Semih Kaplanoğlu geçtiğimiz gün bir Anadolu şehrine söyleşisi için geldi ve onun öncesinde son filmi ve bol ödüllü Bal’ın gösterimi de gerçekleştirildi. Kısaca Bal filmi hakkında hatırlatma yapmak gerekirse; Yumurta ve Süt filmlerinin devamı niteliğinde, insanlardaki hakikatin açlığını yaşadığı Yusuf karakterinin gençliğine doğru giden filmler serisidir.  Bu başarılı yapımlardan Bal ise Berlin Altın Ayı ödüllerinde en iyi filmi ve ekümenik Jüri Ödülüne de layık görülmesinin yanı sıra şu an tam olarak bilgisine ulaşamadığım bir sürü ödülün de sahibi (İçerir: Alın Koza, Ale Kino, Asya Pasifik Ekran…) ve pek çok yerli-yabancı film gösterimlerinde de yerini almıştır.

Bal’ın Altın Ayı’dan sonra yer yer gazetelerde boy göstermesi ve biraz daha halk tarafından bilinmesiyle oluşan karşı tavırların veya saçma elitist hislerle izlememezlik değil, sadece tarafımdan sürekli ertelenen bir film olması sizin için pek alaka teşkil etmese de, dünyada yalnız olmadığımı biliyordum. Benim gibi bir sürü insan o küçük Anadolu şehrinde belki bedava film gösterisinden, belki reklam panolarında karşı entelektüel ilgi uyandıran haberi görüp gelenlerle doldu ve taştı. Gözlerime inanamıyor gibi davranmasam da benim gibi öğrencilerin ve yaşını almış- gözlüğünü takmış yerli insanlarla da doluydu. Bu coşkuya ise Semih Kaplanoğlu’nun tepkisi bizim için biraz trajik, komik ve anlamlı oldu (kelime kelime ezberlemediysem bile hemen hemen söylediği şuydu:) : “Pek çok film gösterilerine davet ediliyorum dünyanın ve ülkenin her bir yanından. Ama en çok küçük şehirlerdekini seviyorum, büyük şehirlerdeki yapaylıktan ötürü derinlikten uzak buluyorum. Ve sizin şehrinizdeki bu etkinlik nice sanatsal etkinliğinizin bolluğunu gösteriyor.” Benim sıramda oturan genç kız ve onun arkadasındaki bir erkek grubu ve arkadaşlarım kahkahayı istemsiz bir şekilde attıklarında, elbette karanlıkta diş sayımı yapıyordum. Şu an o ayrı sosyal sorunun paylaşma yeri değil elbette ama bazen de bazı şeyleri yüzeye çıkarmak gerekiyor sevgili İstanbullular.

Mütevazi ve biraz daha tutucu kısımlar tarafından sevildiğini basından duymayan kalmamıştır belki. Kaplanoğlu sürekli gezdiği ülkelerden ve haklı gururu ile filminden bol bol söz etti ki, tek istediğimiz buydu allah için. Tutucu kısımla bir kısmı gücendirmek ve ya yüceltmek için yazmıyorum. Filmde görülen dini ögeler ve film isimlendirilmesinin altında yatan maneviyat bir nevi görülmek istenen yüzü olmuştur. Bununla ilişkilendirilmiş popülerlik sorunu çıktı hemen ortaya. Madem maneviyatı güçlü bir yapısı vardı filmin, neden dünyada bunca izleyici ile buluşurken Türkiye’de 30bin ile sınırlı kalmıştı? Eğer maneviyat önemseniyorsa kitlelere ulaşmalıydı bir konuk için. Hatta “tabiri caizse film sektörünün Mevlana’lığına soyunuyorsanız, halkımızın bu filmi bilmesi gerekmez miydi?” şeklinde soruya oldukça sakince böyle bir dertten uzak olduğunu ve isteyen-ulaşmak istenenler için yapıldığını belirtti. Bu kelimeleri anlamak oldukça güçtü elbette, soruya cevap verirken biraz konunun dağılmasına aldırış etmiyordu. Ancak anlam güçlüğü yaşarken güzel soruların altında aslında tek kelimelik cevaplar ve konudan bağımsız hikayeler duymaya başlamıştık. Güzeldi ama kafa karışıklığı yaratıyordu.

Konuya örnek teşkil edecekse filmin Kiliseler Birliği’nden ödül almasını bağlamlandırdı Kaplanoğlu. Ödüle şaşkınlığı şu imiş: jürinin Hristiyanların bazı mesheplerinden olan rahiplerinden olduğunu ve yarıştığı filmlerin ise Hristiyan temasından olduğunu.  Filmde Mirac’ı anlatan sahne ile belli ki rahipler mest olmuşlar ve içinde bulunan yoğun maneviyat sayesinde gerçekleşmiş bu olay. Kaplanoğlu; “Sinema bana göre sanat olan bir şey. Her sanat eseri gibi sinemanın da bizi maneviyata yükseltmesi gerekir."

