Scott Beck ve Bryan Woods'un yazıp yönettiği Heretic, yalnızca korku türünün geleneksel unsurlarını değil, aynı zamanda inanç ve insan doğasının sınırlarını sorgulayan bir film. Çok sevdiğimiz yapımcısı A24'ün kalıplarını bile zorlayan bu film, hem entelektüel açıdan, hem duygusal açıdan, hem de inançsal açıdan izleyiciyi gerilimi yüksek ama süreçte çokça düşündürecek bir yolculuğa çıkarıyor. Sorulan her bir soru, aslında cevabı aranan tek bir soruya çıkıyor: Tek Gerçek Din nedir?


Film, iki genç Mormon cemaati misyoneri olan Sister Barnes (Sophie Thatcher) ve Sister Paxton'ın ( Chloe East) yağmurlu bir günde dışarıda mahsur kaldıkları sırada kendilerini Hugh Grant'in canlandırdığı Mr.Reed'in evinde korkunç bir tuzağın için bulmalarını konu alıyor. Hikaye yalnızca bir korku anlatısından ibaret değil, inancın temelleri ve kontrol mekanizmaları üzerine bir görüş belirtiyor. Mr.Reed dinleri 'birbirinin tekrarlayan iterasyonları*' olarak sunması ve asıl amaç olan kontrolü 'tek gerçek din' olarak tanıtması filmin ana temasını oluşturuyor. 

Mr.Reed, misyonerleri hem fiziksel hem de zihinsel sınavlardan geçirerek kendi ideolojik argümanlarını ispatlamaya çalışıyor. Sorduğu her bir soru, yaptığı her bir hareket, ileride geleceği sonuçlara ve çıkarımlara birer hazırlık mahiyetinde. Evine buyur ettiği mormon misyonerlere ilk olarak ikram ettiği kola ile bunun ilk sinyalini veriyor. Zira mormonlar kahve, kola gibi kafein barındıran içecekler tüketmezler. Misyonerlerden daha fazla konuya hakim olan Mr.Reed, bu yaptıklarıyla ve sorduğu sorularla kızların inançlarına ne denli bağlı olup olmadıklarını tartıyor. 

Mr.Reed'in kullandığı metaforlar, filmin derinliğini oluşturan önemli unsurlardan biri olarak dikkat çekiyor. Monopoly oyunu örneğinde mesela, modern dinlerin tarihsel olarak eski inanç sistemlerinden nasıl türetildiği fikrini ortaya koyuyor. İslamı, Hristiyanlık anlatısının üzerine inşa edilmiş yeni bir versiyonu, Hristiyanlığı da Yahudilik anlatısı üzerine gelmiş yeni bir versiyonu olarak tanımlıyor. Her bir dini ayrı ayrı görenler için farklı bir bulgu gibi görünse de, 3 semavi dinin zaten birbirinin devamı olduğunu ve tamamlayıcıları olduğunu kabul etmiş, özellikle İslam inancı için çok da tutulur bir farkındalık olmadığını belirtmek gerekiyor. Ancak bu dinlerdeki kurtarıcı figürleri, eski pagan tanrılarıyla karşılaştırıp, Horus, Mithras ve Krishna gibi mitolojik figürlere olan benzerliklerini sunması anlatıyı biraz değiştiriyor. Horus, su üzerinde yürüyen ve çarmıha gerildiğinde geride 12 havari bırakmış biri iken, Krishna bir marangozdu ve bakire bir anneden doğduğu söyleniyordu.


Mr.Reed'in üzerilerinde "belief "(inanç) ve "disbelief" (inkar) yazan kapı metaforu ile de anlatmak istediği bir şeyi sunuyordu. Tutsak ettiği misyonerlere kurtulmaları için yönlendirdiği bu 2 kapıdan birini seçmelerini istiyor. İki kapıyı da açarak ardını kontrol eden genç kızlar, her iki kapının aynı yere çıktığını görseler de, hangi kapıdan çıkacakları konusunda birbirlerini ikna etmeye çalışıyor. Son derece bireysel bir seçim gibi görünse de toplumsal kontrolle bu seçimlerin inanç çatısı altında şekillendiğini, Sister Paxton'ın tercih ettiği kapısını sonradan değiştirdiği bu sahnede görüyoruz. 

Filmde sıkça kullanılan bir diğer metafor ise kelebek. Bunun ile Kelebeğin Rüyası isimli bir tao hikayesine göndermede bulunuyor ve bunu direkt olarak sonradan da anlatıyor. Uyduğunda kendisini bir kelebek olarak gören Çinli bir filozofun, uyandıktan sonra kendisine "ben rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım, yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi?" sorusuna. Bu görüşe göre ölüm bir son değildir. Ölüm ile uykudan çıkılan bir uyanış gerçekleşir ve uyanışın belki de bir gerçeğe varış yolu olduğunu var sayar. Ki buradan da simülasyon teorisine giriş yapacaktı ki muhatabı olan kızın bu konudaki bilgisizliğini görünce fazla eşelemedi Mr.Reed. Ancak bu kelebek anlatısını filmdeki diğer anlatılardan ayrı tutan bir şey var ki o da filmin sonunun belirsizliğinde önemli bir rol oynuyor oluşu. Yönetmenlerden biri "filmden çıkan her izleyicinin mutlaka bir son fikri olmasını istiyoruz. Ancak herkesin sonu ayrı olsun istiyoruz" diyerek açık uçluluğu kasıtlı olarak tercih ettiklerini anlıyoruz.


Filmin oyunculuğuna bakacak olursak, 3 karakterli bu yapımda herkes üzerine düşeni iyi yapmış diyebiliriz. Hugh Grant, Mr.Reed karakteriyle en karanlık ve en unutulmaz performanslardan birini sunuyor. Olgun, entelektüel ve çekiciliğini, sıradan bir nezaketin altında yatan tehditkar ve tehlikeli imajını gizlemek için kullanırken izleyiciyi büyülüyor. İnce mizahı ile Hugh Grant'in diyalogları Guy Ritchie filmi havası da veriyor. Misyonerlerde ise Sister Barnes daha stratejik tavırlar sergilerken, Sister Paxton ise daha masum ve saflığı temsil ediyor ve her iki oyuncu da bu karakterleri izleyiciye güzel aksettiriyor. 

Filmin görsel dili, klostrofobi hissini kuvvetlendiren dar geçitler ve soğuk renk paletleriyle dikkat çekiyor. Mr.Reed'in evinin labirent benzeri yapısı, metal kaplamalı duvarları hem fiziksel hem de metaforik olarak tuzak hissi yaratıyor. 


Heretic, izleyicinin şu soruları sorup kendince cevaplar bulmasını isteyen bir film: İnandığımız şeyler ne kadar bizim seçimimiz? Din ve kontrol arasındaki ilişki, bireyin özgür iradesini ne kadar etkiler? İnandığın din orijinal yapım mı yoksa önceki bir dinin iterasyonu* mu?
Film, bu soruları açık uçlu bir şekilde bırakarak izleyiciyi kendi yanıtlarını bulmaya davet ediyor. Din ve inancın çelişkilerini irdeleyen, korku türünün çok ötesine geçen, teolojik ve felsefi bir inceleme filmi diyerek kategorisini biraz geniş tutabiliriz. Mr.Reed'in karşısında tutsak olan misyonerlerin henüz çömez iki genç olmasındansa, daha bilgili ve entelektüel açıdan Mr.Reed'e en azından tok cevaplar verebilecek karakterlerin olmasını tercih ederdim. Belki filmin sorduğu sorulara kısmen cevaplar da bulunabilir, herkes kendi başına bırakılmayabilirdi. Karşısına Kızıl Goncalar dizisinden  Cüneyd Efendi'yi koy, gör o zaman hem fikirsel çatışmayı ve hem de fiziksel gerilimi.

*iterasyon: denklemin önceki verilerinden faydalanarak bir sonraki sorunun çözümüne ulaştıran yapı, formülasyon. Bu tekrar da olabilir, her seferinde kendini biraz daha geliştirmiş bir yapı da.
Direkt bir kelime ile çevrilemediği için olduğu bu şekilde kullandım.

Memoir of a Snail, yüzeyde sıra dışı bir stop-motion animasyon gözükse de, derinlerde çok daha melankolik duygular ve aynı zamanda umut dolu anlar sunan çok katmanlı anlatısı olan bir yapım. Filmin ana karakteri Grace Pudel, hayatındaki tüm acıları ve kayıpları bir salyangoza anlatıyor ve bizler de bu anlatıyı dinliyoruz. Annesini doğumda kaybedişi, uğradığı akran zorbalığı, babasının trajik ölümü, ikiz kardeşi Gilbert ile ayrılışı... Yeter gibi duruyor, ama yetmiyor, dahası geliyor. 



