Önceki sene bloga konuk olan Boiling Point filminin uyarlaması olan Umami, orijinali gibi tek çekimden oluşan bir mutfak filmi. Tek çekimi şöyle düşünün; Bir tiyatro oyununun, tek bir kamerayla sahne içerisinde filme alınması gibi. 4 günde toplamda 7 ayrı çekim yapıldı ve 1 tanesi kullanıldı. Şu an için zirvesi Victoria filmi olan bu modelin ülke sinemamızda da denenmiş olması beni sevindirdi.

      


Umami, Disney Plus'ta gösterime girdiğinde büyük bir heyecanla izledim. Çünkü uyarlandığı Boiling Point filmi çok beğenmiş, benzer çalışmaların Türk sinemasında yapılmıyor oluşuna hayıflanmıştım. Taa ki Umami'ye kadar. Yapımın anlatım ve oyunculuk bakımından eleştirilecek yerleri var elbet. Ama asıl ürünü içeriğinden ziyade, tekniği, yani tek çekim oluşu olduğundan o kısımlara değinip keyfimi kaçırmayacağım. Tiyatro kökenli birçok oyuncuya sahip olduğumuzu ve bu yüzden tek çekim gibi deneysel projelerin aslında ülkemizde kolaylıkla yapılabileceğini savundum. Daha iyi (daha deneyimli tiyatro kökenli) cast seçimi ile daha güzel projeler de çıkabilir. 



Boiling Point'in kamera arkasını izlediğimde yönetmen zaten tekniğin tüm ayrıntılarını bizlere veriyordu. Tekniğin kullanımının en önemli unsuru, teknik ekibi oyuncu olarak sahneye gizleyebilmekte ve olabildiğince ekip ve oyunculara telsiz dağıtmaktı. Bu filmde de teknik ekipten birkaçının müşteri rolüyle sahneye yedirildiğini biliyoruz. Bu da sanat ekibine, kamera olmadığında sahneyi tekrar kameraya hazırlamak için zaman kazandırıyor. 

Tek çekim filmlerinin muhakkak en en güzel yanı, kurgu aşamasının diğer filmlere nazaran çok çok kolay olması. 3-4 adet bütün çekimden sadece birini seçiyor, ses kaçaklarını düzeltiyor, ışık azlığında kareyi patlatıyor, basıyor geçiyorsun. Rabbim başka dert vermesin.

Filmi açın izleyin, tek çekimin başarısı bir yana, hikayenin sizi germesi gerektiği gibi geriyor oluşu da filmin diğer başarısı. Bazı sahnelerde oyuncuların ezbere replik okuyor görünmesini de göz ardı edin, kolay değil elbet.

Yönetmen Andrea Arnold'u ilk Fish Tank filmiyle blogumuza konuk etmiştik. Daha sonra ben onu ineklerin günlük hayatını anlattığı 90 dakikalık İnek belgeseliyle sevmiştim. Şimdi ise karşımızda Bird filmiyle duruyor. Çocuk yaşta, büyümüş rolüne girmek zorunda kalan gençlerin hikayelerini merkeze alan, İngiltere'nin Kent bölgesinde yoksulluğun gölgesinde yaşamlarını sürdüren karakterler üzerinden sosyal gerçekçilik ve büyülü gerçekçiliğin harmanlandığı bir film Bird. İzlemek için bir diğer neden ise Barry Keoghan.


Baba Bug (Barry Keoghan) ve kızı Bailey (Nykiya Adams)

Film, 12 yaşındaki Bailey'nin (Nykiya Adams) perspektifinden anlatılıyor. Bailey, babası Bug (ki bu da Barry Keoghan oluyor) ve üvey kardeşleriyle birlikte kaotik bir yaşam sürüyor. Babası Bug, ergen yaşta baba olmuş, sorumluluklarını henüz tam anlamıyla kavrayamamış, düzensiz hayatı ve sorumsuz kararlarıyla başta basit bir figür gibi görünse de Keoghan'ın güzel performansı ile film ilerledikçe çok katmanlı bir karaktere dönüşüyor ve sevimsiz bir babadan, izleyicinin empati de kurabileceği sevgi dolu bir insana dönüşüyor. Babanın ve çocuklarının akran gibi durmaları uzaktan bakılınca evcilik oyunu oynayan çocuklar gibi duruyor başta. Bug, her ne kadar yaşı itibariyle çocuksu davranışlarıyla hayal kırıklığı yaratsa da, çocuklarına duyduğu sevgi ve koruyucu tavrı filmin ilerleyen dakikalarında açığa çıkıyor.

Filmin ana çatışması, Bailey'in hayatına aniden giren Bird adlı gizemli bir yabancıyla şekilleniyor. Bird, Bailey'in hayatına hem bir gizem unsuru katıyor, hem de koruyucu bir melek edasıyla ona gösterilen ilginin karşılığını veriyor. Bird, Bailey için hem bir kaçış, hem de aidiyet hissini bulma yolculuğunda bir rehber oluyor. Bird karakterine can veren Franz Rogowski'nin minimalist duran kendine has duruşu ve bakışı ile oluşan fiziksel oyunculuğu, karakterin hem büyülü hem de insani yanlarını rahatça dışa vuruyor. Ki Rogowski'nin bu oyunculuğunu geçen sene izlediğimiz 2 güzel film olan Anatomy of a Fall ve The Zone of Interest filmlerinin yıldızı Sandra Huller ile oynadığı 2018 yapımı Muhtemel Aşk filminde de izlemiştim.


Filmin sinematografisine de değinmek gerekiyor. Kuzey Kent'in gri, soğuk ve varoş ortamları, kamera sayesinde masalsız bir anlatıma dönüşmüş gibi duruyor ki hikaye de bunu istiyor. Film boyunca karşımıza çıkan doğa görüntüleri bizlere yapılan sadece bir manzara sunumundan ziyade, Bailey'in iç dünyasının tezahürü gibi sanki. Özellikle Bailey'nin kuşları videoya aldığı sahneler, hem estetik hem de sembolik açıdan derinlik katan görüntüler. Çünkü burada kuşlar, ergenliğe henüz ulaşmış Bailey'nin özgürlük ve kaçış arzusunu simgeliyor. 

Büyülü gerçeklik, filmin duygusal tonunu belirleyen en önemli unsurlardan biri. Bailey'nin bir kuş aracılığıyla arkadaşına bir not göndermesi gibi sahneler, izleyicinin gerçekçiliğini sorgulamadığı, aksine 'bu sahne bana ne hissettiriyor' sorusunu sorduğu sahneler olmalı. Böylelikle gerçeği sorgulayarak gerçekçilikten kopmamanızı engelleyebilir, gerçekliği daha derinden hissetmemizi sağlayabiliriz.

Yönetmen Andrea Arnold'un işlediği bir diğer güçlü tema, aile kavramının yeniden tanımlanması. Film boyunca Bailey'nin hem babası Bug, hem de Bird ile kurduğu bağ, alışılmış aile ilişkilerinin ötesinde (Bu temadaki aile yapısını İngiliz filmlerinde sıkça görüyor olsak da her defasında bir yabancılaşma yaşadığımız aşikar). Bug'un kaotik yaşantısının yanında Bird'ün huzurlu varlığı  Bailey'nin büyüme sürecindeki en büyük destek noktalarını oluşturuyor. 


Özetle Bird filmi, büyüme sancıları, aile bağları ve umut dolu bir dünyaya kaçış arayışını ele alan iyi bir film. Yönetmen  yoksulluk ve sınıf çatışması gibi konuları dramatize etmek yerine, karakterlerin bu koşullar altında hayatta kalma mücadelesini anlatarak yapıyor. Ve bunu büyülü gerçekçilikle toplumsal gerçekçiliği harmanlayarak, yer yer düşündüren, yer yer duygulandıran bir hikaye ile başarıyor. 

