtiğini hepimiz biliyoruz. Peki Maddie ve Frank'in yolu?

Ebeveynlerin hangi yolu tercih ettiğinden ziyade filmin sonu seyircinin Eylem Tok için istediği şeyle bitiyor gibi. Hep beklenen ilahi adaleti yönetmen Babak Anvari, Under the Shadow'da olduğu gibi yine doğaüstüyle iç içe geçirerek oluşturmuş. Başlarda sıradan bir kriz gibi ilerleyen film, Alice'in anlatısındaki boşluklar, ormandaki ayrıntılarla yavaş yavaş tedirgin edici ve merak uyandırıcı bir boyuta evriliyor. Seyircinin hiçbir zaman görmediği Alice, sadece sesiyle gerilimi ayakta tutmayı başarıyor. Nihayet anne-baba kaza yerine vardığında olay düğümü çözümlenecek, hikaye anlaşılır olacak derken, film bize yeni sorular hediye ediyor. Burada 3 fikir oluşuyor: 1- filmin sonu, bir lanet ile son buluyor. 2- filmi açık bırakarak seyirciye bir meşgale sunuyor. 3- bir devam filmi neden gelmesin ki.


Filmde babayı canlandıran Matthew Rhys ve anneyi canlandıran Rosamund Pike'yi görüyorken, kızlarını canlandıran Megan Mcdonnell sadece sesiyle filme katkı sağlıyor. Rhys'ın filme kattığı çok bir şey yok diyebilirim. Daha önce kendisini Gone Girl, I Care A Lot ve Saltburn filmlerinde de sevdiğim Rosamund Pike filmi tek başına sırtlıyor. Megan Mcdonnel2in yalnızca sesiyle yarattığı etkiyi de görmezden gelemem. 

Girişte belirttiğim, filmin görünür kıldığı soruna, ebeveynlerin çocuğunu korumak için nerede durması gerektiğine gelirsek; bir sağlıkçı olan anne Maddie'nin profesyonel tecrübesi ve vicdani yükümlülüğü onu 'doğru olanı yapmaya' iterken, baba Frank'in refleksi kızını her koşulda kollamak oluyor. Çok bireysel bir durum olduğundan bu ikilemi birçok ebeveynin yaşaması muhtemel olduğundan olsa gerek, film bu ikilemi çözmekle uğraşmıyor, sadece görünür kılmayı tercih ediyor. Belki de film bize şunu söylüyor; Etik ile aile arasındaki çizgi, kriz anlarında bulanıklaşır. Asıl dehşet de burada yatar.







1.⁠ ⁠Gün – JFK’den Manhattan’a İlk Adım

New York’a inişimizle birlikte bizi ilk karşılayan şey yoğun kalabalıktı. JFK Havalimanı, beklediğimden de kaotikti. Pasaport kontrolünde yaklaşık iki saat sıra bekledik. Görevli sayısı oldukça azdı, ama tam sinirlenmeye başlamıştım ki polis memurunun güler yüzlü tavrı ve doğum günümü kutlaması bana moral verdi. Küçük bir jestti ama yol yorgunluğunu hafifletti.

Kontrolden geçtikten sonra metroya yöneldik. Jamaica Station’dan haftalık metro kartımızı alıp Manhattan’a geçtik. Şehre metro ile girmek bana “Coming to America” filmindeki Eddie Murphy’nin New York’a ilk adımlarını anımsattı. Bizim de şehre girişimiz biraz o heyecanla oldu.


Otelimiz finans merkezindeydi. 46. kattaki odamız Brooklyn Bridge ve Manhattan’a bakıyordu. Burası, “Spider-Man: No Way Home” sahnelerinde Peter Parker’ın üstünden uçtuğu köprüye komşuydu resmen. Bagel molamızın ardından kendimizi göğe uzanan binaların arasında bulduk. Sürekli kafayı kaldırmaktan boynum ağrıdı. Bu gökdelen ormanı bana “The Wolf of Wall Street” sahnelerindeki Manhattan’ın o hırslı yüzünü hissettirdi.