2009 yapımı ve IMDB Top 250'de bulunan Mary and Max animasyonunun da yönetmeni olan Adam Elliot'un senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Memoir of a Snail filminin en güçlü yönlerinden biri Grace'in (Succession dizisinin Shiv'i Sarah Snook seslendiriyor) kişisel dramını zamansal sıçramalarla ve kardeşiyle olan yazışmalarıyla ilerleten kurgusu. Filmin içerisindeki karakterlerin konuşmaları hiç yok denecek kadar az, duyguklarımızın tamamına yakını bu dış ses anlatımlarıyla oluşuyor. Anlatıdaki bu tercih, hem karakterlerin derinleşmesine hem de izleyicinin onunla bağ kurmasına olanak sağlıyor. Ancak bu durum izleyiciye de çok bir düşünce açısı bırakmıyor. İzlediklerimiz üzerinden karakter duygusunu tahmin etme durumu ortan kalkıyor, çünkü karakter direkt bize her şeyi anlatıyor.

Filmin kurgusu bazı izleyiciler için duygusal anlamda yorumu olabilir. Grace'in hayatındaki trajedileri arka arkaya sıralarken seyircisine bir nefes alma fırsatı vermiyor. Bu kurgusal yapı filmi melankolik açıdan ağır yapsa da, anlatının kasvetli atmosferine katkı sunuyor. Yönetmenin önceki filmi Mary and Max'te kara mizah başvurusu daha yoğunluktaydı. Ancak Memoir of a Snail'de, mizahı biraz daha kısıtlı kullanarak genel anlamda daha karanlık bir ton oluşturmuş Adam Elliot.

Filmin en dikkat çekici metaforlarından biri, Grace'in kendi kabuğuna çekilmesi. Tıpkı küçüklükten beri hayranı olduğu ve sonrasında arkadaş edindiği salyangozlar gibi. Yaşadığı her bir acıyla daha da ağırlaşan ama aynı zamanda kendi benliğini,kişiliğini oluşturduğunu düşündüğü kabuğunu, üzerinden çıkarıp atmanın zorluğunu yaşıyor. Hayatı kendisine dar edenin o kabuğun kendisi olduğunu sonunda farkediyor ve ondan kurtulmanın ne kadar özgürleştirici olabileceğini farkediyor. Bu fark edişi, tek dostu Pinky'nin şu tavsiyesi ile oluyor: "Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir. Ancak ileriye doğru yaşamak zorundayız. Salyangozlar asla bıraktıkları izlerinden geri dönmezler, her zaman ileriye doğru hareket ederler. Dünyanın her yerinde parıldayan salyangoz izleri bırakmanın zamanı geldi. Ve unutma, asla, asla geri dönme."


Grace'in içe kapanıklığı ve kabuklarına sığınması, hayatındaki kayıpların ve karşılaştığı zorluların bir yansımasıdır.. Ancak bu, onun zayıf bir karakter olduğu anlamına gelmez. Grace, hayatın sunduğu her darbeyle kendi içsel gücünü yeniden keşfeder. Özellikle Pinky'nin varlığı, Grace'in jayata daha farklı bir açıdan bakmasını sağlıyor. Pinky, hayatın ne kadar zor olursa olsun, her anının değerini bilmesini gerektiğini Grace'e hatırlatan kişi oluyor. 

Film aynı zamanda bir Japon felsefesi olan Kintsugi'ye atıfta bulunuyor. Bu felsefeye göre "kırılan her şey tamir edilebilir ve eskisinden daha güzel hale getirilebilir"di.  İnsanın yaralarını saklamak yerine onunla barışmasının ve hatta onları birer güç sembolü olarak kabül etmesinin gerekliliğini amaçlayan bir düşünce. Acılarla dolup taşan bir hayatın ağırlığını sırtında taşıyan herkese bir mesaj iletmek istiyor burada. Kabuklarınızı daha fazla yük edinmeyin ve bırakıp ileriye doğru adım atma cesareti gösterin. Çünkü hayat ileriye doğru yaşanıyor.


Filmde Grace ve ikiz kardeşi Gilbert, babalarının vefatından sonra çocuk hizmetleri tarafından, Avustralya'nın iki ayrı uçtaki eyaletlerinde yaşayan iki ayrı aileye evlatlık olarak veriliyorlar. Bu iki ailenin birbirinden uzaklığı sadece mesafe anlamında da değil. Grace'in verildiği aile swinger partileri yapan bir çift iken, ikizi Gilbert'in verildiği aile ise elma çiftliği işleten koyu dindar bir aile. Grace'in ailesi Grace'e çok bir yük olmaz iken, Gilbert'in ailesi ona yaşamı dar ediyor. Yönetmen burada 'sizler için şer görünende hayır, hayır görünende şer vardır' mesajı iletmek mi istiyor bilinmez.  

Filmin oyuncu kadrosu evet, birkaç oyuncaktan ibaret ama seslendirme kadrosu oldukça zengin. Succession dizisinden Sarah Snook, Münih filminden Eric Bana, 2 Oscar adaylı Jacki Weaver ve hatta en sevdiğim ozanlardan Nick Cave

6 Aralık'ta vizyona girecek bu film soğuk kış gününde içinizi ısıtabilir. Bir deneyin. 


Yeniden başkan seçilen Donald Trump'ın gençliğindeki sıçrayış döneminin ve bu sıçrayışta kendisine mentörlük eden Roy Cohn ile olan ilişkilerinin anlatıldığı The Apprentice filminin zamanlaması manidar bulunmuştu. Seçim öncesi vizyona sokularak seçmende Trump aleyhine bir algı yaratılmak isteniyor söylentileri dolaştı. Bizim Amerikanlaşmaya çalıştığımız, onların ise Orta Doğulaştığı bir dönemde bilmedikleri bir şey olabilir; Orta Doğu insanı gücü sever, güce tapar. Ve bu film Trump'ı oldukça güçlü gösteriyor.


Filmin seçim öncesi gösterime girmesi, ekseriyetle Demokrat parti destekçilerinden oluşan Hollywood'un siyasi bir hamlesi olarak görüldü. Trump'ın iktidara gelirken "ne pahasına olursa olsun, kazan" stratejisini, onun yeniden başkan olduğunda ne ölçüde illegalize ( ve hatta şeytani) olabileceğini, filmde onun yaptığı 'manipülasyon, saldırganlık ve inkar üzerine kurulu' bir yükseliş hikayesi ile gösteriliyor. 'Yeniden kazanması durumunda bu tarz yöntemlere yeniden başvurabileceği' endişesinin oluşması da isteniyor olabilir. Filmin direkt bu amaçlarla seçimlere müdahele edebileceği öngörülmüş müdür bilmiyorum, ancak öyle bir şey varsa da bu amaç ters tepki vermiş olabilir. Bunun yegane sebebi de Roy Cohn'un yarattığı bir lider tasviri.

Donald Trump'ın, Roy Cohn'dan derin şekilde etkilendiğini ve onun öğrettiği strateji ve taktikleri kendi hayat ve iş stratejilerinde kullandığını film bize gösteriyor. İkilinin tanışmaları esnasında Roy Cohn'un Trump'a söylediği "başarılı olmanın 3 kuralı"nı, filmin sonlarında Trump'ın kendi ağzından, sanki kendi edindiği kurallarmış gibi aktarıldığını görüyoruz.  Bir lider olma yolunda başarılı olmanın Roy Cohn'a göre 3 kuralı şunlar:

  1- Saldırı,Saldırı,Saldırı (Attack, Attack, Attack): Cohn'un ilk tavsiyesi asla geri adım atmamak ve sürekli saldırıda olmaktı. Bir sorun ya da suçlama ile karşılaşıldığında hemen karşı saldırıya geçmeyi öneriyor. Bunu, Trump'ın medyada veya sosyal medyada kendisine yapılan eleştirilere verdiği cevaplarda görüyoruz. Ki bu agresifliği ülkeler arası diplomaside de araç olarak kullanıyor.

 2- İnkar ve Suçlamaları Kabul Etmeme (Admit Nothing, Deny Everything): Cohn, kendisine yapılan ve ispat edilmemiş hiçbir suçlamayı ya da isnadı kabul etmiyor. Birçok erkek sevgilisi olmasına ve AIDS'ten hayatını kaybetmiş olmasına rağmen son nefesine kadar eş cinsel olduğunu inkar da etmiştir hatta. Bu yaklaşım, Trump'ın birçok skandal dava sürecinde de sahnedeydi. İspata kavuşup hüküm konulana kadar ve hatta hüküm verildikten sonra bile inkar politikasına sıkı sıkıya bağlı kaldığına geçmiş senelerde şahit olduk.

 3- Her Durumda Zafer İlan Et (Claim Victory, Never Admit Defeat): Her ne kadar Roy Cohn'un bu tavsiyesi 'başarısız olsan dahi, başarılı olduğun tarafı öne çıkar' düşüncesi üzerine kurulu olsa da, Trump bu tavsiyeyi kendince biraz yontmuş ve eli yükseltmişti. Sonuç olarak 2020 yılı seçim sonuçlarında başarısız olduğunda mutlak zaferini ilan etmiş ve bu söylem sonucunda Kongre Baskını olayları vuku bulmuştu. 


