Hayatttan


Kucukken, henuz daha 5 yasindayken, ustkata amcamin oglu icin bir sunnetci gelmisti. Haberi duydugumda evden, mahalleden kacmak istedim. Ve tabi bunun icin yanimda bir buyuge ihtiyacim vardi. Anneme dedim, beni gotur buralardan, disari cikalim , parka gidelim. 'Tamam' dedi, giyindi. 'Ama dur ustkata bi bakalim'. Hayir anne, yapma, etme, gitmeyelim derken kendimi bi yataga yatirilmis pipisi kesilmis olarak buldum. Gume gitmisti-m. Neyse dedim, bir de diger taraftan bak olaya. Mahalledeki arkadaslardan duymustum, sunnet sonrasinda olacaklar hakkinda da bilgim vardi yani. Simdi eve misafirler dolacak, hediyeler gelecek, tum ilgi benim uzerimde olacak. Yeni bir telli araba, belki de pilli hatta. Ama umdugum gibi olmadi, birak telli arabayi, tel getiren bile olmadi. Sunnetim sonrasinda aldigim tek hediye ise apartmanimizin altinda bakkali olan dedemin, babannem araciligiyla yolladigi cikolatali gofret. Gozumde o kadar buyuttugum pipi anca gofret edivermisti.


1 yil sonra Avusturya'da yasayan halamlar geldi. Cocugunu Istanbul'da sunnet ettirmek icin. Dedemin evinde cocuga bir oda ayrildi, yatak suslendi ve nihayet sunneti de gerceklesti. 'Sen de umitlenme' dedim icimden, ' ayni akrabalara sahibiz, gofretle idare et'. Benim sunnetimde beni sasirtan akraba, kuzenimin sunnetinde yine beni sasirtmisti. Babam da dahil herkes odaya ya hediye ya da ceyrek altinla geldi. Oyuncak trenler, pilli robotlar ve koca koca kamyonlar. Hayalimde bile bir araya getiremedigim onca oyuncak. Simdi hepsine sahipti. Bu hic hos olmamisti ve bunu unutmayacaktim.



Aradan 2 yil gecti, bizim kuzen yeniden geldi Istanbul'a. Bu seferki gelisi iyi kullanmam gerekiyordu. Ufak bir nedenden oturu (sanirim bana ait olan bir celik comak sopami almisti sadece) bununla tartismaya tutustuk. Sopami geri almistim. Ama yok, hala bir seyler eksikti. Tatmin olmamistim. Ondan sopami geri istemiyordum, baska seyler istiyordum. Olayi daha da cirkeflige vurarak kavga cikardim. Bunu bir guzel dovdum. Her vurusumda ondan bir seyler alip kendi bedenime aktariyordum sanki. Yerde serili halde onu birakip eve gittim.


O an neden dovmek istedigimi bilmiyordum ama simdi cok iyi anliyorum. Onda bana ait olan , benim istedigim, benim olmasini gerektigine inandigim bir mutluluk vardi. Onu geri almaliydim ve aldim da.



Sinemadan


Sinema tarihinin en sevdigim sahnelerinden biri Raging Bull filminin bir sahnesidir. Jake La Motta ( Robert de Niro) nun genc rakibi Janiro ile kapistigi sahne. Dovus boyunca rakibinin yuzunden baska hicbir yerini hedef almayan seri kroseleri ile rakibini nakavt ettigi. Ama Jake La Motta nakavt etmek istemiyordu, yere dogru her dususunde rakibi kaldirip ayakta durmasini saglayan yine La Motta idi. Onun dovuse ortak olmasi icin degil elbet, hakem oyunu bitirmeden daha fazla vurabilmek, yuzunu daha fazla dagitabilmek icindi. Neden mi? Cunku sevdigi kadin rakibi sirin ve yakisikli bulmustu. Cunku La Motta kendisi icin duymayi istedigi o sozleri rakibi icin duymustu. Bu sahne bir dovus sahnesi degildir asla, bir intikam sahnesidir.

Sonuc mu? Artik sirinlikten eser kalmamisti.

(he aint pretty no more)






Sanatın her dalında olduğu gibi sinemada da aynı sonuca varan fakat farklı yönlerden ilerleyen binlerce yapım vardır. Kimi yapımlar görselliği önde tutarken bizim mevzu bahis edeceğimiz tek mekana bağlı filmlerde ise genel olarak diyalog ve anlatım odaklı yapımlar öne çıkar. Genel olarak aksiyondan uzak izleyicinin düşünceleriyle anlam katabileceği  küçük bütçelerle ve az oyuncu ekibiyle çekilen bu filmlerin en nadide örneklerinden bir top 10 listesi çıkaralım.

10- Exam: Kapitalizm şirketlerin eline kozları verdikçe sömürülen insanoğlu ve sisteme bir şekilde dahil olmak isteyen insanların savaşı yüzyılımızın en büyük kimlik bunalımıdır. Her geçen sene insan özünden kopan varlığımızı sınayan şirketlere nasıl teslim olduğumuzu gözler önüne seren filmde sınav ile çalışan seçen bir şirketin sınava katılanlara sorduğu soru ve sonrasında gelişenleri anlatır. Bilindik sınavlardan farklı olan bu sistemin tek bir kazananı olacaktır ve hepsinin en önemli dayanağı akıllarıdır.

9- The Breakfast Club:  Birbiriyle herhangi bir bağı olmayan 5 tane lise öğrencisinin disiplin cezası nedeniyle cumartesi gününü okulda geçirmeleri üzerinden ilerleyen yapım grup psikoterapisinin en nadide anlatımlarındandır. Gruptaki kişilerin farklılıklarının anlatımı ile başlayan film günün sonunda birbirlerinden sebepsiz nefret eden insanların belirli ortak paydalarına eğilmeleriyle şekil alır. Filmden akılda kalan en önemli repliği ise ; "When you grow up,your heart dies"

8- Buried: Devletlerin savaşlarının bedelini her zaman insanlık öder. Irak’taki Amerikan işgalinin kahramanlık anlatmayan yapımlarından Buried’da diri diri gömülen bir Amerikan askerinin tabuttan kurtulma savaşını anlatır. Gerilimin fazlasıyla hissedildiği bu yapımda Amerikan askerinin çırpınışları,hayalkırıklıkları ve anlık ümitlerinin; Irak semalarında toza toprağa karışmasına tanıklık ederiz.

7-My Dinner with Andre:  İki eski arkadaşın bir akşam yemeği için buluşmasını ve burada ettikleri muhabbeti konu edinen yapım tamamen ikili arasındaki diyaloğa bağlı ilerler. Felsefe,yaşam ve daha nice konunun açıldığı bu akşam yemeğinde muhabbetin mahiyeti ve konuların çekiciliği bizlere masanın bir köşesinden kendimize yer ayırtma isteği uyandırır.

6-The Sunset Limited: İntihar etmek özgürlük müdür? Din var mıdır ve ruhumuz kurtarılabilir mi? Hayatının büyük bölümünü suçlu olarak geçiren inançlı bir birey ile intihar etmesine izin vermediği karamsar profesörün din ve yaşam eksenli tartışmalarını konu alan Sunset Limited zıtlıklar üzerinden ilerler. Eğitimin akılcılığı ile dinin cahilliğinin birer kapışması gibidir. Karamsarlığın beyazlığı ile iyimserliğin siyahlığının saflarından her biri kendine göre mutlak doğrudur. Bu tartışmanın bir sonucu yoktur ama mutlak kazananı izleyicilerdir.

5- Moon : İnsan hiç yaşamadığı bir hayatı özleyebilir mi? Hiç tanımadığı insanları sevebilir mi? Moon filmi bu gerçekler ışığında ilerleyen bir yalnızlık filmidir. Kimliğini keşfeden ve insanlık için hiçbir öneminin olmadığını fark eden bir bireyin bunu kabullenmesini anlatır. İhtimaller dışında varolan bir hayatın seçimleri silmesiyle şekillenir. Dünyadan milyonlarca kilometre  uzakta “hiç yaşamamış olmak” zordur.