Geçen sene bu vakitler izlediğim Saltburn filmini "rahatsız edici film" diye tanımlamıştım. Senenin yine aynı bu vaktinde The Girl with the Needle filmini de aynı şekilde tanımlıyorum. 1919 sonrası Kopenhag'ında geçen ve gerçek bir hikayeden uyarlanan bu film, görüntüsüyle, hikayesiyle, ağızda bıraktığı tat ile, gösterdikleriyle ve göstermeyip size gerisini hayal ettikleriyle rahatsız edici bir film. Aynı zamanda Danimarka'nın Oscar'da Yabancı Dilde En İyi Film adayı ve Oscar'ın en güçlü ikinci adayı bana göre. 



Film, I.Dünya Savaşı'nın ardından Danimarka'da ekonomik ve sosyal kaosun hüküm sürdüğü bir dönemde geçiyor. Baş karakterimiz Karoline (Vic Carmen Sonne), toplumun dışlandığı bireylerden biri olarak hikayeyi taşıyor. Savaşa giden kocasından haber alamıyor oluşu onu hem yalnızlığa hem de fakirliğe dibine kadar iterken bunu izleyiciye çok net hissettirebiliyor. Bu düşüşün ardından umutla sarıldığı bir Kül Kedisi hikayesi doğuyor. Karoline'in kurtuluş olarak gördüğü bu ilişki, onu daha derin bir karanlığa sürüklüyor. Bu sene çok konuşulan Anora filminin hüzünlü Kül Kedisi hikayesini beğenenler bir de gelip bu filmi izlesinler diyorum. 

Film, yüksek kontrastlı siyah-beyaz çekimleriyle Kopenhag'ı oldukça kasvetli bir atmosferde izleyiciye yansıtıyor. Görüntüye eşlik eden müzikleri ile de izlerken yer yer bir kabusun içine çekiyor. Bu birleşim, yalnızca dönemin ruhunu yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda içsel bir mücadeleyi de görselleştiriyor. Film, izleyiciye direkt göstermediği sahneleri, gölge oyunlarının kasveti ile açık bir şekilde ortaya koyuyor. 

Karoline, Kül Kedisi hikayesinde tanıştığı Jorgen ile ilişkilerinden olan istenmeyen bir gebelik sayesinde Dagmar (Trine Dyrholm) ile tanışıyor. Hikayenin gerçek bir olayla ilişiği de bu noktada başlıyor. Filmden alacağınız tadı bozmamak adına şu an için daha fazla detaya girmeyeceğim. İzleyenler ya da spoiler takıntısı olmayanlar biraz aşağıya geçebilirler.

Filmin görsel estetik ve siyah-beyaz sinematografisin yanında oyunculuk performansı da oldukça iyi denecek kıvamda. Baş karakterimiz Karoline, yaşadığı tüm hisleri,duyguları yüz ifadesiyle bizlere rahatça aktarabilmekte ve bu sayede hiç zorlanmadan izleyiciyi o duyguya ortak edebilmekte. Yine filmin ikinci büyük karakteri olan Dogmar'ın hem güçlü duruşu ve mahkeme sahnesindeki toplumsal eleştiri yaptığı kısım ile kendisine hayran bıraktırıyor. Bu mahkeme sahnesinde, kadınların savaş döneminde oluşan kaotik durumdan dolayı nasıl yalnız bırakıldığını ve hayatta kalmak için ne denli zor seçimler yapmak zorunda kaldığını etkileyici şekilde anlatıyor Dagmar bize. 


Film, sinema öğrencilerinin seveceği eski yapımlara göndermeler de içeriyor. Tekstil işçilerinin vardiya sonunda fabrikadan çıkışını gösteren sahneler, Lumiere Kardeşler'in 1895 yapımı Fabrikadan Çıkan İşçiler adlı ilk hareketli görüntüsüne doğrudan bir saygı duruşu yapıyor. Işık-gölge oyunları ve eğik açılar ile korku ve belirsizlik hissi yaratması da Alman dışavurumcu Wiene'nin Dr Caligari'nin Muayenesi filmini hatırlatıyor. 

Tek bunlar da değil. Savaştan yüzü yaralı şekilde dönen Karoline'nin eski kocasının, bu deformasyon yüzünden maruz kaldığı dışlanma David Lynch'in Fil Adam filmine, Karaloine'nin kendi çocuğunu kürtaj yapmaya çalıştığı sahne ile Mike Leigh'in Vera Drake ve Cristian Mungiu'nun 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün filmini hatırlatıyor bize. 


Rahatsız Edici Kısımlar (Spoiler İçerebilir):

Karoline'in hayale kapılıp boşa düştüğü bir ilişkiden istenmeyen bir gebelik sahibi olduğunu söylemiş ve az önce de bir filme benzetirken bebeğini bir şiş yardımıyla kendi kendine kürtaj etmeye çalıştığından bahsetmiştim. İşte tam bu noktada filme dahil oluyor Dagmar karakteri. Gerçek bir kişinin canlandırıldığı bu karakter, istenmeyen gebeliklerde annelere bir teklifte sunuyor: "ücreti mukabilinde çocuğunuza çok iyi bir bakıcı aile bulabilirim". Zaten hayatın sillesini yemiş olan bu anneler de bir de çocuk ahı yememek için çocukları doğduğunda Dagmar'a getiriyor ve o da koruyucu ailelere o çocukları veriyor. Ya da biz öyle zannediyoruz. Çünkü işin bu noktadan sonrası cinayetler silsilesi. Filmde direkt olarak gösterilmese de, ipuçları ve ima yoluyla izleyicinin zihninde daha da rahatsız edici bir etki yaratıyor. Özellikle fırın, nehir ve kanalizasyon gibi sembolik sahneler tüyleri biraz ürpertip mideleri biraz bulandırıyor.

Film, hiçbir noktada izleyiciye rahat nefes aldırmıyor ve bu da duygusal açıdan izleyicide yorgunluğa neden olabiliyor. (Giderek şiddetini arttıran bu duygusal çöküntü hikayesini daha önce Memoir of a Snail animasyon filminde de izlemiştik, filmi izleyenler ve yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır.) Yine buna ek olarak Dagmar'ın işlediği cinayetlerin toplumun kayıtsızlığı nedeniyle mümkün olması, izleyiciyi sorgulamaya ve rahatsız edici bir gerçeklikle yüzleşmeye zorluyor. Mahkeme sahnesinde kendisine 'neden öldürdün?' diye sorulduğunda verdiği cevabın mahkemede sessizlik yaratmasına hem şaşırıyor, hem üzülüyor hem de bir nebze 'lan acaba' diyoruz. " Mecburdum. O çocuklar annelerine çok acı vermişti. Onlara yardım ettim. Ben sadece gerekeni yaptım. Sizin yapmaya korktuğunuz şeyi yaptım. Korkak olduğunuz için itiraf edemiyorsunuz sadece. Aslında bana bir madalya vermeniz lazım"

3 Mart günü dağıtılacak olan 97. Oscar Ödüllerinin aday filmleri listesi açıklandı. The Brutalist filmi En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dahil toplamda 10 dalda aday olarak sert bir giriş yaptı. Succession dizinde miraz kavgasına düşen kardeşler bu kez de Yardımcı Erkek Oyuncu dalında birbirlerinin rakibi olacak. A Real Pain dizisindeki rolüyle Kieran Culkin bu dalda adayken, Jeremy Strong da The Apprentice filmiyle heykelciğe bu dalda aday oldu. Tüm liste aşağıda..


EN İYİ FİLM

EN İYİ YÖNETMEN

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM

EN İYİ ERKEK OYUNCU

EN İYİ KADIN OYUNCU

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
  • Monia Barbaro (A Complete Unknown)
  • Ariana Grande (Wicked)
  • Felicity Jones (The Brutalist)
  • Isabelle Rossellini (Conclave)
  • Zoe Saldana (Emilia Perez)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO

EN İYİ UYARLAMA SENARYO

EN İYİ KURGU

EN İYİ ANİMASYON

EN İYİ BELGESEL
  • Black Box Diaries
  • No Other Land
  • Porcelain War
  • Soundtrack to a Coup d'Etat
  • Sugarcane

EN İYİ SES
EN İYİ GÖRSEL EFEKT

EN İYİ SİNEMATOGRAFİ

EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI

EN İYİ KISA FİLM
  • Anuja
  • A Lien
  • I'm Not a Robot
  • The Last Ranger
  • The Man Who Could Not Remain Silent

EN İYİ KISA BELGESEL
  • Death by Numbers
  • I Am Ready, WArden
  • Incident
  • Instrıments of a Beating Heart
  • The Only Girl in the Orchestra

EN İYİ KISA ANİMASYON
  • Beautiful Men
  • In The Shadow of the Cypress
  • Magic Candies
  • Wander to Wonder
  • Yuck !