Filmin kendisine bakacak olursak, yönetmen koltuğunda geçtiğimiz sene Holy Spider filmiyle kendisinden biraz daha fazla söz ettiren İran'lı yönetmen Ali Abbasi oturuyor. Filmografisine pek de uymayan bir tonda ve yönetmenin tarzı için farklı bir film olmuş. Ancak yönetmenin ırkını ve tarzını kenara koyacak olursak, iyi yönetilmiş bir yapım diyebilirim. Ancak kopukluklar var ve bunun sebebi daha çok senaryo üzerinde.

Film 2 ana bölümden oluşuyor diyebiliriz. İlki, Trump'ın henüz çaylak ve baba parasıyla piyasada yer edinmeye çabaladığı dönemde Roy Cohn ile tanıştığı ve ondan 'killer (kazanan)' olmayı öğrendiği kısım. İkilinin ilişkisinde Roy Cohn'un aşırı kaplan olduğunu, muhabbeti ve kararları domine eden taraf olduğunu görüyoruz. Ancak ikinci bölümü oluşturan Trump'ın Cohn'u ardında bırakarak kendi yükselişini tamamlamasını anlatışına geçildiğinde, iki dönem arasında kopuk bir sıçrayış göze batıyor. Trump'ın ne zaman "ben artık oldum, Roy Cohn'a ihtiyacım yok" olgunluğuna eriştiğini izleyici olarak pek kavrayamıyoruz. Bu kopukluk da anlatıyı biraz zayıflattığı gibi, bu filmin anlatısında tamamlayıcı unsur görevi gören Roy Cohn'un etkisinin tam anlamıyla anlaşılamamasına da neden oluyor. Ortaya bir yaratık koyup, yaratıcısı ile olan ilişkilerini tam layıkıyla bağlayamaz ve ondan kopuşunu nedenselleştiremez isen, ne yaratıcı (Roy Cohn) önemli oluyor ne de yaratıcının yaratmış olduğu yaratık (Donald Trump). Kaldı ki filmin adı The Apprentice, yani Çırak. Yani Usta- Çırak ilişkisi. (Pek tabi bu ismin seçilmesinde bir zamanlar yayında olan Trump'ın yarışmasının isminin bu isimde olması nedeni de var)

Filmin oyunculuğuna bakacak olursak iki muhteşem performans görüyoruz. Trump'ı canlandıran Sebastian Stan, genç Trump'ın dinamizmini iyi yansıtıyor ve onun kendi kabuğuna sığmayan öz güvenini izleyiciye kolay aktarıyor. Roy Cohn'u canlandıran Succession dizisiyle tarafı olduğumuz Jeremy Strong da dik ve güçlü Cohn'u da, hasta ve bitkin Cohn'u da güzel yansıtmış. Fiziksel benzerlik makyaj ile sağlanmış iken, konuşma tarzı olarak da gerçek Cohn'a benzemeye çalışması, oyunculuk performansından biraz götürmeler yapmış ama. Benzer bir konuşma özenmesi Trump'ı canlandıran Stan'de de var ancak onu bunu başarıyla kotarmış. Jeremy Strong bu konuda ısrarcı olmayıp kendi ses tonuyla devam etmeliydi. 


Toparlayacak olursam, yönetmen Ali Abbasi, ABD seçimlerine bir müdahale amacı gütmediğini söylese de, öyle olduğunu düşünenler var. Ancak her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, bu filmin Trump'a eksi değil, artı yazacağını filmi izleyenler ve az biraz da ABD vatandaşlarının zihniyet olarak yaklaştığı orta doğu insanını tanıyanlarca anlaşılacaktır. Ve belki de seçimin sonucuna bakıldığında, oluşan farkın nedenlerinden biri de bu filmdir.

Film, günümüzün en büyük takıntıları arasında olan güzellik ve gençlik takıntısına, Hollywood özelinde bir eleştiri sunuyor. Yaşlandığı için gözden düşen ekran yıldızı Elisabeth Sparkle (Demi Moore), toplumsal baskı ve gençlik saplantısının yükü altında ezilirken kendisine reddedemeyeceği bir teklif ulaştırılıyor; The Substance. Kişinin genç ve taze bir versiyonunu ortaya çıkaran bir prosedür. Kullanımı sonucu ortaya genç bir klonu olan Sue (Margaret Qualley) çıkıyor. Ancak her şeyin bir bedeli olacağı gibi bunun da ödemesi gereken ağır bir bedeli var.



Filmin afişine bakıldığında bizi bazı kesici silahları olan bir katili barındıran bir korku filmi bekliyor gibi duruyor. Korku filmi olduğu konusunda yanılmıyoruz. Ancak buradaki korku türü daha çok psikolojik ve body horror dediğimiz türden. Bu filmde katil kişiler değil, bir sistem, bir algı, bir takıntı, biz, siz, onlar. Algıyı yaratan veya algıya yenik düşen herkesin payı olduğu olduğu sistematik bir katliamın korkusunu içeren bir korku filmi. 

The Substance, sadece Tv ve sinema ekranlarının değil, toplumsal olarak gençlik ve güzellik üzerine inşa ettiğimiz tüm normlara eleştiride bulunuyor. Yaşlanmayı bir yenilgi olarak gören bakış açısına sahip bir topluma, gençlik vaadiyle her şey pazarlanabilir durumda. Sunulan ürünlerin ya da fikirlerin bir çoğu işe yaramaz iken, yarayanların da sadece görsel kısmı ilgilendiren dış bedene dokunuşlar yaptığını görüyoruz. Ancak dışı düzeltmenin iç mekanizmaya ve en önemlisi ruha olan etkisi görmezden geliniyor. Bu iki görmezden gelinen konuyu, filmin senarist/yönetmeni Coralie Fargeat abartı sanatını kullanarak bizlere gösteriyor. Özellikle Elisabeth (yaşlı) ve Sue (genç) arasındaki gerilim dolu ilişkisi üzerinden, gençliğin ve yaşlılığın sadece bedenle sınırlı olmayan bir savaş alanı olduğunu hatırlatıyor. 

Günümüzde, sosyal medya algoritmaları ve güzellik filtreleri de aynı saplantının modern uzantısı olarak değerlendirilebilir. Pek çok kişi bu filtrelerde dijital olarak "mükemmel(!)" bir görünüm yakalıyor, ancak bu durum kişi öz benliği üzerinde olumsuz etkiler yaratıyor. Kişilerin dijitalde oluşturdukları bu "ideal/mükemmel" görüntüye, gerçekte sahip olamamanın getirdiği psikolojik baskı, kişilerin kendilerinden giderek uzaklaşmalarına neden oluyor. Sadece dijital ile sınırlı kalsa yine iyi, psikolojik çöküntünün pek bir maliyeti olmuyor çünkü, bir telefon yeterli. Ancak dijitaldeki görünümüne ya da toplumca bir şekilde kabul gördüğü algısı yaratılmış bir şekle fiziken sahip olmanın maddi anlamda ciddi külfeti var. Ve işte bu noktada bu algıya teslim olmuş kitle, piyasanın hedefine girmiş oluyor. Botoks ve dolgu ameliyatları, yüz gerdirme ve burun kaldırmalar, ozempic* ve hatta BBL (Brezilya Popo Kaldırma) denilen işlemler fiziki arzularınızı yerine getirmeyi size vadediyor. Ancak kasanın gençleştirilmesi ya da (kendince) güzelleştirilmesi, bu değişime uyum sağlayamayan benlikleriyle çelişkiler ve çatışmalar yaşıyor. Film, bu "mükemmel"i arayıştaki takıntının insanları nasıl kendilerinden uzaklaştırabileceğini ve nihayetinde kendileriyle savaşan bir varlık haline getirebileceğini dramatik şekilde aktarıyor.
(*Geçen hafta The Economist dergisine de konu olan ve "her şeyin ilacı" mottosu ile gündeme gelen 'Ozempic' ilacının uzun vadede yan etkileri ve sağlık riskleri bilinmese de kişileri zayıflatıp gençleştireceği, iç ve dış bakım için birçok hastalığa ve soruna deva olacağı söyleniyor.)

Bir dönem viral olan bir youtube videosunda "ben bu şekil giyinirim, o şu şekil giyinir"e gülmüş ve hatta belki de şahıs ile alay etmiştik. Alaylar kendisini ifade edemeyişine idi ancak söyledikleri özünde bir konuya da değiniyordu, farklılıklarımız. Çünkü mükemmelliği tekdüzeleştirdikçe çıktılar da tek bir makinenin ürünü gibi durmakta. Siborg Manifesto'nun yazarı Donna Haraway, 'insan bedeninin teknoloji ile yeniden şekillenmesiyle kişiler toplumsal normlardan kurtulup arındırılabilir' derken, The Substance'te ise teknolojinin ve bilimin yarattığı yeni bir insan benliğinin kişiyi özgürleştirmekten ziyade, onu endüstrinin bir kölesi haline getirdiği düşüncesi var.  