Kendimizi 9/11 Anıt Havuzları’nda bulduğumuzda ise atmosfer tamamen değişti. Orası, “Extremely Loud & Incredibly Close” filminde olduğu gibi, hâlâ ağır bir hatıra taşıyordu. Sessizlik, akan suyun sesi ve etraftaki isimler… İnsanın içine işliyor.

2.⁠ ⁠Gün – Katz Deli ve Bronx Macerası

Sabahın altısında Katz Deli’ye vardık. Masaya oturup ilk lokmayı aldığımızda, bir an için “When Harry Met Sally” filmindeki meşhur sahne gözümde canlandı. Gerçekten de bu sandviç o sahneye yaraşır bir lezzetti.

Günün kalanında alışveriş için The Mills at Jersey Gardens’a gittik. Dönüşte Opera House Hotel için Bronx’a yöneldik. Ancak otelin bulunduğu caddeyi görünce kendimizi “Joker” filmindeki sahnelerdeymiş gibi hissettik. O merdivenlerde dans eden Joaquin Phoenix’in yarattığı o kasvet, burada gerçek hayatta da vardı. Neyse ki Brooklyn’de bulduğumuz yeni otelimizle, “Brooklyn” filmindeki gibi huzurlu bir atmosfere geçiş yaptık.

3.⁠ ⁠Gün – Brooklyn’den Manhattan’a, Şehrin Kamusal Alanları

Kahvaltımızdan sonra DUMBO’ya yürüdük. Köprünün altındaki o meşhur sokakta fotoğraf çektik. Burası, “Once Upon a Time in America” filminde açılış sahnesinde gördüğüm köprü manzarasını hatırlattı.

Brooklyn Bridge’den yürüyerek Manhattan’a geçtik. Bu tarihi köprü “I Am Legend” filminde boşaltılmış haliyle aklımda yer etmişti. Bizim geçtiğimiz gün ise kalabalık ve hayat doluydu.

Chelsea Market’e uğradığımızda, içerideki atmosfer bana “Julie & Julia” filmindeki New York yemek sahnelerini anımsattı. Ardından High Line’a çıktık. Burada yürürken, “Gossip Girl” dizisinin pek çok bölümünde geçen o yüksek hat boyunca ilerlemek ayrı bir keyifti.

Magnolia Bakery’de muzlu puding yediğimizde ise aklıma hemen “Sex and the City” geldi. Carrie ve arkadaşlarının tatlı kaçamak yaptığı yer işte burasıydı.

Bryant Park’ta oturduğumuzda ise sahne değişti. Etrafımdaki sandalyeler, masalar ve hareketli şehir akışıyla kendimi “The Adjustment Bureau” filminde, Matt Damon’ın parkta konuştuğu sahnede hissettim.

New York Halk Kütüphanesi’nde günü noktalarken, “Ghostbusters” filmindeki açılış sahnesi geldi aklıma. O büyük merdivenlerden çıkarken sanki birazdan hayaletler çıkacakmış gibi hissettiriyor.

4.⁠ ⁠Gün – Central Park Bisiklet Turu ve 5. Cadde

Central Park’ta bisiklet sürmek tam bir film sahnesiydi. “Home Alone 2: Lost in New York” filminde Kevin’in parkta kayboluşunu anımsadım pedal çevirirken. İki saat boyunca göl kenarında, ağaçların altında şehri unuttuk.

Apple Store’a uğradığımızda cam küpün içinden aşağı inmek, bana “The Devil Wears Prada” filmindeki 5. Cadde sahnelerini hatırlattı. 5. Cadde boyunca yürürken lüks mağazalar arasındaki koşuşturmaca da aynı filmin kareleri gibiydi.

Rockefeller Center’da ise Noel döneminde gördüğümüz sahneler aklıma geldi: özellikle “Elf” filminde buz pateni sahnesi.

Akşam Times Square’e vardığımızda kendimi tamamen bir film setinde hissettim. “Birdman”in tek plan çekimleri, “Vanilla Sky”daki boş meydan sahnesi ve tabii ki “Spider-Man” filmlerindeki ışıklı panolar… Hepsi burada canlanıyordu.