Tayland yapımı How to Make Millions Before Grandma Dies, ilk bakışta yalnızca miras kovalayan aç gözlü bir ailenin hikayesi gibi görünebilir. Fakat ardında yaşlı insanlarda oluşan 'yalnız başına ölüm korkusu' da saklı. Japonya'da sırf bu durumu anlatan bir kelime dahi var, kodokushi. Tayland'da gösterildiği salonlarda ağlama hıçkırıkları yükselten bu film, aynı zamanda Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar adayı olarak karşımıza çıkıyor.


Film, genç ve kaygısız biri olan M. (evet, sadece M) ile büyükannesi Menju (Usha Seamkhum) arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Büyükbabasına baktığı için kendisine servet bıraktığını söyleyen kuzeni ile konuştuktan sonra aklına büyükannesi ile ilgilenmek geliyor M'in. Çünkü başka türlü bir mal/para sahibi olamayacağının kendisi de farkında. Mirası hedefleyen (ki miras dediğimiz de dökük bir ev) M, başta çıkarcı bir motivasyonla başladığı bu ilişkide, zamanla büyükannesi ile gerçek bir bağa sahip oluyor. Bu süreçte sadece büyükanne Menju değil, M de kişisel bir dönüşüm geçiriyor. 

Filmin güzel yanlarından biri, karakterlerin iyi tasvir edilmesi. Her ne kadar karakterlerin motivasyonları başta basit görünse de her sahneyle birlikte daha derinleşiyor ve karmaşıklaşıyor. Bu yalnızca senaryo ve hikaye ile ilgili de değil, aynı zamanda Bangkok'un Chinatown gibi atmosferik mekanlarının kullanılmasıyla da oluyor. Büyükanne Menju'nun çevresindeki yaşlı arkadaş çevresinin de gösterilmesi, filmin yalnızca bir aile hikayesi olmadığını, aynı zamanda bir toplum portresi sunduğunu da ortaya koyuyor. Yani ortada toplumsal bir sorun var.


Büyükanne Menju karakterini canlandıran Usha Seamkhum'un ilk kez kamera karşısına geçen biri olması hiç sırıtmıyor. İlk sinema oyunculuğunu bu ileri yaşta sergileyen birisi için oldukça başarılı. Sevinçleri, çaresizlikleri, hüzünleri gibi tüm duyguları rahatça izleyiciye aktarabiliyor. Ki bu başarılı aktarım da izleyiciyi etkileyen, boğazı düğümleyen ve hatta gözleri dolduran şeyin ta kendisi oluyor. Beni alan sahne, her şeye rağmen büyükanne Menju'nun evini, borç batağında olan ve bu konuda dipsiz kuyu olan oğluna vermesi idi. Her şeye rağmen o oğlunun "annemin beni son kez kurtarmasını istiyorum" demesi bir oğul olarak doğal gelirken, annenin oğluna kıyamaması da bir anne/ebeveyn penceresinden bakınca o kadar doğal. Kendisi el uzatmasa, başka uzatacak kimsenin olmadığının farkında çünkü.

Büyükanne Menju'nun evlatları için sahip olduğu bu endişelerinin yanında elbette kendisi için duyduğu yalnız ölüm korkusu da var. Bir çocuk gibi torununa trip attığı sahnede, evini verdiği çocuğunun kendisini huzurevine yerleştirdiği sahnede bu korkuları görebiliyoruz. İskandinav ülkelerinde insanlar genç yaşlardan itibaren bağımsız yaşamaya teşvik edilir. Ancak, güçlü bir sosyal refah sistemi olduğu için yaşlı bireyle finansal olarak çocuklarına bağımlı değillerdir. Fiziksel olarak da yoksunlukları sosyal devlet çerçevesince devlet tarafından giderilir. Fakat Tayland ve benzeri fakir toplumlarda yalnız kalırsan acı ve sefil bir ölüm sizi bulabilir. Bu sebeple ya finansal olarak güçlü ya da ailesel olarak güçlü olmalısınız. Menju'nun yaşadığı durum da tam olarak bu. 


Elbette filmin bazı kusurları da yok değil. Gereksiz uzatmalar hikayenin ritmini bir süreliğine aksatıyor. Ancak güçlü bir finalle biraz toparlıyor ve izleyiciyi yine kendisinde tutarak filmi sonlandırmayı beceriyor. Büyükannenin yalnızlık ve güvensizlik korkuları, modern toplumlarda yaşlı bireylerin yaşadığı ortak sorunlara dikkat çekiyor. Var olan ve artarak daha da büyüyecek olan bir sorunu konu alan bu filme bir ara mutlaka bakın derim.

Gerçek hayattan uyarlanan bu film, bir hapishanenin rehabilitasyon uygulaması olarak mahkumlara tiyatro oyunu sergiletmesini konu ediniyor. Filmin senaryosu, 2005 yılında Esquire dergisinde yayınlanan The Sing Sing Follies adlı makaleye dayanıyor. Ancak Yönetmen Greg Kwedar ve senarist Clint Bentley, yalnızca gazetecilikten yola çıkmakla kalmıyor, gerçek hayattaki mahkumları da filmde oynatarak gerçeklik yansımasını arttırıyor. Daha önce konuğumuz olan Ghostlight filmine benzer bir tat içeren Sing Sing filmi, aday olduğu ödüller ile ondan birkaç adım öne çıkıyor.


Greg Kwedar'ın yönetmenliğini üstlendiği Sing Sing, tipik bir hapishane filmi olmaktan uzak. Gerçek olaylardan esinlenen bu yapım, New York'taki Sing Sing Hapishanesi'nde gerçekleştirilen Rehabilitasyon Yoluyla Sanat (Rehabilitation Through the Arts- RTA) adlı tiyatro programını ve bu programın mahkumlar üzerindeki etkilerini ele alıyor. Dramatik hikayesinin yanında, aynı zamanda sanatın insan psikolojisi üzerindeki dönüştürücü gücünü de bize yansıtıyor. Daha önceki aylarda yazdığımız yine bu senenin iyi filmlerinden olan  Ghostlight filminde de buna benzer bir tema izlemiş idik. O filmde, renksiz ve amaçsız hayatını bir tiyatro grubuna katılarak renklendiren bir kamu işçisini izlemiştik. Şimdikiler ise hem fiziksel olarak, hem de ruhsal olarak tutsak olan mahkumlar. 

Film, klasik hapishane filmlerinin sert ve karanlık atmosferlerinden bilinçli olarak uzak tutulmuş. Bir Amerikan hapishanesini değil, daha ziyade bir İskandinav hapishanesini andırıyor. Kamerayı daha önce mahkumların yüzüne tutarak onların duygularını, dirençlerini veyahut kırılganlıklarını ekrana yansıtmayı amaçlamış yönetmen. Oyuncuların yanına gerçek mahkumları da kullanması bu duygusal aktarımı ne ölçüde başarılı kılmış, o noktada emin değilim. Ama bu tercih filmi biraz daha samimi tutuyor diyebilirim. Anlatımdaki ve oyuncu seçimindeki bu tercihler aynı zamanda filme bir belgesel gerçekçiliği de katıyor. 