Anafikri ve konusundan  çıkıp filme yapım olarak bakacak olursak, görsel ve sinematografik açıdan başarılı bir sunumda bulunduğu söylenebilir. Renk paleti, ışık kullanımı, detaylı ve enerjik prodüksiyonu ile yaratmak istediği abartılı anlatımı verimli şekilde sağlıyor. Elisabeth'e hayat veren Demi Moore, karakterin yaşadığı içsel çelişkileri, toplumsal baskının getirdiği kaygıları başarıyla bize aktarıyor. Özellikle ayna sahnelerinde Elisabeth'in kendisine karşı duyduğu öfke ve hayal kırıklığını yansıtışı oldukça başarılı. Her ne kadar filmin 2 ana karakteri olarak Elisabeth ve Sue gözükse de, üçüncü ve diğer önemli karakteri filmdeki "ayna" figürüdür. Bu sebeple, bir karakterin (Elisabeth ve Sue), filmin diğer önemli karakteri olan ayna karşısındaki sahneler es geçilecek kısımlar değil ve oyunculuğun bu pasif karakter karşısındaki sergilenişi bu bakımdan önemli.

Yönetmen Coralie Fargeat, görsel açıdan iyi bir iş çıkarmış diyebiliriz. Ama senaryodaki ve hikaye anlatımındaki kopukluklar yine senaristinin kendisi olması hasebiyle eksi puan getiriyor. Elisabeth ve Sue arasındaki bedensel paylaşımın ardından zihinsel paylaşımın nasıl oluşturulduğu konusunun muallaklığı ve olay örgüsünün derinlemesine işlenilmemesi bu eksiklerden birkaçı. Çünkü izleyici, aklına mantıksal açıdan bir soru geliyor ise film boyunca bu sorunun cevap bulması yönünde bir beklentiye giriyor. Bunun geç karşılık bulması bir twist yaratması açısından etkili olabilir. Ama istenilen şey bir twist değil ise, bunun cevabı erken verilmeli ve izleyicinin bu konudaki sıkıntısı giderilmeli. Ki bu sayede filmin hikayesine izleyici yeniden senkronize olsun. Ancak bu filmde ne bir twist var, ne de bir izah. 

Aşağıda sayacağım yapımları da izleyip sevdiyseniz bu film sizi saracak ve 2 buçuk saatlik süresini güzelce geçireceksiniz. Ancak konu ve film sizi içine almıyorsa sinemada geçecek 2 buçuk saatlik süre size biraz daha fazla uzun gelebilir. 


Benzer Yapımlar;

Film, konusu itibariyle sizi çekmiş ise benzer yapımları da aklınıza getirmiştir. Bu konuda en çok benzetilen Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi kitabı. Filmden geldik, filmden gidelim diyenler için de 2009 yapımı Dorian Gray filmini önerebilirim. İki yapım arasındaki benzerlik sadece gençlik ve güzellik kaygısı üzerinden değil, aynı zamanda genç versiyon ile yaşlı versiyonun karşılaştırması da açısından da mevcut. Her iki yapımda da karakterler gençliğini koruma uğruna ahlaki sınırları zorlayarak bir yıkıma sürükleniyor. 

Bir diğer yapım Meryl Streep'in başrolde oynadığı Death Becomes Her filmi. Bu filmde ana sahnede yine kadınlar ve onların güzellik ve gençlik kaygısı var. Daha güzel görünmek demeyelim, sadece mevcut durumu koruma ve ölümü öteleme konusuna ve yine bu getirinin götürülerine değinen ve bunu kara mizahla komik bir şekilde sunan bir film. Darren Aronofsky'nin yönettiği Requiem for a Dream filmi de, arzuları ve bağımlılıkları uğruna insanların kendilerini nasıl mahvettiği konusunda benzer bir yapım. Her ne kadar karakterlerin yaşlanma veya genç kalma teması bariz bir şekilde işlenmese de, karakterlerin toplumun dayattığı beklentilere karşı çırpınışlarını ve bu uğurda kapıldıkları bağımlılığı anlatan bir film.

Film açılışta bize bir bilgiyle geliyor. "Ficus Religiosa, alışılmadık yaşam döngüsüne sahip bir ağaçtır. Tohumları, kuş dışkıları vasıtasıyla diğer ağaçların üzerine düşer. Filizlenen tohumun kökleri yayılır ve tabana kadar ulaşır. Sonra büyüyen dallar, üzerine düştüğü ağacın etrafını sarar ve onu boğar. Geriye artık yalnızca 'Kutsal İncir Ağacı' kalır.
Filmi izleyenlerin çoğu bu tohumu, karakterin içine serpilen "süphe" olarak tanımlasa da, aslında ekilen tohum rejimin propagandası, ideolojisi ve baskıcı politikalarıdır. Peki nasıl?


Mohammad Rasoulof'un yönetmenliğini yaptığı Kutsal İncir Tohumu filmi, İran'da geçtiğimiz senelerde yaşanan Mahsa Amini olayların minimal ölçekte ailelere, kitlesel ölçekte İran toplumuna yansımalarını konu alıyor. Yönetmen, toplumsal ve siyasal baskının bireyler üzerindeki etkisini işleyen bir aile dramı filmi yaratmak istemiş. Bunu yaparken sonlara doğru bir nebze olsun kantarın topuzunu kaçırmış gibi görünse de son perdeye kadar iyi bir şekilde sürecin gerilimini hem bize, hem aileye yaşatabildi. Neredeyse 3 saate yakın uzunluğu bu sebeple çok hissedilmiyor.

Filmin hikayesine kısaca değinecek olursak; Mahsa Amini'nin polislerce darbedilerek öldürüldüğü olayları da konu edindiği için 2022 Eylül'ünde geçen, İran Devrim Mahkemelerinde hakimlik yapan İman ve ailesinin yaşadığı bir süreci konu alıyor. Yeni terfi almış hakimin görevleri ağırlaştığı için kendisine bir silah tahsis ediliyor. Ve bu silah birgün ortadan kayboluyor. İman, silahı 2 kızı ve karısıyla yaşadığı evinden dışarı çıkarmadığına emin. Bu sebeple silahı birileri almışsa, bu evden biri olmalıydı. Yeni rütbe almış, amirlerinin gözüne girmeye niyetli bu taze hakimin yükselişi böylesine bir ihmal ile durmamalıydı. Bu sebeple hem kendisi, hem de profesyonel sorgu ustası bir polis arkadaşınca tüm aile sorguya çekiliyor. İşte bu noktada aile içi güvenin kaybolduğu yerde, hem ailesine güvenen İman'ın içine kuşku giriyor, hem de kocasına tamamiyle sadık olan annenin sadakatinde çatlaklar oluşuyor. 'Aile dinamiklerini, huzurunu ve bütününü bozan şeyin, silahın kaybolması ve bunun sonucunda aile fertleri içine düşen kuşku ve güvensizlik' seklinde bir okuma yapacak olursak, filmin isminin buraya refer ettiğini düşünebiliriz. Kısmen doğrudur da. Ama bu okuma filmin derin metnine yapılan bir haksızlık olarak karşımıza çıkacaktır. Gelin sizinle bir de Zymunt Bauman'ın modernite kavramı üzerinden bir okuma yapalım.

FİLMİN 'MODERNİTE' OKUMASI

Zygmunt Bauman 'modernite' kavramını, toplumsal kontrol ve düzeni sağlama adına, otoritenin bireyler üzerinde kurduğu baskının aracı olarak tanımlar. Ve modernitenin 'düzenleme ve denetim' üzerine kurulu olduğunu, her şeyi kontrol altına alarak kaos ve tehlikeyi bertaraf etmeye çalıştığını savunur. Bunu yaparken de devletin bürokrasi mekanizmasını kullanır. Bürokrasinin içinde var olan insanlar da bu yapıların birer aracına dönüşerek kendi özgürlüklerini kaybeder. 

Filmde kullanılan Kutsal İncir Ağacı metaforu, modern devletin bu kontrol mekanizmasını daha da somutlaştırır. Çünkü Kutsal İncir Ağacı, diğer ağaçları sararak onları boğar ve böyle hayatta kalır. Bu noktada sarmalanarak ölenin İman'ın ailesi değil, bizzat İman'ın kendisidir. Normal zamanda bir dava için 3 hafta çalışması gereken İman, günde onlarca davaya bakmakta ve hatta bakmamakta. Çünkü kendi önüne konan dava dosyalarında karar devrim muhafızlarınca çoktan verilmiş, kendisinden sadece imza atması istenmekte. Başlarda bunun vicdanını kaldıramayan İman'ın, filmin sonlarına doğru vicdanını 'bunu benden rejim istiyor, ben yapmasam yapacak bir başkasını bulurlar' düşüncesine doğru evrilişini görüyoruz. Yaşadığı değişim, Kutsal İncir Ağacının kurbanının, ailesinin değil, kendisinin olduğunu gösterir vaziyette. 