4- Dial M For Murder :  İntikam her zaman en doğru zamanı kollayarak gerçekleştirebilen profesyonel bir iştir. Tony de eşi Margot’tan ihanetin intikamını almak için uzun süreli bir plan gerçekleştirmiştir. Planın işlevselliği diğer bireylerin performansına bağlıdır ve Tony başarısız bir cinayet planından dahi kurtulacak kadar birçok detayı düşünmüştür. Hitchcock sinemasının en önemli eserlerinden olan Dial M for Murder gerilimin ve akıl oyunlarının üst seviyelerde seyrettiği yapımlardandır.

3- The Man From Earth : Tüm insanlık tarihi karşınıza dikilse tepkiniz ne olurdu? Muhakkak merak ettiğimiz sorulacak birçok soru ve gerçekliği muallakta kalan bir çok bilgi  vardır. The Man From Earth tüm zamanlarda bulunmuş olan bir insanın son yerleşim yerinden ayrılmadan önce arkadaşlarına kendi durumunu açıklamasıyla başlar. Aklın ve mantığın olasılığını dahi reddetiği bir önermeyi gerçek kılabilecek tek şey sorular ve cevaplardır. Merak edilen her sorunun cevabı dünyalı dostumuzda saklıdır.

2-Rear Window: Hitchcock sinemasının bir diğer şaheseri olan Rear Window ise görev sırasında bacağı kırılan bir fotoğrafçının pencereden komşularının hayatlarına dahil olmasıyla başlar. Hayattan bir parça eksik kalmasının boşluğunu diğer insanları gözetleyerek kapatmaya çalışır. İşinde olduğu kadar gözetlemek konusunda da detaylara odaklanan Jeff bir cinayetin tanığı olur.

1-12  Angry Men:“Hiç kimse görmek istemeyen bir insan kadar kör olamaz”
Bazı olayların mutlak doğruları yoktur ve yargılama hükmü vermek için olayı her iki yönden incelemek gerekir. Bunlar dışında hüküm vermek oldukça basit ve adalatten uzak kaçmaktır. 12 Angry Men bir insan hayatını harcamanın tek bir hükme bağlı olduğu bir davada insanların nasıl bencil olduğunu gözler önüne süren bir yapımdır. Tek bir jürinin suçluyu anlama yoluna gitmesi ve diğer jürileri karşısına alarak olayı tamamen incelemeye çalışmasıyla yön bulan yapım munazara tekniğini  uygulayan  en iyi filmlerden biridir.. Tartışmaların zaman zaman sertleştiği,fikir ayrlılıklarının mantıksal doğrularla cevaplara döndüğü filmde Henry Fonda da performansıyla ölümsüzleşmiştir.


Filmle ilgili daha detaylı inceleme : http://sigarayaniklari.blogspot.com/2009/06/12-angry-men.html

Reggea denince aklıma Bob Marley, Dyer Maker ve Alpha Blondy geliyordu. Taa ki onları tanıyana kadar.
Sattas grubunun solisti Orçun ile grup ve reggea muzik uzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.


-Öncelikle şunu sormak istiyorum. Sattas ismi nerden geliyor?

"Satta" Jamaika ingilizcesinde "rahatla" "takma" demek "satta man" kalıbı ile kullanırlar sonunda ki "s" ise çoğul eki burdan geliyor.

-Türkiye'de reggae müziğe olan ilgiyi yeterli buluyor musun? Gelecekte bu ilginin daha da artacagı ya da azalacagını düşünyor musun?

Reggea müziğe ve bize olan ilgi giderek artıyor. Umarız böyle devam eder.

- Geçen sene askerde oldugundan dolayi grup seni beklemek zorunda kaldı ve dönüşte hızlı bir giriş yaptınız tekrardan. Bu hep böyle devam edecek mi yoksa uzun süren aranın vermiş oldugu iştah mı bu?

Askerden döndükten sonra esasında daha az sayıda konser verdik. Unutmuşuz nasıl davranılması gerektiğini, sonrasında tekrar birşeyleri hatırladık ve konser sayımızda bizlerin performans ve çalışma durumlarına bağlı olarak arttı. Tabi bir de Burçin'le (menajer) tekrar çalışmaya başlamamız da çok iyi oldu.

-Peki askerdeyken hic şarkı sözü yazdın mı ya da bi fikir oluştu mu?

Askerdeyken evet söz ve şarkı yazdım. Hatta şu an üzerinde çalıştığımız albümede iki ya da 3 tanesi konacak sanırım. Ve daha bir dolu fikir oluşmuştu. Zaman çoktu ve düşünecek bol bol zamanı oluyor insanın.

-Askerden sonra askeriye ile alakali fikirlerinde degisme ya da kararlasma oldu mu?

Askeriye ile ilgili düşüncelerim öncesi ve sonrası aynı; silahın olduğu yerde, savunmanın olduğu yere ne gerek var ne gerek var askerliğe, savaşa. Keşke hiç olmasa ama, keşke...

-Askerde sizi hic tanıyan ya da bir hayranınız ile karşılaştınız mı?

Bizleri izlemiş bir iki kardeşim vardı konuştuk. Hayran demiyelim de müziğimizi sevmişler ya da en azından bana öyle söylediler :))

-Albüm çalışmaları nasıl gidiyor ve ne zaman piyasada olması bekleniyor?

En zor kısmını bitirdik albümün; kayıtlar. Simdi makyaj kısımları devam ediyor (ben oyle diyorum açıkçası). Tabi makyajdan yanlış anlaşılmasın nefesli kayıtları düzeltmeler falan gibi işlerimiz kaldı. Eğer bir aksilik olmazsa bahar sonu yaz başı çıkar diye düşünüyoruz bakalım.

-Belli bir hedef kitleniz vardır elbet? Kime hitap ediyor yahut kimlere etmek istiyorsunuz?

Olayı hiç pazarlama yada benzeri hikayelerde düşünmedik. Mutlaka düşünmeye çalışacak birileri olacaktır etrafta. Elimizden geldiğince herkesin dinlediği birşeyler yapmak istiyoruz. Reggae kolay bir müziktir yapısal olarak,basittir. iki dörtlüdür ritim bazında. Mutlaka ve mutlaka hafif bir sallandırır insanı. Konserlerde 16,17 ile 60 ını devirmiş yada sonlarında bir dolu insanın dans ettiğini gördük. Özellikle halk konserleri nefis geçmişti bu bağlamda. Bizden nefret eden ya da gerçekten çok sevenler en sevdiğimiz müzik dinleyicisi, yani ya siyah yada beyaz olanlar....

-Şarkı sözleri sadece sözlerden mi ibaret olmalı yoksa onlara politik anlamlar da yüklenmeli mi?

ikisi de. Bu senin neyi nasıl yaptığına bağlı. Reggae mesaj kaygılı bir müzik ama kör göze de parmak basmamak lazım. Yeni yeni öğreniyoruz hala, bu ülkede de yurtdışında da mesaj kaygılı müzik yapan çok çok dev insanlar var saygı ile izliyoruz veya sindiriyoruz. Hayatın kendisi bütün duyguları barındırıyor, etki yaratıyor tepkisiz kalamayız mutlaka bir cevabımız olmalı ve genelde oluyor.

-Bazı şarkılarınızdan dolayı sizi faşist ya da anarşist diye adlandıran oldu mu?

Anarşisti daha çok duyduk bir iki defa da "mustafa" şarkısı yüzünden faşist diyen oldu. Her zaman söylüyoruz bizler herhangi bir "izm" e hizmet etmiyor ve inanmıyoruz. Mustafa bir tepki şarkısıydı hatta önyargı ile yazılmıştı ve bir filme idi o kadar. Şarkı "kemalist reggae " oldu ki alakamız yoktur. Bizler sadece humanist olabiliriz başka bir şey değil. Fakat anarşist olarak adlandırılmamız çok daha fazladır. Diğer şarkılarda ya da genelinde daha çok baş kaldırma vardır (elimizden geldiği kadar).

Ayrıca sanatta anarşizm güzledir bazen...

-Türkiye de reggae denilince akla ilk siz geliyorsunuz başkaları yokmu bu müzikle uğraşan?

Bizlerden önce uğraşan da vardı tabi. Medyanın ve tabi ki çok fazla konser vermemizin sayesinde biz gözükür olduk; mesela Ras Memo var ve çok önemli şahsiyettir kendisi. Osman Ozman ki kendisi artık Kanada'da yaşıyor, Mahi Abi, Enzo İkah, Iya Waves, Neşeli Milis, Seroman King, Selekta Genjah, Naranjaman, Kadijah Whomanity, SelktaFiruzaga, SelektaUfuk ve Come Again çok önemlidir ve aklıma ilk gelenler. Unuttuklarım da var daha, bir dolu güzel insan..

-Yakınlarda konser ?

6 ocak ta Nayah,26 Ocak'ta İstanbul

Lİve ve 04 Şubat Babylon

Grubu Facebook sayfasindan takip edebilirsiniz. Sattas / Facebook



İstanbul Modern Sinema, 5-22 Ocak tarihleri arasında 10 filmlik bir seçki sunuyor


İstanbul Modern Sinema, yarım yüzyıllık tarihiyle dünyanın en genç kıta sineması sayılan, ancak bu süre içinde çıkardığı benzersiz filmlerle küresel sanat hayatına büyük bir zenginlik katan Afrika sinemasından bir program sunuyor. 5-22 Ocak tarihleri arasında “Afrika!” başlıklı programda, uzmanlığı Afrika antropolojisi olan Illinois Üniversitesi profesörlerinden Mahir Şaul’un hazırladığı 10 filmlik bir seçki sunulacak. Bu seçki, 1960’larda doğan Afrika sinemasından bir dizi başyapıtı içeriyor. Filmler, geleneksel sanatlardan video ve avangarda uzanan Afrika sinemasının şaşırtıcı çeşitliliğini gözler önüne seriyor. Bunların bir kısmı Afrika’nın en önemli film şenliği olan Ouagadougou kentinin FESPACO Sinema Festivali’nde büyük ödül almış yapıtlar, diğerleri de dünya klasiği niteliğine ulaşmış ya da yenilikçi üsluplarıyla dikkat çekmiş ürünler. Film seçkisinin açılışı, 5 Ocak Perşembe saat 19:00’da Senegalli dansçı ve davulcuların yer alacağı bir gösteriyle yapılacak.


Programda, Batı Afrika sinema tarihinde bir dönüm noktası oluşturan Mali’den Souleymane Cisse’nin 1982’de Kartaca Film Festivali’nde Altın Tanit Ödülü kazanan, Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen ve 1983’te FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü’nü alan Rüzgar, Moritanya’dan Med Hondo’nun yönettiği ve 1987’de FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü’nü alan Saraunya, Burkina Faso’dan Afrika sinemasının Avrupa’da en büyük yankı uyandıran filmlerini yaratan Idrissa Ouedraogo’nun modern bir trajediye benzetilen filmi Töre, Afrika’nın en özgün yönetmenlerinden Senegal’den Djibril Diop Mambéty’nin Friedrich Dürrenmatt’ın ‘Yaşlı Hanımın Ziyareti” adlı oyunundan uyarladığı en önemli filmi Sırtlanlar, Afrika sinemasının en tanınmış isimlerinden Senegalli yönetmen Osman Sembene’nin “Afrikalı kadınların her günkü kahramanlığına bir övgü” olarak nitelendirdiği Faat Kine, Joseph Gaï Ramaka’nın Senegal’in değişik müziklerinden seçilmiş örneklerden oluşan 2001 yapımı Karmen’i, her yeni filmi heyecanla beklenen, ABD’de de yankı uyandıran çağdaş yönetmenlerinden Mali-Moritanya’dan Abderrahman Sissako’nun 2003’te FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü, Fibresci Ödülü kazanan ve Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen gerçekle kurgusal arasında şiirsel filmi Mutluluğu Beklerken (2002), yönetmen Zola Maseko’nun 2005 FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü kazanan, gerçek bir olaydan yola çıkan, Afrikan Amerikalı oyuncu Taye Diggs’in başrolde harika oyunculuk sergilediği, yeni Güney Afrika sinemasının gözde yapıtı Drum, Kamerunlu Jean-Pierre Bekolo’nun üzerinde en çok konuşulan Afrika filmlerinden biri olan 2007 yapımı Kanlı Kızlar Kulübü ve Çad’dan Mahamat Saleh Haroun’un kefaret, intikam, kan davası gibi konular üzerine karmaşık duygular uyandıran 2006 yapımı Kuru Mevsim başlıklı filmler gösterime sunulacak.


Rüzgar (Finyé)


Souleymane Cissé, Mali, 1982, Renkli, 105’


Birbirini seven iki üniversite öğrencisi kendilerini ani bir fırtınanın ortasında bulur. Sınav sorularına hile karışmıştır ve kitle gösterileri yapılmaktadır; iki sevgili siyasal eylemlere karışınca hapishaneye düşerler. Bu olaylar birbirine zıt olan ailelerini karşı karşıya getirir. Ailelerden biri siyasal iktidara yakındır, öbürü ise kırsal bölgenin eski mistik geleneklerini sürdürmektedir. Batı Afrika sineması tarihinde bir dönüm noktası olan Rüzgar’ın özellikle ataların ruhlarıyla olan ilişkisini gösteren köy sahnesi, gerçekçi toplumsal sinemacılıktan Afrika geleneksel kültürüne yönelen yeni bir sinema sanatına geçişin işaretini verir.

Kartaca Film Festivali Altın Tanit Ödülü, 1982; FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü, 1983; Cannes Film Festivali, “Belirli Bir Bakış,1982 .



Saraunya (Sarraounia)


Med Hondo, Moritanya, 1986, 120’


Saraunya, bir kadın önderin başlattığı yerel bir direniş hareketini perdede canlandırarak Afrika’nın Avrupalılar tarafından işgalinin en karanlık bölümlerinden birini gözler önüne seriyor. 1899 yılında iki genç Fransız subayı büyükçe bir sömürge ordusu ile etrafı kan ve ateşe boğarak Orta Afrika’ya doğru hızla ilerlemektedir. Amaçları Britanya işgal girişiminin önünü kesmektir. Ancak bugünkü Nijer Cumhuriyeti olan bölgeye geldiklerinde bir ovada kaybolmuş iki köyün halkı beklemedikleri bir direnişle bu ilerlemeyi durdurur. Müslümanların çoğunlukta olduğu bir alanda eski geleneklerini sürdüren bu bir avuç insanın kraliçe/kâhin önderlerine (Saraunya) olan güveni Avrupalıların silahlarına ve yaydıkları büyük korkuya baskın çıkmıştır. Afrika sinemasının biçimsel olarak da en yenilikçi yapıtlarından biri olan destansı boyutlardaki bu film, seyircinin kolay kolay zihnininden atamayacağı yoğun imgeler sunuyor.

FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü, 1987.


Töre (Tilaï )


Idrissa Ouedraogo, Burkina Faso, 1990, 81’


Sahel olarak anılan bölgenin sonsuz çoraklığında bir yolcu uzun bir ayrılıktan sonra köyüne döner. Saga, köyüne vardığında haberci neşeyle boynuz trompetini öttürüp onun gelişini ilan etse de, evine ulaştığında umduğu mutluluğu bulamaz. Uğruna bütün fedakarlıkları göze aldığı sevgilisi kendisini beklememiş, üstelik de babasıyla evlenmiştir. Saga duygularına hakim olamaz. Karmaşık duygusal ilişkilerden bütün aileyi içine çekip yutan bir kan ve kin yumağı oluşur. Vahşi bir tabiat, kesin çizgilerle kotarılmış karakterler, geleneklerle duygu arasında bocalayan insanlar. Ouedraogo, Afrika sinemasının Avrupa’da en büyük yankı uyandıran filmlerini yaratmış önemli bir yönetmen.