5.⁠ ⁠Gün – Kültürel Yolculuk ve Zirve

Little Italy’de yürürken “The Godfather” sahnelerini hatırlamamak imkânsızdı. O dar sokaklarda İtalyan kültürünün kokusunu almak, sinema tarihine dokunmak gibiydi. Chinatown ise “Rush Hour” filminden fırlamış gibiydi; hareketli ve rengârenk.

Flatiron Binası’nı görünce “Spider-Man”in Daily Bugle gazetesi aklıma geldi. Gerçekten o üçgen yapının önünde durmak bir film sahnesinin içine girmek gibiydi.

Roosevelt Adası teleferiği ise “Spider-Man” (2002) filminde Mary Jane’in rehin alındığı sahneyi anımsattı. O manzarayı izlerken aynı heyecanı hissettim.

Empire State’e çıktığımızda, “King Kong”un zirvede geçen sahneleri gözümde canlandı. Orada rüzgârı hissederken kendimi o dev gorilin yanında hayal ettim.

Son olarak Summit One Vanderbilt’e çıktık. Burası o kadar futuristik bir mekân ki, “Doctor Strange” filmindeki ayna boyut sahnelerine benziyordu. Cam zeminde şehrin altımızdan akıp gitmesi gerçekten başka bir evren gibiydi.

Böylece New York günlüğüm, aynı zamanda sinema yolculuğuna da dönüştü. Şehrin her köşesi zaten bir film sahnesi gibi. Belki de New York’un büyüsü biraz da bundan geliyor: daha önce defalarca ekranda gördüğün sahnelerin bir anda tam ortasında buluyorsun kendini.

New York’ta geçen filmler o kadar çok ki, şehirde gezerken kendini asla yabancı hissetmiyorsun. Daha önce hiç adım atmamış olsan bile binalara, köprülere, meydanlara baktığında “buraları biliyorum” diyorsun. Sanki zihninde yıllardır gördüğün karelerin içine adım atıyorsun.

Bu yüzden New York, garip bir şekilde sana tanıdık geliyor. Bryant Park’ta kahve içerken, Times Square’de ışıkların altında yürürken ya da Brooklyn Köprüsü’nde adım adım ilerlerken… Hep aynı his: “Ben burayı daha önce yaşadım.

Şehrin büyüsü belki de tam burada gizli. Hiçbir yer sana yabancı değil. Adeta filmlerden taşan bir gerçeklik duygusu var. O yüzden, New York’ta dolaşırken kendimi turist gibi değil, sanki uzun zamandır burada yaşayan biri gibi hissettim.



Aşağıya New York için hazırladığım googlemaps listelerimi ekliyorum:

YEMEK 

GEZİ

ALIŞVERİŞ




Cinsel saldırı sonrası yaşam sinemada çoğu zaman bir çöküş hikayesine ya da intikama indirgeniyor. A24 yapımı, Eva Victor'un yazıp yönettiği ve oynadığı Sorry,Baby'si bu ikilemin dışına çıkıyor. Film, saldırının ötesinde süren gündelik hayatın iniş çıkışlarını, mizahı ve sıradan anları görünür kılıyor. Bu yaklaşım, yalnızca bireysel bir iyileşme hikayesi sunmakla kalmıyor, aynı zamanda travmanın toplumsal boyutlarına dair güçlü bir yorum da içeriyor.


Filmin anlatısı kronolojik olmayan bölümler halinde ilerliyor. İlk bölüm 'The Year With the Baby'de, artık bir üniversitede İngiliz edebiyatı profesörü olan Agnes'in (Eva Victor) eski ev arkadaşı ve en yakın dostu Lydie (Naomi Ackie) ile yeniden buluşmasına tanık oluyoruz. Aralarındaki diyaloglar, beden dili ve rahatlıkları, yıllara yayılan dostluğun samimiyetini gösteriyor. Lydie'nin şehirde kurduğu aile hayatı ile Agnes'in akademik ve kişisel durağanlığı arasındaki kontast film boyunca tekrar eden bir alt tema.