İman'ın film boyunca yaşadığı içsel çatışmalar ve ailesini kontrol etmeye çalışması, kendisinin artık Kutsal İncir Ağacı'nın kontrolüne girdiğini gösteriyor. Tohumun kendisine ekilişi de İman'ın boyun eğmesiyle başlıyor. Modern toplumda birey, devletin kontrol mekanizmalarına boyun eğdiği sürece bir 'eşyaya' indirgenir ve kendi varlığını yitirir. Filmde İman'ın geçirdiği dönüşüm, bu sürecin trajik bir anlatısıdır. İman, rejime olan sadakati nedeniyle ailesi üzerindeki baskıyı arttırırken, kendi kişisel kimliğini ve ahlaki değerlerini de yitirir. Bu noktada film, modernitenin birey üzerindeki baskısının nasıl bir kimlik yıkımına yol açtığını gösteriyor. Çünkü yine Bauman'a göre modernite, bireyi kimliksizleştirip onu bir makineye, bir siborga dönüştürüyor. Tıpkı İman'da olduğu gibi. 


Bauman'a göre modernitenin bürokrasi yoluyla kurmaya çalıştığı baskıcı rejim, sadece bireyleri değil, aynı zamanda aile yapısını da hedef alır. Aile, modern devletin baskıcı yapısının bir minyatüre edilmiş hali gibidir. Bu noktada bürokraside çalışan İman, rejime olan sadakatini nedeniyle kendi ailesini de bir 'düşman^gibi görmeye başlıyor ve baskıyı önce aile mekanizması üzerinden işleme alıyor. Çünkü bedeni ve ruhu -Kutsal İncir Ağacı metaforundaki- modernite sarmaya başladığında, kişi aile mefhumu da kaybeder. Ailesini bir aile bireyi olmaktan çıkarır ve diğer tüm insanlar gibi bir 'eşyaya' çevirir ve uygulaması gereken kanun veya baskıcı dikte onlar için de geçerli hale gelir. İkinci Dünya Savaşının ardından Arjantin'e kaçan ve daha sonra Mossad tarafından yakalanıp İsrail'de yargılan SS subaylarından Adolf Eichmann "Almanya'ya ihanet eden babam dahi olsa vururum" diyordu. İhanet kavramının zamana ve duruma bağlı değişken bir olgu olmasına bakmaksızın hem de. "O an gelen emir bu ise, ettiğim yemine bağlılık gereği gerekeni düşünmeden yaparım" diye de ekliyordu. Çünkü rejim, bireylerden mutlak bir itaat beklerken, bireylerin kendi ailelerine bile güven duymalarını engeller. İşte bu noktada İman'a gelen emir de buydu. 'Silahını senden saklayanı ne pahasına olursa olsun, bul' emri.

Yazının başında bahsedildiği gibi ise tüm bu süreç, bir kuş dışkısından bir ağacın kaçışı mümkün değil. Ancak bireyler de bir ağaç değil. Tohumu masum görüp kabullenmek ve onu yeşillendirmek kadar tohumun def'i de mümkündür. Nitekim İman'ın kızlarının rejime başkaldırışı ve karısının kocasına karşı değişen tutumu, modern toplumda bireylerin kontrol edilmeye karşı verdikleri tepkinin bir yansıması. Aile içinde yaşanan bu çatışma, aslında modernitenin bireyler üzerindeki baskısına karşı direnişin küçük çaplı bir örneği, minyatürüdür.



Toparlayacak olursam, Mohammad Rasoulof'un Kutsal İncir Tohumu filmi, İran sinemasının kronikleşen sorunu ile kronikleşen sinema anlatısını birleştiren bir toplumsal eleştiri filmi. Sadece İran'daki rejimi eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda aile içi baskı ve kadınların mücadelesi gibi evrensel temalara (ama bölgesel sorunlara) da değiniyor. Filmde Mahsa Amini olaylarına da değinerek filmi gerçeklik algısından uzak bir kurgusal yapım olmaktan çıkarıyor, ona gerçek yaşanmışlıklar katarak bir nevi belgesele çeviriyor. 

2024 Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye'ye aday gösterilen ama kazanamayıp Juri Özel Ödülü ile yetinen bu film, bu sene Almanya'nın Oscar aday adayı aynı zamanda. Geçen sene de Türk yönetmen İlker Çatak'ın The Teachers' Lounge filmini aday göstermiş ve En İyi Yabancı Dilde Film adayları arasına sokmuştu Almanya. Bu sefer de şansını İran sinemasından yana kullanıyor. Bakalım İlker Çatak ile yaklaştığı ödüle bu sefer yaklaşabilecekler mi, göreceğiz. Ama sanmıyorum.

Parker Finn'in yine yönetmen ve senaristliğini üstlendiği Smile 2, ilk filmdeki psikolojik gerilim ve travma temalarının ötesine geçerek, şöhret hayatının görünen gülümser yüzünün ardındaki karanlık ve depresif yönünü sorgulayan bir devam filmi olarak karşımıza çıkıyor. İlk filmdeki gerilimi 'birey'den, ikinci film ile 'kitle'ye çıkaran bu filmin devam filminde olacak tema ise daha 'apokaliptik' olacak gibi gözüküyor. 'Gülmek' hali hazırda bizler için lüks iken, artık istenmeyen ve korkulan bir kas hareketine evrilmesi 3.filmle an meselesi.


Parker Finn, ilk filmi 17 milyon dolar bütçe ile çekmiş ve dünya genelinde 250 milyon dolarlık bir izleme yakalamıştı. İkinci filmde elini arttırıp bütçeyi 30 milyon dolara çıkarmış. Bu genişlemeyi yalnızca bütçenin görünen yüzü olan prodüksiyonda görmüyoruz, aynı zamanda hikayenin kendisi de genişlemiş. Serinin ilk filmdeki bireysel gerilimi, daha sosyo-kültürel eleştiri çerçevesinde bir tipolojiye evirmiş ve sahne hayatı yaşayan tüm ünlülerin hayatına taşımış. Korku türünde 2024 yılının iyisi iddiasında bulunan ve daha önce blogumuza da konu olan Longlegs ve Oddity filmlerini yazarken, Smile 2'yi görmeden bu iddia hava kalır demiştim. Ve gördük. Gerilim olarak Oddity yine beni bir nebze almış olsa da, giderek daha da bir film oluşuna şahit olduğum Smile 2 senenin en iyi korku filmi olabilir. 

Film, ilk filmin kaldığı yerden hikayeyi alarak başlıyor. İlk filmin sonunda iblisin, kötü ruhun,lanetin (ya da her neyse) polise geçtiğini görmüş ve orada sonlandırmıştık. Bu filmde ise ilk filmi hızlı şekilde ikinci filme bağlıyor ve direkt kendi hikayesine geçiş yapıyor. Kısa tutması gerekiyordu, çünkü hikaye de üslup da, sunum da değişmiş, daha geniş alana yayılmış.

Filmin geçiş yapılan yeni hikayesinde ünlü şarkıcı Skye Riley (Naomi Scott) bu laneti kapan ve film boyunca taşıyan kişi oluyor. Lanet öncesi geçirdiği trafik kazasının travmasını yeni atlatmış, uyuşturucu kullanıp bir kişinin ölümüne sebep olmuşsa da yine toparlanabilmiş ve yeniden turnelere başlayacak güce ve motivasyona erişmiş bir şarkıcı iken, laneti kaptıktan sonra yine altüst oluyor. Bu altüstlük sadece bir bireyin korku sanrıları görmesi, halüsinasyon nöbetleri şeklinde değil, daha sosyolojik bir sorun üzerinden gidilerek anlatılıyor. Yaşadıklarını çevresine dillendirmesine rağmen görmezden gelinmesini, kendisinin tüm zorluklara rağmen sahnede gülümsemesi gerektiğinin söylenmesini kaldıramıyor. Sorunun kendisi gülümsemek iken hele. Popüler bir figürün hayatını merkeze alarak ünlülerin güleryüzlü, mutlu görüntülerinin ardında saklanan psikolojik yüklerini ve bu yüklerin bedelini bize göstermeye çalışıyor. Tüm bu bedele rağmen yine o şan, şöhreti ve peşine gelecek olan parayı isteyecek de olacaktır elbet. Ama bu lanetin sadece kendisine değil, çevresini de dönüştürdüğünün ve hatta çevresine zarar veren unsura dönüştüğünün de bilinmesini istiyor. 


İlk film ile kıyaslandığında;

İlk Smile filmi, psikolojik bir travmayı şeytansı bir varlık aracılığıyla işleyerek ele almıştı. Smile 2 ile daha geniş bir bütçeye ve daha gösterişli bir yapıma sahip olsa da ilk filmin basit ama etkili formatının dışına çıkıyor. Bu çıkış, filmin fikirsel derinliğini arttırma ve daha geniş sosyal çevreye yaymak için olsa da, gerilim temposu yer yer düşüyor. Filmdeki genişleme ile, Naomi Scott'ın canlandırdığı Skye Riley karakteri, popüler kültür baskıları ve medya eleştirisi gibi unsurların şöhretler üzerinde oluşturduğu gerilimi sunan bir perspektif sunuyor.Ancak bu genişleme hikayeyi daha geniş alana taşıyarak ana unsur olan 'korku'nun ikinci plana atılmasına neden oluyor.  İlk filmden daha büyük, daha iyi bir yapım, daha bir film ama daha az geren diyerek kıyaslamadaki özetlememi yapmış olayım.