Film, karakterlerin suç geçmişlerini arka planda tutarak anlatımda ahlaki yargılardan uzak durmak ve bu sayede ön planda insanlıklarını ve dönüşüm süreçlerini göstermek istemiş. Mesajı vermek adına doğru bir karar gibi gözükse de, karakter gelişimini eksik kılan bir karar bu. Önceden ne kadar kötü bir karaktere sahip olduğunu bilirse izleyici, o zaman daha rahat idrak edebilirdi sanatın o iyileştirici yapısını. Bu derinsizliğe bir de anlatımın yavaş tutulması eklenince, izlemesi çok kolay olmayan bir yapım karşımıza çıkıyor. 

Her ne kadar yazının başında belirttiğim gibi, ödüllerde Sing Sing önde dursa da, izlenme kolaylığı ve verdiği mesajın netliği ve üslubu ile Ghostlight filmini bu filme tercih ettiğimi belirteyim. Temsil ettiği kişi sayısı olarak da düşündüğümde, cezaevindeki mahkumlara karşı, sivil hayatta özgür sanılan ama psikolojik mahkum olan kişilerin çokluğu ile de Ghostlight yine bir adım önde. 

Letonya'nın En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan Flow, diyalogsuz ve minimalist anlatımı olan bir 3DCG animasyon filmi. Sessizliği ile sadece bir kedinin hayatta kalma mücadelesini değil, aynı zamanda modern insanın unutmaya yüz tuttuğu değerleri anlatıyor. Kedi sahibi olanlar karakterin her reaksiyonunu tanıdık bulacaktır. Onu telaşa sürükleyen doğa olayında ise akla klişe olan şu söz gelecek: 'doğa, kendine ait olanı her zaman geri alır.'
(Yazıyı okurken fonda şunu çalabilirsiniz: David Orlowsky - Le Chat Noir )


Gints Zilbalodis'in yönettiği Flow filmi, yuvarlak ve anlamlı gözlere sahip bir kara kedinin şiddetli bir sel felaketinde hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Tek bir kelime bile konuşmayan, sadece olması gerektiği gibi miyavlayan bu karakterimiz tüm duygularını miyav tonlarında, mırıldanmalara ve tırmalamalara sığdırıyor.  Ancak basit görünen bu hikaye, bize bazı sembolik anlatımlarda bulunuyor. Başlangıçta yalnız olan Kara Kedi, sel felaketi onun dünyasını altüst ettiğinde kendisini başka hayvanlarla dolu bir gemide buluyor. (Sel felaketi ve hayvanlardan oluşan bir gemi..hmm..) Gemide bulunanlar labrador cinsi bir köpek, bir kapibara, bir lemur ve bir de sekreter kuşu. Bu küçük grup, kendi sosyal ortamlarından bir şekilde ayrı düşmüş, yalnızlaştırılmış canlılardan oluşuyor. Ve hayatta kalmaya çalışırken gemideki bu yeni sosyal çevresine önce güvenmeyi, sonra da beraber yaşamayı, dayanışmayı öğreniyor. Çünkü buna muhtaç olduklarının farkındalar artık.


Flow, insanoğlunun doğayla olan ilişkisini bir metafor olarak işliyor. Sel felaketi, açık bir şekilde iklim krizine bir gönderme. Kedi heykelleri ile insan medeniyetine bağlama yapan yönetmen, insan medeniyetinin izlerini taşıyan şehirlerin sular altında kalması, doğanın insana karşı üstünlüğünü ve insanın bu dengeyi ne kadar kolay bozabileceğini gözler önüne seriyor. Ancak film, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir umut mesajı da içeriyor. Doğa kendini yenileyebilir, buna biz sebep olmuş olalım ya da olmayalım, bu sürece uyum sağlayarak yeni bir denge kurabiliriz.

Covid süreci gibi endemik bir bir olayı her ne kadar kapalı ve bireysel/minimal ortamlarda geçirmiş olsak da kurtuluşu ve arınmayı kolektif bir hareket ile bulduk. İşin özünde topluca yaptığımız kapanma ile bireysellikten topluluğa geçiş yaparak. Herkes bireysellikten dert yakınıyordu, oysa gezegenimiz hiç olmadığı kadar toplumsal bir mesele etrafında tek vücut idi. Toplumsallaşma bu değil ise nedir? 


Flow, çocuklarınızı oyalamak için açacağınız bir youtube videosu yerine bile açıp ailece izleyebileceğiniz, diyalogsuz anlatımıyla 'bazen bunlara gerek bile yokmuş' diyebileceğiniz anlatıda bir film. Sessizliği düşündürüyor, görselliği büyülüyor, mesajı ise etkiliyor. 2024'ün sevdiğim yapımları arasında kendilerini dahil ediyorum.

Netflix'in 2024 yılının en iddialı filmi olan Emilia Perez, aynı zamanda Fransa'nın da Oscar adayı filmi. Meksika kültürünü ve coğrafyasını merkezine alsa da büyük oranda Paris'te kurulmuş setlerde çekilen bu filmin olmuşlukları ve olmamışlıkları var.  Ancak katmanlı anlatısı ve müzikal unsurlarının yanında bir de Zoe Saldana'nın iyi oyunculuğu eklenince izlenesi, hoş bir film olmuş denebilir. Sonda söyleyeceğimi bu sebeple en başta söylüyorum bu kez. Çok da iyi bir film değil ama, sadece izle geçlik bir film. 

Film, bir uyuşturucu karteli lideri olan Manitas Del Monte'nin (Karla Sofia Gascon) cinsiyet değişimi ile Emilia Perez olup değişen hayatına odaklanıyor. Manitas, avukat Rita'dan (Zoe Saldana) yardım isteyerek hem cinsiyet değişimi ameliyatını organize etmesini, hem de eski kimliğini ardında bırakmasına yardımcı olmasını talep ediyor. Bu teklifi kabul eden Rita film boyunca kendisini etik ikilemlerin ve tehlikelerin ortasında buluyor. Ancak yeni cinsiyetine ve isme taşınan Emilia Perez'in hesap edemediği ya da hesabının ötesinde bir meseleye dönüşen bir olgu var, ailesi.

Emilia Perez olarak yeni bir cinsiyete ve isme geçiş yapan eskinin uyuşturucu kartel lideri, kişiliğini de değiştiriyor. Ve geçmişte yaptıkları için kefaret arayışına giriyor. Eski kimliği olan Maniatas sert, tehlikeli ve tehditkar bir uyuşturucu baronu iken yeni kimliği Emilia topluma fayda sağlamaya çalışan bir hayırsever oluyor. Ancak bu dönüşüm, izleyiciye karakterin eski hatalarından ne kadar arındığına dair sorular tutuyor. Her iki karakteri de canlandıran Gascon'un oyunculuk performansı, bir yandan Emilia'nın çelişkilerini ve karmaşık duygularını ortaya koyarken, bir yandan da karaktere derin bir şefkat duygusu kazandırıyor. Gaddarlık gidiyor, analık geliyor gibi.


Filmin diğer ayağı olan Zoe Saldana'nın başarıyla canlandırdığı Rita karakteri, hem etik çatışmalarını hem de karlı bir anlaşmayı başarıyla yerine getirme arzusunu dengeleyen bir figür olarak karşımızda dururken filmin en önemli eksiklerinden birinin bu karekterin hikayesindeki boşluklar olduğu gözümüze çarpıyor. Bu anlaşmaya neden ihtiyacı olduğu, anlaşma sonrasında nasıl bir yol tuttuğu ve kişisel kazancının ve hesaplaşmasının sonucu hem bir muamma. Neticede kendisini bir mafya liderine adamış bir consigliere değil ki anlayasın şartsız teslimiyetini. Hikayenin anlatımında çok fazla yer edinen Rita karakterini sadece bir 'çerez' olarak kullanmak filmi eksik tutan şeylerden ve olmamışlıklarından biri. 

Son isim ise Jessi karakterini canlandıran Selana Gomez. Kendisine olan antipatim Only Murders in the Building dizisi ile gitmişti. Bu sebeple bu filmde kendisini nötr bir duyguyla izledim ve olması gerektiği kadarıyla vardı. Ne artısı ne de eksisi.