 Filmlerine sıkıcılıktan ve duranlığından yakınan insanlardan eleştri alıyormuş çoğunlukla. İzlemeyi zorlaştırdığını düşünen ve biraz daha alışılagelmiş basit senaryo ve yönetmen kıvamında film görmeye alış olduğumuz bir dünyadayız, belki de Hollywood’un da büyük katkısı veya zararı olmuştur. İki karşıtlık arasında o tip filmlerin sadece tüketim amaçlı yapıldığını bahsederken derinlikten uzak olduğunu da araya sıkıştırdı açıkçası. Durup sadece şunu düşündüm: Bal, dediği kategoriye girmiyor belki ama apaçık bir tüketim aracıdır da! Sorularıma cevap aramak istemedim elbette, aklımdan Şehnaz Tango’dan nice sahne geçerken. Biraz daha derinlik çabasında olduğunu söyledi yine, evet dedim, fark sadece derinlik: tüketim mekanizmalarımızda. İstediği günlük yaşantımızda onun filmlerini anmak ve ona yaklaşmakmış. Eh, sıkıcılık ve durağanlık konusuna gelince açıklaması az ve özdü: “Sinema da müzik gibi bir sanattır ve ham maddesi zamandır.” Aslında kompleks kısmı ise sinemada zaman maddesinin modern felsefede bile büyük yer tuttuğu ve bunun halka indirgenip nasıl anlatılacağıdır belki de. Kaplanoğlu, sinemasındaki çekim tekniğinden ve doğallığı konusundan da ödün vermediğini anlattı bu konuda. Gerçi bu konu paradoks bir şekilde filmle zaman imgesi ve insanların bu konudaki yakarışı uzun bir süre devam edecek gibi. En azından sistem içinde yaşadığımız için devam edebilir diye düşünüyorum. Mançevski’nin çok sevdiğim bir sözü var bu konuda:  “Bir araç olarak filmin beni büyüleyen yanı, zamanla oynama konusunda sunduğu olanaklar ve sinemacının zamanı uzaya dönüştürmesidir.



Bal filmi konusunda endişelendiğim ve beni üzen bir konu vardı ciddi ciddi: ağız farklılığı. Oyuncuların gayet güzel İstanbul Türkçesi ile Rize’nin yerli halkından olması konusu başlangıçta bana estetikten uzak gelmiştir. En son dayanamayan bir amca bu konuya da parmak bastı elbette ve “neden?” dedi samimi bir şekilde.  Sebebi ise gene soru işaretleri bıraktı: “Oyuncular yöre insanı olmadığı için, sonradan ağız değiştirmeleri bana oldukça yapay geliyor.” Başka bir bakış açısı ise yine oyuncular eğilimindeydi. Aktörlerini öncelikle amatörlerden seçtiğini ve ya çok fazla tanınmamış isimlerle çalışmayı istediğini söyledi. Ona göre herkeste oyunculuk yeteneği mevcutmuş zaten, her insan rol yapabilirmiş, ancak sadece bunu ifade edebilecek yönetmen bulmak gerekirmiş. Klasik soru geldi aklımıza: doğalı mı oynamalı, rol mü yapmalı? Aslında oyunculukta ne yatıyor ki? Elbette kaldı bu sorular havada.

·        Yusuf karakteri kısmı otobiyografikmiş. Örneğin kekemelik ve kısık sesle konuşma önerisi.
·        Filmde müziğin kullanılmadığı ve tamamen doğal seslerden faydalandığını belirtirken, dram, gerilim vs gibi filmlerde müziği kısıp izlememizi de önermiştir.
·        Filmin neden Rize’de çekildiği sorusuna ise: öncelikle Gürcistan sınırında bir yerde çekmek istediklerini ancak çocukla çalıştıkları ve mayınlardan doğan güvenlik açığı olduğu için tekrar Rize’ye döndüğünü söyledi. Burada da pek çok yer ismi geçti, oldukça gezgin ve doğa sever bir yönetmen kendisi, filmlerinden de fark etmemek ahmaklık olur sanırım.
·        Yine Tarkovski’yi saygıyla andı. Tekel işçilerinin direnişini de haklı buldu.
·        Yeni filmi ise İstanbul’da geçecek ve aşkı anlatacakmış.

Bir de son olarak: Radikal’de yayınlanan sinema yazıları derlenmiş ve İletişim yayınları tarafından kitap formuna girmiş, ilgililere.

Söyleşinin bazı kısımlarını aldığım, bazı kısımlarına giremediğimi de belirtirim. Birikimi ve doğa sevgisiyle gerçekten gurur duyduğumuz yönetmenlerden biri olan Kaplanoğlu o gece ağzımıza –yöresel deyimiyle- bal çalmıştı. Kendi adıma ve o küçük şehir adına teşekkür ediyorum.

0 serzeniş: