Zeki Demirkubuz Yazgı fimini Albert Camus’nün Yabancı romanından esinlenerek çekmiştir. Ben de bu filmden esinlenerek şu saçma(absürd) felsefesi, varoluşçuluk nasıl bir şeymiş, filmin altmetninde neler yatıyormuş, bildiklerimi paylaşmak istedim. Demirkubuz sırtını böyle güçlü bir felsefi akıma dayamışken filmin analizine bu akımdan bahsetmeden geçmek temel meselenin biraz havada kalmasına neden olurmuş gibi geldi bana. O yüzden bu yazıyı varoluşçuluk ve saçma(absürd) felsefesine ayırdım. Bir sonraki yazının konusu da Yabancı romanı ve Yazgı filmi olacak. Yazının başında varoluşçuluğun birçok çeşidinin olduğu ve genelde varoluşçuluk olarak bilinen akımın Jean Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” deyimiyle özetlediği ateist varoluşçuluk olduğunu söylemem gerek. Ama tarihine baktığımızda varoluşçuluk Rus yazar Dostoyevsky’e ve onun bütün büyük eserlerinin anahtarı gözüyle bakılan Yer Altından Notlar adlı eserine kadar gider. Nietzsche de bir varoluşçudur, koyu bir Katolik olan Kierkegaard da, Çek yazar Kafka da. Peki o zaman bu filozofları ve yazarları ortak bir paydada buluşturan şey de ne? Bence bu ortak payda sınırlı bir varlık olan insanın dünyadaki varoluşunu çaresizce anlamlandırma ve meşrulaştırma çabasını dillendirmeleridir.

Varoluşçuluk, en temelde insan denen varlığın varoluşunun anlamını/anlamsızlığını sorgulaması ve bunu yaparken anonim bir insan topluluğuna değil her bir bireyin kendisine, kendi varoluş mücadelesine seslenmesi ve insanları kendi hayatlarını sorgulamaya sevketmesi açısından bugün aslında hepimizi ilgilendirmektedir. Bugün hepimizi ilgilendirmektedir diyorum çünkü “neden buradayım, ne yapıyorum ben bu hayatta, nereye gidiyoruz yahu?” diye heralde herkes hayatında en az bir kere düşünmüştür, bu rahatsız edici düşünme edimini devam ettirsin veya ettirmesin. Hepimizi ilglendirmesinin bir diğer nedeni ise sorulmuş ve sorulabilecek bütün felsefi soruların en başında yer alan soruyu varoluşçuluğun ortaya atmış olmasıdır; o da insan hayatının anlamı ve gerekliliğidir. Albert Camus Sisifos Söyleni adlı denemesine bütün felsefi sorunların içinde en önemlisinin “intihar” olduğu teziyle başlar. Zira hayatın yaşamaya değer olduğu gösterilmediği ve intihar reddedilmediği sürece diğer felsefi sorular anlamını bir nevi kaybedecektir.

Dinler olsun siyasi ideolojiler olsun hep insanın dünyaya ilişkin bilgisini tamamlamak ve bu birbirini takip eden olaylar dizisini anlamlı bir düzene koyma ve dünyada kendini evinde hissetme ihtiyacının sonucu aslında. Nasıl ki bir romanı okurken herhangi bir olay olduğunda hemen nedenini hatırlamaya çalışıyor, kahramanların anlamlandıramadığımız davranışları bizi rahatsız ediyorsa ve muhakkak bir son ve kitabın yazımınında anlamlı bir amaç bekliyorsak bu dünyada yaşayan bizler de aynı okuma pratiklerini kendi hayatlarımıza uyguluyoruz. Ama insanoğlunun şu dünyadaki binlerce yıllık serüveni, yazılmış onca kitap, ortaya atılmış onca felsefi ve bilimsel teori ve inanılmış onca din bu anlama çabasını hala tatmin edememiş, zira ortada hala cevaplanmamış tonla soru var.


Sartre & Camus

Albert Camus de Fransız varoluşçuluğunun bir temsilcisidir ama onun duruşunu Yazgı filmine de esin kaynağı olan Yabancı romanı ve ayrıca Sisifos Söyleni bağlamında saçma felsefesi açısından ele almak bana daha doğru gibi geliyor. Camus’ye göre hayatın anlamı açısından ortada zaten anlaşılacak bir şey yok, varsa da bizim bunu anlamamız, anlamı bulmamız mümkün değil. Yani bütün bu çabalar aslında insanın kendini rahatlatmak, anlamsız bir hayata anlam tayin ederek içindeki yok edici endişeden ve umutsuzluktan kurtulma yollarından başka şeyler değil. Camus’ye göre saçma denen durum dünyanın verili konumunda yatmıyor; dünyayı anlamaya ve onda bir mantık bulmaya çalışan insanla insana kendini kapatan ve onu sadece anlamsızlıkla karşılayan dünya arasındaki çelişkide yatıyor.