Ancak hakkını vermem gereken bir şey daha var ki o da Naomi Scott'ın oyunculuk performansı. Sempatisinde de korkusunda da izleyiciye duygu aktarımını başarılı şekilde veriyor. Canlandırdığı Skye Riley'in sahte gülümsemelerinin ardındaki korku ve yalnızlığın giderek paranoyaya dönüşünü etkileyici şekilde izleyene gösteriyor. Yan karakterlerin çok bir önemi yok ve gerek de yok gibi duruyor. Naomi Scott filmi tek başına sırtlayıp götürüyor.

Kronolojik sırasına bakıldığında Ridley Scott'ın yönettiği, serinin ilk filmi olan Alien ile James Cameron'ın yönettiği serinin ikinci filmi olan Aliens arasında geçen Alien Romulus, peki kalite olarak serinin neresinde? Bana göre serinin en iyisi olan ve yine Ridley Scott'ın yönetmenliğini yaptığı Prometheus bu filmin neresinde? Serinin bu seferki yönetmeni Fede Alvarez, seriyi toplayan mı yoksa yeni bir bakış açısı getiren mi olmuş? Sorular da sorular..



Öncelikle serinin önemli filmlerini yapım ve hikaye kronolojisi bakımından sıraya sokmakta fayda var.

Yapım Sırası:

- Alien (1979)
- Aliens (1986)
- Alien 3 (1992)
- Alien: Resurrection (1997)
- Prometheus (2012)
- Alien: Covenant (2017)
- Alien: Romulus (2024)


Hikaye Kronolojisi:


- Prometheus
- Alien: Covenant
- Alien
- Alien: Romulus
- Aliens
- Alien 3
- Alien: Resurrection

Gelelim şimdi Alien Romulus'a. 

Fede Alvarez'in yönetmen koltuğunda olduğu serinin bu son filmi, serinin bize daha önce gösterdiklerinin bir karışımı mahiyetinde. Serinin ilk filmleri (Alien 1-2-3) bilimkorku türünde olup daha çok korku ve gerilim sunarken, 2012 yapımı Prometheus ile sadece birer korku veya bilimkurgu filmi olmanın ötesine geçmiş, daha derin felsefi sorular soran yapım haline gelmişti. Yaratılış, tanrısallık, insanlığın kökeni ve teknolojinin ahlaki sorumlulukları gibi konuları ele alarak seriye geniş bir düşünsel çerçeve kazandırmıştı. Prometheus filminden sonra yapılan bu son seri filminde de beklentim bu felsefi derinliğe hizmet etmesiydi. Bu filmdeki Andy karakteri ile Prometheus filmindeki David karakterine bir kanca da takmış, bağı kurmuş da. Ama zayıf kalmış, fiziklsel benzerlik bağını ahlaki/felsefi açıdan kuramamış. Denemeler yapmış, ufak bir yeltenmiş, minik bir koklatmış, sonra da koy gitsin deyip akışına bırakmış ve serinin ilk filmleri gibi korku-gerilime kendisini kaptırmış bu son film.

Prometheus filmi insanoğlunun yaratıcılarını arama, köklerine ulaşma hikayesi sunuyordu. Alien Romulus'ta da benzer bir "köklerine geri dönme" fikri var. En azından kökleri gibi güneşi görebileceği bir gezegene ulaşma isteği var. Ve Alien sersinin her zamanki kapitalizm eleştirisi ve şirketin çalışanlarına karşı olan kayıtsızlığı gibi alt metinler bezenmiş.Şirketin insan hayatını değersiz görmesi, modern iş dünyasına dair bir eleştiri barındırıyor. Bunlar sanki serinin bahsetmekle yükümlü olduğu konularmış gibi başta değinilip sonra standart düz bir korku filmine evriliyor. Cast seçimini daha ergenler yapmış olmaları da bu gerilimi eksik bırakıyor. Genç bir grubunun filmde canavarlarla savaşması canavarın korkunçluğunu yükseltmiyor. Aksine gençlerin çaresizliğini gösteriyor (Canavar korku filmlerinde genç/çocuk oyuncuların kullanımının böyle bir risk taşıdığı aşikar.). Serinin diğer filmlerinde daha yetişkin, deneyimli ve güçlü karakterler varken bu filmde deneyimsiz gençlerin kullanımı oyucuları daha savunmasız bir perspektiften ele alıyor. Bu da genç karakterlerin yaptığı saçmalıklara "filmde mantık hatası" var eleştirisinin önünü kapıyor. Çünkü mantık hatası yapmak gençliğin alameti farikasıdır. 


Yönetmen Alvarez "madem Prometheus'un felsefesini yakalayamıyorum, o zaman serinin ilk asıllarına yöneleyim" deyip korku ve gerilim ögelerine sarılmış. İlk yapımlarda olduğu gibi kan ve vahşet sahneleri fazla miktarda kullanılmış. Ve ne yazık ki bu sahneler hikayenin önüne geçtiği noktada film derinlikten yoksun kalıyor. Henüz birkaç dakika önce Wayland-Yutani şirketinin işçileri sömürüşünden bahsediyorken ve izleyici kendisini bu altyapı üzerine inşa edilecek üst hikayeye hazırlarken, birden kendisini fiziksel ölüm-kalım mücadelesinin içinde buluyor. Olay örgüsünün bu zayıflığına karakter gelişiminin yeterince işlenmeyişi de eklenince güçlü bir hikaye çıkarmak hayal olmuş, türünü ve serideki tarafını net belli edemeyerek de arada bocalamış bir hikayeye dönüşmüş. 

Sonuç olarak: Serinin son filmi olan Alien:Romulus, Alien serisinin köklerine sadık kalma konusunda nispeten başarılı, ancak yeni bir soluk getirme açısından beklentilerin gerisinde kalıyor. Filmden beklentim Prometheus'un serideki felsefi açılımın bu filmde de devam etmesiydi. Ancak evrildiği çizgi serinin ilk filmleri oldu. Gerilim sahneleri ve atmosferi ile korku dozunu verse de, daha önce defalarca gördüğümüz korku unsurlarının ötesine geçemiyor. Alien serisinin hayranları için keyifli olabilir ama yeni bir perspektif arayan izleyiciler için bu film tatmin edici olmaktan uzak. 

Türk sinemasının underrated filmlerinden biridir Gölgesizler. Uyarlandığı kitap En İyi Roman ödülü alsa da film adaylıklardan hep boş dönmüştü. İlk olarak 2009 yılında İstanbul Film Festivali'nde izlemiş, sevmiştim. Şöyle de bir yazısını yazmıştım o tarihte: Festival Günlüğü.
Geçenlerde yeniden izledim, yeniden sevdim. İlk izlediğimde "İnsan hem burada, hem de uzaklarda olmak istiyor" cümlesine takılmıştım. Şimdi ise "kaybolması için önce var olması lazım insanın" sözüne.


Hasan Ali Toptaş'ın 1993 yılında yayımlanan Gölgesizler isimli romanından, yönetmen Ümit Ünal tarafından 2008 yılında sinemaya uyarlanmıştı bu film. Zaman ve mekan arasındaki geçişleriyle, karakterlerin derin varoluşsal sorgulamaları ve üstkurmaca öğeleri her daim taze tutmasıyla zihni biraz karıştıran bir eser. Üstkurmaca kısmı önemli, çünkü anlatımın kendisini çözmek için bu tanıma aşina olmak gerekiyor. Peki nedir üstkurmaca? Vikipedi tanımı ile: Gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkiyi sorgulamak için bilinçli şekilde, anlatının bir kurmaca olduğuna dikkat çeken bir anlatım tarzıdır. Kurmaca içinde bir kurmaca anlatımına başvurmak kısaca. 

Toptaş'ın romanında üstkurmaca, yani yazarın kendini kurgunun bir parçası olarak metne dahil etmesi, hikayeyi gerçek ile kurgu arasında götürüp getiriyor. Gerçek ile kurgunun arasındaki ilişki berberdeki berber ve yazar ile vurgulanıyor. Hatta yazarın varlığı, berberin hayatını şekillendiren bir güç olarak sunuluyor ve ona var olması için kendisinden dokunuşlar, eklentiler de yapıyor. Ümit Ünal da bunları görsel bir dille başarılı bir şekilde işlerken, romandaki şiirsel ve zaman/mekan açsından oluşan döngüsel yapıyı sinematografik bir anlatıya dönüştürmüş. 