Sırtlanlar (Hyenas)


Djibril Diop Mambéty, Senegal, 1992, Renkli, 103’


Küçük bir şehrin yoksul ama gururlu sakinleri önemli bir hanımın ziyarete geleceğini duyunca heyecanlanırlar. Hanımefendinin “Dünya Bankası’ndan daha zengin” olduğunu duymuşlardır. Acaba şehrin kalkınmasına yardımcı olacak mıdır? Ancak ikramlar ve methiyelerle karşıladıkları misafir, yüreğindeki sönmemiş bir acının intikamını almak için gelmiştir ve halkı hayrete düşüren bir koşul ileri sürer. Kinayeli bir ahlak dersi havasında gelişen hikaye birden olmadık ufuklara yelken açar. Perdedeki kahramanların açmazları, seyirciyi de bilinmez bir vicdan muhasebesine sürükler. Göz alıcı ama hayali Afrika dekorları ve giysileriyle sunulan bu kıssanın en şaşırtıcı taraflarından biri, İsviçreli oyun yazarı Friedrich Dürrenmatt’in ‘Yaşlı Hanımın Ziyareti (Der Besuch der alten Dame)’ adlı oyunundan uyarlanmış olması.


Faat Kine


Osman Sembene, Senegal, 2001, Renkli, 121’


Afrika sinemasının uluslararası alanda en tanınmış isimlerinden Sembene’nin hayatının son döneminde gerçekleştirdiği yapıtlardan biri olan bu filmde kadınlar ön plana çıkıyor. Faat Kine, dar boğazlardan geçerek tek başına bir yerlere gelmiş başarılı bir iş kadını. Kendi kurduğu hayatını kolayca paylaşacak bir insan değil, ama yaşlı annesi, tek başına büyütüp üniversiteye gönderdiği çocukları hâlâ sorumluluğu altında. Sembene’nin “Afrikalı kadınların günlük kahramanlıklarına bir övgü” olarak nitelendirdiği bu filmi, Afrika’nın çağdaş gündelik yaşamını gazete ve dergi kalıplarının tamamen dışında ama başka türlü beklenmedik ve parlak bir ışıkta görmek isteyenler için iyi bir fırsat.


Karmen Geï


Joseph Gaï Ramaka, Senegal, 2001, Renkli, 82’


“Aşk isyankar bir kuştur, kimse ona gem vuramaz”. Senegalli Karmen de tıpkı Bizet’nin operasındaki Carmen gibi bu mısraları şarkıya dökerek aşık olur, karanlık işlere dalar, özgürlüğünü ilan edip ayrılır ve bu uğurda her şeyi feda eder. Afrikalı Karmen, Fransız benzerinden daha bağımsız, fırtınalı ve pervasız bir hayat sürer. Gaï Ramaka bu uyarlamasında sevilen operadan aşina olduğumuz, ama hikayesi tamamen farklı bir kadın kahraman yaratıyor. Dakar’ın okyanus görüntülerine karşı gelişen bu müzik ve dans şöleni, Bizet’nin günlük hayatımıza sinmiş popüler aryalarına rağbet etmiyor. Filmin müzikleri Senegal müziklerinden ustaca seçilmiş örneklerden oluşuyor. Sözle tanımlanması zor, kökeninde melez, ama görünüşünü Afrika güneşinden, renklerini de Afrika desenlerinden alan bir yapıt.


Mutluluğu Beklerken (Heremakono)


Abderrahman Sissako, Mali-Moritanya, 2002, Renkli, 95’


“Gurbet daha yola çıkmadan başlar,” diyor yönetmen Sissako. Bir araba dolusu yolcu, okyanus kıyısındaki bir balıkçı köyünde bozulan arabalarının tamir edilmesini bekliyor. Aralarında talihini Avrupa’da deneyecek olanlar, ailesini ziyarete gelenler, ayrıca gidemeden hayatını kaybedecek olanlar var. Kişisel izlenimlerle örülmüş, yer yer anı yer yer de bir köyün tasviri gibi duran bu şiirsel ve doğaçlama film, gerçekle kurgu arasında belirlenmesi zor bir çizgide gelişiyor. Nefes kesici imgeler ve yönetmenin kendine özgü olağandışı mizahı seyirciyi gözlerini perdeden ayıramaz hale getiriyor. Sissako, Afrika’nın her yeni filmi heyecanla beklenen, ABD’de de epey yankı uyandırmış çağdaş yönetmenlerinden biri.

FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü, FIPRESCI Ödülü Cannes Film Festivali “Belirli Bir Bakış”, 2003.


Drum


Zola Maseko, Güney Afrika, 2004, Renkli, 104’


Yeni Güney Afrika sinemasının bu gözde yapıtı, gerçek bir yer ve olayı perdeye taşıyor. 1950’lerde Johannesburg’da yayınlanan Drum adlı dergide başarılı bir gazeteci olan Henry Nxumalo, etliye sütlüye karışmayan spor yazıları yazmaktan bıkar, siyaset eleştirileri de içeren günlük konulara eğilmeye başlar. Bu değişilikten başta biraz kaygılanan editörü,yazıların ilgi çektiğini görünce yazarı cesaretlendirir. Ne var ki hükümetin gizli bir niyetinin keşfedilmesi işin rengini değiştirir. Johannesburg’un, Afrikalı sakinlerinin alımlı müzik ve eğlence dünyasını zamanın mekan ve dekorları içinde çekici bir şekilde yeniden yaratan bu film aynı zamanda yakın tarihimizeki dünyanın en acımasız siyasi düzenlerinden birinin de karmaşık bir resmini sunar.

FESPACO Sinema Festivali Büyük Ödülü, 2005.


Kanlı Kızlar Klübü (Les Saignantes)


Jean-Pierre Bekolo, Kamerun, 2007, Renkli, 97’


Şehrin renkli ışıklarıyla yer yer aydınlanan gecenin karanlığında iki genç kadın, önemli bir devlet adamının cesedinden kurtulmaya çalışıyor. Genç kadınlar amaçlarına ulaşmaya çalışırken fütürist mekanlarda olmayacak olaylarla karşılaşırken, arkalarında Mevungu diye anılan esrarengiz bir feminist güç vardır. En çok tartışılan Afrika filmlerinden biri olan Kanlı Kızlar Kulübü, bir video parodisi gibi görünse de, önemini şüphesiz Bekolo’nun ustalıklı kurgusundan alıyor. Godard’ı andıran atlamalı kurgu, üst üste bindirilmiş imgeler ve hepsinin ortaya çıkardığı beklenmedik renkli, zengin görsel ve işitsel doku.


Kuru Mevsim (Daratt)


Mahamat Saleh Haroun, Çad, 2006, Renkli, 96’


Tropikal Afrika’nın kurak mevsiminde tarım işleri durunca köy halkı ya başka işlere bakar ya da seyahate çıkar. Delikanlı Atim (Yetim) de torbasını alıp tozlu yollardan uzaktaki başkente doğru ilk kez yola koyulur. Ancak havada bir gerginlik vardır. Yıllar süren iç savaştan sonra barış vaadi ile gelen hükümet geçmiş çatışmalarda suç işleyenlerin hepsine af çıkardığını ilan etmiştir. Haber mağdur ailelerini galeyana getirir, karmaşaya yol açar. Atim de gizli bir görevle şehre gönderilmiştir. Çantasında yıllar önce ölen babasının silahı vardır. Ne var ki şehirde bir canavar ararken istemeden kendini bir baba-oğul ilişkisi içinde bulur. Farkına varmadan ahlaki değişim yaşar. Kum tepelerinin ardındaki köyüne döndüğünde olgunlaşmış başka bir insandır.