Yani Camus’nün Sisifos Söyleni’nde belirttiği gibi saçma, aslında insanın içinde bulunduğu saçma durumun bilincinde olması demek. Peki bu durumu absürd kılan da ne? İnsanın içinde bulunduğu durumu absürd kılan şey dünyayla arasındaki çelişik hissiyatla bitmiyor, insanın bu anlama çabasının imkansızlığının farkında olması ve buna rağmen bundan vazgeçemeyecek olduğunun da bilincinde olması gerekiyor. Tabii Camus burada vazgeç uğraşından, kendini öldür demiyor. Saçma felsefesinin güzelliği de burada açığa çıkıyor aslında: Bir yandan hayatın anlamsızlığını kabul ederken diğer yandan intiharı ve ümidi (hayatı katı bir dürüstlükle yaşamamızı engelleyeceği için) reddetmesinde ve yerine başkaldırıyı ve özgürlüğü ve tutkuyu koymasında.

Varoluşçu bir bakış açısından yola çıkarak Camus diyor ki insanoğlunun belirlenmiş bir özü ve bu dünyanın daha önceden tayin edilmiş bir düzeni yok. Yapayalnızsın, uyman gereken kurallar yok ve kendi özünü, varolma nedenini yaratmakta özgürsün. Hayatın anlamsız olduğunu bilerek yaşamaya ve endişeye yenik düşmeden imkansızı gerçekleştirmeye çalışmakta yatıyor Camus’nün başkaldırı dediği şey ve Camus bu anlamda hepimizi birer Sisifos olarak görüyor. Tanrıları kızdıran Sisifos bir kayayı tekrardan düşeceğini bile bile sonsuza kadar bir tepeye çıkarmakla cezalandırılır. Ama Camus Sisifos’u mutlu olarak tasarlamamız gerektiğini söyler, çünkü varolmanın gerçek anlamı saçma olduğunu bilerek direnmekte, imkansız olan karşısında yılmamakta yatmaktadır. Bu anlamda verili bir özümüz olmadığı ve kendi kurallarımızı kendimiz koymak zorunda olduğumuz için aslında Sartre’ın deyimiyle hepimiz özgürlüğe mahkumuz. Bu insanı derin bir endişeye götürdüğü için de bunu inkar edip birilerinin bizim yerimize karar vermesini bekliyoruz, bu anlamda ilahi dinlere inanış insanın acı gerçekle yüzleşmesini engellemesi, onu içindeki endişeden kurtarması ve ölümden sonraki dünyada bütün sorularının cevaplarını verme vaadiyle insanları ümitlendirmesi bakımından insanoğlunun en büyük kurtarıcısı olmuştur.

Öte yandan Camus’nün çağrısı ise Nietzsche’ninkiyle ortak: Dünyanın felaket bir yer olduğunu ve bizlere sadece acı sunduğunu bil ve onu öyle kucakla. Dünya sana sırtını dönse de, anlamı ardında sırlansa da peşinden koşmayı bırakma. Çünkü insanın özgürlüğü imkansız olana başkaldırıda ve imkansız olanı elde etme tutkusunda yatar. Eğer hayatın ve yaşamanın bir anlamı varsa veya yaratılacaksa da bu ancak imkansızdan doğar.

4 serzeniş:

Hich dedi ki...

ne güzel özetlemişsin:)

Yasemin Şahin dedi ki...

Zeki Demirkubuz saçmalamıştır o filmde... Esinlenmek, çalmakla eş anlamda bir kelime artık benim için onun sayesinde. Ben o kitabı bulamadım o filmde, ben varoluşçuluğu bulamadım o filmde. Albert Camus'u özledim sonuna dek ama neticede o filminde bir halt bulamadım. Yazık diyorum.

neftiss dedi ki...

Ben "yabancı" kitabını ve saçma felsefesini daha iyi bilene kadar severdim filmi. Ama şimdi ben de filmde büyük eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Keşke kitaptan gerçek anlamda esinlenseydi de yabancı'yı yabancı yapan kısımlarını değiştirp başka şeyler eklemeseydi yerine ve tartışılması gereken kısımları havada bırakmasaydı. Yani bence de kitaptan yaptığı can alıcı birkaç alıntı filmi pek kurtarmamış. Açıkçası uyarlama filmlere hep önyargıyla bakmışımdır zaten. Nereye kadar esinlenme, nereden sonra çalma ve saçmalama oluyor buna bir cevabım yok henüz. Neyse, bunlar hala yazamadığım bir sonraki yazının konusu.
Bu arada yorumunu yeni gördüm, o yüzden biraz geç bir cevap niteliğinde oldu:)

misanthrope dedi ki...

hayatın anlamı sona ermektir.
kişisel zevk ve hazların farkında olmayan,yada artık bunlara tepki vermeyen,veremeyen insanlar genelde sorgulamaya başlıyor hayatın anlamı nedir diye.varolmanın anlamsızlığını yada ne yapılması gerektiğini kendilerince açıklıyorlar. sonuçta hepsinin kendince amacı iyiyi doğruyu mutluluğu bulmak gibi sanki. acı çekmek için hayatın anlamını aramak da mazoşistlik olurdu. belkide insanlar acı çekmekden zevk alıyor ,kim bilir...