Filme geçecek olursak; film, edebi eserin karmaşık yapısını sinemaya uyarlamanın ne kadar zor olabileceğinin bir kanıtı. Çünkü satırlara gizlenme şansın yoktur, ekranda bir şeyler göstermen gerekir ve zihindeki düşünceyi ekran ile örtüştürmek bu karmaşıklıkta zordur. Kitabın yazarı Hasan Ali Toptaş "ben bile kitabın sonuna dair soru işaretleri taşıyor iken filmin bazı şeylere cevap veriyor oluşuna şaşırdım" demişti. Romanda zaman, mekan ve karakterler arasında net bir çizgi bulunmazken, bu yapıyı filmde de korumaya çalışmış yönetmen Ümit Ünal. Bu sayede romanın postmodern dokusu büyük ölçüde korunmuş. 

Gölgesizler, iki ana mekanda geçen bir "kayboluş" hikayesidir. Biri, şehirdeki bir berber dükkani, diğeri ise yeri, zamanı ve sakinlerinin var olup olmadığı belirsiz bir köy. Bu kayboluşlar sorgulanırken asıl sorgulanması gerekenin ne olduğuna ise muhtar filmin 30.dakikasında söylüyor bize "kaybolması için var olması lazım bir insanın". Bu kayboluşlar sadece fiziki değil, metafiziksel bir kayboluştur ayrıca. İnsanların kendi varlıklarını sorguladıkları, birbiri içine geçmiş kimlikler ve belirsizliklerle dolu bir sürü şey. Hikayenin ilk kaybolanı olan Cıngıl Nuri'nin yıllar sonra geri dönmesi bile var olmaya yetmemiş, gecikmeli de olsa devletten gelen bir telgraf ile hala kayıp olduğu resmi makamlarca teyitlenmişti. Bunun şerefine kendisinden çay ısmarlaması istenince " ben yokum ki, nasıl çay ısmarlayayım size" sözü ile yine bizi varlık/yokluk sorununa itiyor. Bununla da kalmıyor, bu meseleyi açık açık bize göstermek yetmez gibi, bir de dinletiyor. Filmde müziklerini yapan ve aynı zamanda misafir oyuncu olarak bulunan Candan Erçetin film için hangi şarkıyı seslendiriyor peki? "Var mıyım, yok muyum? Ben neyim? "


Hikayede bazı kilit noktalar:
 - Aynalar ve Yansımalar: Aynalar önemli bir sembol. var olan bir şeyin yansıması, gölgesi olur. O yüzden var olabilmek için bunlara sahip olmalısın. O sebepledir ki varlığından şüphe eden veya bir değişim sezen her film karakteri önce aynaya koşar.

- Köydeki Kayıplar: Köyün en güzel kızı Güvercin'in kaybolması, köydeki atmosferi gererken, Cıngıl Nuri'nin dönüşü bu yokluk/varlık sarmalını devam ettiriyor. Cıngıl Nuri'nin üzerindeki aynalar, köyde kaybolanların ve yokluk/varlık arasındaki geçişlerin sembolüdür. 

- Kar Neden Yağar: Hikayedeki biraz aklı kıt karakterimizin ,ki bir ismi bile yok, kendisine annesinden ötürü "Cennet'in oğlu" deniyor, sık sık tekrarladığı "kar neden yağar?" sorusu var elimizde. Bu sorunun cevabını düşünmeden önce sorunun zamanını düşünmemiz gerekiyor. Zamanı anlamasak da havadan ve zeminin kuruluğundan anladığımız kadarıyla kış mevsimine oldukça uzak bir zamanda geçen bu hikayede bu soru çok zamansız duruyor. Olmayan bir şeyin varlığını kabul etmiş ve çoktan nedenini sorgulamaya geçmiş Cennet'in oğlu. 

- Muhtar: Hikayedeki devlet figürü muhtar ile sağlanıyor. Asayişi, yargıyı, yürütmeyi ve hatta orduyu yöneten tek bir yapı şeklinde. Tüm bunları uygulamak ile mükellef biri iken ahıra saklayıp kimseye göstermediği ve sır gibi sakladığı çocuğu üzerinden çürümüşlüğün belki de baş müsebbibi konumunda aynı zamanda. 


Daha yazılacak, konuşulacak çok şey var benim açımdan. Şu an parmaklarımı klavyeye bıraktım ve ne yazıyorsa onu okuyor vaziyetteyim. Sonuç olarak; Gölgesizler hem edebi hem de sinematik bir başyapıt. Filmin yönetmeni Ümit Ünal'ın da söylediği gibi " Bu izlediğiniz film, bu romandan çıkarılabilecek filmlerden sadece biri" diyerek romanın derinliğine güzel bir dokunuş yapmıştı. Romanın yazanı iyi, filmi çekeni iyi de oynayanları kötü mü ki? Onları da sayıp şimdilik yazımı sonlandırayım. Şimdilik diyorum, çünkü devam edeceğim.
Oyuncular: Selçuk Yöntem, Taner Birsel, Altan Erkekli, Ahmet Mümtaz Taylan, Ertan Saban, Hakan Karahan ve Aydemir Akbaş.

Matt Reeves'in yönettiği ve Robert Pattinson'ın başrolde oynadığı 2022 yapımı The Batman filminden alınan bir yan hikayenin ana hikayeye dönüştürülmesiyle oluşturulan bir dizi The Penguin. Dizi, Batman olmadan Gotham'ın karanlık suç dünyasını bizlere sunarken, merkezinde yine filmde olduğu gibi Colin Farrell'ın canlandırdığı Oswald Cobblepot, namıdiğer Penguen, yer alıyor. Dizinin en büyük çekiciliği ise bir HBO yapımı olması.


Henüz tek bir bölümü yayımlanmışken bir diziye kefil olmak riskli evet, ancak buna cesaret edebilmek için bazı sebeplerim var. Öncelikli sebebim yukarıda da yazdığım gibi bir HBO yapımı olması. Her dizi açılışında karşınıza çıkan HBO introsundan sonra ya bir Sopranos jingle ı bekliyorsunuz ya da GOT. Bu beklenti, beğeni algılarının açılmasına neden oluyor. Diğer etkiler ise dizinin yönetmenliğinde. Serinin 2022 yapımından yola çıkılarak hikayeleştirildiği için sinematografik açıdan filme sadık kalınmaya çalışmış diyebiliyoruz. Çalışılmış diyorum, çünkü filmin yüksek bütçeli görsel zenginlikleri dizide bir nebze daha sınırlı, yani daha ucuz. Ve son etken de Colin Farrell. Ona birazdan daha geniş değineceğim.

The Penguin'in hikaye anlatımı, klasik olmuş, bir kahramanın yükselme ve güç mücadelesi anlatısına dayanıyor. Colin Farrell'in canlandırdığı Oswald Cobblepot, Gotham'ın suç dünyasında kendisine yer açmaya çalışırken, diğer yandan kişisel trajedileri ve eksiklikleri ile de mücadele ediyor oluşunu izleyeceğiz. Suç camiasında kendisine yer edinmeye çalışma hikayesinindeki gangster havası bize yer yer The Sopranos havası da verecek gibi gözüküyor. Ama bu konudaki şahsi hırsını daha çok Ferry dizisine benzettim. En azından ilk bölüm için.

Filmin hikayesi özetle: Gotham'ın en kötü şöhretli ailesinin lideri Carmine Falcone öldürülünce yerine uyuşturucu bağımlısı oğlu Alberto Falcone'nin geçmesi bekleniyor. Ancak uzun yıllar Carmine Falcone'nın yanında çalışmış biri olarak Oswald Cobblepot artık sahneye çıkma kararı alıyor ve Alberto Falcone'yi saf dışı bırakıyor. Bu kez de hiç beklemediği şekilde Alberto'nun kız kardeşi Sofia Falcone ile olan güç mücadelesi çekişmesine taraf buluyor kendisini. Tüm bunlara ek olarak Oswald Cobblepot (The Penguin) in karakter gelişimine sebep olan etkenlere annesi üzerinden değinilecek gibi de duruyor. Ama annesiyle olan ilişkisine bakılırsa The Sopranos'taki gibi anne-oğul çekişmesinin tersini izleyeceğiz gibi. En azından bu hikayede anne suçlu değil.


Colin Farrell makyajın ardında adeta kayboluyor. Bilmesem asla tahmin edemem kimin olduğunu. Yüzünü gizlemiş ama oyunculuğu ayan beyan ortada. Performansı fiziksel dönüşümünün ötesine geçiyor. Acımasız, hırslı ama aynı zamanda kırılgan bir karakteri bize fazlasıyla sunuyor bu oyunculuğuyla Colin Farrell. Bu kalın maskenin bazı jest ve mimikleri gizlemesi karakteri daha betonarme yapıyor. Eğer kasıt buysa ok, ama değilse Colin Farrell mimikleri maskenin altında ziyan oluyor demektir. Sofia Falcone'yi de Cristin Milioti canlandırıyor. Bu ikilinin karşılıklı sahneleri, dizinin en gerilimli ve önemli anlarını oluşturuyor şimdilik. 