Ardından anlatı, yıllar öncesine dönerek Agnes'in yüksek lisans öğrencisiyken danışmanı Preston Decker (Louis Cancelmi) tarafından cinsel saldırıya uğradığı dönemi içeriyor. Yönetmen burada saldırıyı doğrudan göstermeyerek kamera ve zaman kullanımıyla hem izleyicide soğuk bir boşluk duygusu yaratıyor, hem de hikayenin sadece bize kadın tarafından anlatılan kısmıyla kabul görmesini istiyor. 

Agnes'in bu olay sonrasında polise gitmeme kararı, tahmin edilenin aksine, (yani toplumsal bir baskı ve duyulurluk endişesi veya mağdurların adalet arayışında karşılaştığı yapısal engellerin 'boşa kürek çekme' hissi yaratıyor oluşundan değil) tacizcisinin bir çocuk sahibi olduğu ve hapse girip çocuğunun babasız büyümesini istemiyor oluşundan geliyor. Bunun yanında toplumsal kurumların eleştirisi yine yapılıyor. Polis üzerinden değilse de üniversite ve sağlık sistemi üzerinden. Kurumların mağduru desteklemekten çok, kendi kurumlarını korumaya odaklandığını bu iki yapıda da görüyoruz.

Bu olay Agnes'in kimliğinin tek belirleyeni haline getirilmiyor. Agnes hala zeki, çekici, üretken. İğneleyici ama asla duyguyu ucuzlatmayan bu mizah, özellikle doktor umursamazlığında ya da üniversite yönetiminin ilgisizliği gibi ortamlarda ortaya çıkıyor. Ancak yaşananlar, kariyerinden özel hayatına kadar birçok alanda görünmez iz bırakıyor. 


Filmdeki dostluk ilişkisi de bir sosyolojik eksen etrafında şekilleniyor. Ev arkadaşı Lydie'nin evlilik ve annelik yoluna girmesi, Agnes'in ise akademik ve kişisel olarak durağan kalması, modern yaşamın farklı 'başarı' tanımlarını karşı karşıya getiriyor. Burada film, toplumsal olarak kabul gören rotaların dışında kalmanın, travma sonrası hayatla kesiştiğinde nasıl çift katmanlı bir 'ötekilik' yaratabileceğini gösteriyor. Bununla birlikte Victor bu sahneleri karikatürize etmeden, gerçekliğe yakın bir tonda tutmaya çalışıyor. Yalnızca Agnes'in yüksek lisanstan sınıf arkadaşı ve akademiden meslektaşı Natasha (Kelly McCormack) karakteri, filmin genel doğal tonuna göre biraz uç bir karakter, daha fazla karikatürize duruyor.

Film genel itibariyle beklentimin altında kalmış olsa da bana biraz Aftersun tadı verdi. Konu bakımından farklı yollara sapıyor gibi görünse de, ikisi de travmayı merkeze almadan, onun gündelik hayatın kıvrımlarındaki izlerini arayan filmler ikisi de. Her iki yapımda da yaşanan 'kötü şey' doğrudan gösterilmez; hikaye, sessizliklerde, küçük jestlerde ve parçalanmış zaman örgüsünde yavaş yavaş şekilleniyor. Aftersun filminde baba-kızın tatlı anları alttaki hüznü redinleştirirken, Sorry,Baby'de Agnes ile Lydie'nin mizahi ve samimi bağı, acının ağırlığını hafifletiyor ama yok etmiyor. 

Özetle film, travma hikayelerinin ahlaki otorite veya intikam amacı peşinde koşmadan, gündelik hayatın içindeki küçük dayanıklılık anılarını gösteriyor. Son sahnede Agnes'in Lydie'nin bebeğini kucağına alıp "büyüyünce başına kötü şeyler gelecek, umarım gelmez. Ama kötü şeylerin olmasını engelleyebilirsem bana haber ver. Ama bazen kötü şeyler olur. Bu yüzden senin için üzülüyorum." filmin özünü veren bir kapanış oluyor. Olmamasını temenni ediyoruz ama bazı şeyler ne yazık ki oluyor.