Fransız yönetmen Jacques Audiard'ın yazıp yönettiği Emilia Perez filmi müzikal yapısı ağır olmayan, anlatımı smooth olan, izleyicisini sıkmayan bir yapım olmuş. Karakter olgunlukları, hikayeler arası geçişleri, derin anlam yoksunluğu gibi birçok eksiği var. Bu sebeple Yabancı Film dalında en iyi Oscar'ı almayacaktır elbet ama ona aday olması bile şaşırtır yine de beni. Netflix'te ne izlesem diye saatlerce dolanıp durduğunuz bir vakitte, aradan çıkarabilirsiniz. İzlemezseniz de Zoe Saldana'yı biraz daha izlemekten mahrum kalırsınız, hepsi bu. 

Yönetmenliğini Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminden tanıdığımız Edward Berger'in yaptığı Conclave filmi, ölen eski Papa'nın ardından, yeni bir Papa seçimi sürecini bizlere anlatıyor. Papa seçimi gibi kutsal bir süreci, insan doğasının çelişkileriyle ele alarak izleyiciye bir ayna tutuyor. Hangi lider gerçekten masumdur? Hangi lider geçmişindeki hatalardan arınmış bir şekilde 'günahsız' olduğunu iddia edebilir? Hepsinin ötesinde 'gerçekten günah nedir?' sorusunu soruyor. Manipülasyonlar, ittifaklar ve geçmişte gömülü sırlar bir bir açığa çıkarken, sürpriz bir sonla ters köşe olan bizlere ve diğer adaylara şu söyleniyor: "ilk taşı günahsız olanınız atsın."

Filmin merkezinde yer alan Vatikan'ın dekanlığını yapan Kardinal Lawrence (Ralph Fiennes), hem bir lider hem de içsel çelişkilerle boğuşan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor filmi en başından beri sırtlayıp taa sona kadar bize eşlik ediyor. Seçimin sağlıklı ve kurallara uygun şekilde gerçekleşmesi için bu görev kendisine ölen Papa tarafından verilmiş olduğu için, bu görevi son bir hizmet olarak görüyor. Oylamada isimleri çıkan kardinallerin gizli gündemleriyle ve bilinmeyen yönlerinin ifşalarıyla ilk yüzleşen ve bunu olabildiğince kurum içinde tutmaya çalışan kişi kendisi oluyor. Herkesin günahkar olabileceği kanısına kanısına hakim olduğu yerde ölen Papa'nın verdiği tüm kararları doğu olarak kabul etmesi onun makama olan inancı ve itikadını bizlere gösteriyor. Yani yaptığın bir yanlışın ya da eylemin ölen Papa'nın sana vermiş olduğu bir emir olarak sunmam, neredeyse aklanman için yeterli görülen bir sebep oluyor Kardinal Lawrence için.

Filmde yalnızca dini inanç değil, modern dünyada dinin rolü ve Katolik Kilisesi'nin değişim gereklilikleri de sorgulanıyor. Film, muhafazakarlık ile yenilikçilik, gelenek ile modernite gibi karşıtlıkları tartışırken, seyirciye bir taraf tutma zorunluluğu da hissettirmiyor. Bunun yerine, bu karşıtlıkların insani boyutlarını gözler önüne seriyor. Kardinal Tedesco'nun (Sergio Castellitto) katı muhafazakarlığı ile Kardinal Bellini'nin (Stanley Tucci) liberal bakış açısı arasındaki çatışma, kilisenin geleceği konusundaki farklı vizyonları temsil ediyor. Bunlara ek olarak Kardinal Adeyemi'nin (Lucian Msamati) siyahi bir Papa adayı olarak karşımıza çıkışı ekleniyor. Ve hepsinden öte filmin sonundaki sürpriz bu varyeteleri en uç noktaya taşıyan seçenek oluyor. 


Yönetmen Berger, önceki filmi Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filmindeki gibi geniş bir alana sahip değilse de Vatikan mimarisinin ihtişamını  ve içsel mekanizmaları geniş açı planlarıyla sinematografik bir şölen haline getirmiş. Kapalı mekan çekiminin klostrofobisini izleyiciye aksettirmiyor bu sebeple. Sistine Şapeli'nin fresklerinden mermer koridorlara kadar Vatikan atmosferini otantik bir şekilde ekrana taşımış. Genelde daha kaotik duran kilise filmlerinin aksine, daha renkli ve ferah bir atmosfer karşımıza çıkıyor.

Ralph Fiennes, Kardinal Lawrence rolüyle güzel bir performans sergiliyor. Yüz ifadeleri ve diyalog sunumuyla karakterin içsel çatışmalarını izleyiciye etkili bir şekilde aktarıyor. Stanley Tucci ve John Lithgow gibi isimler de politik entrikaları derinleştiren performanslarıyla filmi zenginleştiriyor. 

Tüm filmi Kardinal Lawrence'ın üzerine yıkmak ve diğer karakterleri derinleştirmemek bir eksiklik gibi dursa da bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Kardinal Lawrence kendisini Papa adayı olarak görmüyor ve bu seçimden sonra görevi bırakıp gitmeyi istiyor. Yani sadece bu seçim için orada olan birisi, yani sadece bu seçim için ekran başında olan bizler gibi, yani Kardinal Lawrence aslında biz izleyiciler. Bu sebeple diğer karakterler ve görüşler yargılanmadan, sadece oldukları gibi sunuluyor, yargı kısmını izleyiciye bırakıyor. Bu sebeple filmin sonunun biraz açık bırakılmış olduğunu düşünenler yanılıyor. Çünkü film her izleyicide farklı bitsin istiyor yönetmen. Bu yüzden Altın Kürede en iyi senaryo ödülünü aldı ve Oscar'da da aday olması bekleniyor. 


Sonuç olarak, birçok Papa seçim filmi ve dizisi izlemiş olsak da her birinde farklı bir gizem perdesi aralandığı için ilgi çekici olmaları devam edecek. Oluşan bu ilgiye layıkıyla cevap verdiğini düşündüğüm bir film olmuş Conclave. Görselliği, renk paleti, oyunculuğu, müzik alt yapısı ile bir bütün olarak güzel bir film.

Sean Baker'in, Cannes'da Altın Palmiye ödülü alan Anora filmi, birçok kişi tarafından beğenilen, ödüllendirilen ve IMDB'de 7.9 puanı bulunan bir film. Biz bu peri masalı hikayelerine Yeşilçam'dan oldukça aşinayız. Hollywood da aşina. Filmin klişeliğini, olmuşluğunu ve de olmamışlığını şimdi size 3 film üzerinden anlatacağım. Biri Pretty Woman (1990), diğeri Uncut Gems (2019) ve son olarak Yeşilçam'dan Vesikalı Yarim (1968).


Anora, bir Manhattan kulübünün arka planında, striptizci ve ara sıra eskort olarak da çalışan Ani'nin hikayesini anlatıyor. Toplumsal ön yargılara ve düşük bir hayat kalitesine sahip olmasına rağmen Ani'nin hayatta kalma mücadelesi filmin merkezinde yer alıyor. Bu mücadelesini, bir rus oligarkın çocuğu olan Ivan'ın  mekana gelmesiyle şekil değiştiriyor. Beraber geçirdikleri bir kaç gecenin ardından kendisine yapılan evlenme teklifini, hayatını değiştirecek o kurtarıcı elin nihayet kendisine uzatıldığını düşünerek kabul ediyor. Ancak bu hikaye Pretty Woman filmindeki Vivian Ward'ın (Julia Roberts) zengin bir adam sayesinde hayatının değişmesi ve Vesikalı Yarim'deki Sabiha'nın (Türkan Şoray) pavyondan kurtulma özlemiyle tematik olarak paralellikler taşıyor.

Vivian Ward gibi, Ani de ekonomik bağımsızlık arayışında, ancak Anora, Pretty Woman'dan farklı olarak romantik idealizmi sorgulayan daha sert bir gerçeklik sunuyor. Bunu, Ani'nin gözlerindeki mutluluk, huzur, kaos, stres ve kalp kırıklığını hissederek fark edebiliyoruz. Bu sebeple Ani'yi canlandıran Mikey Madison'ın hem fiziksel hem de duygusal açıdan son derece etkileyici bir performans sergilediğini belirtmek gerekiyor. Madison'ın yüz ifadeleri ve bedensel dili, Ani karakterinin içsel dünyasını ve çatışmalarını izleyiciye geçirmekte oldukça başarılı.