Genel olarak iyi yapımın bizi beklediği kanısına hakimim. İyi oyunculuk devam edecektir, hikaye de iyi devam ederse seneye birkaç Emmy süpürür. Bekleyip göreceğiz. En azından birkaç bölüm daha.


76.sı düzenlenen, Tv ve dizi yapımlarının Oscar'ı kabul edilen Emmy Ödülleri açıklandı. Zirvede, 25 adaylığı bulunan ve bunların 18ini almayı başaran Shogun dizisi var. Dizi, tek bir sezonda 18 Emmy ödülü kazanan tek yapım olarak tarihe geçti. Onu, komedi dalında 10 Emmy kazanan The Bear takip ediyor. Ancak En iyi Komedi Dizisi ödülünü bu sene Hacks dizisine kaptırdı. Bu sene benim favori dizim olan Blue Eye Samurai ise En İyi Animasyon dizi dalında ödülün sahibi oldu.

Adaylar ve Kazanlar listesi şu şekildi:


DRAMA DALINDA

  • En İyi Dizi

    Shogun (KAZANAN)

    The Crown
  • Fallout
  • The Gilded Age
  • The Morning Show
  • Mr. and Mrs. Smith
  • Slow Horses
  • 3 Body Problem


    En İyi Erkek Oyuncu

  • Hiroyuki Sanada, Shogun (KAZANAN)
  • Idris Elba, Hijack
  • Donald Glover, Mr. & Mrs. Smith
  • Walton Goggins, Fallout
  • Gary Oldman, Slow Horses
  • Dominic West, The Crown


  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Anna Sawai, Shogun 
  • Jennifer Aniston, The Morning Show
  • Carrie Coon, The Gilded Age
  • Maya Erskine, Mr. and Mrs. Smith
  • Imelda Staunton, The Crown
  • Reese Witherspoon, The Morning Show


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

  • Billy Crudup, The Morning Show (KAZANAN)
  • Tadanobu Asano, Shogun
  • Mark Duplass, The Morning Show
  • Jon Hamm, The Morning Show
  • Takehiro Hira, Shogun
  • Jack Lowden, Slow Horses
  • Jonathan Pryce, The Crown


  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Elizabeth Debicki, The Crown (KAZANAN)
  • Christine Baranski, The Gilded Age
  • Nicole Beharie, The Morning Show
  • Greta Lee, The Morning Show
  • Lesley Manville, The Crown
  • Karen Pittman, The Morning Show
  • Holland Taylor, The Morning Show


  • En İyi Yönetmen

  • Frederick E.O. Toye, Shogun "Crimson Sky" (KAZANAN)
  • Stephen Daldry, The Crown ""Sleep, Dearie Sleep
  • Mimi Leder, The Morning Show, "The Overview Effect"
  • Hiro Murai, Mr. & Mrs. Smith "First Date"
  • Saul Metzstein, Slow Horses "Strange Games"
  • Sallj Richardson, Winning Time: The Rise Of The Lakers Dynasty "Beat L.A."


  • En İyi Senaryo

  • Slow Horses "Negotiating With Tigers", Will Smith
     (KAZANAN)
  • The Crown "Ritz", Peter Morgan, Meriel Sheibani-Clare
  • Fallout "The End" Geneva Robertson-Dworet, Graham Wagner
  • Mr. & Mrs. Smith "First Date" Francesca Sloane, Donald Glover
  • Sho¯gun "Anjin" Rachel Kondo, Justin Marks
  • Sho¯gun "Crimson Sky" Rachel Kondo, Caillin Puente


  • KOMEDİ DALINDA

  • En İyi Dizi

    Hacks (KAZANAN)

    Abbott Elementary
  • The Bear
  • Curb Your Enthusiasm
  • Only Murders in the Building
  • Palm Royale
  • Reservation Dogs
  • What We Do in the Shadows


  • En İyi Erkek Oyuncu

  • Jeremy Allen White, The Bear
     (KAZANAN)
  • Matt Berry, What We Do In The Shadows
  • Larry David, Curb Your Enthusiasm
  • Steve Martin, Only Murders in the Building
  • Martin Short, Only Murders in the Building



  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Jean Smart, Hacks (KAZANAN)
  • Quinta Brunson, Abbott Elementary
  • Ayo Edebiri, The Bear
  • Selena Gomez, Only Murders in the Building
  • Maya Rudolph, Loot
  • Kristen Wiig, Palm Royale


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

  • Ebon Moss-Bachrach, The Bear
     (KAZANAN)
  • Lionel Boyce, The Bear
  • Paul W. Downs, Hacks
  • Paul Rudd, Only Murders In The Building
  • Tyler James Williams, Abbott Elementary
  • Bowen Yang, Saturday Night Live


  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Liza Colón-Zayas, The Bear (KAZANAN)
  • Carol Burnett, Palm Royale
  • Hannah Einbinder, Hacks
  • Janelle James, Abbott Elementary
  • Sheryl Lee Ralph, Abbott Elementary
  • Meryl Streep, Only Murders In The Building


  • En İyi Yönetmen

  • Christopher Storer, The Bear "Fishes" (KAZANAN)
  • Randall Einhorn, Abbott Elemantary "Party"
  • Ramy Youssef, The Bear "Honeydew"
  • Guy Ritchie, The Gentlemen "Refined Agression"
  • Lucia Aniello, Hacks "Bulletproof"
  • Mary Lou Belli, The Ms. Pat Show "I’m The Pappy"


  • En İyi Senaryo

  • Hacks "Bulletproof", Lucia Aniello, Paul W. Downs, Jen Statsky (KAZANAN)
  • Abbott Elementary "Career Day", Quinta Brunson
  • The Bear "Fishes", Christopher Storer, Joanna Calo
  • Girls5eva "Orlando", Meredith Scardino, Sam Means
  • The Other Two "Brooke Hosts A Night Of Undeniable Good", Chris Kelly, Sarah Schneider
  • What We Do In The Shadows "Pride Parade", Jake Bender, Zach Dunn

  • MİNİ DİZİ DALINDA

  • En İyi Mini Dizi

  • Baby Reindeer
     (KAZANAN)
  • Fargo
  • Lessons in Chemistry
  • Ripley
  • True Detective: Night Country


  • En İyi Erkek Oyuncu

  • Richard Gadd, Baby Reindeer
     (KAZANAN)
  • Matt Bomer, Fellow Travelers
  • Jon Hamm, Fargo
  • Andrew Scott, Ripley
  • Tom Hollander, Feud: Capote vs. The Swans


  • En İyi Kadın Oyuncu

  • Jodie Foster, True Detective: Night Country
     (KAZANAN)
  • Brie Larson, Lessons in Chemistry
  • Juno Temple, Fargo
  • Sofia Vergara, Griselda
  • Naomi Watts, Feud: Capote vs. The Swans


  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
  • Lamorne Morris, Fargo (KAZANAN)
  • Jonathan Bailey, Fellow Travelers
  • Robert Downey Jr., The Sympathizer
  • Tom Goodman-Hill, Baby Reindeer
  • John Hawkes, True Detective: Night Country
  • Lewis Pullman, Lessons In Chemistry
  • Treat Williams, Feud: Capote vs. The Swans


  • En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu

  • Jessica Gunning, Baby Reindeer (KAZANAN)
  • Dakota Fanning, Ripley
  • Lily Gladstone, Under The Bridge
  • Aja Naomi King, Lessons In Chemistry
  • Diane Lane, Feud: Capote vs. The Swans
  • Nava Mau, Baby Reindeer
  • Kali Reis, True Detective: Night Country


  • En iyi Yönetmen

  • Steven Zaillian, Ripley (KAZANAN)
  • Weronia Tofilska, Baby Reindeer "Episode 4"
  • Noah Hawley, Fargo "The Tragedy Of The Commons"
  • Gus Van Sant, Feud: Capote vs. The Swans "Pilot"
  • Millicent Shelton, Lessons In Chemistry "Poirot"
  • Issa Lopez, True Detective: Night Country


  • En İyi Senaryo

  • Baby Reindeer, Richard Gadd
     (KAZANAN)
  • Black Mirror "Joan Is Awful", Charlie Brooker
  • Fargo "The Tragedy Of The Commons", Noah Hawley
  • Fellow Travelers "You’re Wonderful", Ron Nyswaner
  • Ripley, Steven Zaillian
  • True Detective: Night Country "Part 6", Issa López

    DİĞER KATEGORİLER

  • En İyi Animasyon Dizi

  • Blue Eye Samurai
     (KAZANAN)
  • Bob's Burgers
  • Scavengers Reign
  • The Simpsons
  • X-Men '97


  • En İyi Talk Show
  • The Daily Show (KAZANAN)
  • Jimmy Kimmel Live!
  • Late Night With Seth Meyers
  • The Late Show With Stephen Colbert


  • En İyi Reality Yarışma Programı

  • The Traitors
     (KAZANAN)
  • The Amazing Race
  • RuPaul’s Drag Race
  • Top Chef
  • The Voice