Hailsham yatılı okulu. İngiltere. Süslenmiş yeşilliklerin içinde oynayan, ders gören nice öğrenci. Naiflikleriyle, anlatılan hikayelere aldanmarıyla ve birbirlerine alay eden bir sürü çocuklar yetişiyor Madame’ın emrinde. Ciddi yasakların getirildiği okulda, aşırı sağlık denetimleri ve despotluk had safada. Burada sessizliği ve örnek davranışlarıyla bir şekilde ilgi Kathy karakterinin üzerine çekiliyor. Diğer kızlar gibi dedikodu yapmayıp, sessizce köşesine çekilen ve Ruth’un yakın arkadaşlığını yapan bilge Kathy.

Okulda sürekli sinirlenen, arkadaşları tarafından alay konusu edilip hırpalanan Tommy, yalnızlığında bulduğu Kathy sayesinde arkadaş gruplarının içinde buluyor kendini. Bu güzel giden günlerin ardından, yaşadıkları çocuksu olaylar, düşünceleriyle Ruth, asıl kahraman Kathy ve ardından Tommy, Hailsham bitene kadar beraberce geçiriyorlar günlerini. Hayatlarında önemli bir yer kaplayan öğretmenleri bayan Lucy, ‘galeri’ isminde yaptıkları resimleri toplayan yer ve fişleri ile kırık dökük eşyalar alabildikleri alanlarla ve asla sınır dışında çıkmamakla geçiriyorlar günlerini bir şekilde.

Yeni gelen gözetmen Bayan Lucy ise, çocuklara diğer öğretmenlerin yaklaşmadığı şekilde yaklaşıyor: sevgiyle. Tommy’nin mevcut sorunlarına yardımcı olmaya çalışırken, Kathy’nin yine Tommy ile ilgilenmesini destekleyerek arkadaşlıkların kurulmasına yardım ediyor bir şekilde. Ancak okul içinde yaşadığı travmatik olaylar, onu 4. Sınıflarda yaptığı duygu dolu ancak bir çoğu için kafa karıştırıcı konuşmasının ardından, yokluğa teslim ediyor kendini ve esrarengiz bir şekilde Hailsham’den uzaklaşıyor.

Bu üç arakadaşın Hailsham’den uzaklaşmasıyla amaçlarının ne olduğunu ve neden yetiştirildiği anlamaya başlıyoruz yavaş yavaş. Yine okulun ve milli sağlık kuruluşunun gözetiminde dışarıda ve dışarıyla yaşamaya başlıyorlar. Kısıtlanmış özgürlükleri ile adeta hapis hayatından kurtulmuş mahkumlar gibi şen bir şekilde yaşama adapte olmaya başlıyorlar. İçlerindeki aşk üçgeni, pornografi-esasen meraktan ve yaşanmamışlıktan gelen yaklaşımlar-, televizyon ve ilk defa çitlerin ardına çıkmaları gerçeklik algılarını oluşturuyor. Bu arada ebeveyn ve ya orijinallerini ararlarken buluyorlar kendilerini, binbir hayal kırıklığı ile.