Filmin Vesikalı Yarim filmi ile daha çok benzeştiği kısmı ise toplumsal algı ve hayat kadınlığının konumlandırılması. Bir yandan Ani çevresindeki sosyal tabuları ve dünyanın ona biçtiği rolleri sorgularken, bir yandan da Ivan bu kimlik yüzünden ailesi ile kavgalar yaşıyor. Ivan için uçkuru düşkünü, alkol bağımlısı denebilir. Ama en başta denilecek en önemli şey Ivan'ın henüz kimliğini oturtmamış bir çocuk olduğu gerçeğidir. Bu sebeple olaylar ciddileştiğinde Ani'ye arka çıkmaz, yere mamasını döken bir bebek misali annesinin yanına masumca sığınır. Bu noktadan sonra filmin 3.perdesi açılır. Ve daha melankolik, hüzünlü ve çaresiz bir Ani karşımıza çıkar. 

İlk iki perdeden de bahsetmem gerekiyor şimdi. Filmi 3 ana perdeye bölecek olursak ilk perde Ani ile Ivan'ın tanışması, eğlenmesi, yiyip içip sevişmeleri olan giriş kısmı ki bu perdenin gereğinden fazla uzun tutulması filmin kalitesini düşüren en başlıca neden. Bir türlü konuya girilememesi, partili sevişmeli sahnelerin sıkça kullanılması yapımı hem izle geç filmlerinden biri gibi gösteriyor, hem de çok eleştirilen male gaze (erkek bakış açısı) durumu yaratıyor. Yani erkeklere beğendirilmek için sıkça kadın vücudunun ifşasına yönelinmiş. Hikaye anlatımının bazı bölümleri, Ani'nin bakış açısından ziyade erkek karakterlerin bakışıyla şekillenmiş gibi görünüyor. Bu da Ani 'nin hikayesinin tam anlamıyla derinleşmesine mani oluyor. Özellikle filmin ikinci yarısında, Ani'nin kendi motivasyonuna dair daha fazla ayrıntı görmek istiyorken, kendimizi daha çok Ivan'ın ailesi ve diğer erkek karakterlerin neler yapacaklarını merak ederken buluyoruz. 

İkinci perdeyi, Ivan'ın bir hayat kadınıyla evlendiğinin ailesi tarafından öğrenilmesi sonucu duruma müdahil olmaları için tuttukları Toros ve ekibinin yer aldığı kovalamaca ve sorunlar kısmı oluşturuyor. Bu kısımdaki temposu biraz Uncut Gems temposunu andırıyor. Absürt mizah, hızlı diyalog ve karmaşık ilişkiler ön plana çıkıyor. Bu tür absürt mizahta diyaloglar hızlı ve zekice olmalı, karakterler sürekli beklenmedik durumlara düşmeli, karakter arası ilişkiler genellikle kargaşa ve yanlış anlamalar üzerinden gidilmelidir ve nitekim hem Uncut Gems'te hem de Anora filminin bu perdesinde olan da buydu.


Ivan'ın ailesinin gönderdiği adamlar (Toros, Igor ve Gamick) filmde derinlikleri olmayan ve sanki sadece hikayeyi ilerletmek için var olan karakterler olsa da hem komik hem de trajik unsurlar ekliyor hikayeye. Her ne kadar Ani ile aynı dünyaya ait olsalar da, onlar da Ani gibi bir sürecin parçası ve patronları tarafından kolaylıkla feda edilebilir bir sınıfın mensupları. Yönetmen Baker Ani ile Igor arasındaki elektrik ile "çalışanların sessiz dayanışması" anlarıyla düzene bir eleştiri de sunuyor.

Özetle, Anora klişe bir hikayeyi, sevilen bir metotla anlatan bir film. İyisiyle kötüsüyle izlenebilecek güzel bir film. Ancak gözümde ne 7.9'luk bir puanı, ne de hele hele Altın Palmiye'yi hak edecek bir yapım. Yönetmenin bir önceki filmi Red Rocket kadar eder, ki onun puanı da 7.1/10. 

Jesse Eisenberg'in ikinci yönetmenlik denemesi olan A Real Pain filmi,tarihsel trajedi ile bireysel travmaların buluşması noktasında yer alan bir yapım. Karakter odaklı, diyalog ağırlıklı tarzına ek olarak kültürel kimliklerin sorgulanışı ve kişisel ilişkilerin incelenmesi gibi unsurlarla da oldukça bir Woody Allen filmini andırıyor. Succession dizisindeki Roman karakteriyle Emmy ödülü kazanan Kieran Culcin, bu filmdeki oyunculuğu ile de Altın Küreyi aldı ve Oscar'ın önemli adaylarından biri. Tüm bunlar izlenmesi için gerekli ortamı oluşturuyor.


Film, büyükannelerinin ölümü sonrasında kuzen olan David (Jesse Eisenberg) ve Benji'nin (Kieran Culkin) Polonya'ya yaptıkları bir yolculuğu konu alıyor. Bu yolculukla hem büyükannelerinin geçmişteki yaşantısının izlerine dokunmayı ve hissetmeyi isterlerken, hem de buna vesile olacak holokost turizminin ile bir gezi turuna da katılmış olacaklar. Holokost turizminin olduğu her noktada aklıma Woody Allen filmi olan  Whatever Works filminin şu sahnesi geliyor. "Annemi eğlenceli nereye götürebilirim?" diye soran Melody'e Boris "Soykırım Müzesine ne dersin?" cevabını vermişti. Ki bu filmde de holokost turizminin etik boyutlarına da değiniliyor. 

Filmin karakterlerine inecek olduğumuzda David, düzenli bir hayat süren bir karakter iken, Benji tam tersine kaotik, spontane ve sürekli bir arayış içerisinde olan biri. Başlangıçta iki zıt karakterin çarpışması gibi görünen hikaye, aslında çok daha derin yüzleşmeler içeriyor. 

Culkin, Benji karakteriyle Succession dizisindeki Roman karakterini bu filme taşımış. Bunu söylerken de olumsuz anlam taşımıyorum. Hem Roman karakterini, hem de Benji karakterini layıkıyla anlamamızı ve tanımamızı sağlayan tamamlayıcı unsur olarak görüyorum. Roman karakterinden farklı olarak diğer insanlarla gerçekten ilgileniyor Benji ancak işin sonundaki bireysel yalnızlığı ve fevriliği bu iki karakteri birbirine bağlıyor. 

Filmin oyuncusu ve yönetmeni olduğu gibi aynı zamanda senaristi de olan ve bu dalda Altın Küreye de aday olan Eisenberg'in ele aldığı asıl mesele, acının kıyaslanamaz oluşu. Bireysel acılarımız, tarihsel trajediler karşısında küçümsenmemeli, herkesin acısının kendine özgü ve gerçek olduğu kabul görmeli düşüncesi filmde sonradan oluşan bir hakimiyet kazanıyor. "Gerçek Acı" ifadesi ile kişisel travmanın kıyaslanamaz doğasına vurgu yapılıyor. Tüm bunları ve filmin ismi ile verdiği mesajı Benji karakterine daha fazla odaklandığımızda rahatlıkla anlayabiliyoruz. 

Sinema ve televizyon dünyasının bu senenin en iyilerini seçen ve Oscar'ın habercisi olan Altın Küre Ödülleri, Los Angeles’ta düzenlenen görkemli bir törenle sahiplerini buldu. Bu yıl filmlerden öne çıkanlar The Brutalist, Emilia Perez olurken, dizide Shōgun Emmy Ödüllerinde de olduğu gibi burada da birçok ödülü topladı. Favori dizilerimden The Penguin ise En İyi Mini Dizi ödülünü Baby Reindeer'e kaptırırken Colin Farrell ise beu dalda En İyi Erkek Oyucu ödülünün sahibi oldu.


2024 Altın Küre Kazananları

Sinema Dalında Kazananlar

  • En İyi Film (Dram): The Brutalist
  • En İyi Film (Müzikal/Komedi): Emilia Pérez
  • En İyi Yönetmen: Brady Corbet (The Brutalist)
  • En İyi Senaryo: Peter Straughan (Conclave)
  • En İyi Kadın Oyuncu (Dram): Fernanda Torres (I’m Still Here)
  • En İyi Erkek Oyuncu (Dram): Adrien Brody (The Brutalist)
  • En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal/Komedi): Demi Moore (The Substance)
  • En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal/Komedi): Sebastian Stan (A Different Man)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Zoe Saldana (Emilia Perez)
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Kieran Culkin (A Real Pain)
  • En İyi İngilizce Olmayan Film: Emilia Pérez
  • En İyi Animasyon Film: Flow
  • En İyi Orijinal Şarkı: El Mal (Emilia Pérez)
  • En İyi Orijinal Film Müziği: Challengers,
  • En İyi Gişe Başarısı: Wicked

Televizyon Dalında Kazananlar

  • En İyi Dizi (Dram): Shōgun
  • En İyi Dizi (Komedi/Müzikal): Hacks
  • En İyi Mini Dizi/TV Filmi: Baby Reindeer
  • En İyi Kadın Oyuncu (Dram): Anna Sawai (Shōgun)
  • En İyi Erkek Oyuncu (Dram): Hiroyuki Sanada (Shōgun)
  • En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal): Jean Smart (Hacks)
  • En İyi Erkek Oyuncu (Komedi/Müzikal): Jeremy Allen White (The Bear)
  • En İyi Kadın Oyuncu (Mini Dizi/TV Filmi): Jodie Foster (True Detective: Night Country)
  • En İyi Erkek Oyuncu (Mini Dizi/TV Filmi): Colin Farrell (The Penguin)
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Jessica Gunning (Baby Reindeer) 
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Tadanobu Asano (Shōgun)

Scott Beck ve Bryan Woods'un yazıp yönettiği Heretic, yalnızca korku türünün geleneksel unsurlarını değil, aynı zamanda inanç ve insan doğasının sınırlarını sorgulayan bir film. Çok sevdiğimiz yapımcısı A24'ün kalıplarını bile zorlayan bu film, hem entelektüel açıdan, hem duygusal açıdan, hem de inançsal açıdan izleyiciyi gerilimi yüksek ama süreçte çokça düşündürecek bir yolculuğa çıkarıyor. Sorulan her bir soru, aslında cevabı aranan tek bir soruya çıkıyor: Tek Gerçek Din nedir?


Film, iki genç Mormon cemaati misyoneri olan Sister Barnes (Sophie Thatcher) ve Sister Paxton'ın ( Chloe East) yağmurlu bir günde dışarıda mahsur kaldıkları sırada kendilerini Hugh Grant'in canlandırdığı Mr.Reed'in evinde korkunç bir tuzağın için bulmalarını konu alıyor. Hikaye yalnızca bir korku anlatısından ibaret değil, inancın temelleri ve kontrol mekanizmaları üzerine bir görüş belirtiyor. Mr.Reed dinleri 'birbirinin tekrarlayan iterasyonları*' olarak sunması ve asıl amaç olan kontrolü 'tek gerçek din' olarak tanıtması filmin ana temasını oluşturuyor. 

Mr.Reed, misyonerleri hem fiziksel hem de zihinsel sınavlardan geçirerek kendi ideolojik argümanlarını ispatlamaya çalışıyor. Sorduğu her bir soru, yaptığı her bir hareket, ileride geleceği sonuçlara ve çıkarımlara birer hazırlık mahiyetinde. Evine buyur ettiği mormon misyonerlere ilk olarak ikram ettiği kola ile bunun ilk sinyalini veriyor. Zira mormonlar kahve, kola gibi kafein barındıran içecekler tüketmezler. Misyonerlerden daha fazla konuya hakim olan Mr.Reed, bu yaptıklarıyla ve sorduğu sorularla kızların inançlarına ne denli bağlı olup olmadıklarını tartıyor. 

Mr.Reed'in kullandığı metaforlar, filmin derinliğini oluşturan önemli unsurlardan biri olarak dikkat çekiyor. Monopoly oyunu örneğinde mesela, modern dinlerin tarihsel olarak eski inanç sistemlerinden nasıl türetildiği fikrini ortaya koyuyor. İslamı, Hristiyanlık anlatısının üzerine inşa edilmiş yeni bir versiyonu, Hristiyanlığı da Yahudilik anlatısı üzerine gelmiş yeni bir versiyonu olarak tanımlıyor. Her bir dini ayrı ayrı görenler için farklı bir bulgu gibi görünse de, 3 semavi dinin zaten birbirinin devamı olduğunu ve tamamlayıcıları olduğunu kabul etmiş, özellikle İslam inancı için çok da tutulur bir farkındalık olmadığını belirtmek gerekiyor. Ancak bu dinlerdeki kurtarıcı figürleri, eski pagan tanrılarıyla karşılaştırıp, Horus, Mithras ve Krishna gibi mitolojik figürlere olan benzerliklerini sunması anlatıyı biraz değiştiriyor. Horus, su üzerinde yürüyen ve çarmıha gerildiğinde geride 12 havari bırakmış biri iken, Krishna bir marangozdu ve bakire bir anneden doğduğu söyleniyordu.


Mr.Reed'in üzerilerinde "belief "(inanç) ve "disbelief" (inkar) yazan kapı metaforu ile de anlatmak istediği bir şeyi sunuyordu. Tutsak ettiği misyonerlere kurtulmaları için yönlendirdiği bu 2 kapıdan birini seçmelerini istiyor. İki kapıyı da açarak ardını kontrol eden genç kızlar, her iki kapının aynı yere çıktığını görseler de, hangi kapıdan çıkacakları konusunda birbirlerini ikna etmeye çalışıyor. Son derece bireysel bir seçim gibi görünse de toplumsal kontrolle bu seçimlerin inanç çatısı altında şekillendiğini, Sister Paxton'ın tercih ettiği kapısını sonradan değiştirdiği bu sahnede görüyoruz. 

Filmde sıkça kullanılan bir diğer metafor ise kelebek. Bunun ile Kelebeğin Rüyası isimli bir tao hikayesine göndermede bulunuyor ve bunu direkt olarak sonradan da anlatıyor. Uyduğunda kendisini bir kelebek olarak gören Çinli bir filozofun, uyandıktan sonra kendisine "ben rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım, yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi?" sorusuna. Bu görüşe göre ölüm bir son değildir. Ölüm ile uykudan çıkılan bir uyanış gerçekleşir ve uyanışın belki de bir gerçeğe varış yolu olduğunu var sayar. Ki buradan da simülasyon teorisine giriş yapacaktı ki muhatabı olan kızın bu konudaki bilgisizliğini görünce fazla eşelemedi Mr.Reed. Ancak bu kelebek anlatısını filmdeki diğer anlatılardan ayrı tutan bir şey var ki o da filmin sonunun belirsizliğinde önemli bir rol oynuyor oluşu. Yönetmenlerden biri "filmden çıkan her izleyicinin mutlaka bir son fikri olmasını istiyoruz. Ancak herkesin sonu ayrı olsun istiyoruz" diyerek açık uçluluğu kasıtlı olarak tercih ettiklerini anlıyoruz.


Filmin oyunculuğuna bakacak olursak, 3 karakterli bu yapımda herkes üzerine düşeni iyi yapmış diyebiliriz. Hugh Grant, Mr.Reed karakteriyle en karanlık ve en unutulmaz performanslardan birini sunuyor. Olgun, entelektüel ve çekiciliğini, sıradan bir nezaketin altında yatan tehditkar ve tehlikeli imajını gizlemek için kullanırken izleyiciyi büyülüyor. İnce mizahı ile Hugh Grant'in diyalogları Guy Ritchie filmi havası da veriyor. Misyonerlerde ise Sister Barnes daha stratejik tavırlar sergilerken, Sister Paxton ise daha masum ve saflığı temsil ediyor ve her iki oyuncu da bu karakterleri izleyiciye güzel aksettiriyor. 