Istanbul Modern Basin Bulteni

http://www.istanbulmodern.org/


Eğer blogumuzu sık sık takip ediyorsanız farkettiğiniz ilk şey blogda eskiye nazaran çok daha az yazı çıktığıdır. Hayatın öncelikleri blogun önüne geçince son dönemde blogdan fazlasıyla uzakta kaldık. Genelde film incelemeleriyle blogun varlığını sürdürdüğümüz için okuyucuların sadece bazı filmlere ilişkin bilgilere ulaştığı bir blog hüviyetindeyiz. Bundan sonra da okuyucularla daha içiçe bir blog olabilmek adına zaman zaman hem eskiden düzenlediğimiz küçük çaplı yarışmalara hem de okuyucu kitlesinin genel olarak film zevkini daha yakından tanıyacağımız anketlere yer vermeye çalışacağız. Bu bağlamda geride bırakıyor olduğumuz 2011 senesinin en çok göz önünde olan filmlerini Sigara Yanıkları takipçilerinin oylamasına sunuyoruz. Liste çok kısa ve muhakkak listede olmayan bir çok iyi film var ama anketi sadece sekiz filmle sınırladık. Eğer bu filmler dışında bir film sizin için sinema adına 2011 senesinin hatırlanmasına vesile oluyorsa yorum olarak belirtmenizi bekliyoruz.

Dip Not: Blog Ödüllerinde geçtiğimiz sene olduğu gibi bu sene de bizlere oy vererek yarışmanın ilk etabını geçmemizi sağlayanlara ayrıca teşekkürler.

16 Eylül 2011 – 22 Ocak 2012


İstanbul Modern, “Hayal ve Hakikat - Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar” sergisi kapsamında düzenlediği etkinlikleri aralık ayında da sanatçı konuşmaları, söyleşiler ve atölyeler ile sürüyor. Burcu Pelvanoğlu, Zeynep İnankur ve Evrim Altuğ’un moderatörlüğünde gerçekleşecek sanatçı konuşmalarına bu ay sergide yer alan Azade Köker, Şükran Moral, Gülay Semercioğlu, Bilge Alkor, Tomur Atagök, Handan Börüteçene, Selda Asal, Seda Hepsev ve Mürüvvet Türkyılmaz katılacaklar. Gülden Arsal, A. Senem Donatan, Suzan Karaibrahimoğlu ve Dilara Kızıldağ, “Amargi Deneyimleriyle Geçmiş 10 Yılın Hayal ve Hakikatleri” başlıklı söyleşiye katılarak, 10 yıl önce bir grup kadının bir araya gelerek kurduğu Amargi’nin, içinde yaşamak istediği dünyaya dair kurduğu hayali anlatacak. Kadınlara özel Biz Bize Buluşmalar başlıklı atölyede ise bu ay AtılKunst yer alacak. Gözde İlkin, Gülçin Aksoy ve Yasemin Nur’un oluşturduğu AtılKunst sanatçı kolektifi, “Hayal ve Hakikat” sergisi kapsamında, İstanbul Modern koleksiyonunda yer alan kadın sanatçılar üzerine bugüne kadar yapılmış okumaları ironik bir biçimde bir araya getirip, bir sesli tur hazırladı. Atölyede katılımcılar, bu yaratım sürecinin bir benzerini deneme olanağı bulacak. Sergi etkinliklerine katılım ücretsiz. “Hayal ve Hakikat” sergisinin tüm etkinlikleri Tamara Mansimov’un katkılarıyla gerçekleştiriliyor.


İnsan,silah ve tekrar insan. Kadraj üçünü kaldıramaz venamlunun ucundaki insan mutlaka kadrajdan çıkmak zorunda kalır. Ölüm kazanır.

Peki bu sefer namlunun ucunda kim var Vinz? Silahımızı kimedoğrultuyoruz? Her sinirlendiğimizde hıncımızı alacak birilerini bulmamız mıgerekiyor? Polisler,ırkçılar ve sistemin yanlışları. Her zaman sorun halinegetireceğimiz birileri vardır. Polisler evin etrafındadır,dazlaklar için iki sokak ötesi yeterlidir ve anlaşamadığımız bir dolu insan var. Peki esas sıkıntı dolu silahla adam olunuyormu Vinz? Öldürmeye yakın olan ölüme de bir o kadar yakındır. O silahın belindeolmasının bir nedeni de bu değil midir? Eğer eğitim alsaydın silahı belinetakanın sen değil her gün küfrettiğin dünya düzeni olduğunu da fark ederdin Vinz.Bu düzen senden hem ölmeni hem de öldürmeni bekliyor. Sen de bu düzenden her sıkıldığında silahınasarılıyorsun bir nevi oyunu bozmak istiyorsun ama bir gün içinde düzeni silahlakim değiştirebilmiş ki Vinz?


Özgüven önemlidir,saygınlık önemlidir ve belinde SmithWesson var ise her ikisine de kolay yoldan ulaşırsın. Bilirim Taxi Driver filmini de çokseversin. Her sabah aynanın karşısında Traviscilik oynayarak meşhur repliği hayatına kazıdığını dabilirim. Belki de günün birinde repliği kullanmayı da düşünüyorsundur. Mermileriyle kötüleri yenen anti-kahraman Bickle. Toplumun dışlanmışı olduğu için mi Travis'i kendine yakın buluyorsun yoksa banliyöde yaşayan her çocuğun rol idolü Travis midir? Silahlar böyle filmlerde çok işe yarar da Paris de başına sadece dert açar bunun farkında değil misin Vinz? Silah ölümün kokusunu alır ve sen bugün olduğundan farklısın.


Her zora sıkıştığında belinde silah taşıyor olmanın özgüvenivar Vinz. Peki bir silahla kaç kişiyi öldürebilirsin? Polisleri yok edebilirmisin? Peki ya ırkçıları? Geçinemediğin insanları bile yok edemezsin Vinz. Ayrıcaiyi polisleri ne yapıcaksın? İntikam silahla mı alınır? Değişmesi gerekenininsanlar değil de olgular olduğunun farkına ne zaman varıcaksın? İnsanlarıöldüren silah değil gene insanlardır ve karamsarlığı da insanlar getirir.Dünyanın kötülükleri de biziz Vinz. Dünyanın bizim olduğunu zannediyorsun değilmi? Oysaki dünya sahipsiz ve biz sadeceişgalcileriz. İyi ve kötü huylarımızla. Keşke elindeki silah kötülülüklere ateşedebilseydi. Şiddeti silahla yok edebilmek ironik geliyor değil mi? Peki ırkçılığıyok edebilsek Vinz? Gecenin bir yarısı sırf renginden dolayı arkadaşlarınasaldırılması seni silahına yöneltiyor değil mi? Haksız olmadığın gerçekler varama ölüm haklılığı korur mu? Paris banliyölerindeki polislerle lüks semtlerinpolisleri bile aynı değil Vinz. Bunun sen de farkındasın. O silahla keşke toplumsalsınıfları da yok edebilsek. Lafı açılmışken kapitalizme de silahınla ateşedebilir misin? Zira bilirsin eşitsizliğin ucu oraya kadar gidiyor ve onu dabizler yarattık ve ancak bizler öldürebiliriz. Şimdiye kadar her şey yolundadediğimiz her olgunun önüne geçmen gerekiyor.


Elinde Smith Wesson’ı tutuyorsun ve gördüğün gibi ateşedilebilecek bir çok olgu var. Mermilerin hepsine yetmeyebilir ama insanlığıöldürmekten daha değerli değil midir Vinz? Ama gerçek şu ki olguları yokedemedikçe birbirimize daha çok saldırıyoruz. Düzeni kıramadıkça çarpıştığımızrenklerimiz,dillerimiz ve sınıflarımız oluyor. En sonunda ise küfürler saçarak silahı birbirimize doğrultuyoruz. Oyunun sonunda yeri geliyor senölüyorsun, yeri geliyor ben ölüyorum ve mutlaka o mermiyi insanlık yiyor.

Türk usülü olsun diye şöyle başlayalım:



Her ne kadar Mclaren's Irish Pub veya New York sınırlarında çekilen herhangi bir filmi ortaya atıp üzerinden yazıp turatma ihtimalim olsa da eskilerde kalmaya başlayan bir seriyle, gezi yazılarıyla devam edeyim istiyorum.