Sürekli olarak buruk, dolayısıyla üzücü bir şekilde ilerlerken durumdan çıkma ve biraz daha fazla özgürlük arayışına gidiliyor çeşitli metoforlar eşliğinde. Zaten film her an yeni bir kapı açarken, aklımızın almadığı ve daha önce görmediği insanlık dışı eğilimlerle karşı karşıya kalıp en doğal tepkilerle izlenebilirliğini sağlıyoruz. Kathy’nin hikayesi zamanla oluştuğu hastabakıcılık karakteri ve kendi çitler içindeki yaşamı ile hızla ilerlerken kaybettiği ve aslında bıraktığı arkadaşlarını da bulduğu an kendiyle ve diğerleriyle ilgili gerçekliği yakalayabiliyor.
-
Sade bir aşk üçgenini görmekten ziyade sürekli insanlığı, varoluşu ve fedakarlığı, kendinden vazgeçmeyi ve de çeşitli garipliği barındırıyor. Bu garipliği basit cümlelere dökmek gerekirse aslında insanlığın kurtuluşu ve bilim adına yapılanların ne derece insansı olduğudur. Muhtemelen, izleyiciler için merak konusu olan taraf ise film boyu saklanan fikrin “gerçekliği” konusudur. Tüyler ürpertici, bir o kadar gerçeğe yakın olması filmin başında geçen ve ortasında vuku bulan şu cümleler: “Tıp bilimindeki devrim 1952'de gerçekleşti. Önceden amansız olan hastalıklar artık tedavi edilebiliyordu. 1967'de ortalama yaşam süresi 100 yılın üzerine çıktı.” İlkin bir mutlulukla izlerken bu cümleleri, çok da aldırış etmeden hızlıca geçiyoruz sanırım. Ama bilimin tarihindeki 1957 bizi aslında nereye götürmeli? Gizli yapılmış çalışmalara sadece insanlığın faydası için çıkıldığı aşikar, ancak ne derece insansı? Sanırım bu sorular insanlık tarihi için –yakından görmeyenler hariç- sadece cevapsız sorular olacaktır. Veya film sadece basit bir kurgu, hatta bilim-kurgudan ibaret olabilitesi daha yüksek görünüyor olabilir.

Ufak bir not: The Island filmini hatırlamanızı diliyorum.
-
Yönetmen Mark Romanek’in geçmişini genelde video klipler ve video belgesellerin tamamladığını görüp şaşırmamak gerçekten enteresan olur sanırım. Film boyunca duyulan soğukluk ve depresif tavır haliyle izleyicide de üzüntü ve endişeye mahal veriyor. Ancak filmi zileyip de, sahildeki gemi sahnesini kolay kolay silinecek türden değil. Filmin renkleri ise, “pastel”. Hah, yeni bir soluk olduğunu düşünmeyin hemen. Bu paleti de 68 İngiliz yapımı “If…” filminden çarpmış olduğunu zaten söylemiş bir röportajında.
Hali hazırda Carey Mulligan (Kathy)’ı görüp de sevmeyen insan yoktur diye düşünürken, filmde uzun uzun karakter gelişimlerinden ve başarısından, filmi götürdüğü çok açık ve durgunluğu, masumiyeti ile isteklerle ve parlak zekasıyla başrolün üstesinden gelmiş olduğu gerçekten sevindirici. Ancak burada Tommy rolünü üstlenen Andrew Garfield ise sanırım daha iyisini yapamazdı, biraz naif, pasif ve agresiflik kolay olmasa gerek. Ruth karakteri ise Keira Knightley’nin soğuk yüzünden ve dudaklarından çözümlenirken, ne kadar nefret ettiğinizi hissettiriyorsa, sanırım o da altından kalkmış.

Tabi bir de küçük halleri var filmin başlarında, özellikle Kathy’yi oynayan Izzy Meikle-Small ise gerçekten taktire şayan bir çocuk. (Özellikle, filme ismini veren şarkı sözünde yastığa sarılıp, o gencecik yaşta farklı dürtülerle şarkıyı hissetmesi, Ruth’un ruhsuzluğuyla birleşmesi.)

Kazuo Ishiguro’nun kaleminden çıkıp aslında roman olan bu film, yine kitabın filmi olmalı mı, kitap mı daha iyi, film mi gibi tartışmaları bölerken, filmden sonra muhtemelen okuma merakını geliştirebilecek türden. Mina Haydaroğlu çevirisi ile de YKY’da Türkçe’de yerini almış. 

1 serzeniş:

eLmyra dedi ki...

birkaç hafta önce izlemiştim filmi, çok beğenmiş, çok etkilenmiştim. gerçek olma olasılığı benim de merak ettiğim ve insanlık dışı bulduğum bir nokta. kesinlikle çok güzel ama çok hüzün verici bir film. oyuncuların başarısı atlanamaz, ben de yazında belirttiğin gibi kathy, tommy ve kathy'nin küçüklüğünü canlandıran oyuncuların performanslarını çok beğenmiştim. şimdi filmin sinemalarda gösterime girmesini bekliyorum, sanırım nisanda gelecekmiş :)