Filmin görsel dili, klostrofobi hissini kuvvetlendiren dar geçitler ve soğuk renk paletleriyle dikkat çekiyor. Mr.Reed'in evinin labirent benzeri yapısı, metal kaplamalı duvarları hem fiziksel hem de metaforik olarak tuzak hissi yaratıyor. 


Heretic, izleyicinin şu soruları sorup kendince cevaplar bulmasını isteyen bir film: İnandığımız şeyler ne kadar bizim seçimimiz? Din ve kontrol arasındaki ilişki, bireyin özgür iradesini ne kadar etkiler? İnandığın din orijinal yapım mı yoksa önceki bir dinin iterasyonu* mu?
Film, bu soruları açık uçlu bir şekilde bırakarak izleyiciyi kendi yanıtlarını bulmaya davet ediyor. Din ve inancın çelişkilerini irdeleyen, korku türünün çok ötesine geçen, teolojik ve felsefi bir inceleme filmi diyerek kategorisini biraz geniş tutabiliriz. Mr.Reed'in karşısında tutsak olan misyonerlerin henüz çömez iki genç olmasındansa, daha bilgili ve entelektüel açıdan Mr.Reed'e en azından tok cevaplar verebilecek karakterlerin olmasını tercih ederdim. Belki filmin sorduğu sorulara kısmen cevaplar da bulunabilir, herkes kendi başına bırakılmayabilirdi. Karşısına Kızıl Goncalar dizisinden  Cüneyd Efendi'yi koy, gör o zaman hem fikirsel çatışmayı ve hem de fiziksel gerilimi.

*iterasyon: denklemin önceki verilerinden faydalanarak bir sonraki sorunun çözümüne ulaştıran yapı, formülasyon. Bu tekrar da olabilir, her seferinde kendini biraz daha geliştirmiş bir yapı da.
Direkt bir kelime ile çevrilemediği için olduğu bu şekilde kullandım.

Memoir of a Snail, yüzeyde sıra dışı bir stop-motion animasyon gözükse de, derinlerde çok daha melankolik duygular ve aynı zamanda umut dolu anlar sunan çok katmanlı anlatısı olan bir yapım. Filmin ana karakteri Grace Pudel, hayatındaki tüm acıları ve kayıpları bir salyangoza anlatıyor ve bizler de bu anlatıyı dinliyoruz. Annesini doğumda kaybedişi, uğradığı akran zorbalığı, babasının trajik ölümü, ikiz kardeşi Gilbert ile ayrılışı... Yeter gibi duruyor, ama yetmiyor, dahası geliyor. 



2009 yapımı ve IMDB Top 250'de bulunan Mary and Max animasyonunun da yönetmeni olan Adam Elliot'un senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Memoir of a Snail filminin en güçlü yönlerinden biri Grace'in (Succession dizisinin Shiv'i Sarah Snook seslendiriyor) kişisel dramını zamansal sıçramalarla ve kardeşiyle olan yazışmalarıyla ilerleten kurgusu. Filmin içerisindeki karakterlerin konuşmaları hiç yok denecek kadar az, duyguklarımızın tamamına yakını bu dış ses anlatımlarıyla oluşuyor. Anlatıdaki bu tercih, hem karakterlerin derinleşmesine hem de izleyicinin onunla bağ kurmasına olanak sağlıyor. Ancak bu durum izleyiciye de çok bir düşünce açısı bırakmıyor. İzlediklerimiz üzerinden karakter duygusunu tahmin etme durumu ortan kalkıyor, çünkü karakter direkt bize her şeyi anlatıyor.

Filmin kurgusu bazı izleyiciler için duygusal anlamda yorumu olabilir. Grace'in hayatındaki trajedileri arka arkaya sıralarken seyircisine bir nefes alma fırsatı vermiyor. Bu kurgusal yapı filmi melankolik açıdan ağır yapsa da, anlatının kasvetli atmosferine katkı sunuyor. Yönetmenin önceki filmi Mary and Max'te kara mizah başvurusu daha yoğunluktaydı. Ancak Memoir of a Snail'de, mizahı biraz daha kısıtlı kullanarak genel anlamda daha karanlık bir ton oluşturmuş Adam Elliot.

Filmin en dikkat çekici metaforlarından biri, Grace'in kendi kabuğuna çekilmesi. Tıpkı küçüklükten beri hayranı olduğu ve sonrasında arkadaş edindiği salyangozlar gibi. Yaşadığı her bir acıyla daha da ağırlaşan ama aynı zamanda kendi benliğini,kişiliğini oluşturduğunu düşündüğü kabuğunu, üzerinden çıkarıp atmanın zorluğunu yaşıyor. Hayatı kendisine dar edenin o kabuğun kendisi olduğunu sonunda farkediyor ve ondan kurtulmanın ne kadar özgürleştirici olabileceğini farkediyor. Bu fark edişi, tek dostu Pinky'nin şu tavsiyesi ile oluyor: "Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir. Ancak ileriye doğru yaşamak zorundayız. Salyangozlar asla bıraktıkları izlerinden geri dönmezler, her zaman ileriye doğru hareket ederler. Dünyanın her yerinde parıldayan salyangoz izleri bırakmanın zamanı geldi. Ve unutma, asla, asla geri dönme."


Grace'in içe kapanıklığı ve kabuklarına sığınması, hayatındaki kayıpların ve karşılaştığı zorluların bir yansımasıdır.. Ancak bu, onun zayıf bir karakter olduğu anlamına gelmez. Grace, hayatın sunduğu her darbeyle kendi içsel gücünü yeniden keşfeder. Özellikle Pinky'nin varlığı, Grace'in jayata daha farklı bir açıdan bakmasını sağlıyor. Pinky, hayatın ne kadar zor olursa olsun, her anının değerini bilmesini gerektiğini Grace'e hatırlatan kişi oluyor. 

Film aynı zamanda bir Japon felsefesi olan Kintsugi'ye atıfta bulunuyor. Bu felsefeye göre "kırılan her şey tamir edilebilir ve eskisinden daha güzel hale getirilebilir"di.  İnsanın yaralarını saklamak yerine onunla barışmasının ve hatta onları birer güç sembolü olarak kabül etmesinin gerekliliğini amaçlayan bir düşünce. Acılarla dolup taşan bir hayatın ağırlığını sırtında taşıyan herkese bir mesaj iletmek istiyor burada. Kabuklarınızı daha fazla yük edinmeyin ve bırakıp ileriye doğru adım atma cesareti gösterin. Çünkü hayat ileriye doğru yaşanıyor.


Filmde Grace ve ikiz kardeşi Gilbert, babalarının vefatından sonra çocuk hizmetleri tarafından, Avustralya'nın iki ayrı uçtaki eyaletlerinde yaşayan iki ayrı aileye evlatlık olarak veriliyorlar. Bu iki ailenin birbirinden uzaklığı sadece mesafe anlamında da değil. Grace'in verildiği aile swinger partileri yapan bir çift iken, ikizi Gilbert'in verildiği aile ise elma çiftliği işleten koyu dindar bir aile. Grace'in ailesi Grace'e çok bir yük olmaz iken, Gilbert'in ailesi ona yaşamı dar ediyor. Yönetmen burada 'sizler için şer görünende hayır, hayır görünende şer vardır' mesajı iletmek mi istiyor bilinmez.  

Filmin oyuncu kadrosu evet, birkaç oyuncaktan ibaret ama seslendirme kadrosu oldukça zengin. Succession dizisinden Sarah Snook, Münih filminden Eric Bana, 2 Oscar adaylı Jacki Weaver ve hatta en sevdiğim ozanlardan Nick Cave

6 Aralık'ta vizyona girecek bu film soğuk kış gününde içinizi ısıtabilir. Bir deneyin.