Yönetmen Andrew DeYoung'ın ilk uzun metraj filmi Friendship, yüzeyde tuhaf, absürt ve yer yer dayanılması güç 'cringe' komedisi olarak ilerlerken, derinlerde günümüzün bir yalnızlık çeşidinin erkek tarafının okumasını barındırıyor. Tim Robinson'un I Think You Should Leave dizisinden aşina olduğumuz sosyal uyumsuz, kendini sürekli yanlış yerde bulan karakter tipini uzun metraja taşıması, filmi hayranları için keyifli kılarken, bu mizaha mesafeli olanlar için ise izlemesi zor bir deneyime dönüştürüyor.


Friendship filmi, banliyöde yaşayan, kurumsal PR işinde çalışan ve hayatı tekdüze bir şekilde akan Craig Waterman'ın (Tim Robinson) yeni komşusu Austin Carmichael (Paul Rudd) ile tanışmasıyla başlıyor. Austin; karizmatik, 'cool' görünen, yerel bir hava durumu sunucusu ve aynı  zamanda bir müzik grubunun solisti. Austin ile tanıştıktan sonra Craig, 'olmak istediği adam'ın Austin'de vucut bulduğunu farkediyor. Önce onu tanımak, onun sosyal çevresine kendisini kabullendirmek ve zamanla onun gibi olabilmek adına ona hayran bir şekilde yaklaşım sergiliyor. Ancak tek taraflı olan bu hayranlık kısa sürede Craig'in takıntılı ve tahmin edilemeyen davranışları sonrası biraz garipleşiyor. Ve Austin'in "arkadaşlığımıza devam etmek istemiyorum" dediğinde ise hikaye hem daha tuhaf, hem de Craig bu reddedilmeyi mizahi bir saldırganlıkla bastırmaya çalıştığı için daha karanlık bir yöne kayıyor. Yaşanan bu bu 'bromance breakup' neredeyse romantik bir ilişki bitişi kadar dramatik işlenirken filmin sonunda Austin'den nihayet alabildiği bir 'onay mimiği' Craig için dünyalara bedel oluyor. Ve benim için de filmin en güzel sahnesi.

Filmin oyunculuklarına bakacak olursak Tim Robinson'un çok da yabancı olmadığı bir karakteri yine başarıyla canlandırması filmin kimliğini rahatça oturtan ana unsur oluyor. I Think You Should Leave dizisinden tanıdığımız o 'cringe' enerjisini uzun metraja taşıması ve bunu absürt mizahla harmanlaması, bu diziyi sevenler için bulunmayacak bir nimet.  Bunun yanında Austin karakterini canlandıran Paul Rudd'un oyunculuğu ise karakterinin hakettiği kadar yerinde. Kendisi hakkında az bilmemiz onu daha 'cool' yapacağından yönetmen karaktere 'cool'luğu bu yol ile vermek istemiş olabilir. Ancak Craig'in eşi Tami'nin (Kate Mara) de karakterinin çok yüzeysel işlenmesi karakter derinlikleri açısından bir eksiklik olduğunu gösteriyor. Yani Craig harici diğer karakterlerin yüzeysel oluşunun bir tercih değil, bir eksiklik olduğu kanısı oluşuyor.


Friendship, herkesin izleyebileceği ya da izleyebilen herkesin de sevebileceği bir film değil. Çünkü 'erkekler neden bu kadar yalnız?' sorusuna cevap vermiyor, aramıyor da cevabı. Bunun yerine, o sosyal yalnızlığı besleyen toplumsal normları, duygusal yetersizlikleri hem komik hem de rahatsız edici bir aynada gösteriyor. The Office dizisini izlerken Michael adına utandığımız gibi burada da Craig adına utanıyoruz. Michael'ın yalnızlığına üzüldüğümüz gibi Craig'in yalnızlığına da üzülüyoruz. Empati kurabiliyor ya da bir sekansı tanıdık bulabiliyor isek, o noktada filmi de seviyoruz.