Dört aydır Amerika'da olmanın gözlemiyle bir yazı yazmak elbette efradını cami ağyarını mani cihetinden her türlü inceliği anlattırmasa da bize, Central Park adlı güzide yerden başlayabiliriz herhalde ufak tespit ve yol işaretçilerimize. Barcelona'dakı Güell Park kadar artistik detaylarla dolu olmasa da büyüklüğü ve konumuyla sürümden kazanıyor bu park puanları. Yemyeşıl çimlerinde havanın güneşli olduğu bir günü yakalarsanız eğer, bir köşesinde koskoca bir müzik grubu kadar müzik aletleri olan bir grubun şarkıları ile dersini çalışan bir doktora öğrencisini flu yapıp ön tarafa da net bir biçimde bir çift frizbi oynayan adamı ve sizin gibi normallikten göze batmayan birini koyabilirsiniz. İçindeki yapay göllerde facebook profil fotoğrafı çektirip, gökdelenler arasındaki bu kapitalist köyde yetmiş iki milletten yetmiş iki çeşit pedicapçiden biriyle muhabbet dolu bir gezintiye çıkabilirsiniz. Ben kültür insanıyım uleayn/ayol diyen varsa da onlar da New York Metropolitan Museum öncesi hayvanat bahçesi ile geçiştirebilirler Central Parkı. Gitmişken Madagaskar filminin ilk sahnesinin ve şimdi yazıyı yazarken direk düşünemediğim bin tane daha filmin sahnelerinde yürüyebilirsiniz.

Bizim koskoca New York diye bildiğimiz yerin aslında Manhattan adlı bir ada olduğunu öğrenmek üzücüydü. Sadece bu Manhattan adlı gecekondu mahallesı yapar gibi gökdelen yapmış insanların her tarafa böyle binalar yapsalar bir deprem anında gerginlikten ne güleriz diye düşündüm burada. Özellikle kendinden bahsedilmesi gereken bir gökdelen var ki adı koskoca New York eyaletıyle aynı namı taşıyor: Empire State Building.


Bir gün yolunuz düşer de bu binaya çıkacak olursanız saatli maarif takvimi yahut gül desenli fazilet takviminden akşam ezanının New York saatine bakıp çıkmanızı salık veririim. Zira, her tarafı koylarla, okyanuslaarla, kendini çok yüksek zanneden binalarla ve küçük küçük milyonlarca insanla dolu bu şehri bir de her biri sanki ben de buradayım dercesine titreyen ışıklarla da görün gündüz gözüyle gördükten sonra. Alternatif akımın bu güzelliğini izlerken Nikola Tesla ve Thomas Edison'un hikayelerinin iki sokak -tövbe:blok- arkada geçtiğini düşünüp, aşağıda yürüyen çiftin Ashton Küçüker ve Dimi Moore olma ihtimallerinin ilk defa bu kadar yüksek olduğunu hayal edebilirsiniz. Belki yanınızdaki amcalardan biri işi ileri götürüp zırt pırt ayrılan bu insanların biriyle bir cafede barda karşılaşsa onunla çıkabileceğini bile düşünüyordur; bedava değil mi bu işler arkadaşım!
İşte böyle güzel bir bina bu 1929 yapımı hala buraların en yükseği arkadaş!

New York'un mutfağıyla ilgili yüz tane yer tavsiyesi verebilir durumdayım ama öyle egzantirik tatlardan bıkmam sanan beni bile iki haftada ah ananmın çorbası seviyesine getiren bu mekanla ilgili size Türk mekanları sayayım güzel güzel. Times Meydanına en yakın restoranlardan olan, lion King'i geçince hemen sağda olan bir yer var, adı Dervish, ondan daha iyi olduğunu düşündüğüm ama Brooklyn gibi Beşiktaş'a nazaran Kadıköy gibi uzaklıkta kalan Taci Restaurant ki Türklerin çoğu bilir, yine Manhattan'da Turkısh Kebab House ilk üç tavsiyem olsun. Helal et noktasında bunlarla ilgili sıkıntı da yok, helallikle ilgili sıkıntısı olmayanlara zaten her yer Trabzon, her yerde çok süper yemekler var-mış. Genelde salatalarının iştah açıcılığından ne süper yermiş la bura diye not verdiğim İtalyan yerleri var ilk aklıma gelen.

Amerikan kültür ve gündelik hayatına çok girmeyeceğim ama yine de Amerikalı bir "oturan boğa" yahut ilk yerleşen İngiliz Fransız gruplarından bir kişi bile yok burada birebir muhabbet ettiğim aşağı yukarı bin tane insandan. Dünyanın her yerinden bir sürü insanı toplayıp yeni bir millet oluşturmuşlar advanced toplum mühendisliği dersi verir gibi. Burada yetmişiki milletten yetmişiki farklı hayat tarzı o belirlenmiş sınırların içerisinde yaşanılıyor velhasılı kelam. Konuştuğum insanların en eskisi buraya 70 sene önce dedesi yerleşmiş olan bir yaşlı adamdı. Diğerleri Amerika var dediler geldik kabilinden toplanmış insancıklar işte. Metroda her durakta civarların kime ait olduğunu zamanla çıkarabiliyorsunuz misal. Bir yer var, insanların esmerlik ortalaması Fedon ve üzeriyken belli bir muhite Little Italy, bir başka yere Chinatown denmiş. Yahudiler ise o kadar her yerdeler ki iehre gayriresmi Jew York diyenler var oldukça.

Müzeler kısmına pek girmeyeceğim zira kültür sanat aktivitelerine kız tavlama ekosistemi olarak bakan bir insan grubuyla tanıştıktan sonra oradaki herkesle ilgili evhamlıyım arkadaş. Ama New York'ta bir sürü müze var. Sadece şu girişte tamam bana bir şey olursa ben sorumluyum, naparsanız yapın kabul ediyorum yazısına imza attırılan süprizlerin müzesini anlatasım var. Girişte size verilen bir kat elbise ile ve müzikler kokular ile noluyor olduğunuz bu müzede zaman zaman sizi bir kaydıraktan ki 8-10 metre uzunluğunda ve oldukça dik, kaydırıp aşağıda olan şeyi her gün değiştirdikleri bir aksiyona yolluyorlar, zaman zaman ise ıslatıyorlar, boks ringine çıkarıyorlar vs. Şaşırtmak için düşünülmüş ve şaşırtmasına şaşırılmayan bir müze son raddede. Hem de sadece 12 dolar.

New Jersey farklı bir eyalet olmasına rağmen New York'a o kadar yakın ki siz de inanamıyorsunuz. Bu eyalet dedikleri şey aslında bayağı büyük, mesela Teksas eyaleti Türkiye'den büyük ama özellikle etliekmek ve lahmacunun feriştahını yiyecem lan illa diyenlerin yolunun düştüğü New Jersey bir dolmuşla yarım saat mesafede. Denizin üstüne kurdukları onlarca Boğaz Köprüsü yetmiyor ki bu insanlara, altından da tüneller açmışlar ve bir tünel sonrası hemen New Jersey. Eminönü'den girdiniz, Üsküdar'dan çıktınız gibi düşünün. Ben New Jersey'i daha çok sevdim çünkü lakabı Garden State olan bu şirin yer yemyeşil ve park sorunu gibi bir tezahürü olan kalabalıklıktan uzak. Arkadaşımın evine geceyarısı gittiğimiz bir günde çöpleri karıştıran rakunlar manzarasına bakarak çerezimizi yedik misal. Sabah kalkış da kolay oluyor hava temizliğine bağlı olarak. Türk nüfusunun toplandığı yerlerden birisi olması da cabası. Caba ne demekse :)

Macera dolu fırsatlar ülkesi ile son olarak da sixflags çakması adlı koccaa lunapark anımızı anlatayım hazır gözümde canlanmışken. Artificial Intelligence filminde de görülen bir dönmedolap var, Coney Island'da, orası olması lazım, gittiğimiz bir lunaparkta misafirimiz olarak gelen çocuklardan birisinin ısrarı üzerine bir araca bindik. Koltuk az bir şey ıslaktı ve ben cebimden mendilimle onu kuruladım, görevlinin bıyıkaltından gülmesini farkederek. Biz kemerleri bağladık ve oyuncağın hareket etmesiyle lunaparkta hayat durdu, herkes bizi izlemeye başladı. Araç bir yüksekliği çıktı ve aşağıdaki su birikintisini görünce ben bir taraftan karşıdan yüzlerimizin aldığı komik halleri çeken fotoğraf makinesini, bir taraftan az önce bıyık altından gülen elemanın şimdiki kahkahalarını bir taraftan da lunaparkın dışında bile toplanmış olanların bizi izlediğini düşüneyim dedin ki daha bitiremeden o suya cumburlop girdik. Gökyüzünden kova kova sular atıldı üzerimize, son altı ayda duş alırken falan harcamış olduğum toplam su kadar suya maruz kaldık herhalde. İnerken alkışlar eşliğinde inmek herhalde bu ıslak günün tek tebessüm ettiren tarafıydı.


Burada insanlar memleketlerinin hasretine düşmüş bunca hayalgerçekleştiren etmene rağmen. Hayallere doymayan insanoğlu burada memleketinin toprağına çıplak ayakla basmayı, ezan sesinin Burası Türkiye demesini, çocuğunun mevcut kültürde bir türlü öğrenemdiği kendi kültürünü öğrenmesini diliyor. Yaşlıların birçoğu, Türk olsun yabancı olsun, memleketlerine gömülmek istiyorlar. Farelerin cirit attığı, insanın beş kuruş değerinin gökdelen tepelerinden daha net görüldüğü bu yerde durmak istemiyorlar pek. Özgürlüğü bu altın kafeste yaşamak istemiyor insanların çoğu. Sessizlikleri bir şey düşünmediklerinden değil, anlatılması güç şeyler düşündüklerinden böyle umarsız umarsız bakıyorlar herhal.


Önce bir özet vardır. Dünyanın vazgeçilmezleri,yüklerimiz,geridebırakılanlar ve Melankoli. Sonrasında yıkım. Bir de bu saydıklarımızın detaylarıvardır. İnsanı melankoliye götüren ve sonunda yıkımın nedeni olan detaylar.Detaylar Justine’de saklıdır, yıkım Claire’a saklanır. Sonsuzluk ise aklınmağarasında gizlidir.

Bol miktarda spoiler içerir.

Justine

Açılış sekansında düğünlerine limuzin ile giden Michael veJustine çiftinin mutluluklarına tanık oluruz. Herşey olması gerektiği gibidirve yaşadıkları aksaklık dahi onların moralini bozmayacak cinstendir. Fakatgökyüzündeki değişimin evreleri aynı gece Justine üzerinde de etki yaratmıştırve babasının dediği gibi hayatındaki en mutlu geceyi geçiren Justine bir andayalnızlığın ve yıkımın pençesine düşmüştür. Melankoli gezegeni yaklaştıkcaJustine’in melankoli hastalığı artmaktadır.

Herşey Justine'da açığa çıkan melankoli hastalığı ile başlamıştır. Düğün gecesi ve gece boyunca yaşanılanlar insanın her daimkendi emelleri uğruna hareket ettiğini açığa çıkarır. Örneğin; ajans patronudüğüne ve çifte ilişkin konuşma yaparken reklam sloganını aramaktadır. Diğeryandan Justine’in anne ve babası kızlarının mutluluğu üzerinden bitmiş olanevliliklerinin kavgasına devam etmektedir. İlgi odağı olma sorunsalı geceboyunca ön planda olan her bireyde zaman zaman belirir. Keza düğününorganizatörü olan Claire gecenin mahvedildiğini düşünür ve bunu bir hakaretolarak algılarken eşi düğün masraflarını karşılayarak cömertliğini gözler önünesürmektedir. Kurtarılamayacak burjuva ahlakının örnekleri gece boyunca gerilimeneden olmaktadır. Gecenin belli normlara göre ilerlemesi ise tamamen duygudanyoksundur. Zira burjuva kanadı duygudan ziyade zarafetin ve ihtişamınpençesindedir. Ayrıca kadın karakterler tekrar tekrarkötülüğün başlangıcı olarak sunulur. Zira Justine ve annesi gerilimin anakaynaklarıdır. Diğer yandan Michael ilk bölümün tek iyi olgusudur. İyiliği vesaflığı ilk bölümde sembolize eden tek kişidir.


Clarie

İnsanlar yardım etmenin verdiği huzurun yanı sıra başkainsanların kendilerine muhtaç olmasından da güç alırlar. Clarie böyle birkarakterdir. Kardeşi Justine’in ruhsal ve fiziksel yönden düştüğü çöküntüesnasında ona yardım ederek kendi ruhunu tatmin etmektedir. Kibiri elden bırakmadan,modernizmin başrolünü oynadığı bir hayatta kişisel buhranların içine düşmüştür.Melankoli gezegeninin yaklaşmasındandolayı hayatından endişe etmektedir lakin görüyoruz ki endişe ettiği hayatınelle tutulur bi yanı bulunmamaktadır. Baskıcı bir karakterin eşine ve çevresinedayatmaları çerçevesinde geçen birhayatın izleri vardır.
İkinci bölümde Claire; yapay modern yaşamın aklın vedoğaüstü olaylar karşısındaki çaresizliğini simgeler. Justine insanınyalnızlığını hiçbirşeyin kurtaramıyacağını düşünür ve yokoluşa kendini hazırlamıştırzira hepimiz öleceğiz ve yalnızlığınpençesine takılmış durumdayız. Bu nedenledir ki Justine düğün gecesi estetikyaşamdan kendini soyutlamış, aklın ve mantığın doğrultusunda melankolihastalığına tutulmuştur. Tüm insanlığın melankolisini Justine yaşar. Claire isesadece kaçınılmaz sondan kaçmaya çalışarak sonsuzluğa ulaşmaya çalışmaktadır.


Mutlak Son

Melankoli gezegeninin yaklaşıyor olması bir metafordur.Mutlak sona insanlık gene kendi elleriyle ve düşünceleriyle ulaşacaktır.Metaforun kullanılması insanın kendi hayatı adına yapacağı endişeyi gözlerönüne sunmak amacıyla planlanmıştır. Böylece son sekans insanın yalnızlığından soyutlanıpsonsuzluğa ulaşmasını hedef alır. Claire; Justin ve oğluyla birliktemalikanenin bahçesinde tahta parçalarından mağara kurarak bir nevi Platon'unmağarasına giriş yapmıştır. Bu son sahnede de sembolize anlatımı tercih edenTrier böylece insan yalnızlığının soyut yaşamdan ayrıştırılarak ancak aklın vemantığın mağarasında sonsuzluğa ulaşabileceğini bunun dışında insan soyunun yokolmaya mecbur olduğunu anlatmaya çalışmıştır.




Icíar Bollaín'in yönetmenliğini yaptığı Yağmuru Bile, Bolivya'ya belgesel çekmek için giden bir film ekibinin başından geçenleri anlatıyor. Yönetmen Sebastian (G.G. Bernal) ve yapımcısı Costa (Luis Tosar) Bolivya'ya vardıklarında, Kristof Kolomb'un keşfettiği Cochabamba'da sömürgeciliğe ve köleliğe ilk karşı çıkan rahipler Bartolome de las Casas ve Antonio Montestinos'un hayatını çekip bir an önce ülkelerine dönmek isterler. Bütçeleri çok kısıtlı olduğu için Costa normalde ekipman yardımı ile yapması gereken işleri yerlilere yaptırır, figüranlara çok düşük ücretler öder ve bundan gururla arkadaşlarına bahseder.

Kızıyla beraber belgeselde rol alan Daniel, aynı zamanda bölgede su sıkıntısı yaşayan halka gösterilerde liderlik etmektedir. Daniel, bu gösterilerden birinde tutuklanınca Costa rüşvet karşılığında onu hapisten çıkartır ve bir miktar para vererek film bitene kadar olaylardan uzak durmasını ister. Film bitiminde tekrar hapse döneceği üzerine de hapishane müdürüne söz verir. Çekimler bitince Daniel kaçar ve gösterilerde yaralanan kızını kurtarmak için karısı gelip Costa'dan yardım ister. Filmin başında yerlilere karşı daha duyarlı olan Sebastian, yükselen gerilim yüzünden bölgeden ayrılıp başka bir yerde kalan çekimleri tamamlamak için ısrar ederken, başlarda duyarsız olan ve paradan başka bir şeyi önemsemeyen Costa, Daniel'in kızını kurtarmak için isyancı halk tarafından kapatılan ve polisle çatışmaların yaşandığı mahallelere gider. Eşzamanlı olarak anlatılan iki hikâye de aslında 500 yıl önce olanlar yine tekrarlanmaktadır. Bir zamanlar altın için sömürülen insanlar şimdi su için sömürülmektedir.

Daniel elinde megafon yaptığı bir konuşmada sorar:
-Bundan sonra neyi alacaklar? Nefesimizdeki buharı mı, alnımızdaki teri mi?

Filmin sonunda Daniel Costa'ya kızının hayatını kurtardığı için teşekkür ederken tekrar gelip gelmeyeceklerini sorar. Costa "Hayır" der. Artık emperyalizmin her çeşidi bölgeden çekilmelidir.

Konuk Yazar : Burcu Polat Çam




Yaşamı varoluşumuz üzerinden tanımlayacak olursak esas mesele kader olgusunu istekler varolduğu noktaya eğebilmektir. Güzel bir eş , zevk alınan bir iş ve kaliteli yaşam standardı muhakkak ki birçoğumuzun hayalini kurduğu yaşamın belirgin yönleridir. Midnight in Paris filminde bu özelliklere sahip olan Gil’in hayatını farklı bir yöne kaydırmaya başlamasını konu alır. Bu konuda Gil’in yardımcıları aşık olunacak bir şehir ve rol model olarak gördüğü sanatçılardır.

Bazı ilişkileri yaşanılabilir kılan en büyük özelliklerden biri şehir ve zaman olgularıdır. Şehirlerin insan duyguları üzerinde farklı tesirleri vardır ve muhakkak birine yaşanılabilir gelen bir şehir, bir başkası için her dönem anlamsızlığını korur. Gil ve Inez çifti için de Paris şehri her iki kalıba örnek teşkil eder.

Hollywood’un şaşalı gösterişinden ve onun samimiyetsiz gerçekliğinden nefret eden Gil’in gişe amacı güden film senaryosu yazmak yerine roman yazarı olmak istemesi ve yazdığı romanın bir çıkmaza girmesi onun duygularının evrimleşmesine neden olmuştur. Böyle bir dönemde Paris’e gelmiş olması kitabının devamı için önem teşkil etmektedir. Aşık olunabilecek şehirler listesinde bir çok kişinin tepeden sayacağı şehirlerden biri olan Paris, Gil üzerinde de olumlu duyguların açığa çıkmasına vesile olmuştur. Diğer yandan tatiller dışında Malibu’dan ayrılmayı düşünmeyen ve duyguardan ziyade mantık ilişkisi yaşayan Inez’in Gil ile ilişkilerin anlamsızlığı beyazperdeye çarpar. İlişkilerinde sevgiden ziyade güzellik ve kariyer odaklı bir birlikteliğe sahip oldukları ilk sahneden son sahneye kadar kendini hissettirir. Bu nedenle farklı bir şehirde ilişkilerini tartmış olmaları esas duyguların açığa çıkmasına vesile olmuştur.



Filmin göze çarpan en önemli iki detayı; kültürel egonun hissiyata karşı yenik düşmesi ve altın çağ üzerine yapılan tartışmalardır. Film boyunca kültürlü bir profesörün bilgisiyle insanları etkisi altına almaya çalışması ve alkış aldıkça yüzündeki mutluluğun beyazperdeye çarpışına tanıklık ederiz. Nitekim çoğunlukla bilginin esas amacı gösteri peygamberliği yapmaktır. Bilgiyi kendisinden ziyade başkaları için kullanan insanların bir örneğini teşkil eden Profesörün, Inez’i etkisi altına alması bilginin gücünü gösterir. Bir tablonun hangi ressam tarafından hangi yılda çizildiğine önem verenler kadar Gil gibi o tablonun yarattığı hissiyata ve resmin sahibi için ne önem teşkil ettiğini düşünenler de vardır. Profesör, Paris’i görülecek müzeler, tadılacak şaraplar olarak görürken ; Gil yağmurda yürünecek ve sokaklarında kaybolabileceği bir şehir olarak görmektedir. Bu hususta hissiyatın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim Gil sokaklarında kaybolduğu şehirde gerçeküstü bir zaman diliminin içerisinde kendini bulur.

Filmin ikinci çıkış noktası ise “Altın çağ” üzerine yapılan tartışmalardır. Geçmişe duyulan özlemin esas kaynağı yaşamın tıkanıklığı ve tekdüzeliğidir. bu nedenle geçmiş her zaman daha cezbedici ve huzur dolu gelmektedir. Karmaşadan yoksun bir geçmişin muhakkak ilgi çekici yönleri vardır. Gil’in de özlemini duyduğu ve Altın çağ olarak nitelendirdiği zaman dilimi 1920li yıllardır. Zira geçmişe duyduğu özlemin belki de en göze çarpan detayı , romanının esas karakterinin sahip olduğu nostaljik eşyalar satan dükkandır. Burada Gil’in işinde varolan mutsuzluk ve romanına bir çıkış bulamaması geçmişe dair özlem kurmasını tetiklemektedir. Geçmişle ilgili düşüncelerin çoğu subjektif yargılardır zira yaşanılan zaman diliminde oluşan mutsuzluk insanı bu düşünceye itmektedir. Filmde Gil dışında bu konuyu tartışan karakterlerden E.Hemingway için Rönesans , Adriana için ise 1890lı yıllar Altın Çağın varolduğu yıllardır. Muhakkak ki yaşadığımız zaman dilimi de bir asır sonra bir çok kişi için altın çağ olarak tanımlanacaktır. Altın çağ’ı tetikleyen bir diğer olgu da rol modellerdir. Gil'in hayatında S.Fitzgerald ve E.Hemingway'in yeri çok büyüktür. Bu nedenle bu ikilinin ve daha bir çok sanatçının yaşadığı 1920li yıllar Gil’i cezbetmektedir. Altın çağ ile ilgili tartışmaları da gene Adriana ile yaptığı bir tartışmayla bitirir ve hissiyatın,duygunun altın çağ seçimindeki önemini de zamanla kavramaya başlar.



Woody Allen, Midnight in Paris filminde gerçeüstücülük ve altın çağ tartışmalarına yer vererek yapımın ilişkiden bağımsız evrimleşmesine odak noktası oluşturmuştur. Filmde Gil karakterini yaratırken kendine uygun bir karakter yaratıp, oyunculuğu Owen Wilson’a vermiş olması üstadın film karakteri olarak kendi oyunculuğunu devam ettirecek birini bulduğunu göstermektedir. Zira Owen Wilson mimikleri, şaşkınlığı, naif kişiliği ve hızlı konuşmasıyla tam olarak Woody Allen’ı canlandırmıştır. (bir tek gözlüğü eksiktir!) Filme ivedilikle monte edilen sanatçılar da yer yer hızlı bilgi akışına neden olsa da izlediğimiz bir sinema filmi olduğu için yönetmenin kısıtlı sürede buna başvurması kaçınılmazdır diyebiliriz. Adrien Brody’nin yarattığı S.Dali karakteri umarım bu filmle sınırlı kalmaz ve farklı bir yapımda daha uzun sürelerle kendisini bu rolde izleyebiliriz. Diğer yandan Hemingway karakteri ve M. Cotillard'ın oynadığı Adriana karakteri bizlere sinema perdesinden de olsa 1920li yılların havasını yaşatmıştır. Woody Allen’ın uzun süre New York üzerinden anlattığı hikayelere Avrupa’nın önemli şehirlerinde devam ediyor olması hiç kuşkusuz izleyicide farklı bir merak konusu oluşturuyor.Geçtiğimiz senelerde Londra ve Barcelona’ya bizleri aşık eden yönetmen Paris’in büyülü dokusunu da filme monte ederek izleyicinin filme bağlılığı arttırmıştır.Yeni filminin çekimleri için Roma’da olan yönetmen hiç şüphesiz bizleri yepyeni şehirlere aşık edecektir.